Şair ve yazar (D. 1887, Bağdat - Ö. 4 Haziran 1933, İstanbul). Fizan mutasarrıflığı yapmış olan babası Arif Hikmet Bey, Bağdat’ın seçkin ailelerinden Alûsizâdelerdendir. Annesi ise, yine seçkin bir aile olan Kâhyazâdelerdendir. Haşim’in, çocukluğunu Bağdat’ta tam bir Arap muhiti içinde geçirdiğini, sonradan İstanbul’a babasıyla geldiği sıralarda, Türkçeyi hemen hemen hiç bilmediğini görüyoruz. Haşim, Arif Hikmet Bey’in biri kız, ikisi erkek üç çocuğundan en büyüğüdür. Şairin çocukluğunu hastalıklı bir anne ile, eşinin bu hastalığından daima acı duyan bir babanın hüzünlü şefkatleri arasında geçirdiği tahmin edilir. Ayrıca babasının memurlukla birçok yerde dolaşması yüzünden uzun müddet düzenli bir hayat yaşamadığı da söylenebilir. Sekiz yaşlarında iken annesini kaybetti. Bu ölüm, onun küçücük dünyasının en büyük olayı olmuş, onda derin ve silinmez izler bırakmıştır. Gerçekten de çok sonraları Ahmed Haşim, bu çocukluk hatıralarının hüzünlerini Şi’r-i Kamer’de dile getirecektir. Bu dizi şiirde görüleceği gibi; genç şairin kalbinde ümitsizlik, dehşet, korku, nefret gibi duygular bir çelişki kervanı haline dönüşecek ve onu sürekli etkileyecektir.
Haşim, babası tarafından 1895 tarihinde
İstanbul’a getirildi ve ilk yılı Nümune-i Terakki okulunda geçirip, pek iyi
bilmediği Türkçesini kuvvetlendirdikten sonra ertesi yıl Galatasaray
Sultanisine kaydedildi. Öksüzlüğü, yaşının küçüklüğü ve yabancı bir çevre, onun
üzerinde hep olumsuz ve ürkütücü etkiler bırakıyordu. Yaşı ve sınıfı
ilerledikçe yavaş yavaş edebiyata heves etmeye başladı. Bunda edebiyat
öğretmeni Ahmed Hikmet Müftüoğlu’nun etkisi olduğu kadar, bir arkadaşının ona
verdiği Fransız Şiir Antoloji’nin de büyük payı vardır. Okulda tanıdığı
edebiyat heveslisi arkadaşlarından biri de İzzet Melih’tir. Bu dostluk
çemberine daha sonraları Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Emin Bülent (Serdaroğlu),
Abdülhak Şinasi (Hisar) de katılacak, aralarında hararetli tartışmalar ve
sohbetler olacaktır. Bu edebiyat heveslisi öğrenciler içerisinde, şiirleri
edebi bir dergide ilk yayımlanan Ahmed Haşim oldu. Mecmua-i Edebiye adlı
bu dergide Ömer Seyfettin’in de şiirleri çıkmaktadır. Haşim’in bu dönemde
Tevfık Fikret’i, Cenap Şehabettin’i ve Abdülhak Şinasi’yi ve Muallim Naci’yi
sürekli okuduğu anlaşılmaktadır.
1907’de Mekteb-i Sultani’den mezun olunca, o
zamanlar Osmanlı İmparatorluğu’nun tütün inhisarını elinde bulunduran Reji
İdaresine memur olarak girdi, bir yandan da Mekteb-i Hukuk’a devam ediyordu.
Fakat bir müddet sonra İzmir Sultanisi Fransızca öğretmenliğine tayin edilince Hukuk
öğreniminden vazgeçti. İki yıl sonra İstanbul’a tekrar dönüşü Maliye Nezareti
tercümanlığına tayini nedeniyledir. Bu arada 1909’da başlayan Fecr-i Âti
hareketine katıldı. Tanınmış dergilerde şiirleri yayımlandı. Bilhassa Göl
Saatleri ve Şi’r-i Kamer isimli şiirleri büyük ilgi uyandırdı.
Böylece günün sayılı şairleri arasına girmiş oldu. Haşim, her ne kadar Fecr-i
Âti hareketi içinde görülse de bu gurubun toplantılarında hemen hemen hiç
bulunmadı. Bir kez bulunduğunda da guruba yeni giren bir şairin nutkunu okudu,
ama nutuk arkadaşları tarafından beğenilmeyince kızdı, bir daha da oraya ayak
basmadı. Fecr-i Âti’nin dağılmasından (1913) sonra uzun bir sessizlik dönemi
geçiren Haşim, Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla dört yıl ihtiyat zabiti
olarak Yakup Kadri Karaosmanoğlu’yla birlikte savaşa katıldı. Savaştan sonra
Düyun-u Umumiye İdaresine ve bu kurumun dağılmasından sonra da Osmanlı
Bankası’na girdi. Bu görevini ileriki yıllarda Sanayi-î Nefise Mektebi (Güzel
Sanatlar Akademisi) estetik ve mitoloji öğretmenliği, Harp Akademisi ve Mülkiye
Mektebi Fransızca öğretmenlikleri takip etti.
Memuriyet hayatına devam ederken İstanbul’da
çıkan Akşam gazetesine fıkralar, tenkitler ve kronikler yazmaya başladı.
Gazetede yazdığı bu yazıların bir kısmını daha sonra Gurâbahâne-i Laklakan
adlı kitabında topladı. 1921’de Dergâh dergisinde yayımladığı
şiirlerinin bir kısmını Göl Saatleri adıyla bastırdı. 1926’da da yine Resimli
Kitap, Dergâh ve Yeni Mecmua’da vaktiyle yayımladığı şiirlerini bir
araya getiren Piyale adlı kitabını yayımladı. Bu yıllarda İkdam gazetesinin
fıkra yazarlığını da yaptı. Burada yazarken birçok düşman edinmiştir. İstihzayı
aşan saldırgan bir üslûp kullanması, eleştirilerinde ölçü gözetmemesi yüzünden
sert tepkilerle karşılaşmıştır. Bu bağlamda Peyami Safa’yla kalem kavgaları
olmuştur. Hastalığının tedavisi için 1924 ve 1926’da iki kez Paris’e, 1932’de
Frankfurt’a gitti, ancak iyileşemeden döndü. Günün meselelerine dair akıcı bir
üslâpla yazdığı makalelerin bir kısmını, Paris gezi notlarını da ekleyerek, Bize
Göre adlı bir kitapta topladı. Frankfurt Seyahatnamesi, tedavi için
gittiği Frankfurt’taki günlerinin izlenimlerini içerir. Son yıllarını
hastalıklarla geçiren Ahmed Haşim, bu yıllarda kıtalardan oluşan küçük şiirler
yazıyordu. Hastalığı bir müddet sonra yeniden şiddetlendi ve vefat etti. Mezarı
Eyüp’tedir.
Ahmed Haşim’in manevî hayatı çetin bir kaderin
erken başlayan belirtileri üzerine kurulmuştur. Ruhî dünyasının ve dolayısıyla
şiirlerinin egemen havasına gereği gibi girebilmek ve nispeten aydınlık
hükümlere varabilmek için onun hayatının ve kaderinin özelliklerine dikkatle
eğilmek gerekir. Haşim’in hayatındaki en kalın çizgiyi, “içinde bulunduğu
ortama uyamamak” oluşturdu. Bütün hareketlerine ve edebi faaliyetlerine
şiddetle etki yapan; içinde korkunç, sürekli ve hazin bir huzursuzluk doğuran,
onu çelişkiler ve aşırılıklar arasında kıvrandıran bu çapraşık düğümü,
kaderinin yavaş yavaş nasıl hazırlandığını görebilmek için çocukluğunun ilk
günlerine inmek gerekir.
Haşim, hayatının ilk döneminde zamanla duygusal
bir faciaya dönen ve psikolojik gelişmesinde ilk ve önemli rolü oynayan
olaylarla karşı karşıya kaldı. Zeki olduğu kadar duyarlıydı da. Günlük
hayatının sıkıntı içinde geçmesinde hasta bir annenin ve sert mizaçlı bir
babanın büyük rolü vardır. Aile hayatının huzursuzluğu, şairin ruhî ve bedenî
gelişmesinde etkili oldu. Bünye zayıflığı ve ruhsal yapısı nedeniyle aradığı
şefkati sadece anne kucağında ve bu varlığın kanatları altında bulmaktaydı. Her
akşamüstü Bağdat’ın Dicle kıyılarında yaptıkları gezintiler, onları
birbirlerine daha çok bağlayacaktır. Şi’r-i Kamer adlı şiir serisinde bu
hüznünü şöyle dile getirir:
Bir hasta kadın, Dicle’nin üstünde her akşam,
Bir hasta çocuk gezdirerek, çöllere gül-fam,
Sisler uzanırken, o senin doğmanı bekler.
Annesiyle birbirine çok bağlı ve çok yakın
olmakla birlikte gelecekten hiç de ümitli değillerdir. Korku, endişe ve
ümitsizlik peşlerini hiç bırakmaz:
Annemle karanlık geceler ba’zı çıkardık;
Boşlukta denizler gibi yokluk ve karanlık
Sessiz uzatır taa ebediyyetlere kollar...
Güya o zaman, bildiğimiz yerdeki yollar
Birden silinir, korkulu bir hisle adımlar,
Tenhâ gecenin vehm-i muhâlâtını dinler...
Sensiz adlı bu şiiri, yaşadığı duygu karmaşasının en
belirgin örneklerindendir. Annesinin ölümü onun hiç unutmayacağı bir acı oldu.
Okul yıllarında da sıkıntıları devam etti. Aile çevresindeki şefkat
eksikliğinin yarattığı yabancılık ve yalnızlık duygusu gitgide derinleşti.
Bunun sonucu olarak da kendi kabuğuna çekilme duygusu ağır bastı.
Ahmed Haşim‘de daha küçük yaşlardan itibaren
başlayan ve birbirine eklenen olaylarla beslenen psikolojik çöküntü, çirkin bir
milliyet yakıştırmasıyla da iyice alevlendi. Osmanlı İmparatorluğu’nun uzak bir
köşesinde -bir Arap çevresinde- doğduğu için, okulda arkadaşları arasında şaka
olarak takılan Arap Haşim“ lakabı, hayata atıldıktan sonra da devam etti, bu da
şairi, şiddetle yabancılık, yalnızlık ve huzursuzluğa sürükledi. Haşim‘in milli
duygularının temizliği konusunda herkes hemfikirdir. Fakat bunun kadar gerçek
olan bir şey de bu çirkin lakap şakalarının, şuur altında yerleşip zamanla
kökleşen komplekslere yol açtığıdır. Haşim çevresinde doyuramadığı ve
duyamadığı ihtiyacı, zaman zaman çocukluk günlerine dönerek, iç aleminde, o
hatıraları deşerek gidermeye çalıştı. Şi‘r-i Kamer serisi ile Hilâl-i
Semen şiiri, ruhundaki bu boşluğu, nerelerden doldurmaya çalıştığını çok
açık bir biçimde gösteren parçalardır. Şairin de, kendisine yakın durmayan
insanlara karşı bencil ve haşin davranması kadar doğal bir şey olamazdı. Haşim,
daima kendi kabuğunun içinden, etrafını çeviren her varlığa güvensiz ve ürkek
gözlerle bakar. Bu ruh hali içinde gergin olan sinirleri, en ufak bir taarruza
karşı büyük bir taşkınlıkla boşanır, kırar, devirir. Bu sürekli huzursuzluk
içinde küçücük bir huzura erişebilmek maksadıyla, saldırma ihtimallerini
azaltmaya, gururunu incitebilecek kişilerin, olayların ve çevrelerin uzağında
kalmaya uğraşır. Dostlarını; çoğunlukla basit, kendisine hürmet eden,
gösterişsiz insanlardan seçmesi, bundan olsa gerektir.
Ahmed Haşim‘in şiirleri, birbirinden farklı üç
devrede incelenebilir: Birinci devre, şairin çeşitli etkiler altında kalarak
yolunu bulmaya çalıştığı devredir. İkinci devrede asıl edebî kişiliği
belirginleşti. Sembolist Fransız şairi Régnier‘nin şiir tarzı ve anlayışı onda
kendisini gösterdi. Üçüncü devrede ise şair, bir nevi klasizme yöneldi. Ancak Ahmed
Haşim’i genel çizgileriyle emprestyonist (izlenimci) bir şair olarak tanımlamak
yerinde olur.
Ahmed Haşim, Mekteb-i Sultani‘de iken yazdığı ve Mecmua-i
Edebiyye‘de yayımladığı şiirlerinde, o devrin bütün genç şairlerinde olduğu
gibi Servet-i Fünun edebiyatının en önemli iki ismi olan Tevfik Fikret’in ve
Cenap Şahabettin‘in etkisi görüldü. Bu devrede o, aşk peşinde koşan, fakat
aşkla kucaklaşmak yerine onun hayaliyle avunmayı tercih eden birisidir. Onda
aşk, hiçbir devrede gerçek kimliğiyle ortaya çıkmadı, sadece yıkıntıları,
izleri ve ıstırabı kendisini gösterdi. Düşsel sevgililer için yazdığı aşk
şiirlerinde, bu hayalin parçalanmasından duyduğu üzüntü, sevgilinin
uzaklaşmasından ve kaçmasından duyduğu üzüntüden daha kuvvetlidir.
Dostlarının da anlattıklarına göre, Haşim, okul
sıralarında iken, bazen İstanbul’un ıssız kenar mahallelerinde tek başına
dolaşır, kafes arkalarında gizlenen gözler arar ve bu kafesler arkasında
saklanan muhayyel sevgililere bakarmış. Bundan fevkalade bir haz duyduğunu da
yakın arkadaşlarına söylermiş. Fakat kafes arkasındaki sevgililer karşısına
çıkacak olsa, onlara ne elini ne de bakışlarını uzatabilirmiş. Hatta utancından
onlardan kaçarmış bile. Sevgililerinden bu kadar ürken Haşim, onların hayali
karşısında gayet cesurdur. Bazı şiirlerinde bu hayallere nasihatler verir,
kendisine acımalarını söyler, rica eder. Hayal-i Aşkım‘da:
Kırdığın, sonra attığın ey mâh!
O, benim aşkımın hayalidir, âh...
der. Girye-i Niyaz‘da ise şöyle yakınır:
Seni mağrur eden bu hüsnü şebap,
Bir zaman sonra bad-ı meşip ile
Solacaktır; ve sen nedâmet ile
-arayıp umk-u tar-ı maziden-
Dökeceksin sirişk-i renc-i firak!..
Bu ürkek, bu kendi içine kapanmış aşk hayatı
yanında daha pek küçük yaşta bile Haşim’in ruhunu çelişkiler, devamlı bir
karanlık ve devamlı bir keder sarmalamıştır. Onun “Sanat için sanat” ilkesine
bağlanması ve sembolik şiire kayması, sosyal hayatının eksiklerinden ileri gelmiştir
denebilir.
İkinci devrede şair, yavaş yavaş kendini
bulmaktadır. “Melâli anlamayan nesle aşina değiliz.” derken, bir
taraftan melâlin en iyi ifadesini bulmaya çalıştı, öte yandan da şiir havasını
aramakla meşguldü. Annesinin ve Dicle’nin üzerinde bıraktığı etki, keder,
hüzün, gam ve bütün düşsel alemini melâl rengine bürüyen hatıraları yanında,
akşamın kızıl renklerini yakalamakta ya da bu renklerle duygularını işlemekte
idi. Bu dönemde Haşim, Abdülhak Hamit’ten yavaş yavaş sıyrıldı, Cenap’ın mecaz
ve istiarelerine hayran olmakla beraber, Şeyh Galip’in kırmızı, mercan, âteşin
ve cihansûz renkleriyle kalemini donatmaya başladı. Hafif sönüklüğü, yarı
aydınlığı, flu görüntüyü Régnier’nin, Verlaine’nin şiirlerinde aradı. Henüz
Mallarmé’yi keşfetmemişti. Ruhunun çalkantılar ve çelişkiler içinde hiç de
bunalmadığını, tersine bunlar arasından sanatçı yüzünün aydınlandığını görürüz.
Seyreyledim eşkâl-i hayatı
Ben havz-ı hayalin sularında.
Bir aks-i mülevvendir onun çün
Arzın bana ahçar ü nebatı.
Bu devrede Ahmed Haşim, bir taraftan melâli,
diğer taraftan hayatın akislerini ustaca kullanmaya başladı. Bu devrede dili,
birinci devreye göre daha az pürüzlüdür.
Üçüncü devre, Piyale devresidir. Haşim, bu
devrede durgunlaşmış ve olgunlaşmıştı. Melâlini gizlemeye, hüzünlerini boğmaya
çalışmış, bunlara canlı renkler ekleyerek tam bir plastik yansıtma dönemine
girmişti. Dili daha sihirli ve yakıcı, görüşü daha keskindir. Ahmed Haşim,
kelimelerini sanki iksir dolu eski bir şark, bir Divan edebiyatı Piyale’sine
batırmış gibidir. Mercan dallara dizdiği kelimelerin ötüşleri daha canlıdır.
Bunların tüyleri, yakıcılığı; biraz Şeyh Galip’in “afitâb-ı temmuz”undan,
“şûle-i cihansûz”undan gelmektedir.
Piyale devresinde Haşim üzerinde Yahya Kemal etkisi
açıkça görülür. Gönlünün sevdiği, beğendiği renkleri dilediği yerlerden almakta
cesurdur. Bir Japon şiirinin güzelliğine kapılır, bir Yunan mitolojisinin
kapılarına dayanır. Yahya Kemal’de bir zamanlar görüp ürktüğü “hendesî zevk”i
şiirine sokmakta tereddüt etmez. Hasılı onun Piyale’si, içinde her türlü yakıcı
içkinin bulunduğu sihirli bir kadeh haline gelmiştir. Ahmed Haşim, bu devrede
sanatının hakiki edasına kavuşmuştur. Onda yavaş yavaş tedailer zenginliğine
dayanan bir klasizm hevesi göze çarpar. Uzun şiirlerden mümkün olduğu kadar
uzaklaşıp, Hayyam’ın rubaileri gibi iksirini dört mısrada bütün keskinliğiyle
verme gayreti içerisindedir. Süvari şiirinde:
Şu bakır zirvelerin ardından
Bir süvari geliyor kan rengi
mısralarıyla Japon şiirindeki haikulara yaklaşır.
Yakaladığı, renklerini ve kontürünü çizdiği tablolar, “ân”ın füsununu ve
“dem”in ruhunda kanattığı zengin hisleri birbirine kaynaştırarak, aynı zamanda
bir nevi mücerret veya onun biraz manasını özelleştirdiği saf şiire kapı
aralar.
Haşim’in şiir hakkındaki görüşleri, şiirin
Mallarmé çizgisine ve saf şiir anlayışına uymaktadır. Konuyu, terennüm ve
tahayyül için sadece bir vesile sayan; kelimelerin ses değerine, anlam
değerinden daha çok önem veren, yani şiirin anlam değerini müzik değerine feda
eden ve böylelikle açıklığı olağan, hatta gerekli gören; şiirin kaynağını idrak
mıntıkaları haricinde, yani şuur altında bulan; şiirde geniş ve seyyal bir
telkin kabiliyeti arayan bu anlayışın, sembolizmin şiir anlayışıyla
yakınlıkları vardır. Ancak, Haşim’in şiirlerinde sembolist şiire uygun
özellikler olarak sadece şiirdeki müzik anlayışını, müziğe verdiği büyük değeri
ve onunla yaratabildiği kuvvetli telkin kabiliyetini kabul etmek gerekir. Bu
benzerliklerin, onun şiirinde sembolizmin gerçek bir temsilcisi olarak
görülmesine yetmeyeceği de aşikârdır. Haşim, sembolist bir şair değil,
sembolizmin bazı özelliklerinden faydalanmış bir şairdir.
Haşim’in şiiri için en uygun sıfat empresyonizm,
yani izlenimciliktir. Genellikle dış âleme ait olan gözlemlerinin iç alemde
yarattıkları ruh halinin dalgalarına tabi olarak, bütün duygu ve tedailerini
türlü nüanslarıyla ve muhayyilesinin çok zengin paleti ile süsleyerek bize
anlatan Haşim, şiirimizin tanıdığı en büyük empresyonisttir. Bu bağlamda bir
peyzajcı olarak fevkalade kuvvetlidir. Peyzajlarında genellikle hayale ve
duyguya en uygun olan motifler göze çarpar: Akşam, gurup, şafak, gece, ay,
yıldızlar, deniz, göl, kuşlar ve ormanlar... Bunlardan birini veya birkaçını
bir arada işleyen türlü peyzajlarında, renklerin değil hatta tonların bile tekrarlanışına
rastlamak çok güç bir şeydir. Haşim’in kelimeleri ve üslubu, genellikle
muhtevaya uygun bir karakter taşır.
Şiirlerinde türlü nazım şekillerini deneyen
şairin en çok beğendiği şekil, serbest müstezat denilen ve Servet-i Fünûn
şiirinden gelmekle birlikte, aynı zamanda onu Fransız şiirindeki serbest nazım
şekline çok yaklaştırdığı şekildir. Bununla birlikte dörtlükleri de hemen hemen
aynı derecede beğendiği görülür. Haşim, vezin olarak daima aruz veznini
kullanmıştır. Rağbet ettiği bir başka nazım türü de sonedir. Bunun dışında
üçlü, beşli, altılı ölçüleri de denemiş aynı şiir içinde bunları karıştırarak
kullandığı da olmuştur. Fakat eski bir hatırayı, uzun tasvirleri tecrübe ettiği
zaman daima mesneviyi tercihte tereddüt etmemiştir.
Gazete ve dergilerde makaleler, fıkralar ve gezi
notları halinde çıkan yazılarına 1926’dan sonra daha büyük bir zaman
ayırmıştır. Bu yazılar, zaman zaman kabuğunun dışındaki aleme karışan şairin,
orada olup bitenleri nasıl gördüğünü anlatması bakımından da dikkate değer. Bu
geçici ve yüzeysel temaslar, elbette ki ona, realiteye layıkıyla nüfuz imkanını
kazandıramamış ve onu fantezi ile karışık sübjektif görüşlerin kıskacından
kurtaramamıştır. Ancak, olgun şahsiyeti, bazen ince nükteleri ve şaşırtıcı
buluşlarıyla ve bazen de iğneleyici istihzası ile bütün parçaya hakim olan
güzel zekası ve renkli üslubu, nesrine apayrı bir cazibe verebilmiştir.
“Biz ilk def’a olarak Ahmed Haşim ile Avrupalı
manasında ve beşerî nisbette büyük şiiri tanıdık; şiirin arkasında bütün bir estetik
ve nizâm aleminin mevcudiyetindeki zarureti öğrendik. Bu itibarla Dergâh
Mecmuası’nda çıkan ‘Piyâle’ mukaddimesi hakiki bir dönüm yeridir. İki türlü
şair vardır. Birisi umumun kabule mütemail olduğu mânada ilhamlı şairdir.
Günlerin ve anların getirdiklerini kendisine has bir teknikle ören adam. İkinci
kısım şairler ise, bunun tam zıttıdırlar. Eserlerinde tesadüfün hiç bir
müdahalesini kabul etmezler, şiiri hariçten gelen bir itişin zarurî neticesi
olarak değil, zekânın iradî bir gayreti olarak anlarlar. A. Haşim bu cinstendi.
Kendi iradesi, kendi zihnî cehtiyle yapmış olduğu dünyayı kendi nizamıyla
terennüm etti” (A. H. Tanpınar)
ESERLERİ:
ŞİİR: Göl Saatleri (1921), Piyale (1926),
Ahmed Haşim Bütün Şiirleri (Zeynep Kerman ve İnci Enginün tar., 1987).
FIKRA: Gurabahane-i Laklakan (1928),
Bize Göre (1928).
GEZİ: Frankfurt Seyahatnamesi (1933).
KAYNAKÇA: Abdülhak Şinasi Hisar / Ahmed Haşim’in
Şiiri ve Hayatı (1963), Nazan Güntürkün / Ahmed Haşim’in Ruh Ülkesi (1965),
Hikmet Dizdaroğlu / Ahmed Haşim’in Ruh Ülkesi (Varlık, 15 Aralık 1965), Asım
Bezirci / Ahmed Haşim (1967), Mücellidoğlu Ali Çankaya / Yeni Mülkiye Tarihi ve
Mülkiyeliler (c. 2, 1968), Atilla Özkırımlı / Ahmed Haşim (1974), Memet Fuat / Ahmed
Haşim (1977), İbnülemin Mahmud Kemal İnal / Son Asır Türk Şairleri (c. II,
2000), Mehmet Nuri Yardım / Edebiyatımızın Güleryüzü (2002), İbrahim Demirci /
Kendini Ateş Sanan Kül: Ahmed Haşim (Kökler, sayı: 2, 2003), İhsan Işık / Yazarlar
Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia
of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve
Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) - Ünlü Edebiyatçılar
(Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous
People (2013).
(...) Her şeyden evvel
şunu itiraf edelim ki, şiirde mânâdan ne kasdedildiğini bilmiyoruz. “Fikir”
dedikleri bayağı mütalaalar yığını mı, hikâye mi, mazmun mu; ve “vuzuh”
bunların âdi idrake göre anlaşılması mı demektir? Şiir için bunları elzem
addedenler, şiiri, tarih, felsefe, nutuk ve belagat gibi bir sürü “söz”
sanatlarıyla karıştıranlar ve onu asıl çehre ve alâiminde seçip tanımayanlardır.
Şiirin bu mahiyette telakki olunuşu, resim, musiki ve heykeltıraşî gibi
sanatların, kendilerine has ve münhasır fırça, boya, nota ve kalem gibi,
istimali güç bir hünere mütevakkıf vasıtalara mâlik bulunmalarına mukabil,
şiirin bu gibi hususi vesâitten mahrum ve ifadesini konuşulan lisandan
istiareye mecbur olmasındandır. Bundan dolayıdır ki, parmaklarının tutmasını
bilmediği fırçaya ve gözlerinin okumasını bilmediği notaya karşı mütehâşi ve
hürmetkar olan nâehiller, kendi kullandıkları kelimelerden vücuda gelmiş gibi
gördükleri şiiri alelade “lisan” mâhiyetinde telakki ile, sırf bu zâviye-i
rüyetten bakarak, başkaca hazırlıklı olmağa hiç lüzum görmeksizin, onu
küstahâne bir laubalilikle muhakeme etmek hakkını kendilerinde bulurlar.
Halbuki şair, ne bir
hakikat habercisi, ne bir belagatli insan, ne de bir vâzı-ı kanundur. Şairin
lisanı “nesir” gibi anlaşılmak için değil, fakat duyulmak üzere vücut bulmuş,
musiki ile söz arasında, sözden ziyade musikiye yakın, mutavassıt bir lisandır.
“Nesir”de üslubun teşekkülü için zaruri olan anâsırın hiçbiri şiir için
mevzu-ı bahs olamaz. Şiir ile nesir, bu itibarla, yekdiğeriyle nisbet ve
alakası olmayan, ayrı nizamlara tâbi, ayrı sahalarda, ayn eb'âd ve eşkâl üzere
yükselen, ayrı iki mimaridir. “Nesr”in müvellidi akıl ve mantık, “şiir”in ise,
idrak mıntıkaları haricinde, esrar ve meçhulâtın geceleri içine gömülmüş,
yalnız münevver sularının ışıkları, gâh u bîgâh ufk-ı mahsüsâta akseden kudsî
ve isimsiz menba'dır.
Şiirin evzâ ve
harekâtını taklide özenen bir nesrin sahteliğine, ancak nesrin sarahat ve
insicamını istiare eden gölgesiz bir şiirin hazin çıplaklığı erişebilir. Denilebilir
ki şiir, nesre kabil-i tahvil olmayan nazımdır.
Birkaç ay evvel “hâlis
şiir” hakkında, meşhur bir münekkidle münakaşası, bütün medeni fikir dünyasını
alakadar eden Rahip Brémond’un dediği gibi, muhakeme, mantık, belagat,
insicam, tahlil, teşbih, istiare ve bütün bunlara müşabih evsaf, şafak
aydınlığı gibi her dokunduğuna gül penbeliğini veren şiirin sihirkâr tesiriyle
tebdil-i mâhiyet edip istihale etmedikçe, anâsırı miyânına dahil oldukları
“cümle” alelade “nesir”den başka bir şey değildir. Hattâ manzumede, elektrik
cereyanı nev'inden olan şiir seyyâlesi bir an inkıtaa uğradı mı, bütün bu
anâsır, derhal fıtrî çirkinliklerine sukut ederler. Şiir bir hikâye değil,
sessiz bir şarkıdır. (...)
Şiirde her şeyden
evvel ehemmiyeti hâiz olan kelimenin mânâsı değil, cümledeki telaffuz
kıymetidir. Şairin hedefi, her kelimenin cümledeki mevkiini, diğer kelimelerle
olacak temas ve tesâdümden ve esrarengiz izdivaçlardan mütehassıl tatlı,
mahrem, hevâi veya haşîn sese göre tayin ve müteferrik kelime ahenklerini,
mısraın umumî revişine tâbi kılarak, mütemevviç ve seyyalî, muzlim veya muzî,
ağır veya serî hislere, kelimelerin mânâsı fevkında, mısraın musiki
temevvücâtından nâmahdûd ve müessir bir ifade bulmaktır.
Kelime tahavvülâtı ve
ahenk endişeleri arasında “mânâ” küsûfa uğrarsa, “ruh” onu ahengin lezzetiyle
telafi eder. Esasen “mânâ” ahengin telkînâtından başka nedir? Şiirde mevzu,
şair için ancak terennüm ve tahayyüle bir vesiledir. Sıkı bir defne ormanının
ortasına bırakılan bal dolu bir fağfur kavanoz gibi, mânâ, şiirin yapraklan
içinde gizlenerek her göze görünmez ve yalnız hayâlât ve kelime kafilelerini,
vızıltılı arılar gibi, haricen etrafında uçuşturur. Fağfur kavanozu görmeyen
kari, bu muhayyirülukul arıların kanat musikisini işitmekle zevk alır. Zira
kırmızı çiçekli siyah defne ormanının bütün sırrı bu gümüş kanatların
sesindedir. (...)
Bilâ mübalâğa
denilebilir ki herkesin anlayabileceği şiir, münhasıran dûn şairlerin işidir.
Büyük şiirlerin medhalleri, tunç kanatlı müstahkem şehir kapıları gibi, sımsıkı
kapalıdır, her el o kanatları itemez ve o kapılar bazan asırlarca insanlara
kapalı durur. (...)
Şairin “manâlı”
olmaktan evvel daha nice endişeleri vardır ki, onlara nisbetle mânâ ve vuzuh,
şiirin ancak ehil olmayana göre kurulmuş hârici cephe ve cidarını teşkil eder.
Her hangi cinsten bir eser-i sanat karşısında “Nedir? Ne demektir? Böyle şey
olur mu? Benziyor. Benzemiyor” tarzında sualler sıralayan ve ona göre fikir ve
mütalaa beyan eden şahıs, sanatkânn kendisinden hiçbir şey öğrenemeyeceği ve
temasından dikkatle hazer edeceği, âlem-i ruha musallat iğrenç bir tufeylidir.
(...)
Mamafih bir dakika
için şiirde “vuzuh”un lüzumu kabul edilse bile, evvela vuzuhun ne demek
olduğunu anlamak lazım gelir. Hangi türlü zekânın anlayışı vuzuha mikyas
addedilmeli? Birisine göre açık olan bir şiirin diğer birisine de öyle
görünmesi hiç lazım gelmez. Zekâlar vardır ki, kâinatın ortasına atılmış sönük
aynalardır. Bunların anlamadığı yalnız şu veya bu şiir değildir; sıkı meçhulât
ormanları bunların zekâlarını ve ruhlarını her taraftan çevirir. Geceler içinde
yanan bir ateş gibi, tepede durana belli olan mânânın, uçurumdakine nâmer'î
olması kadar zaruri ne olabilir? Şair, umumi lisandan müfrez kelimeleri yeni
mânâlarla zenginleşmiş, her harfi yeni ahenklerle tannan, reviş ve edası başka
bir mikyasa göre tanzim edilmiş, hüsn, renk ve hayal ile meşbû şahsi bir lehçe
vücuda getirdiği andan itibaren eserinin vuzuhu karie göre tahavvül etmeğe
başlar. Zira vuzuh, esere ait olduğu kadar kariin de zekâ ve ruhuna taalluk
eden bir meseledir. Her yerde olduğu gibi bizde de yevmî gazetenin tembel
alıştırdığı kari, şiirde kolay bir zevk bulamaz. Halbuki şiir, anlaşılmak için,
ruh ve zekâ istidadından başka çetin bir hazırlanma ve hatta ziya, hava ve
zaman şartları gibi müşkil birtakım harici avâmilin de yardımını ister. Şiirler
var ki sular gibi akşamla renklenir ve ağaçlar gibi mehtabla gölgelenir,
güneşin ziyasında ise bu aynı şiirler, teneffüs edilmez bir buhar olur. Uzaktan
gelen bir çoban kavalını veya bir bahçıvan şarkısını dinleyerek ağlamak
istediğimiz yaz gecelerindeki ruhumuz, öğlelerin hararetinde taşıdığımız o ağır
ve baygın ruhun eşi midir? En güzel şiirler mânâlarını kariin ruhundan alan
şiirlerdir.
Şiirde bazı aksamın şüphe ve mübhemiyette kalması
bir hata ve bir kusur teşkil etmek şöyle dursun, bilakis, şiirin bedîiyeti
nokta-i nazarından elzemdir. Üslupta körletici bir sarahat, İngiliz
bediîyatçısı Ruskin'in dediği gibi, muhayyileye yapacak hiçbir şey bırakmaz, o
zaman sanatkâr en kıymetli müttefiki olan kariin ruhundan gelecek yardımı
kaybetmiş olur. Eser-i sanatın en büyük hedefi muhayyileyi kendine râmetmektir.
Buna muvaffak olmayan eserin diğer bütün meziyet ve faziletleri, onu bir
eser-i sanat olmamaktan kurtaramaz. (...)
Hâsılı şiir,
resullerin sözü gibi, muhtelif tefsirâta müsait bir vüs'at ve şümulü hâiz
olmalı. Bir şiirin mânâsı diğer bir mânâ olmaya müsait oldukça, her okuyan ona
kendi hayatının da mânâsını izafe eder ve bu suretle şiir, şairlerle insanlar
arasında müşterek bir teessür lisanı olmak payesini ihraz edebilir. En zengin,
en derin ve en müessir şiir, herkesin istediği tarzda anlayacağı .ve
binaenaleyh nâmütenâhî hassasiyetleri isti'âb edecek bir vüs'ati olandır. Mahdut
ve münferit bir mânânın çenberi içinde sıkışıp kalan şiir, hududu, beşerî
teesssürâtın mahşerini çeviren o mübhem ve seyyâl şiirin yanında nedir? (Bütün
Kitapları, 2004)
Soğuk
bir kış günü, karanfil almak için çiçekçi dükkânına girdim. Tatlı bir yaz
hararetiyle ısındırılan bu yerin havası, nebati usarelerin hafif, sert ve yeşil
tebahhuratiyle meşbû idî. İstediğim çiçeklerin destelenmesine kadar, bana
gösterilen sandalyeye oturdum. Mesut bir insan hayalhanesi gibi iklim, mevsim,
yer ve zaman haricinde, meyil ve hevesin arzu edebileceği her türlü renkte
otlar, yapraklar ve çiçeklerle dolu olan bu âdeta sihirli dükkânda, sessiz bir
hayat ile teneffüs ettiği hissedilen karanlık yapraklı, bodur bir hurma
ağacından başka hiçbir şeyle meşgul olmadım. Hayalim sanki âciz bir sinekti ve
nebati örümcek, onu birden ağlarında avlamıştı.
Hareketsiz
duran haşin ağaca baktım ve düşündüm: Bir limonlukta mahpus olduğu için,
uzaklarda kalan diğer hemcinsleri gibi öğle güneşlerinde sıcak toprağa gölge
salamıyan, yağmurlarla ıslanmıyan, fırtınalarla sarsılmıyan, semayı,
yıldızları, ayı görmeye görmeye unutan şu ağaç, bulunduğu köşede acaba mesut
muydu? En hakir ottan en muhteşem çınara kadar, her nebatın muhtaç olduğu hava
ve ziyadan, kuş ve böcek ziyaretinden mahrum olarak, bu ağacın, soba harareti
ve insan nefesiyle yaşamaktan mesut olabileceğine hükmetmek için kendimce bir
mâkul sebep bulamadım.
Nebatın
zekâsı hakkında büyük Maeterlinck'in anlattığı akıl şaşırtıcı müşahedelerden
sonra, bir ağacı mesut veya mustarip tasavvur etmekte hiç garabet kalmıyor!
Mustaripler, yalnız, mustaribim diye bağıranlar değildir! Bilinmez niçin, acıyı
hayata katan kudret, insandan başka hiçbir mahlûka acının sırrını fâş etmek
imkânını vermemiştir. Her mahlûk, hayatın kanlı yollarında, boynuna geçirilen
ve sesini boğan bir ağır sükût zincirini sürükleyip yürüyor. Hiçbir beygir,
hiçbir arı, hiçbir sinek, başının ağrıdığını veya midesinin bulandığını bize
söylememiştir; fakat bu neviden bir ıstırabın, gözü, başı, ağzı olmıyan bir
mahlûka yabancı olabileceğini zannetmek ne merhametsizliktir. Rüzgârlı,
karanlık gecede, bahçenin ağaçları, vahşi gürültülerle hışırdıyor; bu
ağaçlardan niceleri kırılan bir dalın yarasiyle kanıyor, niceleri gizli bir
haşerenin zehiriyle için için ölüyor, niceleri can çekişmekte, niceleri
anlaşılmaz acıların kıskacına yakalanmış, kıvranmaktadır. Fakat bunu hiç kimse
bilmiyor. Çünkü rüzgârlı, karanlık gecede hepsi aynı gürültü ile sallanıp
hışırdıyor. Çöllerin serbest bir ağacı iken, irsî bir terbiye ile, tedricen
ateş kenarında yaşamaya mahkûm uyuşuk bir kedi zilletine indirilmiş, bu şimdi
çiçeksiz, meyvasız, aşksız ağacın her nescinin, duyulmak için ağız ve sesten
başka bir şey istemiyen bir karanlık feryatla dolduğunu pek mükemmel gördüm.
Dar
saksıya gömülen kısa kütükten çelik süngüler gibi fışkıran yapraklar, korkunç
bir ıstırap ile gerilmiş azîm bir elin bana doğru uzanan sert parmakları gibi
göründü ve demir kafes arkasında yatan hasta aslanın sıtmalı, büyük, sarı
gözlerini andıran nebati gözleriyle mahpus ağacın bana bakmakta olduğunu,
tüylerim ürpererek düşündüm.
BAŞIM
Ahmet HAŞİM
“Yakup Kadri’ye”
Bî-haber
gövdeme gelmiş konmuş,
Müteheyyiç
[1], mütekallis [2] bir baş;
Ayırır
sanki bu baştan etimi
Ömr-i
ehrâm [3] a muâdil bir yaş!..
Ürkerim
kendi hayâlâtımdan,
Sanki
kandır şakağımdan akıyor;
Bir
kızıl çehrede âteş gözler
Bana
güya ki içimden bakıyor.
Bu
cehennemde yetişmiş kafaya
Kanlı
bir lokmadır ancak mihenim,
Ah
ya Rabbî, nasıl birleşti
Bu
çetin başla bu suçsuz bedenim?
Dişi,
tırnakları geçmiş tenime
Gövdem
üstünde duran ifrîtin;
Bir
küçük lâhza-i ârâma [4] feda
Bütün
âlâyîşn [5] nam ü sıytin [6]!..
(Piyale,
1926)
[1]
Heyecanlı.
[2]
Kasılmış.
[3]
İhtiyarlar.
[4]
Rahat anlar, huzurlu zamanlar.
[5]
Debdebe, gösteriş.
[6]
Ün ve şöhret.