Bürokrat-yazar, düşünür (D.1922, Göztepe /
İstanbul - Ö. 5 Ekim 1977, Ankara). Haydarpaşa Lisesi (1940), İstanbul
Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu. İstanbul’daki çeşitli okullarda edebiyat
öğretmenliği (1950-55) ve İstanbul Spor ve Sergi Sarayı Müdürlüğü (1955-63)
görevlerinde bulunduktan sonra Almanya’ya gitti.
Döndüğünde Millî Eğitim Bakanlığı
Özel Kalem Müdürü (1965-66), TOBB Basın Müşaviri (1966-70) olarak çalıştı. 1970
yılında kuruluşunu gerçekleştirdiği Türk Petrol Vakfının Genel Sekreterliğini
öldüğü yıla kadar sürdürdü. Kabri, Göztepe’deki Sahrayı Cedit Mezarlığındadır.
Kişiliği
Gemuhluoğlu, siyasetin hep içinde
olmasına rağmen aktif politikadan uzak durdu. 1970’li yıllarda yaşanan hükümet
boşluklarında toparlayıcı kimliği ve siyasi parti liderleri nezdindeki
saygınlığı ile hükümet oluşumları üzerinde etkili oldu. Tasavvuf kültürümüzün
damıtılmış örnekleri sayılması gereken sohbetlerinin yanı sıra, erdemli
kişiliği, engin kültürel birikimi, edebiyatçı, sanatçı ve bilim adamlarına
verdiği destekle tanındı. Birbirinden kopuk çevrelerin ortak bir hizmet
zemininde buluşması yönünde yoğun çaba harcadı. Toplumu ve insanlığı bir bütün
olarak ele alan birleştirici kişiliğiyle, kendi kuşağının yanında sonraki
nesiller için de örnek şahsiyetlerden biri oldu.
Yazıları, başta Arapgir Postası
olmak üzere çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlandı. Özel sohbetlerinde
yansıttığı zengin kültürü ve görüşleriyle geniş bir aydın yazar kitlesine ilham
kaynağı oldu. Bu sohbetlerinde yaptığı konuşmalar, vefatından sonra derlenerek
kitaplaştırıldı.
Fethi Gemuhluoğlu İçin Ne Dediler?
“Fethi’yi Fethi yapan nokta,
Fethi’nin ailesi ve yetiştiği çevredir... Göztepe’deki ev Fethi’yi Fethi yapan
unsurlardan biridir. Öyle ki duvarı yola, doğrudan doğruya yola bitişiktir.
Arada en küçük bir mesafe yoktur. Duvarın bir tarafında bir kalabalık, gürültü
fakat öte tarafında inanılmaz bir sükûn var idi. Bu Fethi’nin hayat aynasıdır,
mekân olarak Fethi’de rolü olan bir unsurdur.” (Prof. Muharrem Ergin).
***
“Bize kendi kuşağı içinde en sağlam
çizgiyi aktarabilenlerden biriydi.” (İsmet Özel)
***
“Onun kitabında sağ-sol,
inkılâp-irtica diye kavramlar yoktu. O, bu kutuplaşmanın üzerinde insanlara
bakmasını bilirdi.” (Prof. Dr. Cahit Tanyol)
ESERLERİ:
Dostluk Üzerine (konuşmaları
ve 1977-78 yıllarında hakkında yazılanlar, 1978), Dostluğa Dair
(konuşmaları, 1988), Yeniden Bir Merhaba (1997), Gerçek Olan Aşktır
(kendi şiirleri ile, hakkında 72 şairin yazdığı şiirleri, 2000).
KAYNAKÇA:
Dostluk Üzerine (1978), Nuri Pakdil / Bağlanma (1979), Arif Ay / Dokuz Kandil
(1997), Ferman Karaçam / TDV İslâm Ansiklopedisi (c. 14, 1996), Mehmet Nuri
Yardım / Edebiyatımızın Güleryüzü (2002), 21. Yüzyılda Bir Alperen Fethi
Gemuhluoğlu (hatıra kitapçığı, 5-12 Ekim 2002), Hüseyin Su / Ne güzel
Yaşamışsın Sevaplar Gibi Fethi Gemuhluoğlu / Aziz Oğlum (Hece dergisi, Ekim
2002), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür
Adamları Ansiklopedisi (2006, 2007) - Ünlü Fikir ve Kültür Adamları (Türkiye
Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 3, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People
(2013).
FETHİ GEMUHLUOGLU'nun, 22 Kasım 1975
tarihinde 'Dostluk' üzerine irticâlen yaptığı konuşma.
Kalbimi oymuşlar, oymuşlar da
şimallim
Hayâlini, resmini değil
Seni koymuşlar içine;
Onun içindir adınla atışı…
Efendim,
Evveli, âhiri, zâhiri, bâtını
selamlarım. El-Evvelü Allah, El-Âhirü Allah, Ez-Zâhirü Allah, El-Bâtınü Allah.
Sâhib’i selâmlarım. Sâhib-i Hakîki’yi selâmlarım. Sağımı, solumu, önümü, ardımı
selâmlarım. “Levlâke Sırrının Mazharı”nı selâmlarım. Vâlidesini, Hadîce
Vâlidemi, Fâtıma Vâlidemi selâmlarım. Cihâr-ı Yâr-ı Güzîn’i selâmlarım. Erkân-ı
Erbaa’yı: Selmân’ı, Mikdâd’ı, Ammâr’ı, Ebu-Zerr’i selâmlarım. İmâmeyn’i
Muhteremeyn’i selâmlarım. Tâife-i ecinnîyi selâmlarım, mü’minlerini ve
müslimlerini. Ve sizi selâmlarım.
Peygamber-i Ekber bir hadîs-i
nebevîlerinde buyuruyorlar ki, “Önce selâm, sonra kelâm”. Önce sizi
selâmlıyorum. Yine Peygamber-i Ekber buyuruyorlar ki bir hadîs-i nebevilerinde,
“Önce refîk, sonra tarîk”. Önce yolda yoldaş, sonra yol.
Dostluk üzerine konuşmak gibi, hiç
mu’tâdım değil konuşmak. Elli üç yaşındayım. Kırk senedir söz orucu tutuyorum.
En az yirmi senedir, yirmi beş senedir yazı orucu tutuyorum. Ne yazarım, ne
çizerim. Zaten okur-yazar takımından da değilim. Ama bu sözleri size sanki bir
vedâ gibi, sanki son sözlerim gibi… “Hâl sârîdir” buyurulmuştur. Maraz da
sârîdir. Dilerim ve umarım ki, benim marazım sârî olmasın ve burada şevk sârî
olsun, cezbe sârî olsun ve aşk sârî olsun.
Tabiî, ezelde aşk vardı. “Levlâke
levlâke lemâ halaktü’l-eflâk”de kâinâtın aşk için halk edildiği meydanda. Onu…
Eşrefoğlu diyor ki:
Yoğ idi levh ü kalem, aşk var idi
Âşık u ma’şûk u aşk bir yâr idi
Âşık u ma’şûk u aşk bir yâr iken
Cebrâil ol arada ağyâr idi
Cebrâil, Cibrîl-i Emîn, Nâmûs-ı
Ekber ol arada ağyâr idi, der. Demek ki, kâinât, eflâk aşk üzere, dostluk üzere
halkedilmiştir.
Size bazı dostluk, remzî de olsa
bazı dostluk hikâyeleri anlatmak isterim. Bu hikâyeler hakîkatın ta kendisidir.
Dost ol kişidir ki, öldürülmesi muhakkak ve mukarrer olan gecede Peygamber-i
Ekber’in yatağında yatar, O’na Şâh-ı Velâyet denir. Dost ol kişidir ki, Yâr-ı
Gâr’dır. Kucağında, mübârek bir emânet vardır. Bütün delikleri elbisesinden
muhtelif parçalarla tıkar, son deliğe tabanını dayamıştır. Kucağındaki mübârek
emânet, uyumayan uyanıklık içinde uyur görünmektedir. Oradan Ebû-Bekr’i yılan
sokar. Dost son deliğe tabanını, taban gibi görünen gönlünü uzatandır, gönlü
ile orayı tıkayandır.
Her şey gönülde cereyan ediyor. Ve insanlar, biz zannediyoruz ki, hâl-i
cimâ’dan doğuruyorlar. İnsanlar hâl-i cimâ’dan doğmuyorlar. İnsanları gönül
döllüyor. Gönül çocukları onun için ayrı oluyor. Ve gönül çocuklarının çoğu
onun için “yol evlâdı” oluyor, “bel evlâdı” olmuyor. Tasavvufta, yol oğlu
olmak, bel oğlu olmaktan; yol evlâdı olmak, bel evlâdı olmaktan onun için
mukaddemdir.
Benim, size, bir mübârek söz gibi arz edeceğim bir husus yok. Her
şey söylenmiştir. Kur’ân-ı Mecîd’de söylenmiştir, Kelâm-ı Kadîm’de
söylenmiştir. Peygamber-i Ekber Hadîs-i Şerîflerde söylemişlerdir; tefhîm
edilmiştir, teklîmi Peygamber-i Ekber’dendir. Tefhîmi ilâhîdir, teklîmi de
ilâhîdir; tefhîmi Rabb’dandır, teklîmi Peygamber-i Ekber’dendir, Levlâke Sırrının
Mazharı’ndandır. Her şey söylenmiştir.
Türkiye’deki yanlışlık tenkid
fikrinden başlıyor. Yanlışlık dost olmamak, fikre dost olmamak… İnsana dost
olmak, fikre dost olmak, coğrafyaya dost olmak, tarihe dost olmak, kendi
vücûduna dost olmak, komşuya dost olmak, gibi kademe kademe, ama entegre bir
bütün içinde bütün dostluklar söylenmeye mecbûrdur. Bütün dostluklar
söylenmelidir. Ama fikre dost olmak, İslâm’da tenkidi mümkün kılmıyor. Tenkid
İslam’da yok. İslâm, Mübelliğ-i Hakîkî’ye imtisâlen -ki Mübelliğ-i Hakîkî
Peygamberlerin Peygamberi, Peygamberlerin İmâmı olan, Levlâke Sırrının Mazharı
olan Zât-ı Akdes’dir- tenkid yok; ama O’nun tebliği var. İslâm onun için tenkid
üzere değildir; İslâm tebliğ üzeredir. Biz şimdiye kadar… Bizim son zamanlarda
çektiğimiz, tenkid ile vakit geçirmiş olmamızdandır. Meseleyi bir disiplin
üzere, meseleyi bir nizâm üzere ortaya koymuş olamamanın hicâbıdır bu. Meseleyi
bu şekilde va’z etseydik… Tenkidle vakit geçireceğimiz yerde tebliğ vazifesini
yüklenseydik, o zaman dünya, ki yaşama sevincini yitirmemek gerekir; “Dünya bir
cenâbetin elinden bir cenâbetin eline geçen hamam tasıdır” dense bile, dünya
yaşanmaya değer. Ve Bedri Rahmi doğru söylüyor tabiî, tasavvufla hiç alâkası
olmadığı halde bir şair hassasiyetiyle “Dünya, kiri ile pası ile sevmeye
değer”. Batı adamınındır bunalım. Fikre dostluk, nasıl fikre dostluk tebliğ ile
başlıyorsa…
Mü’min kişi, yerinmenin ve
sevinmenin ötesindedir. Mü’min kişi yerinmez ve sevinmez, çünkü gerçekçidir.
Sarîh, Kur’ân-ı Kerîm, Kur’ân-ı Mecîd, Kelâm-ı Hakîkî. Mü’min kişi zann üzere
değildir. Zannın büyüğünden de küçüğünden de sakınmıştır. Hırs-ı mâl, hırs-ı
câh üzere değildir. Tûl-i emel sahibi değildir. Hayâlperest değildir. Mâl ve
mevkî hırsından âzâdedir. Zannın büyüğünden ve küçüğünden nefsini berî
kılmıştır. Zaten nefsi yoktur. İzzet-i insânı ve izzet-i İslâm'ı vardır. Nefsin
izzeti olmaz. İzzet-i insânı ve izzet-i İslâm’ı vardır. İzzet buna râci’dir.
(Yeni gelen arkadaşlarımı da
selâmlarım. Peygamber-i Ekber, “Önce selâm, sonra kelam” buyuruyorlar, “Önce
refîk, sonra tarîk” buyuruyorlar. Ben bu yeni gelen arkadaşlarımı da
selâmlarım. Selâm veriyorlar bana, mukabele ederim. Daha mergubu ile, daha
güzeli ile, daha izzetlisi ile de yine onların selâmlarına mukabele ederim.)
Şimdi, Batı adamınındır bunalım,
diyorum. Doğu adamının, gerçek mü’min ve muvahhid kişinin bunalımı olmaz,
diyorum. Ve bunu şiir yazan, hikâye yazan, roman yazan dostlarıma da her zaman
bıkıp usanmadan söylüyorum. Ben hayatın cezbe ve şevk üzerine binâ edildiğine
kailim. Hani ilk defa Kelime-i Şehâdet getiriyor gibi getirmedikçe, Kelime-i
Şehâdet olmaz. İlk defa âşık oluyor gibidir, ilk defa yürek çarpmışa dönüyor
gibidir. İlk defa şevk içindedir, vecd içindedir, istiğrâk halindedir ve aşk-ı
ilâhîde müstağraktır. Onun için… biz müstağrâk adamlara pek tahammül
edemiyoruz.
Bu makam-ı temkîn ayrı şey, makam-ı
telvîn ayrı şeydir. Buradaki cezbe, buradaki istiğrâk, buradaki müstağrâk oluş
makam-ı telvîn üzeredir. Yoksa, Peygamber-i Ekber her şeyi gördü, hiç birinde
renkten renge girmedi; yalnız Makâm-ı Ahmediyyet’de idi, Makâm-ı Ahadiyyet’de
idi; onun için, O temkîn sahibidir. Mûsâ, O da ulü’lazm peygamber, hem risâleti
var hem nübüvveti var ama makam-ı telvînde olduğu için, bir yerde Peygamber-i
Ekber’in, Peygamberlerin Peygamberi’nin, Peygamberlerin İmâmı’nın makamını hâiz
olamadı.
Yani aşk diyorum. Yani… Bunalıma
gelince, biraz önceki sözümü itmâm edeyim. Batı adamının bunalımı çok tabiîdir,
muallâktadır. Doğu adamı yerinmez ve sevinmez, çünkü dünyada yerinilecek ve
sevinilecek bir şey yoktur. Ve bizim hüznümüz Allah’adır. Biz durup dururken,
kendi kendimize, kendi nefsânî oyunlarımız için, şehevâtımız için mahzun
olmayız. Bizim olsa olsa… Peygamber-i Ekber müddet-i ömründe, Devr-i Saâdet’de
gülmediler, hele ağız dolusu hiç gülmediler; gülümserlerdi.
Yine insanoğlu, Peygamber-i Ekber’e
ittibâen ve inkıyâden Hakk’ın ayâli olan halka hizmet için mükelleftir.
Peygamber-i Ekber geceleri Hakk’a âid idi, teheccüdle; gündüzleri tebliğ ile
halka âid idi. Tebliğ gündüz ve gece duraksızdı, ayrı. Gece ile gündüz bu
mânâda tefrîk edilmez; gece ile gündüz ancak birbirini itmâm eder, ancak
birbirini tamamlar. Yalnız buradaki Hakk’a âidiyetle halka âidiyet, Hakk ve
halk tefrîkini ortadan kaldırmak ve halka hizmette ibâdet neşvesi duymak gibi,
yine burada da halka dostluk var.
Fikre dostluk, tebliğe dostluk…
Düşmanlık yok. Tenkide düşmanlık mânâsına söylemiyorum. Hiçbir şeye düşmanlık
söylemeyeceğim. Hiçbir şeye düşman olunmaz. Dostlukları, insanlar ayırırlar.
Karşımızdakiler düşman olup olmamakta muhtârdırlar. Her sabah evinizden,
Allah’a ev halkını, hâne halkını ısmarlayarak çıkınız. Onlar size “güle güle”
deyip dememekte muhtârdırlar. Hâne halkına yaptığınızı, gayrı olmayan halka da
yapınız. Yine, herkese, her zaman…
(Teşekkür ederim, bu yeni gelen
arkadaşlarımı da selâmlarım. Yine “Önce selâm, sonra kelâm” derim; yine “Önce
refîk, sonra tarîk” derim ve Allah’ın selâmı üzerlerine olsun derim; ve
görüneni, görünmeyeni selâmlarım; ve evveli ve âhiri ve zâhiri ve bâtını ve
Sâhib-i Hakîkî’yi selâmlarım; Ricâlü’l-Gayb’ı selâmlarım; ve selâmlarım, ve
selâmlarım, ve selâmlarım. Sizi yeniden yormamak için bu selâmları mükerreren
arzetmiyorum; mükerreren arzetmiyorum, mükerreren arzında fâide olduğu halde.
Mükerreren arzı bize şevk ve cezbe vereceği halde, bizi müstağrâk kılacağı
halde edeb ediyorum, hayâ ediyorum. Belki acaba bu selâmda da, bu coşkunlukta
da nefs var mı, diye edeb ediyorum; ondan imtinâ etmek istiyorum, ondan hayâ
ediyorum. Onun için burada birinci selâmımla iktifâ ediyorum. Son selâmı
söyleyeceğiz “Nefesler pâyende ola” diye; o da bir nevi son selâm olacak.)
Tabiî, insan fikre dost olunca
tarihe, coğrafyaya, ormana da dost olur, ağaca da dost olur. Orman Fakültesi
talebelerinin önünde Yaşar Kemal yürüyor, görüyorsunuz. Ve Orman Fakültesi
talebeleri yürüyorlar bu stepte, bu bozkır Anadolu’da. Peygamber-i Ekber bir
hadîs-i nebevîlerinde fem-i saâdetlerinden buyuruyorlar, “Kıyâmet alâmetleri
belirse, kıyâmet ân meselesi hâline gelse, elinizde bir ağaç fidanı varsa önce
onu dikiniz ve sonra kıyâmete hazırlanınız.” Orman… Orman için, ormana destan
düzmek için, ormana övgü için, ormanı kutsallaştırmak için, ağacı
kutsallaştırmak için, ağaca orman fakültelerinin üstünde orman fakültelerinin
estetiğini vermek için, orman fakültelerine cezbe vermek için, bu memleketin
insanına yeni bir şevk, yeni bir koşu, yeni bir emânet, yeni bir bayrak koşusu
vermek için bu hadîs-i nebevîden hareket etmek kâfidir.
Komşuya dost! Peygamber-i Ekber
buyuruyorlar ki, “Bana komşu hakkından öylesine bahsedildi ki, komşunun
komşudan mîrâs yiyeceğini zannettim”. Kurda kuşa dost! Görünene, görünmeyene
dost! Her ân kendi raksı üzerine olan madde zannettiklerimize dost! Yani… “Beni
Allah te’dîb etti, onun için edeb-i ilâhî ile müeddebim” diyor Peygamber-i
Ekber. Bir hadîs-i kudsîlerinde de, “Allah’ın ahlâkı ile tahalluk ediniz”
diyor. Allah’laşınız gibi bir şey. Sanki, Allah’laşınız, diyor.
Ömerü’l Halvetî Azîz, Türbedâr Ahmet
Amiş Efendi Hazretlerine, “Ubûdiyyetiniz rubûbiyyetinizi, rubûbiyyetiniz
ubûdiyyetinizi tecâvüz etmesin.” buyurmuşlar. Ulûhiyyet tarzında biliyordum,
huzûr-ı ulyâlarınıza gelirken öğrendim ki, rubûbiyyetmiş. Çok fark var
aralarında, ulûhiyyetle rubûbiyyet arasında çok fark var. İbrâhîm’in İsmâil’i
durumunda olan bir mübârek zât, boynu ile “Evet, öyledir” diyor, İsmâil Hakkı
Bey. İbrâhîm’in… “İbrâhîm, içimdeki putları devir” İbrâhîm’inin,
“ibrâhimüyyü’l-meşreb olunuz.”, “Duânın iyisi Fâtiha-yı Şerîfe’den ibârettir.”
denilen İbrâhim’in İsmâil’i öyle diyor; o da tasdîk ediyor. Öyle imiş.
Tabiî, orman dedik, komşu dedik… Ana
toprak diyelim isterseniz, çünkü gök yağmurla, rahmet-i ilâhîyle ana toprağı
döllüyor. Azîz olan ana toprak; döllenen ana toprak; gizleyen ana toprak,
settarü’l-uyûb olan kendisinden aksi gibi, simgesi gibi ana toprak…
Burada bir husûsu arzedeyim. Bu
büyük Osmanoğlu, bu efsanevî Osmanoğlu, bu İ’lâ-yi Kelimetullah üzere
halkedilmiş olan Osmanoğlu… İ’lâ-yi Kelimetullah kendisine verilmiş olan
Osmanoğlu, ve alınmamış olan Osmanoğlu… Verilmiş de alınmış değil; buna
bilhâssa işâret ederim. Aklımızı başımıza devşirelim; bu emânet onlara verilmiş
fakat alınmamıştır. Bunu gönlünüze nakşediniz. Gönlünüze menkuş hâle getiriniz.
Bu emânet verilmiştir, alınmamıştır. Min tarafillah’dır. Min tarafillah
kaldırılabilir. Min tarafillah kaldırıldığına dâir bir işâret yok. Bu
Osmanoğlu’na çok ihânet edilmiş. Âl-i Osman yerine Âl-i Midhat kurmak
istemişler. “Niye Âl-i Midhat olmasın” demiş. Âl-i Midhat olsun diyen,
Rumelihisarı’ndan bir misyonun hem de bir Bektâşî Tekkesi toprağından, ama
Türklerin girdiği yerden şehre girmesini istemiş; bayrağa haç koymuş. Bakınız
kitaplara, bilhâssa son devrin ciddî kitaplarına bakınız. Büyük Reşid Paşa’dan,
-beyefendiler ve hanımefendiler-, Büyük Reşid Paşa’dan Bülent Ecevit’e kadar
gelen ihânet çizgisini iyi bilmezseniz tarihe de dost olamazsınız. Büyük Reşid
Paşa’dan, Âl-i Midhat’ı yapmak isteyen Midhat Paşa’dan, Carbonari
Cem’iyyetlerinin ilk nizâmnâmelerini tercüme eden Ziyâ Paşa’dan, oğlu Ali Ekrem
Bey’i sünnet ettirirken Cennetmekân Abdülhamîd Han’dan, Hân-ı Mahlû’dan atiyye
talebinde bulunan, hürriyet kahramanı zannedilen, hâlâ –mekteplerin, edebiyat
fakültelerinin hocaları burada- edebiyat fakültelerinin resmî devlet şairi olan
Nâmık Kemâl ve Fikret’i şimdi anlatmak isterim size. Fikret’ten Bülent Ecevit’e
kadar olan zevâtı –zevat-ı kirâm demiyorum, onlar da küfür vazifelerini, nifâk
vazifelerini yapmışlardır- bilmezseniz tarihe de dost olamazsınız. Ali Suâvi
kendisine, yanına, koynuna verilen kadınla birlikte ajandır. Prens Sabahattin,
Ermeni komitecileri ile Paris toplantıları yapan, prens olmayan ama bir
prensesin çocuğu olan, yani eski Türk ahlâkına göre, töresine göre yabgu olan,
ama kendisini prens olarak takdim eden Prens Sebahattin… Edmond Demolins’in,
yani “science sociale”i [Fréderic Le Play’nin sosyoloji ekolünü] getirmek
isteyen Prens Sebahattin’in de Katolik Kilisesi’nin ajanı olduğuna ait
vesikalar vardır. Katolik Kilisesi’nden maaş almıştır. Eski Jön Türklerle
bugünkü yeni Jön Türklerin arasında, ihânet bakımından çok büyük bir fark
olduğunu zannetmiyorum. Tarihe dost olunamadığı için, tarihe dost olamadığımız
için… Tarihe dost olacak kadar ciddî bir ilimle ilimlenmediğimiz için, talib
olmadığımız için ilim ve irfana, tarihe de, tarih fikrine de dost değiliz.
Ağaca dost, komşuya dost, süflî
olmayana dost…. Görüyorsunuz, tabîatde her şey yerli yerinde. Nasıl klasik
medrese târifinde Allah “ezdâdı câmi” ise, insan da ezdâdı câmi’dir. İnsanda da
süflî yoktur. İnsan bağırsaktan ibâret değildir. Bağırsak da insanda vardır.
Ama insan gönülden ibârettir. “Elem neşrah leke sadrek” diyor, “Biz Sen’in
Sadr’ını yarmadık mı, genişletmedik mi?” diyor, “Biz Sen’in Sadr’ını yarmadık
mı, genişletmedik mi?” Sizin sadrınız ne zaman yarılacak, ne zaman
genişleyecek?
Size, coğrafyaya da dost olmadığımız
için, Anadolu Beylerbeyliğini de artık çok görüyorlar. Hânedân-ı Âl-i Osman’ın
mülkünü, particilik yaparak 1912’den 1920’ye kadar bitirdiniz. Eskiden vâlî
gönderdiğiniz yerlere şimdi sefîr-i kebîr gönderiyorsunuz. Son Bağdad
vâlîlerinden biri, Süleyman Nazif Bey; Vâlâ Nureddin Bey’in babası son Beyrut
vâlîlerinden Nureddin Bey. Bıraktığımız Beyrut’u görüyorsunuz. Bıraktığımız
Lübnan’ı görüyorsunuz. Bıraktığımız Suriye’yi görüyorsunuz. Bıraktığımız Irak’ı
görüyorsunuz. Bıraktığımız Suriye meydanda. “Fitnenin evveli Şam, âhiri Şam.”
Görüyorsunuz. Sefîr gönderiyorsunuz, utanmıyorsunuz. Çünkü kendinize de
dostluğunuz yok.
Uzuvlarımıza da dostluğumuz yok.
Uzuvlarımıza dostluğumuz olsa… “Dost yüzünü göremezsem bu gözlerim nemdir
benim” diyor. Biz dost yüzünü göremiyorsak gözlerimizin vazîfesi nedir?
“Dilsizler haberini kulaksız dinleyesi” diyor. “dilsizler haberini kulaksız
dinleyesi” diyor; kulağımıza dost değiliz. Gönlümüze dost değiliz. Gönlümüz
Beytullah değil. Kan deverân ettiren –ettiriyor mu ettirmiyor mu benimki, o da
meçhul- bir uzuv. Biz uzuvlarımızın da hakkını vermiyoruz. Çünkü kendimize dost
değiliz.
Kendisine dost olmayanlar, gayrıya
dost olamazlar. Kendileri ile barışa varamayanlar, gayrı ile barışa varamazlar.
Kaldı ki, savaş yoktur. Dünya, dostluk üzere halk edilmiştir. Makâm-ı
Mahmûdiyyet, Makâm-ı Ahmediyyet ve hepsinin müncer olduğu Makâm-ı Ahadiyyet
dostluk makamlarıdır. Derece derece dostluk makamlarıdır. Ve Levlâke Sırrının
Mazharı’na mevdû’dur.
Tarihe dost değiliz. Coğrafyaya da
dost değiliz. Coğrafyaya dost olmadığımızı göreceksiniz. Türkiye bir iç harbin
eşiğindedir. Bir doğu-batı meselesi çıkabilir. Anadolu Beylerbeyliğini bile
size çok görürler. Sonra, bu içinizdeki çocuklardan Batı Trakya’yı yahut
Kırım’ı kurtarmalarını ve belki orada yaşamak imkânımız olup olmadığını
araştırmak gibi bir gaflete düşeriz.
İnsanın uykuya sırt çevirmesi lâzım.
Peygamber-i Ekber uyumazlardı. Eğer Türkiye’de insanlar, Türk insanı, Müslüman
insan, Millet-i İslâmiyye’nin insanı, İslâm Milleti’nin insanı, yeniden bir
“ba’sü ba’de’l-mevt” sırrını yaşamak istiyorsa, onu ihyâ etmek istiyorsa,
yeniden bir ba’sü ba’de’l-mevt’e doğmak istiyorsa, uykuyu kaldırmalıdır. Uykuya
düşman mı olalım? Hayır! Uykuya dost olmayalım. Her şeye dost olalım,
politikaya dost olmayalım. Her şeye dost olalım, hırs-ı mâl ve hırs-ı câha dost
olmayalım. Ben parayı sol elleri ile tutanların destanımsı, mucizemsi
hikâyeleri ile büyümüş bir arkadaşınızım. “Feleğin kahpe başında paralansın
parası”, “Ben güzel sevmeye geldim, değil ekmek yemeye” diyor büyük Hazret-i
Neyzen. Kaddesallahu sırrâhul azîz, diyorum. Belki şaşıracaksınız bir şâribü’l-leyli
ve’n-nehâr, bedmest bir zât-ı âliye öyle diyorum. Öyle demenin, bu şekilde
kendisini tekrîm etmenin dahi gerçekte tekrîm mânâsının dışında kaldığına
kailim; yetmiyor, bu tekrîm ve bu takdîs dahi yetmiyor.
Kusura bakmayın, ben, mesleğinde
konuşmak olan bir arkadaşınız değilim. Biraz önce, pek muhterem ve muazzez
Süleyman Bey, “1948’de” dedi. Biraz sonra, “İlk geldiğiniz zaman”, Ergun Bey,
“ilk geldiğiniz zaman, Almanya’dan döndüğünüz zaman 1964’de konuşmuştunuz”
dedi. Beni müsâmaha ile karşılayın. Kelâmın hakkını veremiyor olabilirim.
Kelâma saygısızlık etmekten, Hakk beni vikaye buyursun. Himâyet-i Azîzân’a
ilticâ ederim. Burada bu itirâfımı da yapayım.
Mesleklere de dost olmak var. Büyük
Osmanlı, kurduğu fütüvvet düzeninde, bazı meslekleri fütüvvet düzeninin içine
almamış. Sayyâdları almamış, -avcıları-. Kassâbları almamış, -kasapları-. Her
mahalleye bir kasap lâzımdır beyefendiler, o siz olmayın. Kan dökücü olmayın.
Maktûl olun, katil olmayın. Mazlûm olun, zâlim olmayın. Size kassâb olmak, sayyâd
olmak, dellâk ve dellâl olmak yakışmaz. Dellâkler, vücudumuzdaki kiri önümüze
koyarlar, Allah’ın Settârü’l-Uyûb vasfını rencîde ederler. Dellâller, iki
kişinin mâbeyninde bir kişiyi iltizâm etmek durumunda kalırlar. Dellâl olmayın,
dellâk olmayın, kassâb olmayın, sayyâd-ı bî-insâf olmayın. Bazı mesleklerin de,
mesleklere sülûk da… Onlara düşmanlık ilân edilmemiş, cem’iyyette onların da
bir fonksiyonu var. Cem’iyyet, onları da bu edebin dışında olanlara bırakmış,
yahut bunu bilmeyenlere bırakmış. Buradaki cehl, cehl dolayısıyla makâm-ı
aftadır. Cehl bir nevi sebeb-i afdır. Seyr-i sülûkda, cehl, makâm-ı mâzeret
sebebi değildir. Öyleyse bazı mesleklere sülûk edemezsiniz. Bazı meslekler de
dost meslekler değildir.
Tarihe dost, kişinin kendi
uzuvlarına dost, komşuya dost, coğrafyaya dost ve bazı mesleklere dost! Öyle
ise, öyleyse âdeta her şey tanzîm edilmiş. Hani, çok açık tanzîm edilmiş. Ne
güzel söylüyor onu, Melûl Hoca, kendi melâli içinde, kendi rıfkı içinde.
Kendisine karşı rıfk üzere değildi de, gayrıya karşı, bu memleketin halkına
karşı melâl üzere idi ve hakîkaten melûl Meriç’di. Ne güzel söylüyor:
“Her dâveti hep mağfiret, âsâniyyet,
Marûf-ı safa, münker-i nefsâniyet,
Tahkîk ile bi’n-netice öğrendim ki,
İslâmiyyetle birdir insâniyet.”
Yine bunun şevkini de söylüyor:
“Her zerrede şevk-i sermediyyet
görünür.
Mahz-ı ezelliyet ebediyyet görünür.
Dikkatle bakınca âlem-i hilkatte,
Mahbûbiyyet Muhammediyyet görünür.”
Rıfkı Melûl Meriç
“Dikkatle bakınca âlem-i hilkatte,
Mahbûbiyyet Muhammediyyet görünür”…
Beyefendiler, günâhlarınız bile şevk
içinde olsun eğer günâh işleyecekseniz. Şevki seçiniz. Aşkı seçiniz. Ben aşksız
insanlar görüyorum; huzur içinde uyuyorlar, gidiyorlar, gülüyorlar, vitrinlere
bakıyorlar; hâlâ büyük büyük pazarlıklar peşindeler, hâlâ büyük büyük ihâlelere
giriyorlar. Türkiye’nin içinde bulunduğu felâketi idrâk etmiyorlar, huzur
içindeler. Onun için onlara küsüm, onun için onlara kırgınım. Onun için,
kırgınlıkta bir feyz buluyorum. Çünkü, -vâ’d-i ilâhîde hulf yok, Allah vâ’dinde
sâdıkü’l-emîn olduğu için-, Allah diyor ki, “Gönlü kırık olanlarla beraberim”.
Onun için gönlüm kırık. Onun için gönlümdeki kırıklığı hiçbir şey, hiçbir şevk,
hiçbir neş’e bir mânâda tashîh etmiyor. Bir felâketin eşiğindesiniz. Felâket
mukadderdir, lâyetegayyer gibidir. Ola ki, kurbiyyeti olan bir zât-ı akdes
ilticâ ede. Yoksa muhakkakdır.
İnsan kendi kendisiyle dost olsa,
insan kendi kendisine karşı saygılı olsa, sâcid ile mescûd secdede bir olur,
hâl-i tevhîdde olur. İnsanın, biraz önce ubûdiyyet ve rubûbiyyet dengesi olarak
söylediğimiz insanın, kendi kendisini gözden geçirmesinin, kendi içine
bakmasının, kendi karanlığını kendi aydınlığı ile aydınlatmasının tek mihengi,
tek ölçüsü, secdede sâcid ile mescûdun ayniyeti, tevhîdî hâlidir. Onun için Şâh-ı
Velâyet, vücûdlarına saplanan okun secdede iken çıkarılmasını istediler.
Ben konuşmayı bilmediğim için,
içimden geleni söylemeye çalışıyorum. Akıl kutsaldır beyler. Dîn-i mübîn, akıl
sâhiplerine teklîf edilir. Dîn-i mübîn, şerîat-ı garâ, akıl sâhiblerinedir
teklîf. Fakat akıl akılsızlara gereklidir. Aklı olanlar, aşkı seçsinler ve aklı
terketsinler. Akla mâlik oldukları halde… Asıl saltanat, asıl saltanat-ı
ilâhiyye mâlik olduğu şeyi terketmektedir. Allah, hiç şüphesiz, her verdiği
nimeti, hamde vesîle olsun diye, nimetini üzerimizde görmek ister.
Size diyorum ki, tarihe dost… ama
bir yerde diyeceğim ki, ölüme dost olunuz. Âhiret dünyada başladığına göre,
dünya ve âhiret tefrîki bizim izâfî değerlerimiz olduğuna göre, biz dünya ve
âhireti kendimiz tefrîk ettiğimize göre, hadd-i zâtında kendisi bir olduğuna
göre, Bir’de bir olduğuna göre, ölüm ve yaşam diye iki ayrı şey olmadığına
göre; o zaman, nasıl kendimize dost olmak mecbûriyyetinde isek, ölüme de dost
olmak mecbûriyyetindeyiz. Çünkü ölüm, insana gözünün akının siyahına
yakınlığından daha da yakındır. Peygamber-i Ekber, “Ölüm, insana, gözünün
akının siyahına olan yakınlığından daha yakındır.” buyuruyorlar ve asıl daha
güzeli, yine Peygamber-i Ekber buyuruyorlar ki, “Ölüm, mü’minin tuhfe-i
cânıdır”. Sâhib’ine, Rabb’ına canını hediye etmesidir, tuhfedir.
Yaşama sevincini yitirmemek, amma
hiçbir şeye yerinmemek ve sevinmemek mesleki İslâm’ındır. Bunalım, Batı
insanınındır. Batı insanı zann ile melûftur. Batı insanı hayâlperesttir. Batı
insanı tecessüs ile ma’lûldür. Ve Batı insanı vehimlidir. Doğu insanı yerinmez
ve sevinmez, tekrar söylüyorum. Mecelle’de ne güzel, ne güzel bunlar
anlatılmıştır, vehme itibâr yoktur. Mecelle, bunu fevkâlade güzel, kendi izzeti
içinde, kendi Kelâmullah’a nisbeti içinde, Kur’ân-ı Mecîd’e nisbeti içinde
vehme itibar olmadığını ve asıl tam ta’rîfiyle tevehhüme itibar olmadığını
bildirmiştir. Yine, zaten hatâsı zâhir olan zanna da itibâr yoktur.
Şimdi bazı hukukî meseleler söylemek
istemiyorum. Hangi Marksist diyebilir ki, toprakta mâlikiyyet yoktur? Ben size,
yine Kelâm-ı Kadîm’e göre diyorum ki, toprakta mâlikiyyet olmaz. Toprağın,
ancak topraktan müteneffi olanlar –ve müteneffi olmak için de ona hizmet
edenler, hâdim olanlar, ancak ondan müteneffi olurlar. Ve buradaki sistem de
çok âşikârdır. Bunların bir disiplin içinde îzâhı artık gerekmektedir. Vakit
gelmiştir.
Burada vakit için de bir şey
söyleyeyim. Vakte de dost olmak gerekir. Çünkü, beyefendiler, vakit de
mahlûktur. Vakit de halkedilmiştir. Vaktin de bir eceli vardır. İnsanın eceli
gibi, vaktin de bir eceli vardır. Ve vakit de mahlûktur. Şair doğru söylüyor,
“vakit dar olsa gerek” diyor. Vakit dardır. İnsan ömrü kısadır. Bu Osmanlı’dan
kalan halk, kendisini gözden geçirsin. Biz İ’lâ-yi Kelimetullah üzere Allah’ın
vazifelendirdiği halkın devamı mıyız? Yine kendimizi gözden geçirelim, biz
Hakk’ın ayâli olan halk mıyız? Biz Hakk’ın ayâli olan halk mıyız, kendimizi
gözden geçirelim. Yine kendimizi gözden geçirelim, Ensâr’dan mıyız,
Muhâcirîn’den miyiz? Hangi ahlâk ile, Allah’ın ahlâkı ile tahalluk etmiş miyiz?
Kim karşımızda Muhâcirîn’dendir, kim Ashâb ahlâkı ile ahlâklanmıştır, kim
Ensâr’dandır? Öyleyse oturup kendi kendimizi de… Başımızı ellerimizin arasına
alarak, her türlü silâhı terk ederek, “Ben nefsimi katlettim, hem şehîdim hem
gâzî” diyerek, cihâdın küçüğünden büyüğüne dönerek; “Ben nefsimi katlettim, hem
şehîdim hem gâzî”yim diyebilerek, bunu demenin iffetini yaşayarak, bunu
diyebilmenin temrînini icrâ ederek; kendimize karşı saygılı olarak; kendimize
karşı çok halîm, selîm ve kerîm olmadan gayrıya karşı çok halîm, selîm ve kerîm
olarak; gayrıya karşı rıfk ile, hilm ile; gayrıya asıl dost olarak, ama önce
kendimize dost olarak; tarihimize, coğrafyamıza, ağacımıza, komşumuza,
uzuvlarımıza, dişimize… Peygamber-i Ekber buyuruyorlar ki fem-i saâdetlerinden,
“Diş fırçalamak farz olacaktı.” Eğer Peygamber-i Ekber’in Ümmet’inden ağzında
dişi olmayanlar varsa, bir tanesi bile delikse, ağzı bomboşsa, onların Kelime-i
Şehâdet getirmekten adeta utanmaları gerekir. Hayâ sâhibi olmaları gerekir.
Dişimize bile saygıyı emrediyor, bütün uzuvlarımıza, sonra gönlümüze, sonra
insanımıza, sonra vakte… Yani dostluk.
Sözümüzün başına dönüyorum, yani
aşk. “Aşk gelicek cümle eksikler biter” dendiği doğrudur. İlmin kîl u kâl
olduğu doğrudur. Çünkü gerçek olan aşktır. Doğru söylüyor Eşrefoğlu, gayet
tabiî Hakk kelâmı ediyor, şiir yazmak gayreti içinde değil. Diyor ki, “Gökten
belâ yağmur gibi yağsa / Başını ana tutmaktır adı aşk”. Tabiî, Yunus doğru
söylüyor, “Aşk gelicek cümle eksikler biter” diyerek. Tabiî, bunlar doğru.
Tabiî, biz meczubu yanlış anlıyoruz. Biz istiğrâkı yanlış anlıyoruz. Biz aşkta
müstağrâk olmayı yanlış kıymetlendiriyoruz.
Ve Peygamber-i Ekber yine
söylüyorlar… Bir zaman, bir küçük çalışma yapıyordum. Okur-yazar olmamam buna
mâni oldu. Bilemedim, emri bilemedim, kıymetini bilemedim, kendimi bilemedim,
kendime saygısızlık ettim. Ama bu saygısızlık esnâsında Yunus’la meşgul oldum.
Yunus’da kırka, elliye yakın beyit ve mısrâ yakaladım. İlm-i hadîsde ileride
değilim, ama gördüm ki, Yunus’un çok sevilen mısrâları ve beyitleri hadîs
tercümeleri. Peygamber-i Ekber buyuruyorlar ki, “Sevdiklerinize sevginizi izhâr
ediniz.” Yunus diyor ki, “Sevdiğimi söylemezsem, sevmek derdi beni boğar.”
Görüyorsunuz ki, hilkât muhabbet üzere ve aşk üzere halkedilmiş.
Benim size emânet sözüm yok. Dost ol
kişidir ki… Şimdi emânetimi geri alıyorum. Bu kadar emânet diye konuştuktan sonra,
şimdi kendimi geri alıyorum. Ben de size emânetim. Söz kalsın ve devam etsin.
İbtidâ’da kelâm vardı tabiî. Biz, kelâmı selâm ile itmâm ettik. Selâmdan
başladık, kelâmı tüketiyorum. Dost ol kişidir ki, öldürülmesi muhakkak ve
mukarrer olan gecede Peygamber-i Ekber’in yatağında yatar, Şâh-ı Velâyet’tir.
Dost ol kişidir ki, mağara arkadaşıdır, Yâr-ı Gâr’dır, Ebû Bekr’dir. Ve bütün
delikleri tıkadıktan sonra, yılanın gelmesi muhtemel son deliği tabanı ile
tıkar ve oradan O’nu yılan ısırır.
Bir vakittir… Bir vakittir diyerek
size bu mânâda da bir şey söylemeyeyim. Yalnız yine dostluk için, hani
“Susayınca çağıldak sesi” diyor, “Kara ekmeğimin akça mayası” diyor. Size bir
dostluk şiiri okuyarak, bana hakkınızı helâl etmenizi taleb edeyim. Diyor ki:
Dost, dost diye deli derviş
gezdiğim,
Bir ağladığım, bir güleyazdığım,
Adını dağa taşa kazıdığım
Benim bir tanem dost, gözümün nuru!
Tutmaz elim, topal ayağım uğru,
Amansız kara bahtımdan ötürü
Kan ter dolandığım yollar gölgesi.
Kara ekmeğimin akça mayası,
Susayınca çağıldak sular sesi,
Biraz sonra diyecek ki, “Gözyaşımı
gözden gizli silenim”. “Susayınca çağıldak sular sesi”, “Kara ekmeğimin akça
mayası.” Şiire dönüyorum:
Ay aydınlığım, gün ışığım, canım,
Bayramım, bolluğum, yemişim, yenim,
Gözyaşımı gözden gizli silenim!
Pek garipçe kaldım köyümde, ıssız,
Otsuz, ocaksız, akılsız, ayvazsız.
İki elin kanda olsa, durma, tez
Dağ başını duman almadan beri,
Eyüb sabrım, eyi düşlerim yoru,
Yet bu yana! Avarayım, yet, yürü!
Ahmet Muhip Dranas
Eyi düşlerimin yorumu, kara
ekmeğimin akça mayası, susayınca çağıldak sular sesi… Dost budur. Hakk dost!
Şimdi, bir şey daha, bir emânet daha
söyleyeyim. Hep cezbeden, aşktan bahsettim. Fakat size ehl-i aşk için de bir
hadîs-i nebevî söyleyeceğim. Peygamber-i Ekber buyuruyorlar ki, “Ehl-i aşk ile
meşveret eylemeyiniz.” Onlar ehl-i temkîn değillerdir. “Ehl-i aşk ile meşveret
eylemeyiniz. Zira onların kalpleri muhterik, akılları maslûb olduğundan re’y-i
tedbîrleri olmaz.”
Ve kelâm, ölüme dostluğa kadar kelâm
burada tükeniyor. Kelâmı tükettim. Yine selâma dönmüş oldum. Ve size diyorum
ki, gözü ışımış olun. Çünkü sabah oluyor. Şeb-i yeldâdan geçtik, küfür bitti.
Küfür bir zatta kemâlini bulmuştu, bitti. Şimdi onun önünde duruyorlar, şimdi
putperestliği onun önünde icrâ ediyorlar. Nifâk bir zatta idi, o da bitti. Riyâ
devrini geçiyoruz beyler. Hiçbir tünel ebedî değildir; ebedî olursa adına tünel
denmez. Hiçbir tünel ebedî değildir. Ve Yahya Kemal Bey yanlış söylüyor, “İmân
bir şevk olan zamanlar geçti” diyor. Geçmemiştir. İmân bir şevk olan zaman
tekrar gelmiştir. Ebedîdir. Her zaman öyledir. Her zaman imân bir şevktir. O
zaman geçmemiştir. Onun vakt-i eceli… Hani, onun vakti henüz ecelsizdir;
sonunda mukadderdir o. Son sözüm: “Nefesler pâyende ola. Demler, safâlar müzdâd
ola. Kulûb-ı âşıkan küşâde ola…”
Bana hakkınızı helâl ediniz.
KAYNAK: Fethi Gemuhluoğlu, Dostluk
Üzerine, İstanbul Yayınları (2001, s. 9-26).
İRFAN
FETHİ GEMUHLUOĞLU HAKKINDA
"Bizi inzivaya çekilmiş say,
Mescit ile medreseyi terk eyledik
zahitlere... Hakk'a ibadet etmeye, yeter bize viraneler..."
Hilmi Yavuz’un “sözle sema yapan
adam” diye tarif ettiği Fethi Gemuhluoğlu’nu anlamak ve anlatabilmek gayet güç.
Dostları, onu hep “aşk adamı” olarak anlatır.
Yıllar önce duyduğum bir konuşmada
hatip, sevginin tarifini şöyle yapıyordu; “Sevgi, gönülde bulunan ve sevgilinin
istediklerinin dışında oradaki her şeyi yakan bir ateştir.” Evet. Böyle olsa
gerek her halde. Çünkü ancak böyle bir sevgi insanı hafifletir, onu zarifliğe,
rikkate ve Kur’an’nın ifadesiyle “kavl-i leyyîn”e götürür.
İşte bu ve bunun gibi, ancak insanda
bulunan ve kişinin kendisini bilmesiyle ortaya çıkarabileceği özellikleri ile
tanıdığı herkesin ve her kesimin gönlünde taht kurabilmiştir Fethi Gemuhluoğlu.
Fethi Bey 1923 yılında Malatya’nın
Arapkir kazasından İstanbul’a muhacir bir ailenin çocuğu olarak İstanbul’da
gözlerini dünyaya açtı. Babası Mustafa Neşet efendi, annesi Fatma Saniye
hanımdır. Ailesi İstanbul’da yaşamasına rağmen yöresine has şivesini,
saflığını, kısacası Anadolulu kimliğini kaybetmemiş, örf ve adetlerinden,
inançlarından tavizkar olmamıştır. Böyle bir aile onun fikri cephesinin
oluşumunda büyük bir etki sahibidir.
Dostlarından Muharrem Ergin, onu
anlatırken derki; “Fethi’nin yetişmesinde ailesinin ve yaşadığı çevrenin çok
büyük bir etkisi vardır. Göztepe’de bulunan evleri tam yolun kenarındadır.
Arada yüksek bir duvar… Duvarın bir kenarında müthiş bir gürültü diğer
tarafında ise tam bir sükûn hâkimdir. İşte bu tablo Fethi’nin ruhunu yansıtan
mükemmel bir ayna gibidir.”
İlköğrenimini yetiştiği çevrede
gören Gemuhluoğlu, orta öğrenimini de Haydar Paşa Lisesi’nde tamamlar. Oradan
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girer. Öğrenciliği sırasında askere
gider. Döndükten sonrada iki-üç dersi kaldığı halde fakülteyi bitiremez. Zaten
ömrünü hizmete, gençlere adamış; iman, aşk, vatan, hürriyet ve dava bilinci
gibi kavramların anlaşılabilmesi için çaba sarf etmiştir. Bu yüzden kendi
hayatına çok fazla vakit ayıramamıştır.
Tek parti döneminde gençlerin halk
evleri gibi belli kurumlara yönlendirildiği zamanlarda bile mücadeleci kimliği
ile ön plana çıkmıştır. Kendisiyle aynı düşünceleri paylaşan arkadaşlarıyla
birlikte çeşitli çalışmalar yapmışlar; resmi faaliyetler, dernek çalışmaları
yapamasalar bile çeşitli toplantılar, anma günleri düzenlemişlerdir. Bir araya
geldikleri kahvehaneleri, yatakhaneleri hatta sokakları kendilerine dershane
edinmiş; edebiyattan, hürriyetten, siyasete kadara birçok konu üzerine fikir
alış verişi yapmışlardır. O, ülke menfaati için şahsi hesapların bir kenara
bırakılması gerektiğini vurgulamış ve herkes için ortak bir zemin olan aşk ve
hizmet ekseninde buluşulması gerektiğini söylemiştir.
Aşk… Onu tanıyan herkesin, onun
ağzından sık sık duyduğu bir kelimedir bu. Yaşının ilerleyen dönemlerinde,
Anadolu’dan onu ziyaret için gelen gençlere özellikle sorduğu ve buradan yola
çıkarak öğretisine başladığı soruların başında gelir. Aşkın insanın bütün
katılıklarını eritip, onu yumuşattığını ve bu duyguyla da karşılaşılan
güçlüklerin kolaylıkla aşılabileceğini savunmuştur.
Onun gönlüne bu ateşi düşüren ise
gencecik yaşında, ömrünün baharında, 1940’lı yılların başında tanıdığı, Halvetî
silsilesine mensup bir zat olan Ahmed Tahir Memiş Efendi’dir. Gemuhluoğlu’nun
tasavvufi yönünü bilen ve sayıları pek fazla olmayan dostları, onun Ahmed
Efendi’nin yanındaki halini şöyle tarif ederler:
“Dışarıda ateşli konuşmalar yapan,
etrafındakileri birkaç cümleyle etkisi altına alabilen Fethi Gemuhluoğlu, şeyhinin
huzurunda öyle bir ruh haline bürünürdü ki varlığı ile yokluğu belli olmaz,
dışarıda bülbül gibi konuşan dili, içeride lal olur, kelimeler heyecandan
boğazına düğümlenirdi.”
"Kenarda durmak selamettir”
diyen Fethi Bey, bugün anladığımız manada siyasetle uğraşmamış ancak onun
rahle-i tedrisinde yetişen gençler, bürokraside yüksek mevkilere gelmiş ve
çeşitli önemli görevlerde bulunmuşlardır.(1) Günümüzde politikacı olmasalar
bile yazılarıyla, konuşmalarıyla siyasi etkiler oluşturabilen kimi mühim isimler,
zamanında onunla tanışmış ve onun fikirlerinden etkilenmiş kimselerdir. “Bizim
yapacağımız kadroyu oluşturmak” diyor ve kimde bir kıvılcım görse onun elinden
tutmaya çalışıyordu. Onun bu halini üstad Necip Fazıl bir kitabında şöyle dile
getirir: (bugünkü ifadeyle) “O,
kendisini hiçbir zaman öne çıkarmak istemeyen, olacak hadiseleri Cenab-ı
Hakk’ın takdirine teslim etmiş, sessiz, ortada görünenleri fikirleriyle adeta
sulayan bir fikir sakasıdır.” Onun
mesleği, sevenleri tarafından “İnsan yetiştirmek” olarak tanımlanır. Dünyaya “Ekmek bıçaklarının, hürriyet yolunda
bilenirse ne menem kestiğini” göstermek için gelen Gemuhluoğlu, hayatının her
döneminde tanıştıklarının hayatından bir daha kolay kolay çıkmamış onları
düşünceleriyle, hizmetiyle kendisine bağlamıştır. Türkiye’nin her kesiminden
insanla ilgilendiği ve onların dertlene eğilip, çözüm arayışında olduğu için
“Türkiye’nin Muhtarı” olarak da adlandırılmıştır.
1946 yılında kurulan Türk Kültür
Ocağı’nın kuruluşuna Gemuhluoğlu katılamamıştır. Çünkü yukarıda da
belirttiğimiz gibi o tarihlerde askere gitmiştir. Ancak askerlik sonrası ocak
faaliyetlerinde aktif görevler alır. Daha sonra Türk Kültür Ocağı ile birlikte
üç derneğin birleşmesiyle Milliyetçiler Derneği kurulur. Bu tarihlerden sonra
İstanbul’un çeşitli semtlerinde yaptığı edebiyat öğretmenliğinden, Spor ve
Sergi Sarayı Müdürlüğüne; Milli Eğitim
Bakanlığı Özel Kalem Müdürlüğü’nden, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Basın
Müşavirliği’ne kadar birçok resmi görevde bulunmuştur. Ayrıca Aydınlar Ocağı
ile Türk Edebiyat Cemiyeti’nin İstişare Kurulu’nda ve Anadolu Bankası’nın
yönetim kurulunda da görev almıştır. 1969 yılından itibaren de kurucuları
arasında da bulunduğu Türk Petrol Vakfı’nın sekiz yıl süreyle genel
sekreterliğini yapmıştır.
22 Kasım 1975'te dostluk üzerine
yaptığı konuşması vefatından sonra yapılan çeşitli eklemelerle, “DOSTLUK
ÜZERİNE” adı altında kitaplaştırılmıştır. Konuşmasında milliyetçilik,
ümmetçilik, alevi-sünni meselesi, dünya üzerindeki Müslümanların ahvali,
Avrupalı devletler hakkındaki öngörüler, tasavvuf, halk edebiyatı gibi çok
çeşitli alanlardan bahsetmiş ve bu konular hakkında görüşlerini bildirmiştir.
Kitaba yapılan ekler arasında Arapgir Postası başta olmak üzere diğer
yayınlarda yer alan yazıları, şiirleri, mektupları ve Gemuhluoğlu ile yapılan
röportajlar yer almaktadır. Özellikle dostlarına yazdığı mektuplar ve kendisi
ile yapılan röportajlar, onu tanıma ve gelecek nesillere anlatma adına önemli
kaynaklar sayılabilir.
Konuşmasının bir yerinde “ Bu
sözleri size sanki bir veda gibi, sanki son sözlerim gibi… ' Hal sâridir'
buyrulmuştur. Maraz da sâridir. Dilerim ve umarım ki benim marazım sâri olmasın
ve burada şevk sâri olsun, cezbe sâri olsun ve aşk sâri olsun." diyen Fethi
Bey özellikle bu tarihlerden sonra gün-be-gün zayıflamıştır. Çocukluğundan beri
birçok hastalıkla uğraşan Gemuhluoğlu’nun kalbi son zamanlarda iyice
zayıflamıştır.
Ölümünden kısa süre önce dostlarıyla
ve aile efradıyla çeşitli vesilelerle vedalaşan İrfan Fethi Gemuhluoğlu 5 Ekim
1977 yılında, elli dört yaşında Çarşamba günü vefat etmiştir. Ertesi gün Fatih
Camii’ndeki cenaze törenine her kesimden ve her meslekten kalabalık bir
topluluk katılmıştır. Kabri Sahra-i Cedit mezarlığındadır.
Vefatının ardından kendilerine adeta
mürşitlik yaptığı dostlarından olan Akif İnan; “Vakt erişip, davet gelince,
varıp huzura erdi. İşbu misafirhanede bir er kişi olarak dolanırdı.”
ifadesiyle, Cahit Zarifoğlu da; “Onun gidişi bir medeniyetin gidişiydi; Fethi
Ağabey'le birlikte, zamanımızda ve yaşadığımız düzen içerisinde, zaten havuzuna
giremediğimiz dervişliğin, sohbete, birilerinin önünde diz çökmeye bağlı büyük
medeniyetin fırsatlarından biri daha gitti." cümlesiyle üzüntülerini dile
getirmişlerdir.
Fikri, zikri Allah olan Gemuhluoğlu;
“Lailahe illallah Muhammedün Resulullah diyenlerle beraberim. Başka bir şeyle
ilgilenmedim” demiş ve hayatı boyunca bu düsturu unutmamaya ve buna hizmet
etmeye gayret etmiştir.
Cenab-ı Hak bizlere de bu kelimeyi
yaşatabilmeyi ve bu kelime uğruna yaşayabilmeyi nasib eylesin.
KAYNAK: İrfan Fethi Gemuhluoğlu (Yeni
Şafak Gazetesi, 06.10.2003).