Edebiyatçı, hikayeci, romancı,
gazeteci yazar (D. 23 Aralık 1938, Diyarbakır – Ö. 2 Nisan 2022, İstanbul).
Ermeni asıllı bir aileden olup kitaplarını Ermenice ve Türkçe yazmıştır. 23 Aralık 1938’de Diyarbakır’ın Hançepek Mahallesi’nde (Gâvur Mahallesi) doğdu. Eğitimini Süleyman Nazif İlkokulu, Ziya Gökalp Ortaokulu, daha sonra İstanbul’daki Bezciyan Ortaokulu ve Getronagan Lisesi’nde sürdürdü.
1953 yılında ailesiyle birlikte İstanbul’a göç etti. İstanbul Getronagan Ermeni Lisesi ile İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünü bitirdi (1965). Üsküdar Surp Haç Tıbrevang Lisesinde felsefe, Ermeni dili ve edebiyatı öğretmenliği ve müdürlük (1966-72) yaptı. Daha sonra öğretmenliği bırakarak ticarete atıldı. Bu arada edebi çalışmalarını aralıksız olarak sürdürdü.
Margosyan’ın düşünce yazıları ile öyküleri
Ermenice “Marmara” gazetesinde yayımlanmaya başladı. Daha sonraki
yıllarda yazıları çoğunlukla “Agos”,
“Marmara” ve “Yeniyüzyıl” gazetelerinde yer aldı. “Marmara” gazetesinde yayımlanan Ermenice öykülerinin bir bölümü “Mer Ayt Goğmeri” (Bizim Oralar,
1984) adıyla kitap olarak yayımladı. “Gâvur
Mahallesi”(1992), “Söyle Margos
Nerelisen?” (1995) ve “Biletimiz
İstanbul’a Kesildi” (1998) adlı Türkçe kitaplarını, ikinci Ermenice kitabı
“Dikrisi Aperen” (Dicle Kıyılarından,
1999) izledi. “Gâvur Mahallesi” adlı kitabı “Li Ba Me, Li Wan Deran” (1999) adıyla Kürtçe olarak da yayımlandı.
2010 yılında Türkçe olarak kaleme aldığı “Kürdan”
adlı kitabı 2010 tarihinde yayımlandı. “Evrensel”
gazetesindeki "Kirveme Mektuplar" adlı köşesinde yazmayı sürdüren
Margosyan’ın bu makalelerinin bir bölümü de “Kirveme Mektuplar” adıyla 2006 yılında Diyarbakır’da
yayımlandı. Aynı gazetede yazdığı makalelerin bir bölümü de “Çengelliiğne”
(1999) adıyla yayımlandı.
Genellikle Anadolu mozaiğini anlattığı
eserlerinde halkın anlayacağı, açık ve yalın bir dil kullandı. Öykülerinde,
sürgünlük duygusunu dolaylı bir biçimde anlatma yoluna seçti. Öykü kitabı “Biletimiz
İstanbul’a Kesildi”de yer alan iki öyküsünde, diğer öykülerinden farklı
olarak, İstanbul’a ilk geldiği yıllardaki izlenimlerini, cennet / cehennem,
Adem ile Havva ilişkisine yönelik düşüncelerini mizahi bir söylemle anlattı.
Margosyan; “Tespih
Taneleri” kitabında doğduğu yer olan Diyarbakır’ı, oradaki Ermenileri,
Kürtleri, Türkleri, Süryanileri, Keldanileri, Yahudileri, bugün artık tarih
olmuş olan bir kent yaşantısının bu içtenlikli öykülerinde anlatıyor.
Diyarbakır’dan okumaya geldiği İstanbul’a düşten bir köprü kuruyor. “Kafle”
yollarında her birinin ailesi “berdan berdan” olmuş, tespih taneleri gibi
dağılmış anne ve babasının oğullarının “adam olması”nı, “anadili”ni daha iyi
öğrenmesini sağlamak için İstanbul’daki Ermeni ruhban okuluna gönderdiği küçük
Mıgırdiç, kimi zaman bu yeni çevresinde karşılaştığı gariplikleri, kimi zaman
özlemiyle yandığı Diyarbakır’ı, bir türlü kavuşamadığı ilk aşkını, kimi
siyasal-toplumsal olayların örgüsü içinde, büyük bir ayrıntı ve renk cümbüşü
içinde öykülüyor. Çocukluktan ilk gençliğe geçtiği o delikanlı çağında, ailesini,
kardeşlerini, Diyarbakır “küçe”lerinde oynadığı arkadaşlarını ardında bırakan
mahzun Mıgırdiç, İstanbul’da kendilerini “Koşun, Kürtler gelmiş!” çığlığıyla
karşılayan akranlarının arasına girdiğinde, geleceğe hem biraz kaygı, hem de
biraz umutla bakıyor... Renkli bir anlatımı olan Margosyan, Ermeni yazınında
taşra edebiyatının son temsilcisi olarak sayılıyor. 1988 yılında, “Mer Ayt Goğmeri” kitabıyla
Ermenice yazan yazarlara verilen Eliz Kavukçuyan Vakfı Edebiyat Ödülü’nü (Paris
/ Fransa) aldı. Uluslararası PEN Kulüpleri Federasyonu Türkiye Merkezi, 2011
Ağustos ayında, Ermenice taşra edebiyat geleneğinin son temsilcilerinden olarak
Mıgırdiç Margosyan’ın tek ciltte Türkçe-Ermenice-Kürtçe olarak yayımlanan Gâvur Mahallesi eserini ‘Ayın Kitabı’
seçti. Aras Yayıncılığın yöneticilerinden biriydi.
Ermeni taşra edebiyatının son temsilcisi olarak
bilinen Margosyan, Aras yayıncılığın yöneticilerinden biriydi. Evrensel, Agos,
Marmara ve Yeniyüzyıl gazetelerinde yazdı. Uzun yıllardır İstanbul Büyükada’da
yaşıyordu.
Vefatı:
Son dönemlerinde karaciğerle bağlantılı sağlık
sorunları nedeniyle İstanbul Maltepe Üniversitesi Hastanesi'nde tedavi gören Mıgırdiç
Margosyan, 2 Nisan 2022 günü bu hastanede hayatını kaybetti. Margosyan, 7 Nisan
Perşembe günü Kumkapı Patrikhane Kilisesinde saat 14.00'te yapılacak törenin
ardından Şişli Ermeni Mezarlığında toprağa verilecek.
Adalar Belediye Başkanı Erdem Gül, Mıgırdiç
Margosyan'ın ölümünü sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımla duyurdu, Gül,
"Diyarbakır Ermenilerinden. Bu toprakların zenginliğini edebiyatımızın en
güzel diliyle anlatan. "Söyle Margos Nerelisen" adlı şahane kitabın
yazarı. Büyükadalı. Mıgırdiç Margosyan'ı kaybettik. Çok üzgünüz'' ifadelerini
kullandı.
Mıgırdiç Margosyan İçin Ne Dediler?
“Çoğu Türkçe yazılmış öykü ve romanlarında
Güneydoğu Anadolu insanlarının yaşam serüvenlerini, kimlik ayrımı gözetmeden
yalın bir dille yansıtır. “ (Şükran Kurdakul)
***
“Bu
üçüncü kitabın ilk ikisine oranla bazı farklılıkları var: Gavur Mahallesi ve
Söyle Margos Nerelisen’de kısa film senaryoları gibi görselliği yoğun metinler
vardı. İlk iki kitabın okurları, ilk sahnelerde görselliği yine buluyor
Biletimiz’de ama bu kez, Margos’un diline bir dengbej gelip yerleşmiş sanki.
“Biletimiz’deki
ikinci özellik, Margos’un Diyarbakır dışına çıkması. Bir öyküde
Havva-Adem-Tanrı üçlüsünün maceralarını, Margos, Antik tiyatrodaki
anlatıcıların tarzıyla aktarıyor. (…) Okur da kendini Havva ile Adem’in sohbetini sürdürdüğü mekânda
hissediyor.” (Ragıp Duran)
Öykü:
Gâvur Mahallesi (1992; Taxa Filla
adıyla Ermenice-Kürtçe 2011; Üç Dilde Gâvur Mahallesi adıyla
Türkçe-Kürtçe-Ermenice, 2011), Söyle
Margos Nerelisen? (1995), Biletimiz
İstanbul’a Kesildi (1998), Mer Ayt Goğmeri - Bizim O Yöreler (Ermenice,
2005), Dikrisi Aperen- Dicle Kıyılarından (Ermenice, 2010).
Roman:
Tespih Taneleri
(2006).
Deneme-Mizah (Gazete Yazıları):
Zurna (2009), Kürdan
(2010), Çengelliiğne (2010), Kirveme Mektuplar ( 2011).
KAYNAKÇA: İhsan
Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001,
2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli
Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas.
2007) - Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) -
Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), R.
Duran (Cumhuriyet Kitap, 6.2.1992), Nokta (5.4.1992), Varlık (Haziran 1992),
Muhsin Kızılkaya (Gündem, 8.9.1992), Şevket Beysanoğlu / Diyarbakırlı Fikir ve
Sanat Adamları (c. 3, s. 414, 1997), İlknur İgan / Anadolu’daki İnsanı Anlattım
(Cumhuriyet Kitap, 18.6.1998), İlknur İgan / Mıgırdiç Margosyan’la “Biletimiz
İstanbul’a Kesildi” Üzerine (Cumhuriyet Kitap, 19.6.1998), Ragıp Duran /
Mıgırdiç Margosyan’dan “Biletimiz İstanbul’a Kesildi” (Cumhuriyet Kitap,
6.8.1998), TBE Ansiklopedisi (2001), İhsan Işık / Diyarbakır
Ansiklopedisi (2013) - Geçmişten Günümüze Diyarbakırlı İlim Adamları Yazarlar
ve Sanatçılar (2014), Gazetemiz yazarı Mıgırdiç
Margosyan hayatını kaybetti (evrensel.net, 2 Nisan 2022), Yazar Mıgırdiç
Margosyan hayatını kaybetti (diken.com.tr, 2 Nisan 2022), Diyarbakırlı Yazar
Mıgırdiç Margosyan Öldü (superhaber.tv, 2
Nisan 2022), Diyarbakırlı Ermeni yazar hayatını kaybetti (odatv4.com, 2 Nisan
2022), Mıgırdiç Margosyan hayatını kaybetti (milliyet.com.tr, hurriyet.com.tr, medyascope.tv,
2 Nisan 2022), Yazar Mıgırdiç Margosyan hayatını kaybetti - Independent (indyturk.com,
2 Nisan 2022),
Bizim Diyarbakır’da yazlar hep sıcaktır. Güneş, güneş olmaktan çıkar,
başımıza bela kesilir, gökten ateş olur yağar. Gökten ateş yağmaya başlayınca
da bizler, buz satan dükkânların önünde paramızla rezil olur, bir parçacık buz
için adeta dilenci kesilirdik. Evlerde buzdolabı hayal etmek, hayalden de öte,
uyanık gözlerle rüya görmek gibi bir şeydi...
Buz satan dükkânların önünde, buz fabrikasından gelmesini beklediğimiz
bir kaç kalıp o olağanüstü varlık, asla dondurulmuş su demek değildi. O sanki
bambaşka bir dünyadan gelen erişilmesi çok zor olan gerçeküstü, gizemli bir
şeydi. Bizler sabırsızlıkla onun fabrikadan yola çıkmasını, köhne bir
kaptıkaçtının içinde, samanlara gömülmüş, yüzünü göstermekte nazlanan bir
gelin gibi salına salma gelişini bekler dururduk.
Buzcu dükkanı önünde kuyruğa girerek sıra beklemek gibi kötü
alışkanlığımız yoktu. Gücün yetiyorsa, bileğinin kuvvetiyle buzunu herkesten
önce alabiliyorsan, o zaman kuyruk muyruk, sıra mira ne demek! Uzat kolunu,
itiver onu bunu, bastır paranı al buzunu! Ve de çek git! Öyle de yapardık.
Bizler buz alabilmek için, kendi aramızda kıran kırana kavgamızı sürdürürken
kocaman buz kalıbı da, beline kadar soyunmuş, marul göbekli, keçi kıllı
göğüslü, pasaklı ve elleri kirli buz satıçınının, kıyasıya, insafsızca, ardı
ardına indirdiği balta darbeleriyle parçalandıkça, bizim aç gözlü bakışlarımız
arasında kendi yaşamını sürdürmek için Tanrı’ya yalvarırcasına başını göklere
doğrultur, ancak tepesinde dikilmiş kızgın güneşi görünce de, kahrından,
doğduğuna doğacağına pişman olur, parçalandıkça, küçüldükçe kem talihine
kızar, sinirlenir ve çaresizliğin verdiği utançla, çoluk çocuğun elinde şehrin
sokaklarında, yol boyunca, şıp şıp gözyaşı dökerdi...
Kan ter içinde, eriye eriye, ağlaya ağlaya, sızlana sızlana, son
yolculuğuna çıkan buz parçacığı, kerpiçten yapılmış evlerimize tamamen
ölmeden, yok olmadan, bitip tükenmeden yetişebilirse, analarımız iki elleri
hamurda da olsa, işlerini güçlerini bırakır, gözü yaşlı bu buz parçasını vakit
kaybetmeden, hemen bir “şor” parçasına, yani bir beze sararlardı. Onun üstüne
ikinci bir “şor”, sonra da üçüncü ve dördüncü şorlarla bebek kundakları gibi
kundakladıktan sonra çam talaşının içine yatırır, üzerine de bir tahta
parçası sürerlerdi. Böylece buz parçası bir hazine gibi saklanırdı güneşin
acımasız ateşinden.Bitkin, yorgun, hayata küskün, talihsiz buz parçası henüz
eriyip ölmeden, canlı canlı, mezarına gömülünce, artık akşam olmuş, evli
evinin, köylü köyünün, sıçan da kendi deliğinin yolunu tutmuş demekti.
Babam da gecikmezdi. Omzunda taşıdığı kocaman karpuzuyla sokak
kapısının tokmağını şakşaklardı. Evlerimizin sokak kapılarında, adına şakşak
dediğimiz demir tokmaklar asılıydı. Zil mil, elektrik melektrik Tanrı’ya çok
yakarmasına rağmen henüz Papaz Arsen’in evinde bile yoktu.
Babam
kapıyı iki kez şakşaklar, taşıdığı yükün altında yorgun, sıcaktan bunalmış, eve
gelirdi. Anam, o saatlerde mutfakta taş ekmeği pişirirdi. Kızkardeşim kapı
eşiğini yıkarken, küçük kardeşim de koşarak, neredeyse boyu kadar büyüklükteki
karpuzu kucaklaşıp babamın elinden almak isterdi. Babam ceketini ve kasketini
çıkarır, duvardaki çengellerden birine asardı. Ceket ter kokardı. Sonra
avludaki kuyuya yönelir, eskimiş, yaşlı tulumbanın önünde dururdu. Bizler,
çocuklar, babamızın terli alnını, yüzünü yıkayabilmesi için koşup tulumbadan
akan suyun önünde tutar, dolan suyu ‘şap şap’ terli yüzüne vururdu. Burnunu
yıkar, ağzını çalkalar, saçlarını ıslatır, böylece serinlemeye çalışırdı.
Sonra kardeşim koşarak duvarda asılı duran havluyu getirir babama uzatırdı.
Babam, yüzünü kurularken, bir taraftan da ‘oh oh’ der, sanki ona sunduğumuz bu
hizmetlerden dolayı teşekkür eder, yorgunluğunu unutup sedirdeki her zamanki
yerine otururdu.
Babamın
yerini almasıyla, anam, artık herkesin hazır olduğunu anlar, sofrayı kurardı.
Yere bağdaş kurar otururduk. Anam yemeğimizi getirirdi. Genelde, yiyeceğimiz
ayran çorbası, taş ekmeği, bulgur pilavı, sulandırılmış pekmezdi. Aynı kaptan,
aynı tencereden yerdik. Kaşık gürültüleri arasında babam, ‘kaşık sesleri bana
keyif verir, yiyin, bolca yiyin, güzel güzel yiyin, doyasıya yiyin ha!’ der,
babamızın keyifle yemesi için bizler de uyardık sözlerine, keyifle ve bitmeyen
iştahımızla tahta kaşıklarımızla çalakaşık dalardık önümüzdeki pilava. Tahta
kaşıkla yenen yemeğin lezzetini bilir misiniz...? Pilavın yanında ayranla dolu
tasta yüzen minik buz parçacıklarının son nefesiyle yemeğimiz biterdi.
Kış
geceleri babam şarap içerdi. Biz şarabı satın almazdık. Şarabı anam hazırlardı.
Siyah, küçük taneli, şıralı Siverek üzümünü, çıplak ayağıyla ezer, suyunu
‘katremis’ dediğimiz kocaman göbekli damacanaya doldurur ve kırk gün sayardı.
Kırk gün sonra şarap içime hazırdı. Uzun kış geceleri misafirliğe gelenlere
şarap ikram ederdik. ‘İçin, iyi için, bu şarap bir başkadır ha...’ derdi
babam, şarap dolu koca bakır tası misafirlere uzatırken. Ve misafirler de bir
güzel içerlerdi, kafayı çekerlerdi, naza çekmeden kendilerini... Sonra nazı
tuzu kime ve niçin yapacaklardı...? Babam, ‘beri gel kömür gözlüm, ben adam
yemem’ şarkısını söylediğinde, anam onun şarhoş olduğunu anlardı... Lusarar
Estedur, yani papaz yamağı, yardımcısı Estedur dayı, tiz sesiyle, ‘dere kenarında
bir ev yapmışam, kerpicim tükenmiş naçar kalmışam’la devam ederdi. Türkçe’nin
yanı sıra Kürtçe de söylerlerdi. Özellikle babamla aynı köyden olan Here-
dan’lı Keya böyle yapar ve koyverirdi sesini: ‘Were yade, rebeno, dino, Kerecdaği; wala tu esmeri,
kerekaşi; Ghude murade- mına bıke ser kanıka Erbedaşi... ‘Keya dayının
şarkısını anlamadınız değil mi? Oysa çok basit: Karacadağlı, kara kaşlı, esmer
yar ile Erbedaş Çeşmesi ’nde murada ermek istiyor, bunu da Tanrı’dan diliyor...
Altmış yaşındaki Keya dayı bu şarkıyı döktürdükten sonra, tastaki şarabı
fondip ederdi...
Bir
de hep bir ağızdan söylediklerinde, “burası Muş’tur, yolu yokuştur, giden gelmiyor,
acep ne iştir” türküsü, nedendir bilinmez, sonunda gözyaşlarına karışırdı...
Olağan
günlerde yemek sona erdiğinde, babam bir köşeye çekilir, ya da yer minderinde
oturur, eski gazeteleri okurdu. Bunu biraz da okuma yazma kurslarına katılıp
sonradan öğrendiği alfabeye, diploma yerine geçen, adına “şahadetname” dediği
kağıt parçasına karşı olan saygısından yapardı... Mevsim yaz ise, yani güneşin
bizi kasıp kavurduğu günlerde, yemekten sonra dama çıkardık. Bizim evlerin
damı düzdü ve toprakla örtülüydü. Yaz başında dama “taht” kurardık ve geceleri
“taht”ta yatardık. Sıcak yaz geceleri içerde yatmak olanaksızdı. Bir de akrep
kor kusu cabası. Elbiselerimizin kollarının içine, ayakkabılarımıza
girerlerdi. Tahtın etrafım ince amerikan beziyle çepeçevre çevirir, böylece
gece uyurdu, böylece gece uyurken, aile sırlarının dışarı sızmasını önlerdik...
Bu sırdaş beze “sıtara” derdik.
Bazen ani bir yaz yağmuru, gece yarısı iri taneleriyle bizleri yoklardı.
Toparlardık yatağımızı yorganımızı aceleyle aşağı inerdik; gece-yarısı göçleri,
en çok biz çocukları sevindirirdi. Bize bir tür oyun gibi gelirdi. Çekerdik
yorganı kafamıza ve yağmurun yorgandaki “tıp tıp” patlayan melodisini
dinlerdik. Ancak, ertesi gün anamızın kirlenmiş yorganları yıkadıktan sonra
tekrar sırtlayıp dama çıkaracağı gerçeği umurumuzda bile olmazdı.
Surp Haç, yani Aziz Haç yortusuna kadar damda yatardık. Haç yortusu
gelince mutlaka havalar soğurdu ve yağmurlu günler başlardı. O zaman da şu
tekerlemeyi söylerdik:
“Haç, damdan kaç...”
Ve kaçardık, inerdik damdan... Taht ertesi yıl tekrar kurulmak için
sökülür, yağmur ve yıldızlar altında uyumanın büyük keyfi de sona ererdi. Bunu
yağmurla loğ taşının bitmez tükenmez mücadelesi, bitmeyen kavgası izlerdi. İri
yağmur damlaları damdaki toprak ve samanı söker alır, ta odamıza dek işlemeye
çalışır, loğ taşıysa babamın ter damlalarına karışarak bir sağa bir sola
yuvarlana yuvarlana tüm ağırlığıyla damımızı perkitir, sağlamlaştırdı.
Bizler artık odalarımızda, akşamları yere serilen, sabahlan ise
toparlanıp “yükeri” denen yüklüğe konan yataklarımızda yatmaya başlayınca,
akrepler de toprağın bağrına çekilir, ertesi bahara kadar tekrar buluşma
dileğiyle uykularına çekilirlerdi.
Sonbahar demek, kilerlerin ağzına kadar doldurulması demekti. Önce odun
kömürü alırdık. Anam yüzünü, ağzını, başını bezle örter, sadece gözlerini
açıkta bırakır ve çuvallar dolusu kömürü ayıklayıp cinsine göre istif ederdi.
“Bu ‘arot’tur” der, az yanmış, iyice kömürleşmemiş olanları ayırırdı.
“Bu ‘dık’tır” der, eledikten sonra eleğin altında kalan küçük kömür
parçacıklarını bir kenara yığardı.
“Bunlar da ‘ağgik’ kömürdür” der, iyi kömür, has kömür olanları özenle
ayrı bir yere dizer, kümelerdi.
Evimizde, her kömürün kullanılacağı bir yer vardı. “Arot”lar çamaşır
kazanının altında yakılır, su kaynatılırdı. “Ağgik” yani iyi kömürle taş ekmeği
pişirilirdi. “Dik” ise, nohut kavurup leblebi yapmak için yakılan ateşte
kullanılırdı.
Sonra bulgur ve dövme hazırlardık. Buğday ayıklanır, değirmene
gönderilirdi. Gelen un elenirdi.
“Bu has un.”
“Bu kepek...”
Has undan “patila” denen bir nevi peynirli börek yapılırdı. Ancak
patilanm lezzetli olması için, peynirin tam yağsız, “imansız” peynir olması
gerekirdi. Kepek ise sokaklarda “şişe aliyam, boş şişe aliyam” deyip,
sırtlarındaki torbalarla gezen Yahudilere veya bizim deyimimizle Moşe’lere
satılırdı. Onlar da topladıkları kepekleri ve boş şişeleri başkalarına satar,
ticaret yaparlardı. Ermenilerin hemen hepsi esnaf, sanatkardılar. Moşeler ise
ticaret adamı...
Anam koruk suyu hazırlardı, ceviz sucuğu yapardı. Kuru üzümü ve pestili
satın alırdık. Eğil’in pestili en iyisiydi. Pestil ne kadar ince olursa o kadar
lezzetli olurdu. Sizler, pestilin içine ceviz içi koyup yediniz mi hiç? Tadını
bilir misiniz?
Bizim muhallebimiz, yoğurttu; çikolatamız da, üzüm şırasından yapılmış,
güneşte kurutulmuş, sonra kalıp halinde kesilmiş “kesme”... Yoğurda pekmez
katardık, kaşık kaşık yerdik. Bizim pastamızdı bu, daha doğrusu bizim
kekimiz...
Şaşırdınız mı...?
KAYNAK: Mıgırdiç Margosyan / Gavur
Mahallesi (1995, 3. Baskı, Aras Yayınları).