Ahmed Arif

Şair

Doğum
21 Nisan, 1927
Ölüm
02 Haziran, 1991
Eğitim
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü
Burç
Diğer İsimler
Ahmet Önal

Şair (D. 21 Nisan 1927, Diyarbakır - Ö. 2 Haziran 1991, Ankara). Asıl adı Ahmet Önal’dır. Annesi Erbilli Sâre Hanım’ı çok küçük yaşlardayken (1929) yitirdi. Babası, Kerküklü Arif Hikmet, Diyarbakır Nüfus Müdürlüğünde çalışıyordu. Onun Siverek’e atanmasıyla, Diyarbakır’dan ayrıldılar. Diyarbakır’da yalnızca anaokuluna gidebilmişti. Okumayı burada öğrendi. Siverek İlkokuluna kaydolduğunda, okumayı biliyordu. İlkokulu Siverek’te bitirdikten sonra, ortaokula Diyarbakır’da başlasa da Urfa’da tamamladı. Yatılı olarak okuduğu Afyon Lisesini 1945’te bitirdi. 

Askerliğini yaptıktan sonra, 1947 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümüne kaydoldu. 1948’de, Merkez Bankası’nda memuriyete başladı. Hem çalışıyor hem okuyordu. Türk Ceza Yasası’nın 141. maddesine aykırı bulunan siyasî görüş ve eylemleri nedeniyle 1951 yılında tutuklanarak 38 ay hapiste yattı. 7 Ekim 1954’te serbest bırakıldı. Ancak, Urfa’da 8 ay kamu gözetimi altında kalması gerekiyordu. Mahkemeye başvurarak, kararı, Urfa değil de Diyarbakır olarak değiştirtti. Artık memurluk yapamazdı. Bir tuğla ve kiremit fabrikasında çalışmaya başladı. Birkaç yıl sonra tekrar Ankara’ya döndüyse de, öğrenimini tamamlama olanağı yoktu. Birçok işe girip çıktıktan sonra, Öncü ve Halkçı gibi gazetelerde düzeltmenlik, teknik sekreterlik ve gazetecilik yaptı. 

1967’de Aynur Hanım’la evlendi. 1972’de oğlu Filinta doğdu. 1977’de gazetecilikten emekli oldu. 

2 Haziran 1991 sabahı bir kalp yetmezliği sonucunda Ankara’da yaşama veda etti. Cenazesi ertesi gün Maltepe Camisi’nden kaldırılarak Cebeci Mezarlığında toprağa verildi.

Ahmed Arif şiir yazmaya ortaokul yıllarında başladı. Afyon Lisesindeyken edebiyata ilgisi iyice arttı. İlk şiirleri 1942 yılında Afyon Halkevi yayın organı Taşpınar dergisi ile Millet dergisinde yayımlandı. Lise yıllarındaki şiirleri bir yana, onun özgün şiirsel yapısını yansıtan şiirleri 1948’de yayımlatmaya başladı. Attilâ İlhan’ın düzenlediği ve Varlık dergisinin yayımladığı Şiirler-1948 adlı antolojide yer alan Rüstemo başlıklı şiiri ilk şiiri olarak kabul edilir. Aynı yıl, Bir Akşamüstü adlı şiiri de, tek sayı çıkan Meydan dergisinde yayımlanmıştı. Sonraki yıllarda İnkılapçı Gençlik, Yeryüzü, Seçilmiş Hikâyeler, Soyut, Militan, Yeni Ufuklar, Türk Solu, Kaynak, Papirüs vb. dergilerde şiirleri çıktı. Daha kitabı çıkmadan şiirleri elden ele dolaşmaya başladı. 1950’li yılların sonları ile 1960’lı yılların başlarında, Fikret Otyam’ın röportajlarına şiirlerinden parçalar almasıyla, ünü yaygınlaştı. 

İlk şiir kitabı Hasretinden Prangalar Eskittim, 1968 yılının Kasım ayında yayımlandı. Kitabın Bilgi Yayınevince yapılan bu ilk basımından sonra, çoğu Cem Yayınevince olmak üzere, altmıştan fazla yeni basımı yapılarak, Türkiye’de en çok basılan ve okunan birkaç kitaptan biri oldu. Ahmed Arif’in, Anadolu ve özellikle de Güneydoğu insanının acılarını tok bir ses, lirik ve duygulu bir anlatımla yansıtan şiirleri kendisine haklı bir ün kazandırdı. Ahmed Arif ikinci şiir kitabını “Kalbim Dinamit Kuyusu” adıyla yayımlayacağını duyurmasına karşın, bu ad, Refik Durbaş’ın kendisiyle yaptığı uzun söyleşiden oluşan kitaba konuldu. İkinci kitabı ise, şiirleri ölümünden sonra oğlu tarafından derlenerek Yurdum Benim Şahdamarım (2003) adıyla basıldı.

Ahmed Arif’in şiirinin altörgesinde, Divan şiiri ile Halk şiiri geleneklerini görmenin olanaklı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Önce Nâzım Hikmet’i, sonra Niyazi Akıncıoğlu ve Enver Gökçe gibi şairleri besleyen bu kaynaklar, Ahmed Arif şiirinin de, özellikle söylem biçimi olarak, beslendiği gözelerdir. Ahmed Arif’in çok sevilerek yaygın üne kavuşan bir şair olmasının temelinde, Anadolu insanının kulağına yabancı gelmeyen bu sesi yakalayarak kendinin kılma becerisi yatar.

Ahmed Arif İçin ne Dediler?

Nihat Behram onun şiirinin halktan, Halk şiiri geleneğinden beslenen damarını şu sözlerle vurgular:

“Şiirindeki anlatım biçimini ve söyleyişi etkileyen, halk dili ve halk şiiridir. Onu bir bakıma sözlü halk şiirinin yazıya geçen ve ufuklarını genişleten bir sıçrama noktası sayabiliriz. Şiirinin yapısında ‘aşiret töreleriyle yetişişinin’ ve duyarlılığını halk duyarlığından asla soyutlamayışının derin izleri görülür. Şiiriyle günlük yaşantısının aynılığını doğuran da budur. Ahmed Arif’te yaşantıyla şiir bir ince telde korkusuzluk ve umutla birleşir. Ve ses böyle bir telin böyle bir birleşiminden gelen ses olunca, dört duvar, demir kapı dinlemez, hayatı bir uçtan bir uca dolanır, kendisi ranza dibinde volta vururken sesi memleketin bahar gelmiş dağlarında yiğitlerin donatım ve pusatları arasında yer yerler. Çukurova’da eser, Ege’de meyva verir.”

***

Ahmet Arif’in kendisi de “Nasıl yazıyorsunuz?” sorusuna verdiği cevapla bu görüşü doğrular: “Yazıyorum denmez buna. Ben şiiri kafamda, yüreğimde bitiriyorum. Sonra bir gün oturup kabataslak kaleme alıyorum. Üç ya da beş yerinde düzeltme yapıyorum. Göze çarpan bir aksaklık varsa ya da yeni bir çağrışım varsa onu değiştiriyorum, o kadar... Bu bakımdan bana halk ozanı derlerse, onur duyarım. Küçümsemem. Hani ne diyorlar, irticalen...” Ahmed Arif, şiiri, halk şairleri gibi irticalen/doğaçlama olarak söylediğini bir ölçüde kabul eder, ama modern şairin işinin o kadar kolay olmadığına da dikkat çeker: “Evet, bir anlamda öyle oluyor. Ama o kadar da değil. Bu, bir beyin çalışması. Elbette geride, altta, temelde bir plan var. Fakat bunlar bazan birbirlerine katılıyorlar; karışıyorlar demiyeyim. Hangisini iteleyeyim öteye, bilemiyorum.

‘Maviye maviye çalar gözlerin

Yangın mavisine rüzgârda asi’

Bu iki mısra var ya, belki bir on yıl değil, daha fazla, çok daha fazla bekledi. Yani şiir bitti, bu başka türlüsüydü. Hatta o şiirden ayırdığım bir bölümü ‘Diyarbekir Kalesi’nde kullandım. (...) Elbette önce lirik olmalıdır bir şiir bence. İsterse siyasi bir mesajı olsun, isterse olmasın. Ama önce lirik olmak zorundadır. Benim inancım bu. Tarzım bu. Ötesi insanın kendi yeteneğine kalmış. Yani bir insanın gerçekten yeteneği ile öğünmesi ayıptır. Özellikle biz şairler biraz rafine insanlarız. Hani öyle uluorta öğünemeyiz. Hakkımız yoktur buna. O şiirlerde dikkat edersen hem lirizm, hem güzel olaylar, öfkeler, acılar, yıkılmalar, kopmalar, yenilmeler, yeniden şahlanmalar, yeniden doğurmalar, hepsi var.”

Ahmed Arif’in şiiri, feodal şiirin (halk şiirinin) toprağından beslenmekle birlikte, bizim yenilikçi şiirimiz içinde, özellikle yarattığı üslup ve estetik açılımla önemli bir yere sahiptir. Onun şiirinde hamasi temalar aramak ve onu böyle yorumlama eğilimi sanatsal bir yanılgı olur. Çünkü şiir dilsel ve düşünsel bir estetik eylemdir. Yazıldığı dilde yaratılan imgelerle algılanmayı amaçlar. Yoksa şiir adına didaktik, kuru ve tatsız metinler çıkar ortaya. Ahmed Arif, dağarcığının dibindeki feodal kalıntıları silkip atamamıştır, ama hamasilik ve fanatiklik adına da onda bir leke bulmak mümkün değildir. Onun şiirini anlayabilmek için önce bunu tesbit etmek gerekir.

Ahmed Arif ayrıntılara inerek, şiirsel olanı ön plana çıkarır. Böylece, kaba ve sığ gerçekçilik adına şiiri harcamamış olur. O nedenle, ona yakıştırılmak istenen “belli bir azınlığın sesi” gibi bir yaklaşım yerine oturmaz. Önemli olan insansal özü yakalamış olmasıdır. Böyle olunca da sanat evrenselleşir ki, onun amacı da bundan başka bir şey değildi. O yalnızca sosyal ve siyasal bir güncel çerçeveyle de sınırlamaz şiirini. Şiirinin içeriğine kültürel ve tarihsel mirası katarak şiiri ayrıntıda yakalar ve zenginleştirir. Bizim şiirimizde, üzerinde oturduğumuz zengin kültür mirasını dile getirerek; umutsuzluğun, yoksulluğun, ezilmişliğin oradan alınacak direnç ve moral güçle altedilebileceğine işaret eder. “Mal, haraç - mezattır, / Can, pazar - pazar.” (...) “Kör boğaz, nafaka uğruna, / Haldan düşmüş, tebdil gezer...” dizeleriyle mevcut durumu tesbit ederken, çıkış yolunu göstermese bile ki, bu şiirin işi değildir zaten, umutsuzluğa da düşürmez insanı. Onun yaptığı bir yerde düşüncenin duygu haline, coşku haline dönüştürülmesidir. Şair bunu, şiirde söz dizimi ile oluşan anlamın sesle uyumnu buluşturarak gerçekleştiriyor. Ahmed Arif halk şiirinden biçim olarak değil ama öz ve renk olarak yararlanmıştır. Onun şiirini sıcak kılan özelliklerden biri de bu yanıdır. Bir de içinden çıktığı toplumun derdiyle dertlenmiş olması önemlidir. Şairin, “ben şiirle özdeşleşmişim” demesi de tüm bunların toplamından başka bir şey olmasa gerek. Bu arada, Ahmed Arifin şiirinin, kendini yüksek sesle okutmaya zorlayan bir şiir olduğunu da söylemek gerekir. Onun şiirinin temelinde masalsı bir izlek ve anlatım özelliği de vardır. Ahmed Arif’in şiirini, doğulu bir romantiğin şiiri olarak değerlendirmek de yanlış olmaz.

Ahmed Arif, toplumsal gerçekçi 1940 Kuşağının son şairidir. Kendinden önceki ustaların deneyimlerini iyi değerlendirmiş; imge yaratmada, duru bir dil oluşturmada ve o dili ekonomik kullanmada, dize kurmada ve şiiri bütünde yakalamada başarılı olmuştur. Buna bir de yurtseverlik ve dünyaya bakışındaki duyarlılık eklenince, özgün bir şair olmasının gizleri ortaya çıkmış olur.

“Ahmed Arif’in şiirine, umudun, inceliğin, korkusuzluğun şiiri demişler. Ekleyeceğim: Onun şiiri, onurun ve alçak gönüllülüğün, derinliğin ve yalınlığın bile şiiridir. Bu özellikler sonradan edinilmiş değil, doğulunun geleneksel özellikleridir. Akıl ve yürek bir olmuştur. Hayat, en acı, en umutlu deneylerini sermiştir. O şiirler yazılmıştır.

“Ahmed Arif’in şiiri baştan sona somut gerçeklere dayanan bir şiir. Zor bir şiir. Ama, tek bir kez kekelemeden, tek bir kez biçim sıkıntısı, dil, anlatım sıkıntısı çekmeden, benzetmelerin, imgelerin en özgürünü bula kullana yazmış. Benzersiz bir ozan.” (Gülten Akın)

“Ahmed Arif’in şiiri özlemler kullanılarak ya da anlam kullanılarak şu yaşadığımız dünyanın dışına düşürülememektedir. Ahmed Arif’in şiirinin kaynağı, bir şairin çapına ve şairce dikkate bağlıdır: Estetik seçeneğinin hakkını verebilen bir şairin çapına. Ve çapını da, seçeneğini de zebil etmeyen bir şair dikkatine. Bu estetik seçenek, insantekinin ömrünü, insansoyu tarihinin perspektifinde arıyor. Orada temellendiriyor. Bununla kalmıyor. Bu temellendirmenin, yalnız ve yalnız, bu ömürle bu perspektif arasındaki doğal bağlaşıklıkta yattığını biliyor. O yüzden bu şiir yapay değildir. Her türlü kurgu ustalığına sahiptir ama yapay değildir. Ahmed Arif’in şiiri salt bir öneri değildir. Kendini öneren bir gerçeklik biçiminin dilidir. Bu dilde kuşlar kadar çiçekler, renkler kadar sesler de söz sahibidir.” (Veysel Öngören)

***

“Ahmed Arif hep bağlı kaldı şiire. Söylemek gerekir ki, fazla üretken bir şair değildi. Ama, baskı ortamı yüzünden yıllarca yayınlanma olanağı bulamayan şiirlerini 1968 yılında kitaplaştırdığında, özgün sesini kitlelere hemen ulaştırmayı başardı. Hasretinden Prangalar Eskittim, Türkiye’de Nâzım Hikmet’e bile nasip olduğunu sanmadığım bir tiraja ulaştı.

“Ahmed Arif, ömrü olan bir kitaba imzasını attı. Dizeleri dudaklarda dolaşacaktır. Benim bile dilimde şu anda: ‘Kalbim ranhzalara şilte / dosttur içerimde yatan.’” (Ahmet Oktay)

ESERLERİ:

ŞİİR: Hasretinden Prangalar Eskittim (1968), Yurdum Benim Şah Damarın (2003).

MEKTUP: Cemal Süreya’ya Mektuplar (1992).

SEÇİLMİŞ KAYNAKÇA: Salim Şengil / Ahmed Arif (Seçilmiş Hikâyeler, Temmuz 1956), Veysel Öngören / Ahmed Arif’le Bir Konuşma (Ankara Birliği dergisi, Mart 1970), Mehmet Kaplan / Cumhuriyet Devri Türk Şiiri (1973), Gülten Akın / Türk Şiirinde İşlem Gelişimi Üstüne Notlar (Sinan Yıllığı, 1973), Nihat Behram / Ahmed Arif’le Bir Konuşma (Militan, Şubat 1975), Enver Yorulmaz / Ahmed Arif (Çaba dergisi, 1989), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2007) – Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013) - Diyarbakır Ansiklopedisi (2013) – Geçmişten Günümüze Diyarbakırlı İlim Adamları Yazarlar ve Sanatçılar (2014), Refik Durbaş / Ahmed Arif Anlatıyor: Kalbim Dinamit Kuyusu, (1990), Ahmet Oktay / Karanfil ve Pranga (1990), Can Yücel (Milliyet, 3.6.1991), Muzaffer İlhan Erdost / Üç Şair: Nâzım Hikmet, Cemal Süreya, Ahmed Arif (1994), Şevket Beysanoğlu / Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatının Diyarbakırlı Üç Büyük Şairi: Cahit Sıtkı Tarancı, Ahmed Arif, Sezai Karakoç (1997). 

 

AKŞAM ERKEN İNER MAHPUSANEYE

Akşam erken iner mahpusaneye

Ejderha olsan kâr etmez

Ne kavgada ustalığın

Ne de çatalyürek civan oluşun

Kâr  etmez inceden içine dolan 

Alıp götüren hasrete

 

Akşam erken iner mahpusaneye

İner yedi kol demiri yedi kapıya

Birden ağlamaklı olur bahçe

Karşıda duvar dibinde

Üç dal gece sefası

Üç kök hercai menekşe

Aynı korkunç sevdadadır

Gökte bulut dalda kaysı

Başlar koymaya hapislik

Karanlık can sıkıntısı

 

Kürdün gelinini söyler maltada biri

Bense voltadayım ranza dibinde

Ve hep olmayacak şeyler kurarım

Gülünç acemi çocuksu

Vurulsam kaybolsam derim

Çırılçıplak bir kavgada

Erkekçe olsun isterim

Dostluk da düşmanlık da

Hiçbiri olmaz halbuki

Geçer süngüler namluya

Başlar gece devriyesi jandarmaların

Hırsla çakarım kibriti

İlk nefeste yarılanır cıgaram

Bir duman alırım dolu

Bir duman kendimi öldüresiye

Biliyorum sen de mi diyeceksin

Ama akşam erken iniyor mahpusaneye

Ve dışarda delikanlı bir bahar

Seviyorum seni çıldırasıya

 

 

OTUZ ÜÇ KURŞUN

1.

Bu dağ Mengene dağıdır
Tanyeri atanda Van'da
Bu dağ Nemrut yavrusudur
Tanyeri atanda Nemruda karşı
Bir yanın çığ tutar, Kafkas ufkudur
Bir yanın seccade Acem mülküdür
Doruklarda buzulların salkımı
Firari güvercinler su başlarında
Ve karaca sürüsü,
Keklik takımı...

Yiğitlik inkâr gelinmez
Tek'e - tek doğüşte yenilmediler
Bin yıllardan bu yan, bura uşağı
Gel haberi nerden verek
Turna sürüsü değil bu
Gökte yıldız burcu değil
Otuzüç kurşunlu yürek
Otuzuç kan pınarı
Akmaz,
Göl olmuş bu dağda...

2.

Yokuşun dibinden bir tavşan kalktı
Sırtı alacakır
Karnı sütbeyaz
Garip, ikicanlı, bir dağ tavşanı
Yüreği ağzında öyle zavallı
Tövbeye getirir insanı
Tenhaydı, tenhaydı vakitler
Kusursuz, çırılçıplak bir şafaktı

Baktı otuzüçten biri
Karnında açlığın ağır boşluğu
Saç, sakal bir karış
Yakasında bit,
Baktı kolları vurulu,
Cehennem yurekli bir yiğit,
Bir garip tavşana,
Bir gerilere.

Düştü nazlı filintası aklına,
Yastığı altında küsmüş,
Düştü, Harran ovasından getirdiği tay
Perçemi mavi boncuklu,
Alnında akıtma
Üç topuğu ak,
Eşkini hovarda, kıvrak,
Doru, seglavi kısrağı.
Nasıl uçmuşlardı Hozat önünde!

Şimdi, böyle çaresiz ve bağlı,
Böyle arkasında bir soğuk namlu
Bulunmayaydı,
Sığınabilirdi yuceltilere...
Bu dağlar, kardeş dağlar, kadrini bilir,
Evvel Allah bu eller utandırmaz adamı,
Yanan cıgaranın külünü,
Güneşlerde çatal kıvılcımlanan
Engereğin dilini,
İlk atımda uçuran
Usta elleri...

Bu gözler, bir kere bile faka basmadı
Çığ bekleyen boğazların kıyametini
Karlı, yumuşacık hıyanetini
Uçurumların,
Önceden bilen gözleri...
Çaresiz
Vurulacaktı,
Buyruk kesindi,
Gayrı gözlerini kör sürüngenler
Yüreğini leş kuşları yesindi...

3.

Vurulmuşum
Dağların kuytuluk bir boğazında
Vakitlerden bir sabah namazında
Yatarım
Kanlı, upuzun...

Vurulmuşum
Düşüm, gecelerden kara
Bir hayra yoranım çıkmaz
Canım alırlar ecelsiz
Sığdıramam kitaplara
Şifre buyurmuş bir paşa
Vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız

Kirvem, hallarımı aynı böyle yaz
Rivayet sanılır belki
Gül memeler değil
Domdom kurşunu
Paramparça ağzımdaki...


4.

Ölüm buyruğunu uyguladılar,
Mavi dağ dumanını
ve uyur-uyanık seher yelini
Kanlara buladılar.
Sonra oracıkta tüfek çattılar
Koynumuzu usul-usul yoklayıp
Aradılar.
Didik-didik ettiler
Kirmanşah dokuması al kuşağımı
Tespihimi, tabakamı alıp gittiler
Hepsi de armağandı Acemelinden...

Kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız
Karşıyaka köyleri, obalarıyla
Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu,
Komşuyuz yaka yakaya
Birbirine karışır tavuklarımız
Bilmezlikten değil,
Fıkaralıktan
Pasaporta ısınmamış içimiz
Budur katlimize sebep suçumuz,
Gayrı eşkiyaya çıkar adımız
Kaçakçıya
Soyguncuya
Hayına...

Kirvem hallarımı aynı böyle yaz
Rivayet sanılır belki
Gül memeler değil
Domdom kurşunu
Paramparça ağzımdaki...


5.

Vurun ulan,
Vurun,
Ben kolay ölmem.
Ocakta küllenmiş közüm,
Karnımda sözüm var
Haldan bilene.
Babam gözlerini verdi Urfa önünde
Üç de kardaşını
Üç nazlı selvi,
Ömrüne doymamış üç dağ parçası.
Burçlardan, tepelerden, minarelerden
Kirve, hısım, dağların çocukları
Fransız Kuşatmasına karşı koyanda

Bıyıkları yeni terlemiş daha
Benim küçük dayım Nazif
Yakışıklı,
Hafif,
İyi süvari
Vurun kardaş demiş
Namus günüdür
Ve şaha kaldırmış atını.

Kirvem hallarımı aynı böyle yaz
Rivayet sanılır belki
Gül memeler değil
Domdom kurşunu
Paramparça ağzımdaki...

SEVDAN BENİ

Terketmedi sevdan beni,

Aç kaldım, susuz kaldım,

Hayın, karanlıktı gece,

Can garip, can suskun,

Can paramparça...

Ve ellerim, kelepçede,

Tütünsüz, uykusuz kaldım,

Terketmedi sevdan beni...

 

İÇERDE

Haberin var mı taş duvar?

Demir kapı, kör pencere,

Yastığım, ranzam, zincirim,

Uğruna ölümlere gidip geldiğim,

Zulamdaki mahzun resim,

Haberin var mı?

Görüşmecim, yeşil soğan göndermiş,

Karanfil kokuyor cıgaram

Dağlarına bahar gelmiş memleketimin...

ANADOLU

Beşikler vermişim Nuh'a

Salıncaklar, hamaklar,
Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır,
Anadoluyum ben,
Tanıyor musun?

 

Utanırım,
Utanırım fıkaralıktan,
Ele, güne karşı çıplak...
Üşür fidelerim,
Harmanım kesat.
Kardeşliğin, çalışmanın,
Beraberliğin,
Atom güllerinin katmer açtığı,
Şairlerin, bilginlerin dünyalarında,
Kalmışım bir başıma,
Bir başıma ve uzak.
Biliyor musun?

 

Binlerce yıl sağılmışım,
Korkunç atlılarıyla parçalamışlar
Nazlı, seher-sabah uykularımı
Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar,
Haraç salmışlar üstüme.
Ne İskender takmışım,
Ne şah ne sultan
Göçüp gitmişler, gölgesiz!
Selam etmişim dostuma
Ve dayatmışım...
Görüyor musun?

 

Nasıl severim bir bilsen.
Köroğlu'yu,
Karayılanı,
Meçhul Askeri...
Sonra Pir Sultanı ve Bedrettini.
Sonra kalem yazmaz,
Bir nice sevda...
Bir bilsen,
Onlar beni nasıl severdi.
Bir bilsen, Urfa'da kurşun atanı
Minareden, barikattan,
Selvi dalından,
Ölüme nasıl gülerdi.
Bilmeni mutlak isterim,
Duyuyor musun?

 

Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip...
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne - üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının...
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.

 

Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım,
Oğullarım var gelecekte,
Herbiri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim,
Bir umudum sende,
Anlıyor musun?

 

AHMED ARİF

“Bir şair: Ahmed Arif

Toplar dağların rüzgârlarını

Dağıtır çocuklara erken.”

 

“Hasretinden Prangalar Eskittim” kitabıyla Ahmed Arif’in şiiri de gün ışığına çıktı. Böylece Ahmed Arif’in Türk şiirinde zaten öteden beri sağlamış bulunduğu yer, okurun gözünde de matematik bir kesinlik kazandı. Sanırım, bu yer, bundan sonra en az tartışılır yerlerden biri olarak kalacaktır. Şu yaşadığımız günler sarsıntılı, karmaşalı günler. Çok hareketli günler. Ama bu arada fi kir ve sanat hayatımızda yerleşik değerlerin kendi içinde, yeni bir trafik doğmuş bulunuyor. Şimdiye dek şu yönden bakılmış değerlere şimdi bir de bu yönden bakılmakta, dayanıksız değerler ufalanmakta, silinmekte, çok şeyin hesabı görülmektedir. Ayrıca sağlam değerler yerlerini bulmaktadır, ya da bulmaları için pek bir şey kalmamaktadır. Bunun için, iyidir, diyorum, bu sarsıntı, bu karmaşa. Daha önce şairler arası bir “pazarı” olan Ahmed Arif de bu arada bu durumundan fırlayıp okura uzanmak olanağını buldu, ya da gereğini duydu. (...)

Ahmed Arif’in şiiri bir bakıma Nâzım Hikmet çizgisinde, daha doğrusu Nâzım Hikmet’in de bulunduğu çizgide gelişmiştir. Ama iki şair arasında büyük ayrılıklar var. Nâzım Hikmet, şehirlerin şairidir. Ovadan seslenir insanlara, büyük düzlüklerden. Ovadan akan “büyük ve bereketli bir ırmak” gibidir. Uygardır. Ahmed Arif ise dağları söylüyor. Uyrukluk tanımayan, yaşsız dağları, “âsi” dağları. Uzun ve tek bir ağıt gibidir onun şiiri. “Daha deniz görmemiş” çocuklara adanmıştır. Kurdun kuşun arasında, yaban çiçekleri arasında söylenmiştir, bir hançer kabzasına işlenmiştir. Ama o ağıtta, bir yerde, birdenbire bir zafer şarkısına dönüşecekmiş gibi bir umut (bir sanrı, daha doğrusu bir hırs), keskin bir parıltı vardır. Türkü söyleyerek çarpışan, yaralıyken de, arkadaşları için tarih özeti çıkaran, buna felsefe ve inanç katmayı ihmal etmeyen bir gerillacının şiiridir. Karşı koymaktan çok boyun eğmeyen bir doğa içinde. Büyük zenginliği ilkel bir katkısızlık olan atıcı, avcı bir doğa içinde. (...)

Her şairin konuşma tarzıyla (hattâ yüzüyle) şiiri arasında bir yakınlık, bir benzerlik vardır muhakkak; ama konuşmasıyla şiiri arasında bu kadar bir özdeşlik bulunan bir şaire ilk kez Ahmed Arif’te raslıyordum. Onun şiiri, konuşmasından alınmış herhangi bir parça gibidir; konuşması ise, şiirinin her yöne doğru bir devamı gibi. Bir bakıma “oral” (ağza ilişkin) bir şiirdir onunki. Bizde oral şiirin tuhaf bir kaderi vardır: Bu şiirde, genellikle, ya kuru bir söylevciliğe düşülür, ya da harcıâlem duyguların tekdüze evrenine. Daha doğrusu, nedense şimdiye kadar genellikle böyle olmuştur. Bu, sözün yakışığı uğruna, şiirin elden çıkarılması, harcanmasıdır. Ahmed Arif’in şiirinde böyle bir sakınca yok. Hiçbir zaman söyleve düşmez. Bir duygu sağnağı, imgeler halinde, sıra sıra mısraları kurar. Ana düşünce, dipte, her zaman belirli, ama sakin durur; çoğalır, büyür belki, ama kaim bir damar halinde hep dipte durur.

Ahmed Arif, kendi şiirine en uygun yapıyı ve mısra düzenini bulmuş bir şairdir. Anlatımıyla, şiirinin özü arasında özdeşlik vardır. Türkçe’de destan türünün en ilginç deneylerini yapmıştır. En ilginç çıkışını desek daha yerinde olacak. Bir yalçınlığı koyuyor şiirine Ahmed Arif, bir graniti. O yalçınlıktan, birden, sınır köylerine iniyor; “tavukları birbirine karışan” insanları anlatıyor. Bu birdenbirelik onu kekre diyebileceğimiz bir lirizme ulaştırıyor. Ya da tersi oluyor. Eksiksiz bir silâh koleksiyonunun arasından görüşmecisinin yolladığı taze soğan demetini görüyorsunuz. Ahmed Arif, Doğu Anadolu’nun, sınır boylarının yersel görüntüleri içinde oraların türkülerini kalkındırıyor, bütün Anadolu türkülerine ulaştırıyor onları, büyütüyor, besliyor; ama boğulmuyor onların arasında. Doğu Anadolu insanının müthiş malzemesini korkusuz bir lirizm içinde önümüze yığıyor. Sonra bütün Anadolu insanına doğru yayıyor onu. Pir Sultan Abdal’ı, Urfalı Nazif’i, Köroğlu’na, Bedrettin’e götürüyor. Büyük bir sevgiyle, bir umuda çağırıyor Anadolu insanını; gözlerinden öperek, çıldırasıya severek. Evet, halk türkülerinden yararlanıyor Ahmed Arif. Yalnız, halk kaynağının, edebiyat için, şiir için, türkülerden öte daha bir sürü olanak taşıdığını, hattâ öbür halk kaynakları içinde türkülerin o kadar da büyük bir ağırlık taşımadığını iyi biliyor. Bu yanıyla halk kaynağına eğildiklerini sanan başka şairlerden ayrılıyor. Onlar gibi sadece türkülere yaslanmıyor. Özellikle destan türü için vazgeçilmez olan tavrı tâ temelden takmıyor. Çalışmalarını ona göre yapıyor.

Ahmed Arif kendi şiirine en uygun yapıyı ve mısra düzenini getirmiştir, dedik. Bir de, Paul Eluard için söylenmiş bir sözün onun şiirine de uyduğunu söyleyelim: Paul Eluard’ın şiiri imgenin tutsağı değildir; gerçeküstücü döneminde de, ondan sonraki dönemde de, şiirinin temelinde, yatan ana öğe, mısraların kısalığı, kuruluş tarzı ve bunların birbiriyle bağlanma biçimi sayesinde ipuçlarını hiçbir zaman saklamamıştır. Ahmed Arif’te de öyle. İmge, çıplaklığın çarpıcılığını taşır; düşünce, vurucu özelliğini ilk anda kullanır. “Hasretinden Prangalar Eskittim”de bunun birçok örneğini görüyoruz. Sonra, imge onda sınırlı bir öğe değil. Bir bakıma şiirin kendisi, bütünü. Öyle ki bütünüyle vardır onun şiiri. Kelimeler ilişkin oldukları kavramları aşan ve daha geniş durumları kavrayan bir nitelik gösteriyor. Şiirin bütünü içinde kullanılmış bazı düz sözler inanılmaz bir çarpıcılık, bir imge yeteneği kazanmaktadır Ahmed Arif’te. Öte yandan, şiirin içinde birer ikişer kelimelik mısralar halinde akan bu sözler biçim yönünden de önem kazanmaktadır. Öyle ki, kendiliğinden doğan ve yalnız Ahmed Arif’e özgü gizli bir aruz gibi bu sözlerden bütün şiire bir müzik yayılmakta, ya da bütün şiir çekidüzenini onlarda bulmaktadır.

Bu, Mayakovski’nin ritm elde etmek için yaptığı biçim çalışmalarını akla getiriyorsa da, aslında bu noktada iki şairin tutumlarını birbirine karıştırmamak gerekir. (...)  Mayakovski ritmi ses’te aramaktadır. Ahmed Arif ise söz’de arar. Bunun için onun şiiri bir noktada “oral” niteliğini bırakır, çok ötelere gider. Bu yanıyla çağdaş şiirin en yeni yönsemelerine karışır. Özellikle imge konusunda yaptığı sıçrama onu bugünkü şiiri hazırlayanlardan biri yapmıştır. Zaten birçok yeni şairin onun etkisinden geçmesi de bunu gösteriyor. Sadece bu bakımdan bile “Hasretinden Prangalar Eskittim”, geç kalmış bir kitap değildir. Bir de şu bakımdan geç kalmış bir yapıt değildir “Hasretinden Prangalar Eskittim”: Yaşsız bir şiirdir Ahmed Arifin şiiri. Günün değil, çağın değil, çağların “aktüalite”siyle doludur. (...)

“Hasretinden Prangalar Eksittim” yayımlanana kadar çok kişi bilmiyordu Ahmed Arif’in şiirini. Hattâ şöyle diyelim: onun şiirini kendisinden yararlanan birkaç şair dışında pek izleyen olmamıştı. Hele okur kitleleri hiç bilmiyordu. Gerçi şiirlerini elden ele dolaştıranlar, ezberleyip toplantılarda okuyanlar vardı, ama fazla değildi bunların sayısı. “Gizli şair” olarak kalmıştı şimdiye kadar.

(Cemal Süreya / Şapkam Dolu Çiçekle, 1976)

 

 

Yazar: CEMAL SÜREYA

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör