İmam-ı Gazali

Fıkıh Bilgini, Kelam Bilgini

Doğum
Ölüm
Diğer İsimler
İmam Gazali

Kelam ve fıkıh bilgini (D. 1058, Tus – Ö. 1111, Tus). Tam adı Hüccetü'I-İslâm Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed b. Muhammed b. Ahmed el-Gazzâlî et-Tûsî olup Hüccetülislâm, Zeynüddin gibi lakaplarla da tanındı. Or­taçağ Batı skolâstiklerince Abuhamet ve Algazel adı ile anılır. Öğrenimine Tus’ta fıkıh dersleri alarak başladı. Ardından bir süre Cürcân’da öğrenim gördükten sonra Nişabur’a giderek Nizâmiye Medresesi'ne girdi ve dönemin en tanınmış kelâm âlimi olan İmâmü'l-Haremeyn el-Cüveynî'nin öğrencisi oldu. Burada Şâfiî fıkhı, hukuk ekolleri arasındaki tar­tışma teknikleri (hilaf), cedel, akaidle fık­hın kaynakları ve mantık alanlarının yanında hikmet ve felsefe okudu. Cüveynî'nin ölü­münden (1085) sonra Selçuklu veziri Nizâmülmülk'ün sarayına davet edildi. Gazâlî'nin derin bilgisinden etkilenen vezir onu 1091'de Bağdat'taki Nizâmiye Medresesi'ne atadı. Gazâlî burada üç yüze yakın öğrenciye ders verirken bir taraftan da tasnif faaliyetlerini sürdürdü ve felsefe üzerine incelemeler yaptı.

Yaklaşık iki yıl süren bu incelemeler sa­yesinde, bizzat kendisinin de eleştirdiği öteki kelâmcılardan farklı olarak tenkit etmeyi düşündüğü Meşşâî-İşrâkî felse­feyi derinden kavrama imkânını elde et­ti. Ar­dından Batınilik incelemelerine koyuldu. Gazâlî’nin kelâm, felsefe, Batınilik ve tasavvuf hakkındaki son çalışmalarının kendisini ulaştırdığı sonuç, onun zihin ve ruh dünyasında kelimenin tam anlamıy­la bir bunalıma yol açtı. Dört yıllık Nizâmiye'deki müderrislik dönemi­nin sonlarına doğru, temelden kavradığı tasavvufun kendisini derinden etkilemesiyle içinde bulunduğu ruh hali çok daha etkili bir şekil­de ortaya çıktı. Bunun üzerine makam, mal, evlât ve dostlardan ayrıl­ıp Bağdat'la olan bütün ilişkilerini kesmeye karar ver­di. Ailesine yetecek miktardan fazla olan bütün malını muhtaçlara dağıttı. Aslın­da Şam (Suriye-Filistin) yöresine gitmek üzere hazırlık yaptığı halde, ayrılmasına rıza göstermeyeceklerini düşündüğü ha­lifenin ve diğer ileri gelen dostlarının gerçek niyetini öğrenmelerini istemedi­ği için Mekke'ye gideceğini açıkladı. Medresedeki mevkiini kardeşi Ahmed el-Gazâlî'ye bırakarak Bağ­dat'tan ayrıldı (1095). Bağdat'tan Şam'a gitti ve iki yıla yakın bir süre orada kaldı. Bu sırada Emeviyye Camii'ne çekilerek nefsini ter­biye etmek, ahlâkını güzelleştirmek ve kalbini arındırmak maksadıyla riyâzet ve mücâhede ile meşgul oldu; Kudüs'e gitti ve bir süre de orada inziva hayatı yaşadı. Ardından Hicaz’a giderek hac görevini yerine getirdi (1097). Daha sonra Nişabur’a döndü ve Nizâmiye Medresesi'nde öğretim görevine tekrar başladı (1106). el-Münkız isimli eserinde bu ikinci hocalık dönemi için "O zaman mevki kazan­dıran ilmi öğretiyordum; şimdi ise mevki terk ettiren ilme çağırıyorum" ifadesini kullanır. Nizâmiye Medresesi’ndeki görevini üç yıl kadar daha devam ettirdikten sonra Nişabur’dan ayrılarak Tus’a döndü. Burada evinin yanında bir medrese yaptırdı ve hayatının son yıllarını ders vererek, sohbetlere katılarak ve eser yazarak geçirdi. Vefatının ardından ünlü şair Firdevsî'nin mezarının yakınına def­nedildi. Burada bulunan ya­pı halk arasında Hârûniyye adıyla anıl­ır ve bunun bahçesinde yer alan bir kabir Gazâlî’nin mezarı olarak gösteril­ir.

Gazâlî ile ilgili hemen bütün kaynaklar ve araştırmalar onun fıkıh, kelâm, tasavvuf, felsefe, eğitim, siyaset, ahlâk gibi dinî ve aklî ilimlerde söz sahibi, İslâm bilim ve düşünce ta­rihinde eşine az rastlanır bir âlim ve düşünür olduğu konusunda birleşir. Cüveynî'nin öğrencisi olduğu dönem­lerde, bazı felsefî konularla kıs­men meşgul olmakla birlikte asıl felsefe incelemelerine 1091’de gittiği Bağdat'­taki ilk hocalığı sırasında başladı. İslâm toplumunu inançta, kullukta, ferdî ve içtimaî ahlâkta ve genel olarak maddî ve ruhî hayatın bütün cephelerin­de ıslah etmenin yollarını Müslümanların kendi ilim, zihniyet ve kültürlerini oluşturan tarihî mirasında görüyordu. Benimsediği inceleme yöntemi ile kla­sik felsefenin temel disiplinlerinden man­tık, matematik ve çeşitli deneysel alan­ların dinî bakımdan ibrâ edilmesi gerektiğini ortaya koyarak özellikle man­tığın kanıtlama yöntemlerinin Sünnî ke­lâmında kullanılmasına önderlik etti.

Gazâlî, güvenilirliğini kesin olarak kavramadığı hiçbir bilgiyi kesin bilgi saymaz. Kesin bilgi her türlü şüphe ve hata ihtimalinden arınmış olmalıdır. O’na göre, felsefe ve metafizik de ilk nedeni ve mutlak olanı açıklayabilecek güçte değildir. Felsefeden üstün durumda olan dinin ana ilkeleri ancak "vahiy" ve "istiğrak" ile anlaşı­labilir. Bu durumda, felsefenin asıl görevi dine yardımcı olmak ve onu izlemektir. İslâm dinine ters düşen bir felsefe değersizdir. İnsan, gerçeğe gönül temizliğiyle ulaşabilir. Felsefeciler, kelamcılar ve batınîler ayrı tutumlar benimsedikleri halde temel ilke olarak akıldan yararlan­dıkları için doğru yolda değildirler. Bâtınîler'i diğerlerinin yaptığı gibi sadece reddetme kolaycılığına kaçmayıp temel itikadî görüşlerini kaynaklarından alarak ortaya koydu. Dinin pren­siplerini değiştiren ve İslâm'ı başka bir kalıba sokan aşırı tevillerinden örnekler verdi. Daha sonra böy­le bir sapma ve yönlendirme için ellerin­de hiçbir delil ya da yetki bulunmadığını ispat etti. Hatta Bâtınîler'in görüş­lerini onlardan daha iyi sistemleştirdiği, böylece bir bakıma düşüncelerine hiz­met ettiği yönünde bazı tenkitlere bile mâruz kaldı. An­cak Bâtınîler'in yıkılışında Gazzâlî'ye ait eserlerin büyük katkısının olduğu mu­hakkaktır. Bâtınîliğin görünüşte Râfizî bir mez­hep, gerçekte ise tamamen küfre kayan bir inanç sistemi olduğunu belirten Gaz­zâlî onların açıkça iki ilâh kabul ettikleri­ni âhiret hayatı konusunda da İslâmî anlayışı ta­mamen değiştirdiklerini söy­ler. Özellikle âhiret hayatıyla ilgili yorum­larının tevil sınırını aşıp şeriatın sahibini ve Kur'an'ı tekzip derecesine vardığını bildirir.

Gazâlî’nin filozoflara yönelttiği eleştiriler için­de en çok yankı uyandıranı, determinizm doktrinine dair tenkitleri ve bu münase­betle ortaya koyduğu görüşlerdir. Aristocu düşünceye göre sebeple so­nuç arasındaki karşılıklı ilişki zorunlu ol­duğundan tabii bir sebebi olmayan so­nuçtan söz edilemez. Buna göre tabiat­taki bir olayın sebebi yine tabiatın kendisindedir. İslâm filozofları da tabiattaki oluşu Allah'ın hür iradesi yerine O'nun il­mine bağlamak şartıyla bu determinist görüşü devam ettirmişlerdir. Gazâlî sebep-sonuç bağıntısını kabul et­mekle birlikte bu bağıntının tabiatın özünden gelen bir zorunluluk olarak dü­şünülmesini reddeder. Zira böyle bir zo­runluluk ilmî bakımdan kanıtlanamaz. Tecrübe ve gözlemler, sadece sebep ve sonuç denilen iki olayın art arda gelişini tespit etmekle sınırlıdır. Fi­lozofların görüşlerini eleştirdiği me­selelerin her birinde onların kanıtlarını sık sık tahakküm (keyfî hüküm verme), ta­hayyül. telbîs (aldatma), tenâkuz, habâl (kafa karışıklığı), bâtıl gibi kavramlarla ni­teleyerek bu kanıtların kesinlik ifade et­mediğini belirtir. Filozofların Allah'ın varlığı, birliği, cisim olmadığı, nefsin ruhanî bir cevher olduğu gibi konularda İslâmî ba­kımdan benimsenmesi gerekli olan veya benimsenmesinde sakınca bulunmayan görüşleri de bulunduğunu kabul etmek­le birlikte onların kullandıkları yöntem­lerle bu kabullerden hiçbirini kanıtlama­nın mümkün olmadığını ısrarla vurgular. 

Gazâlî, insanın bedenî yanının ahlâkî hayattaki rolü üzerinde de durdu. Buna göre insan bu dünyaya bir imtihan için gönderilmiştir ve şüphesiz bu imti­hanın konusu da esas itibariyle ruhtur. Fakat eğer ruh bedenden soyutlanmış olarak bulunsaydı ondan kötülük doğ­mazdı. Hâlbuki imtihan yani ahlâkî hayat iyi ve kötü çatışmasının bulunduğu yer­de vardır. Şu halde genel olarak ahlâkî hayat insanın ruh-beden varlığı olması­nın bir sonucudur. İslâm felsefe ve tasavvufun­da benimsenen ve aslında Eflâtun'a da­yanan, ayrıca Kur'an'ın öğretisiyle de bağdaşan görüşe uygun olarak ruh Allah'­tan gelmiş ve yine O'na dönecektir. Kulda kudret ve seçme hürriyeti denilen nitelikleri de Al­lah yaratmıştır. Kul bu güç ve hürriyet sayesinde kendi fiillerini seçer ve yapar.

Gazzâlî, tasavvuf ve tasavvufï hayat etrafında oluşan te­reddütleri ortadan kaldırarak bu hare­kete meşruiyet kazandıran, bu şekilde tasavvufun gelişmesinde ve yaygınlaş­masında etkili olan bir mutasavvıf-düşünürdür. İlimlerin en yücesi ve en şereflisi olarak kabul ettiği mârifetullahı sırasıyla Allah'ın zâtı, sıfatları ve fiilleri bölümlerine ayırır, Kur'an'da bunlara insan idrakinin kapasitesi ölçü­sünde yer verildiğini belirtir. Allah'ın varlığını ispat için kla­sik hudûs deliline yer verip mantıkî öner­meler kullanmakla birlikte Kur'an metodunun is­tifade edilecek en iyi yol olduğunu, çün­kü Allah'ın beyanını aşacak başka bir be­yanın bulunmadığını belirterek gaye ve nizam deliline öncelik verir.

BAŞLICA ESERLERİ:

el-Munkizu min ed-dalâl (Kendi yaşam öyküsünü anlatır), el -Vas/f, el-Basit, el-Müstefa (Fıkıh ile ilgili), el-Veciz (Fıkıh usulü ile ilgili), Makasid ül felâsife, Tahâfüt ül-felâsife (Felsefe ile ilgili), Mi'yar ül-ilm, Mihekk ün nazar (Mantık ile ilgili), Mizân ül-amel (Ahlak ile ilgili), el -İktisâd fi'l itikâd, Faysal ül-tefrika beyne'l -islam ve'z-zendeka, Ilcâm ül-avâmm an ilm il-kelam (Kelam ile ilgili), el-Mustazhiri (Batınileri eleştirdiği eseri), er-Redd ül-cemil alâ sarih il-İncil (Hıristiyanları eleştirdiği eseri),  İhya ül-ulûm id-din Bidayet ül-hidâye, Kitâb ül-erbain, Kimyâ yi sa'âdet, el-Maksad ül-esnâ, Mişkâtül envâr er-risâlet ül-ledüniyye, Minhâc ül -âbidin (Tasavvuf ile ilgili).

KAYNAKÇA: Hilmi Ziya Ülken / İslâm Felsefe ve İtikadının Garba Tesiri (1962), Büyük Larousse (c.7, s. 4430-4431, 1986), Ana Britannica (c. 9, s. 319-320, 1987), GH Alfabetik Genel Kültür Ansiklopedisi (c. 8, s. 1449, 1993), Mustafa Çağrıcı / Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (c.13, s. 489-534, 1996), Büyük Türk Klasikleri (c. 3, s. 260, 2004), İhsan Işık / Ünlü Fikir ve Kültür Adamları (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 3, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (12. Cilt, 2017).

 

 

 

 

 

 

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör