Şair ve
yazar, gazeteci, köşe yazarı, araştırmacı, güfte yazarı (D. 1 Ocak 1944,
Diyarbakır - Ö. 29 Eylül 2022, Diyarbakır). Nüfus kayıtlarında Muş Bulanık doğumludur.
Mevlüt
Mergen, ilkokul, ortaokul ve liseyi Diyarbakır'da dışarıdan sınavlara girerek
bitirdi. 1953 - 1992 yılları arası matbaacılık yaptı. 1970 yılından itibaren
mesleğini (askerlik dahil) Diyarbakır Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi
Matbaasında şef dizgici olarak sürdürdü. 1994 yılında emekli olduktan sonra on
iki yıl ticaretle uğraştı.
Mevlüt
Mergen, 2005 yılından itibaren ticareti bırakarak tümüyle şiir ve yazı
çalışmalarına yoğunlaştı. İlk yazıları Ufuk ve Eyvan dergilerinde
yayımlanmış olan Mevlüt Mergen, Diyarbakır’da yayımlanan Yeni Yurt
gazetesinde Mayıs 2005 tarihinden itibaren köşe yazarlığına başladı. Aynı
gazetede 2006 yılından itibaren ayrıca “Damla
Damla” başlığı altında “MM” takma adıyla ikilikler (beyit) yazdı.
Yine 2006
yılından itibaren TRT Diyarbakır GAP Radyosunun “Gün Işığı” adlı programına
katılarak, “Geçmişten Bugüne Diyarbakır”ı anlattı. Radyoda yaptığı bu
konuşmaları ayrıca gazetede yayımladı. “Bibi” adlı şiiri Hayri Yoldaş
tarafından türkü formunda; “Günahım” adlı şiiri ise Ali Atilla Şütşürüp
tarafından ilahi formunda bestelenmiştir.
Vefatı:
Diyarbakır
tarihi, tarihi eserleri, kültürü ve folkloru hakkında geniş bir bilgiye sahip
olan, yaşadığı sürece Diyarbakır'ın en saygın isimleri arasında anılan şair ve
yazar Mevlüt Mergen, 78 yaşında iken 29 Eylül 2022 günü memleketi Diyarbakır'da
vefat etti.
Mergen, 30
Eylül 2022 Cuma günü, Diyarbakır merkez camilerinden Yeniköy Camiinde kılınan Cuma
namazından sonra Mardin Kapı Asri Mezarlığı’nda son yolculuğuna uğurlandı.
Halime
Mergen ile evli olan Mevlüt Mergen'in; Erol, Hacı Bayram, Atiye, Mehmet Sıddık,
Süleyman Recep, Saadet Saliha, Şahabettin, Ali Osman, Büşra Sümeyye adlarında
dokuz çocuğu vardır.
Son köşe
yazısı, vefat ettiği 30 Eylül 2022 Cuma günü Öz Diyarbakır gazetesinde "
Diyarbakır’da Dua Mekanları -18- Sarı Sadık Ali
Türbesi" başlığıyla yayımlanmıştır.
ESERLERİ:
Şiir: Sende Arıyorum Diyarbakır’ı (2006),
Bibinin Diyarbekir Feryadı (2009).
Manzum Öykü: Manzum Diyarbakır Hikâyeleri - Dil Yâresi (2008).
Söyleşi: Ben Küçemi
Özledim - Sur Söyleşileri (2016),
Roman: On Gözlüdür
Gamzedeler Köprüsü (2019).
KAYNAKÇA:
İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye
Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (11. cilt, 2009) - Diyarbakır
Ansiklopedisi (2013) – Geçmişten Günümüze
Diyarbakırlı İlim Adamları Yazarlar ve Sanatçılar (2014), Mevlüt Mergen
/ Diyarbakır’da Dua Mekanları -18- Sarı Sadık Ali Türbesi (ozdiyarbakirgazetesi.com,
30 Eylül 2022), Diyarbakırlı Yazar Mevlüt Mergen
vefat etti! (mucadelegazetesi.com.tr, 30.09.2022).
Yıkıldı eyvanım, çöktü çardağım,
Havuşu arayıp dururam bibi.
Yok oldu, habenem, çömlek çanağım,
Bu yüzden başıma vururam bibi.
Dinle beni bibi, dinle derdim var,
Tanınmaz bir hale geldi bu diyar,
O eşsiz tarihi kitaplar yazar,
Amid’i gezerken ağlaram bibi.
Her küçede birkaç yıkık ev vardır,
Sur içi maziye sanki mezardır,
Dicle’yi dinle bak, hep ahu-zardır,
Derdile dolaram, taşaram bibi.
Bir hazineydi elde, saçıp savurduk,
Antik değerlere, hep kazma vurduk,
Beton yığınlara geçip oturduk,
Üzgünüm, kendimi kınaram bibi.
Görsen tanımazsın bu şehri bibi,
Yer yüzünün küçük mahşeri gibi,
Yerlisi diyarın oldu garibi,
Saçımı, başımı yolaram bibi.
Camiler ayakta, evleri hasta,
Kimse su içmiyor bakırdan tasta,
Yarim ölmüş gibi, yüreğim yasta,
Bir bitmez matemi tutaram bibi.
Kurudu kastalın hamravat suyu,
Söküldü havuzlar, kapandı kuyu,
Anaram damdaki rahat uykuyu,
Ayrıldı taht’ımla sıtaram bibi.
Tanımaz oldular küçeler beni,
Terk eti yeşillik, şu benu-seni,
Çevirdik varoşa evli bedeni,
Resmini duvara asaram bibi.
Mazğananın yeri apartman oldu,
Zerzemin temelde kaldı, kayboldu,
Şeyh Mehmet düzlüğü, dostlarla doldu,
Her gün fatihalar sunaram bibi.
Kavurma nıkrayla ebedi küstü,
Sarı tunç mangallar, siniler süstü,
Paçaya hasrettir sobanın üstü,
Bu hasret közünde yanaram bibi.
Nerde kekom, nerde dayzam, bilmiyem,
Yıllar oldu ben yürekten gülmiyem,
Aksın gözyaşlarım, asla silmiyem,
Dicle nehri gibi çağlaram bibi.
Şerbet üsküreyi arasın dursun,
Zaman saatini maziye kursun,
Bu şehri sevenler bize buyursun,
Hepsine kul, köle oluram bibi...
İçinde yaşadığımız
zamanlar "Diyarbekir evleri" ne aşinalığımızın farkında olmamış,
"sarayları" merak etmiş, "köşkleri" hayal etmişiz.. Ve gün
gelmiş "artık burada yaşanmaz" deyip ucuzu ucuzuna elden çıkarmış,
önce "sur'un" dışına taşmış, "beton" evlere girmiş, sonra
büyük şehirlere akmış aklımız, çoğumuz bu akla
uyup gitmiş, azıcığımız da baba yadigarı deyip, doğduğum ev deyip,
çocukluğunu, gençliğini, ilk göz ağrısını burada bulduğu için oturmuş oturduğu evde..
Kazmalarla, küreklerle
yıkmışız bırakıp gidenlerin evini..Gitmeyenlerin de bir kısmı "sözde
müteahhitleri" bulmuş, "tavanı çökecek nerdeyse oturduğum
odanın" deyerek " taştan, kaftan" evleri yerle bir ettirmiş,
yerine beş katlı, altı katlı yığma apartmanlar (!) diktirmiş..Neden sonra resmiyet "sit
alanı" ilan etmiş "surun" içindekileri.. Ve biz şimdi, bir
yandan Şanlıurfa'ya doğru açılan, öte yandan Ergani'yle kucaklaşmaya hazır hale
gelen, bir köşesinde Silvan'a
"merhaba" deyen evlerin, villaların "şahlanışını" görüp o eski
"Diyarbekir evleri" ne olan aşinalığımızın farkına varıyoruz..
"Hayıflanıyoruz"
Nasıl
"hayıflanmayalım" ki, şimdiki evlerde kış mevsiminde bizi ancak
"kalorifer" ısıtabiliyor, yaz geldiğinde ise "klima" nın,
"vantilatör" ün insafına bırakıyoruz kendimizi..
Balkona çıksak rahat
değiliz, zira karşı balkon bizi seyredebiliyor, yediğimizi, içtiğimizi görüyor,
hatta konuştuklarımızı bile işitebiliyor.. "Aile mahremiyeti" ni
korumak için bir kısmımız balkona bile perde çekmek durumunda
kalıyoruz..Perdeyi çekince de gelecek serinliği red etmiş oluyoruz.. Altı
demir, üstü demir, duvarları tuğla, beton balkonları perdeli bir nevi
^cezaevi" nde yaşıyoruz milyarlar ödeyerek aldığımız "apartman"
dairelerinde..
Ne havuşu var bu
evlerin, ne eyvanı.. "Kiler" diye bazılarına bir küçücük oda
yapmışlar o da evin içinde..Biz kiler deyince zemini toprak, tavanı direk,
duvarları kalın, küçücük pencereleri olan bir "soğuk hava" deposunu
andıran yapıları hatırlarız da şimdikilere bakıp ondan hayıflanırız..Apartmanların
"damı" da yok.. Her kes birbirinin üstüne istiflenmiş adeta.. Oysa
"dam" dendiği zaman, yazın üzerine "sıtara" sıyla dört yanı
çevrili de olsa üstü semaya bakan "taht" ların kurulduğu, bir papatya
bahçesini andıran damları anarız da hayıflanırız..
"Küçe"
kültürü de yok bu yeni yapılanmanın.."sokak" olsa da ismi şimdilerde
her sokak sadece bir "oto park" görüntüsü vermekten öteye
geçemiyor..Siz şimdi bu sokaklarda "ana, ana birinci" yi, yada
çelik-çomağı oyanayan çocukları görebiliyor musunuz? "Topaç" çevirme
tarih oldu.. Hele "ğar" oynama.. bilir mi yeni nesil? Renk, renk
toplar mı şimdikilerin adına "misket" dedikleri "ğar"
ları.. "yumurta vuruşturma" de yok artık, kaynamış "kırmızı yumurta olmayınca kim nasıl
vuruşturacak deyim yerindeyse şimdiki "yapay" yumurtaları..
"Gavurlar" olmayınca "zadikleri" de olmuyor.."Gavur
meydanı" ismi var ama, gavuru yok..
"Küçe"
kültürümüz derken sabahın karanlığında o küçeleri süpürmeye gelen beline kadar
giydiği şalvarıyla, başına örttüğü leçeğiyle, elindeki çalı süpürgesiyle belediyenin
görevlendirdği "süpürgecileri" arıyoruz da "hayıflanıyoruz..
Onur kırıcı derdik, ayıptır derdik de "çöpçü" demezdik bunlara
"süpürgeci" daha bir gönül okşayıcı, daha çok onure ediciydi..
Süpürmeden önce küçeyi su ile yumuşatırlardı yerdeki tozu toprağı, kalkmasın,
kalkıpta insanları rahatsız etmesin diye.. Suladıktan sonra süpürürlerdi.. Süpürdüklerini de bir
kenara toplar, kendilerinden sonra gelecek
"eşekçilere" bırakırlardı..
"Eşekçiler"
geldiklerinde sesini bütün küçeye duyuracak kadar yakseltir, "çöp"
diye bağırırlardı. onlarda kendilerine çöpçü demez, sadece çöp diye
seslenirlerdi.. seslenirlerken de her evin küçe kapısının "şak şak"
ına dokunur kapının önünde olduklarını belirtirlerdi..Nedense "küçe"
den çıkamaz olduk, evlerimizi anlatmak isterken..
Nasıl çıkalım ki, bu
gün hatırası bile bize hoş gelen "odun kıran"ların bağırışları,
"soğuk su sabunu" pazarlayanların seslenişleri, "kuyu
paklayan" ların kendilerini duyuruşları,
"Kara höbür"
cülerin avazları, "şeftali kum malı" deyerek yerli şeftaliyi
soframıza getirenlerin sesleri.. kulaklarımız bunları unutmadığı için şimdiki "korna seslerinin" can
kurtaran sirenlerinin kulağımızı tırmalamasına bakıyor ve "hayıflanıyoruz"..
Şimdilerde bir sürü
"tinerci" "yan kesici" dolaşıyor sokaklarda.. apartmanın
birinci katında, hatta ikinci ve üçüncü katlarında dahi oturuyorsak geceleri gözümüz uyku tutmuyor
"balkondan birileri girerse" diye.. Oysa "eski" dediğimiz o
evlerde öylesine rahat uyurduk ki geceleri.. damlarımız biribirine ya yakın, ya
bitişik.. Küçe duvarımız öyle beden gibi yüksek değil.. Küçe kapımız çengelli
ama, "hırsız" istese her yanından girebilirken biz rahat, rahat
uyurduk.. uyurken de küçede zaman, zaman "bekçi" nin düdük sesini
duyar, analar uyumayan çocuklarını
"bekçi geldi" diye korkutur, bu korku ta o zaman çocukların
yüreğine siner, büyüdüklerinde bekçiyi anımsar suç işlemesine mani olurdu diyor
ve "hayıflanıyoruz"
Söz evimizden açıldı
ve biz unutamadığımız o eski günlere gittik.. oysa şimdiki yapılanmayı
anlatacaktık, "Gazilere" gidecek, "metropol"a
uğrayacaktık.."Toplu konut" u da anlatacaktık.. "hamra
avat" evlerini anarken.. Daha yüzlerce site vardı aklımızda sizlere
sunacağımız.. "Geçmiş zaman olur ki, hayali cihan değer" diyorlar ya,
işte o söz bir kere daha kendisini
bizlere hatırlattı ve gerçekten "hayali cihan değer" o geçmiş zamana
gittik ve "hayıflanıyor"
dönemiyoruz..
Beğenmediğimiz,
bırakıp başka kentlere gittiğimiz, içinde yaşarken "sarayları,
köşkleri" hayal ettiğimiz o eski evlerde yapardık
"düğünlerimizi".. "sünnet merasimlerimizi" Genç
kızlarımızın, delikanlılarımızın eline kına o evlerde yakılırdı.. O evlerde okuturduk "Celal Güzelses'e,
Tarık Çıkıntaş'a, Celal Sevimli'ye, Şaban amca'ya okuttuğumuz
"mevlidlerimizi" Şimdi neden hayıflandığımız daha iyi anlaşılmıyor
mu? Her türlü zorluğu göze alıp "hac" ca gidenlerimiz döndüklerin
de o evlerin kapılarına yazdırılardı
bazı ayetleri ki "bilmeyenler bilsin de bu evde bir hacı var, yardımsever
bir zengin var" diye..
O evlerde her
"ramazan" ayı geldiğinde Kur'an bülbülleri öterdi de hane halkı
"mukabele" okur ve dinlerdi.. İftarlarda ev bir sürü misafirle
dolardı.. "Misafirsiz" iftar sofrası kurarmıydı Diyarbekir hanımları?
"kurmazdı" dediğimiz için "hayıflanıyoruz"..
Aynı evi olmasa da
aynı küçeyi paylaşırdı müslim-gayri müslimler.. "Belirli günler" aynı
saygı ve hoş görü içinde yaşanırdı bu küçelerde.. Evlerde "fiskos"
masaları olmazdı ama, "kastallarda" konuşulurdu "dedikodu"
lar.. Kim evlenmiş, kim nişanlanmış, kim kocasıyla dargın, kimin kaynanası daha
haşin?.. Kastal başı konuları arasındaydı.. "Eri" askere giden
hanımlara bakış daha munis, daha bir hoştu.. Çaktırmadan sorulurdu "bir
ihtiyacın var mı" diye.. "yok" derdi "eri" asker olan
kadın.. çünkü erinin ailesi ona yokluk çektirmez, yemez yedirir, giymez
giydirirdi ta ki kocası askerden gelinceye kadar.. "Evimiz" dedik..
"Halimizi" anlattık.. "Hayıflanmalarımızı" dillendirdik..
Bitmedi ama, biz bitti kabul edelim ve başka bir sohbete bırakalım bundan
ötesini.. Sözü tadında bırakmak gerek..
Halife Ömer'den olunca buyruk,
Amid'in fethine başlar yolculuk,
Akmaya hazırdı kan oluk, oluk,
Sahabe ordusu ne güzel ordu,
Kenar-ı Dicle'de karargâh kurdu.
Surlar..Çetin surlar. burçları vardı,
Sanırdın göğe dek her duvardı,
Ashab fetih için kal'ayı sardı,
Sahabe ordusu ne güzel ordu,
Amid'i ettiler sahabe yurdu.
Garipti sahabe bu uzak il'de,
Şehadet arzusu vardı gönülde,
Akına direniş oldu dahilde,
Sahabe ordusu ne güzel ordu,
Şehadet anında tevhid okurdu.
Azimle bekleyiş sürüp giderken,
Askerin erzakı tükendi derken,
Bir ışık belirdi, bir gün biterken,
Sahabe ordusu ne güzel ordu,
İlahi yardımı hemen bulurdu.
Surlarda ilk tekbir "Allah-u Ekber",
Duyunca sevindi Hazret-i Ömer,
Iyaz b. Ğanem'di fetihte önder,
Sahabe ordusu ne güzel ordu,
Üstün meziyette önder olurdu.
Tevhid'in sancağı sur'a dikildi,
Kalplere İslam'ın nuru döküldü,
Camiler, mescitler inşa edildi,
Sahabe ordusu ne güzel ordu,
Yüzünde beliren sadece nur'du.
Sur'un burçlarında sahabe kanı,
Titredi acıyla kilise çan'ı,
Huzurla tanıştı Amid insanı,
Sahabe ordusu ne güzel ordu,
"Yıldız gibidirler" Resul buyurdu.
Amid'in bağrında şehit aslanlar,
Sultan Sa'saa gibi can kahramanlar,
Allah'ın arşında yaşıyor onlar,
Sahabe ordusu ne güzel ordu,
Önderlik tacını başa kondurdu.
Ecdadım diyerek ashabı tanı,
Yüz sür makberine, dönme arkanı,
Rahmetle yad edip, sun fatihanı,
Sahabe ordusu ne güzel ordu,
Melekler görseydi selam dururdu.
Bu türkü burada bitsin şairim,
Hakkıdır, sevinsin Diyarbekir'im,
Sevinsin toprağım, sur'um nehirim,
Sahabe ordusu ne güzel ordu,
En son otağını cennette kurdu!..
Küçelerin çocuğuyum aslında,
Küçede ağladım, küçede
güldüm.
O hep benimleydi
yalnızlığımda,
Küçe taşlarında gün, gün
büyüdüm.
Ben mi vefasızım, yoksa onlar
mı,
Hasret çekiyoruz birbirimize,
Küçenin kastalı hala akar mı,
Sevgi yüklü kırık
kalplerimize.
Küçe çocukluğum, küçe
gençliğim,
Dinmeyen heyecan küçe
başında.
Kastalından sevda suyu
içtiğim,
Damla, damla öykü yazar
tasında.
“Örtmeler” gördüler ilk göz
ağrımı,
“Çıkmaz” larda geçti mutlu
zamanlar.
Mazinin acısı deldi bağrımı,
Ne mümkün bir daha o
yaşananlar?
Küçeyle ikimiz yabancı gibi,
Yeni dostlar buldu, beni yok
sayar.
O ellerin yari, bense garibi,
Çıkmazlar suskundur, örtmeler
ağlar.
Bakmayın dar diye küçelere
siz,
Ne sevdalar yaşandı o dar
yerlerde.
Küçeyi ben gibi bilemezsiniz,
Kim bilir, söylerim belki
ilerde.
Aldı gençliğimi küçeler
benden,
Hatıram yıkılmış evler
altında.
Çağırsam yarimi evli
bedenden,
Otursak çardaklar, güller
altında..
(10.12.2006, Diyarbakır)
Hatun
kastal derler bir garip çeşme,
Suları
akmıyor, çevresi yıkık.
Yalnızdır
yanına uğramaz kimse,
Tarihine
baksan bir kaç asırlık.
Bir
zamanlar suyu bolca akardı,
Kimi
içer kimi marul yıkardı,
Baharda
çevresi güller kokardı,
Çeşmenin
nasibi şimdi yalnızlık.
Şemsiler
kastala selam dururdu,
Gönüller
burada hazla vururdu,
Neden
ıssız kaldı sevenler yurdu?
Bize
küs musluğu tutmuş hıçkırık.
Hatun
kastal bana beni anlatır,
Akmayan
suyunu gözüm damlatır,
Kastalı
anlatan şu bir kaç satır,
Ruhuma
geçmişten akan bir musluk!.
.
MEVLÜT
MERGEN AMİDİ
Diyarbekir,
12.01.1991