Yazar (D. 27 Ocak 1907, Tekirdağ - Ö. 8 Ocak
1967, Ankara). Ortaöğrenimini Kabataş Erkek Lisesinde tamamlayıp (1925). Ankara
Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdi (1928). Pazarcık, Edirne ve Kayseri’de
savcılık ve hakimlik yaptıktan sonra mesleğinden ayrılarak gazeteciliğe
başladı. Bir ara Adalet Bakanlığında çalışıp (1946-57) yeniden gazeteciliğe
döndü. Ankara Zafer gazetesinde fıkra yazarlığı yaptı. Ankara Adliyesi
Kütüphanesi memuruyken öldü. Cebeci Mezarlığında toprağa verildi.
İlk oyunu “Çıldıran Adam”, Hareket
dergisinde (1927), ilk hikâyeleri Haber gazetesinde çıkmıştı (1935).
Eserlerinde Millî Mücadele dönemi ve bürokrasi çevrelerini konu aldı. Karıncalar
adlı oyunla CHP 1949 Piyes Yarışmasında üçüncülük kazanmıştı.
“İlhan Tarus, bir yandan Sabahattin Ali, Aziz
Nesin, Sadri Ertem çizgisine, bir yandan da Esendal çizgisine yakın bir öykü
evreni kurmuştur. Politik görüşleri, sosyal hicivleri, gündelik olaylara bakışı
onu Toplumcu Gerçekçilik akımına yaklaştırırken, sade, gösterişsiz insanların
sıradan yaşamlarını anlattığı öykülerinde de Esendal çizgisine ulaşmıştır. Ne
var ki Aziz Nesin ile benzer konuları (sosyal hiciv) işlemelerine rağmen ondaki
parlaklığı, Esendal’a yaklaşırken de ondaki derinliği yakalayamamıştır.
“İlhan Tarus ‘gazeteci öykücüler’ kuşağından
bir yazardır. Gazeteci öykücü kavramıyla, gazetecilik yapan öykücüleri değil,
daha çok bir beğeni, düzey ve anlayışı kastettiğimiz belirtelim. Bu
yaklaşımdaki yazarlar, öykülerinde ortalama bir gazete okurunu hedeflerler.
Gazete okurunun bir gazetede görebileceği olaylar, durumlar bu öykülerde hikâye
edilir. Bu tür öykülerin açık, sade, yalın bir yapısı vardır. Okura bulmaca
çözdürmez, kısa bir süre içinde tatlı ve hoş vakitler geçirtir. Konuları da
gazete haberlerinin bir yansımasıdır. Ölümler, siyasi polemikler, memleket
meseleleri, kız kaçırmalar vb.” (Necip Tosun)
ESERLERİ:
HİKÂYE: Doktor Monro’nun Mektubu (1938),
Tarus’un Hikâyeleri (1947), Apartman (1950), Karınca Yuvası (uzun
hikâye, 1952), Ekin İti (1953), Köle Hanı (1954).
ROMAN: Yeşilkaya Savcısı (1955), Var
Olmak (1957), Uzun Atlama: Bir Endüstrileşmenin Romanı (1957), Dur
Göl (1961), Hükümet Meydanı (1962), Vatan Tutkusu (1967).
OYUN: Ceza Hakimi (1940), Bir Gemi (1942),
Suavi Efendi (1962).
İNCELEME: Hıfzıssıha
Enstitüsü’nü Tanıtıyoruz (Cevad Baykal ile, 1940), Yüksek Ziraat
Enstitüsü’nü Tanıtıyoruz (Cevad Baykal ile, 1940), Ahiler (1947).
KAYNAK: TDE Ansiklopedisi (c. 8, 1976-98),
Atilla Özkırımlı / Türk Edebiyatı
Ansiklopedisi (1982), Seyit Kemal Karaalioğlu / Resimli Türk
Edebiyatçılar Sözlüğü (1982), Yurt Ansiklopedisi (c. VIII, 1982-83), Ömer
Lekesiz / Yeni Türk Edebiyatında Öykü - 2 (1999), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda
İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü
(gen. 6. bas. 1999), TBE Ansiklopedisi (2001), Memet Fuat / İncelemeler (2002),
Necip Tosun / Gazeteci Öykücü: İlhan Tarus (Heceöykü, Ekim-Kasım 2004), Mehmet
Nuri Yardım / Yazar Olacak Çocuklar (2004), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye
Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas., 2009).
Hey Tanrım! Ben hepsini unutmuşum. Kırk sekiz yıllık ömrümü de, ömrümün
yarıdan çoğunu dolduran memurluk hayatımı da unutmuşum. Unutmuşum, bu odadan
gelip geçenlerin yüzlerini, seslerini... Ya da anımsamayı gerekli görmemişim,
Bilmem ki niçin... Öyle işte. Oysa Yenidoğan'la Bakanlıklar arasındaki uzun
yolu, sabahlı akşamlı yürürken düşünecek şey gerekiyor insana. Eski günleri
asfaltın üstüne çize çize yürüdüğüm zamanlar, bir buçuk saattan biraz daha çok
çeken, yol kısalıyor gibiydi. Sabahın serinliği sırtımda, kendimi bakanlığın
kapısı önünde buluyordum. Demek eski arkadaşları, seslerini, konuşmalarını,
kalem tutuşlarını, gülüşlerini unutmamışım. Gelgelelim bu beklenmez yaratığı
getirip karşımdaki masaya oturttukları dakikada bunların hepsi silindi
belleğimde. Sanki eski bir betiğin ilk cildini kapamışım da ikinci cildine
hazırlanmışım gibi, öyle bir ferahlık, mutluluk doldu içime.
Pek ahım şahım da güzel miydi? Ölçülerimi de yitirmiştim belki. Hiç bir
yerini, hiç bir kadınınkine benzetemiyorum. Hoş, daha geldiği günün akşamı da
bundan vazgeçtim. Sonra sonra, ucuz ketenden yapılıp da ezilmiş, örselenmiş
olduğunu ayırt ettiğim, belki de hafifçe kirli, az nemli küçük karelerin yan
yana gelmesinden meydana gelmiş rubası, yaka yönünden biraz bolcanaydı derim.
Makinenin üstüne eğilmeden de bir yanı, dur bakayım, sol yanı belli belirsiz
kabarıyordu. Öyle derisinin biraz daha ilerisi, aşağısı, noktalı ışığı
alıveriyordu. Gözlerinin üstüne de, kaşına da, kalın, enli boyalar sürüyordu. Bu
boyanın fabrikasında, onun için yapılmış olacağını yüz kere düşündüm. Öylesine
ki, onu boyasız düşlemek elde değildi. Bu yüzden boyalı olduğunu da aklıma
getiremiyordum. Bönlüğümden mi? diyelim, dudaklarının boyasını istediğim zaman
siliyor, istediğim zaman yeniden sıvıyordum. O da bir parlak, bir kızıldı ya,
gövdesinden ayrıt edilebiliyordu.
Bilmem kimin, daire müdürüne, kim bilir hangi yolla gönderdiğini
söyledilerdi. Günlerce sözü edildi; kulak kesilip dinledim de. Dedim ya,
gereksiz sigara dumanları gibi tümü siliniverdiler; kısa sürede. İlk günü
daireden çıkıp evin yolunu tuttuğum dakikaları ömrüm oldukça unutamayacağım
ama. Bu ha? Bir kuyunun dibinden bol sularla taşarak yeryüzüne, gün ışığına
çıkmışım, ben ha? Karımın, zorlana zorlana yanak çukurlarına yapışıp kalmış, o
tatlı gülümseyişi... Okullarından döner dönmez tulumba başında gıcır gıcır
ayakları, elleri, enseleri yıkanan çocuklarımın takunya tasmalarından sarkan
beyaz parmakları... Alçacık, yer yer morarmış ama, ak sıvası taptaze tavanlarımız...
Ne kerte yorgun olsanız da, nice sinirli, öfkeli olsanız da, hemen ense
kökünüzden terli sırtınıza akıveren o billur soluklu pencereler, perdeler,
saksılar. Hayır, bir sandık kapağı kapanmış, yeni yeni bir kapaklar, bir
dolaplar, bir sokaklar açılmış.
Tam da karşımdaki masaya oturtmuşlardı. Gözünü uzun uzun kucağında,
yumruğunda tuttuktan sonra, kaldırıp bana baktı. Yola çıktığım sıra düşündüm bu
bakışı da. Düz yoldan gitmeyi sıkıntılı buldum. Geniş caddeden vurup Cebeci'yi
tutsam, sonra Ulucanlar'ı yukarı doğru sürüp Atpazarı'ndan park yoluyle
Bentderesi'ne insem... Rüzg(r da bana yoldaş, kıpır kıpır çenemde oynar.
Ayakkabılarım hiç ağır gelmiyor artık. Topuğu vurmuyor, bağları da gevşemiyor.
Birtakım dağ deliklerinin içinden gün boyu, ömür boyu taban teperek, binde bir
ışıyıveren dar mazgalları bekle babam bekleyerek, kaplumbağalar gibi mi
yaşıyoruz biz, dininizi severseniz? Bir açılsın şöyle doruklar, bir yıkılsın
yükler, çözülsün ipler... Ohh! Söylemesi güç de inandırması daha güç, belki de
yolu yok. Burnumdan kalem odasının kokusunu silip almasın diye o rüzg(rdan, o
annece sıvazlayıştan da vazgeçerdim. Yanımdan yöremden sıra sıra akıp giden
insanların sayısından, sesinden adamakıllı kurtulmuştum. İyiden iyiye
duyuyordum ki şehirden de, sokaktan da kurtulmuştum. Birisine çarpmamak için
denge kurmaktan öte, her türlü düşünceyi de atmıştım kafamdan. Böylesine tüy
bir gün, bir saat, bir soluk daha yoktu belleğimde. Nasıl olurdu da bu
benzersiz gölgesiz yaratık, yılların tozuyle bunalmış o kalem odasına düşerdi?
Tanrı benimle eğleniyor muydu yoksa! Bir geldi; serçe kuşları etlice butlarını
nasıl çukurlaştırarak yandaki dala uçarlarsa, öyle aktı şefin masasına doğru.
Şef de onu aldı, yarı yola kadar yürüyüp masasını gösterdi. Ne olduysa o zaman
oldu işte. Dar, o daktilo sandalyeleri... Ama bunun için sanki genişlemiş,
çukurlaşmıştı. Makinenin silindirinden belki biraz daha kalıncaydı beli. Öyle,
bir sıkımlık. Şaşıracaksınız ya, aklıma ilk saldıran düşünce, o belin
kasnağında bağırsaklar nasıl barınır; karaciğer ne eder; dalak, işkembe nice sığışır;
burasını düşündüm. Kavrulmuş bozkırların ortasında bir çalı, kök çalı, günün
birinde düşünmek çabasına tırmanırsa, kesin, benden ayrıntısı olmaz. Kökünü
topraktan çekmeye uğraşsın istediği kadar, çırpınsın kuzey rüzg(rının önünde;
boştur. Nedir; üçüncü gününü süren sakalım bile o akşam, o akşam hani,
avuçlarıma yapışmıyor. Seyrek saçlarımın her kılının Samanpazarı esintisinde
pır pır ettiğini duyuyorum. Hem vallah, hem billah! Ellerim paltomun
ceplerinde, bir avcumda ufak paralar, ötekinde sıcacık, kocaman kapı anahtarı.
Sabahlı akşamlı taksilere binenler acep yaylı, böyle hafif, böylesine oynak mı
olurlar? Bir küçücük meşin çantası var. İkide bir açar; beyaz güller gibi
tomurmuş mendiller çıkarır; burunlarını, gerdanlarını siler. Bir kez daha
bakardı yüzüme. Sanki "o sana yeter!" demek istedi. Yetmedi mi sanki?
Parklarda, ıslak sıraların üstünde oturdum. Oturdum da donuk akşam güneşine
batmış kuru dalların nasıl da güzel, güzellemesine güzel, ömrümde ilk olarak
güzel olduğunu seziverdim. Dokuma gömlek de terden karnıma yapışıp kalmıştı, o
ayazda. Ama karnım hiç yok, çöküvermiş. Sinema oyuncularının kaburgaları
altında göbekleri nasıl çukurlaşıveriyorsa, benimki de öyle. Eriyivermiş. Tığ
gibi kalkmışım sıradan... Yolun gittikçe kısalmasından üzgün, insanlara doğru
yaklaşmaktan umutsuz, Dağ mahallesinin dar asfaltına vurmuşum. (…)
(Türk Dili, Ağustos 1961)