Necati Cumalı

Yazar, Şair

Doğum
13 Ocak, 1921
Ölüm
10 Ocak, 2001
Eğitim
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Burç
Diğer İsimler
Ahmet Necati Cumalı

Şair ve yazar (D. 13 Ocak 1921, Florina / Yunanistan - Ö. 10 Ocak 2001, İstanbul). Tam adı Ahmet Necati Cumalı. Çocukluğu, “Büyük Mübadele”de, ailesinin gelip yerleştiği Urla / İzmir’de geçti. Şehit Kemal İlkokulu (1932), İzmir Erkek Muallim Mektebi orta kısmı (1935), İzmir Atatürk Lisesi (1938), Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi (1941) mezunu. Bir süre Toprak Mahsulleri Ofisinde çalıştı. Askerliğinin ardından bir süre de Millî Eğitim Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğünde (1945-48) çalıştıktan sonra, Urla ve İzmir’de serbest avukatlık (1950-57), Paris Basın Ataşeliğinde memurluk (1956-59), İstanbul Radyosunda redaktörlük (1959-63) yaptı. Dışişleri Bakanlığında görevli olan eşi ile birlikte İsrail ve Paris’te bulundu. 1970 yılından itibaren İstanbul’da serbest yazarlık yaparak yaşadı ve yakalandığı akciğer kanseri nedeniyle öldü. Zincirlikuyu Mezarlığında toprağa verildi.

Edebiyat hayatına şiir, hikâye ve denemelerini, Urla Halkevinin dergisi Ocak’ta yayımlayarak (1939) başladı. Daha sonra yazı ve şiirlerini Varlık, Servet-i Fünûn-Uyanış, Küllük, Yeni İnsanlık, Ülkü, Ankara, Yücel, Seçilmiş Hikâyeler, Yenilik, Yeditepe dergileri ile Ulus, Dünya ve Cumhuriyet gazetelerinde yayımladı. 1980 sonrasında haftalık 2000’e Doğru dergisinin yazı kurulunda ve sürekli yazarları arasında yer aldı. Şiir, hikâye, roman, deneme ve oyun alanında verdiği eserlerle yirminci yüzyılın en üretken yazarlarından biri oldu. Her türden eserleri yirmiyi aşkın dile çevrildi. Bazı oyunları yurtdışında birçok kez oynandı.

Şiirlerinin çoğunda yaşanmış sevgileri, aşka, kadına dair özleyişleri anlattı. Son şiirlerine kadar devam eden aşk temasıyla yetinmeyip halkın, köylünün ve memleketin dertlerini sergileyen, haksızlıklara, yolsuzluklara öfkelenen, dostluk, aile, gençlik özleyişlerini, çağdaş insanın yalnızlığını, manevi değerlerin yıpranış ve çöküşlerinden doğacak olumsuz, merhametsiz dünyayı dile getiren şiirler de yazdı. 1940 toplumcu anlayışına bağlı, açık, duru, sağlam Türkçesiyle, çoğu kısa mısralardan kurulmuş olan şiirlerini iyimser bir üsluba özen göstererek sürdürdü. Şiirlerinin çoğunda tatlı bir yaşama sevinci vardır. Yaşar Kemal'in deyişiyle "yaşlanmaz şair çocuk" olarak doğayı, insanları, her şeyi sever. Şiirlerinde sevmek, sevilmek, sevinmek, sevişmek, sevinç, sevgi, sevimli gibi dünyaya ve insanlara bağlılık ve mutluluk duygusu ifade eden anlatımlara sık sık rastlanır. Üslubu durudur, edebi sanatları sıkı sıkıya kullanma kaygısı taşımaz.

Oyunlarının düşünsel temelini "ulus olma bilinci"yle Atatürkçü, çağdaş ve laik bir toplum anlayışı oluşturur. Bu anlayışla ve hümanist bir yaklaşımla Anadolu insanının sorunlarını ve toplumun aksayan yönlerini sergiler. Türk tiyatro edebiyatına ve sahne hayatına yerli, canlı ve değişik konu ve kişileri getiren Cumalı, karmaşık ilişkileriyle ve yapısıyla beliren "insan"ın, karanlıkta kalan taraflarına ışık tutar. Toplumun ve toplum içinde sıradan insanın aksayan taraflarına yönelttiği eleştiri oklarıyla, ideali sezdirmeyi amaçlar. Şiirlerinde olduğu gibi, oyunlarında da insan ve doğa sevgisini, aşk ve yurt sevgisi ile buluşturur. Hem birey, hem de toplum adına özeleştiri sayılabilecek gerçekleri gün ışığına çıkarmaktan çekinmez.

Şiirinde yer almayan kimi gözlem ve saptamalarını hikâye, roman ve oyunları aracılığıyla işler. Bunlarda, çevresindeki gerçekleri yansıtma çabası da sezilir. Dönemin edebiyat anlayışına uygun olarak kaleme alınan ilk hikâyelerini Sait Faik tarzında “benöyküsel” bir dille yazdı. Gençlik döneminin aşklarını konu alan bu ilk hikâyelerde olaylara "saydam bir perdenin arkasından baktığı" söylenebilir. Özellikle 1960'tan sonra yazdığı hikâye ve romanlarında, Urla ve çevresine ait gözlemleri ile avukat olarak baktığı dosyalardan, karşılaştığı olaylardan öğrendiklerini birlikte kullanır. Doğa ortasında sürdürülen "canlı ve sert hayat"a ait çeşitli görünüşler, geleneksel yaşayış biçimiyle yasalar ara­sındaki çatışmalar yalın bir anlatımla hikâyeleştirilir. Toplum-doğa çatışması yanında yerli söylencelerden de yararla­nan Cumalı, kasaba hayatına ait çeşitli görünüşleri yansıt­mayı da ihmal etmez. Hikâye ve romanlarında erotizmi de düzeyini düşürmeden kullanır, cinselliğin hayattaki yerini ve önemini hareket noktası olarak almaya çabalar. Onda Freudcu öğreti ile göz­lemler birbirini destekler durumdadır. Cinsel içgüdülerle ve sosyal değerlerin çatışması çevresinde insan türünün bu ta­rafı sergilenir.

Necati Cumalı'nın : Boş Beşik (yön. B. Gelenbevi, 1952; yön. O. Elmas, 1969), Tütün Zamanı (yön. O. M. Arıburnu, 1959), Susuz Yaz (aynı adlı hikâyeden, yön. M. Erksan, 1963; yön. Y. Duru, 1973), “Dila Hanım" (Makedonya 1900 adlı hikâyeden, yön. O. Aksoy, 1976); Derya Gülü (yön. S. Du­ru, 1979), Mine (yön. A. Yılmaz, 1982), "Tutku" (Öç ad­lı hikâyeden, yön. F. Tuna, 1984), Adı Vasfiye (aynı adlı hikâyeden, yön. A. Yılmaz, 1985), "Dul Bir Ka­dın" (Bir Sabah Gülerek Uyan adlı hikâyeden, yön. A. Yılmaz, 1985), Uzun Bir Gece (yön. S. Duru, 1988) eserleri sinemaya uyarlandı.

İş Karar Vermekte ile 1957 Basın Yayın Genel Müdürlüğü Kısa Radyo Oyunu Yarışması İkincilik Ödülünü, Değişik Gözle ile 1957 ve Makedonya 1900  ile 1976 Sait Faik Hikâye Armağanını iki defa kazandı. Yağmurlu Deniz kitabına 1968 Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü, bütün şiirlerini topladığı Tufandan Önce’ye 1984 Yeditepe Şiir Armağanı verildi. Yaralı Geyik ile 1978 Muhsin Ertuğrul Oyun Ödülünu, son romanı Viran Dağlar ile 1995 Orhan Kemal Roman Armağanını ve Yunus Nadi Roman Ödülünü aldı. Metin Erksan’ın sinemaya uyarladığı Susuz Yaz filmi de 1964 Berlin Film Festivalinde Altın Ayı Ödülünü alarak, ülkemize sinema alanındaki ilk uluslararası ödülü kazandırdı. Dün Neredeydiniz? oyunuyla da 1982 Kültür Bakanlığı Tiyatro Ödülünü aldı. 

“Muhayyilesi ve şiir kabiliyeti, tasvir ettiği manzara kadar canlı ve hareketli olan şairin, istidadına ve cevherine aykırı yola sapmaması lâzımdır. O, istediği kadar toplum meseleleriyle uğraşacağım, desin. ‘Urla’da’ ki ‘Güler’in Aşkı’ onu kendisine çekecek, şuuraltının ânî feveranları, ona, gerçek şiirin nerede olduğunu hatırlatacaktır.

“Şair kişiliğinden haberi olan insandır. Sanat için en tehlikeli yol, istidadı boş yere harcamadır. Necati Cumalı, dört eseriyle, şiirin çileli yolunu tuttuğunu, ondan ayrılmanın imkansızlığını iyiden iyiye göstermiştir. Pür şiirle arasındaki mesafe ne olursa olsun, ona doğru atılışlar, şüphesiz şiir için de, kendisi için de meçhul ve geniş imkân kapısını yoklayış olacaktır.” (Hikmet Dizdaroğlu)

Şiirlerinde bireyin sorunlarına, yaşadığı ortamın onun dünyasının biçimlenmesindeki etkilerine değindi. Güncel kaygılar, aşklar, sevgiler, savrulmalar, acılarla yüklü bir yaşamdan kesitleri sundu. Şiirlerinde işlediği konular, izleklerle çağdaş Türk şiirinin oluşumları dışında bir yer edinmesini sağladı. (...) Roman ve öykülerinde Ege yöresini anlattı. Taşra, kasaba insanının gerçeğini; yaşadığı toplumsal sorunları bu bakış açısıyla yansıttı. Özellikle “Tütün Üçlemesi” olarak nitelendirebileceğimiz Tütün Zamanı / Zeliş, Yağmurlar ve Topraklar, Acı Tütün bu izlekleri içeren romanlarıdır. (...) Cumalı, oyunlarında da toplumsal yapıdaki eksiklikleri, aksaklıkları; insan ilişkilerinin trajik yanlarını işledi.”  (Feridun Andaç)

ESERLERİ:

ŞİİR: Kızılçullu Yolu (1943), Harbe Gidenin Şarkıları (1945), Mayıs Ayı Notları (1947), Güzel Aydınlık (1951), Denizin İlk Yükselişi (ilk üç kitabının eklerle yeni basını, 1954), İmbatla Gelen (1955), Güneş Çizgisi (1957), Yağmurlu Deniz (son iki kitabı ve yeni şiirleri, 1968), Başaklar Gebe (1970), Ceylan Ağıdı (1974), Aç Güneş (bütün şiirleri, 1980), Bozkırda Bir Atlı (1981), Yarasın Beyler (1982), Tufandan Önce (bütün şiirleri I, 1983), Aşklar Yalnızlıklar (toplu şiirleri, 1985), Kısmeti Kapalı Gençlik (bütün şiirleri II, 1986), Seçme Şiirler (1998).

HİKÂYE: Yalnız Kadın (1955), Değişik Gözle (1956), Susuz Yaz (1962), Ay Büyürken Uyuyamam (1969), Makedonya 1900 (1976, Dilâ Hanım adıyla, 1978), Kente İnen Kaplanlar (1976), Revizyonist (1979), Yakub’un Koyunları (1979), Aylı Bıçak (1981, Uzun Bir Gece adıyla 1991).

ROMAN: Tütün Zamanı (1959, Zeliş adıyla 1971), Yağmurlar ve Topraklar (1973), Acı Tütün (1974), Aşk da Gezer (1975), Uç Minik Serçem (1990), Viran Dağlar (1994).  

OYUN: Mine (1959), Oyunlar 1 (Boş Beşik, Ezik Otlar, Vur Emri, 1969), Oyunlar 2 (Susuz Yaz, Tehlikeli Güvercin, Yeni Çıkan Şarkılar, 1969), Oyunlar 3 (Nalınlar, Masallar, Kaynana Ciğeri, 1969), Oyunlar 4 (Derya Gülü, Aşk Duvarı, Zorla İspanyol, 1969), Oyunlar 5 (Gömü, Bakan Bekliyoruz, Kristof Kolomb’un Yumurtası, 1973), Oyunlar 6 (Mine, Yürüyen Geceyi Dinle, İş Karar Vermekte, 1977). Yaralı Geyik (1981), Dün Neredeydiniz (1983), Bir Sabah Gülerek Uyan (1990), Vatan Diye Diye (1990), Devetabanı (1992), Ceyhan ile Sevdican (1988) ve Yalnız Ölü (1990) adlı oyunları yayımlandı ama sahnelenmedi.  

DENEME: Niçin Aşk (1971), Senin İçin Ey Demokrasi (1976), Etiler Mektupları (1982), Niçin Af (1989), Şiddet Ruhu (1990), Ulus Olmak (1995).

SENARYO: Bağımsızlık ya da Ölüm (1987).

GÜNCE: Yeşil Bir At Sırtında (1990).

İNCELEME: Muzaffer Tayyip Uslu: Şiirleri Yazıları ve Kendisi İçin Yazılanlar (1956), Guillaume Apollinaire: Yaşamı, Sanatı ve Şiirleri (1986).

UYARLAMA: Çalıkuşu (R. N. Güntekin’in romanından oyun, 1963).

ÇEVİRİ: Yedi Efsane (G. Keller’den D. Güney ile, 1946), Meşe Ağaçlı Köşk (T. Storm’dan D. Güney ile, 1946), Memleket Özlemi (L. Hughes’ten, 1961), Altın Araba (M. Prosper’den, 1963), Şiirler (G. Apollinaire’den derleme, 1965).

HAKKINDA: Hikmet Dizdaroğlu / Güzel Aydınlıklar (Hisar, sayı: 23, Mart 1952), Tahir Alangu / Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman III (1959), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (1960), Mehmet Kaplan / Cumhuriyet Devri Türk Şiiri (1965), Necati Cumalı Özeleştirisini Yapıyor (Yeni Edebiyat, 1971), Mehmet Kaplan / Cumhuriyet Devri Türk Şiiri (1973), N. Ç. Berksoy / Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi (1977), Sennur Sezer / Necati Cumalı’ya Yeni Kitabı ‘Tufandan Önce’ Üstüne Sorular (söyleşi, Yazko Somut, 25 Kasım 1983), Tuncer Uçarol / “Tufandan Önce”den Yola Çıkarak Necati Cumalı ile Söyleşi.(Varlık, Ocak 1985) - “Tufandan Önce” Necati Cumalı’nın Şiirleri (Çağdaş Eleştiri, Mart 1985) - İyi Şiir Formülü Y x (K+V) = İ (Broy, Kasım 1986), Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı ‘85 (1986, s.336-343), Ahmet Kabaklı / Türk Edebiyatı IV (1989), Ş. Aktaş / Necati Cumalı (Türk Dili, Ekim 1989), Necati Cumalı’ya Saygı (1996), Necati Cumalı’ya Selam (Hacette Üniversitesi, 1996), Agâh Özgüç / Türk Filmleri Sözlüğü I-II (1997-98), Ömer Lekesiz / Yeni Türk Edebiyatında Öykü 3 (1999), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (1999), Mehmet Nuri Yardım / Romancılar Konuşuyor (Çocukluğunu Yaşayan Yazar Necati Cumalı: İyi Romancılarımız Var, 2000), Feridun Andaç / Necati Cumalı (Superonline.com, 2000), Feridun Andaç / Edebiyatımızın Yol Haritası (2000), Mehmet H. Doğan / Şair Necati Cumalı Üzerine (Cumhuriyet Kitap, 10.5.2001), TBE Ansiklopedisi (2001), Songül Taş / Necati Cumalı ve Oyunları (2001) - Necati Cumalı’nın Yaşamı ve Yapıtları Üzerine (Türk Dili Dergisi, s: 88, Ocak-Şubat 2002), Veysel Gültaş / Kadı Burhaneddin’den Günümüze Hukukçu Şairler Antolojisi (2003), Hatice Müberra Kıran (Yeni Urla, 14. 1. 2001), Mehmet Nuri Yardım / Yazar Olacak Çocuklar (2004), Serap Akçaoğlu Saydım / Necati Cumalı’nın Hikâyeciliği (Heceöykü, Ağustos-Eylül 2004).

KAYBOLAN (öykü)

Erkek kapıyı açtıktan sonra geri çekildi. Geçmesi için karısına yol verdi.

Ellerinde küçük yol çantaları, bavullarıyla eve girdiler.

Bir tuhaftı evin içi. On gündür insansız kaldığını belli eden bir hava, bir yabancılık kokusu sinmişti her köşesine.

Kadın salonun bahçeye bakan pancurlarını açtı. Nisan başlarında bir ikindi üstünün hızı geçmiş güneşi eşyayı aydınlattı.

-Şu hale bak, dedi. Dört bir yan toza bulanmış. Ev bu durumdayken imkânı yok rahat edemem. Hemen kolları sıvamam gerek.

Erkek salondan yemek odasına geçti. Odanın pancurlarını açarken karşılık verdi:

-Gelir gelmez iş çıkarma başına Allahaşkına. Bir nefes alalım da sonra.

Kadın pardesüsünü çıkarıp astı. Sobayı yakmak için hazırlığa başladı.

-Ev berbat olmuş! İyi ki döndük! Beş gün daha kalsak kimbilir ne duruma gelirdi?..

Erkek yöresine baktı bir daha. Bu ev, tertemiz, sıcacık, pırıl pırıldı her ansıyışında. Şimdi ise, bu durumuyla bütün eşyaları çok eski bir zamandan kalmış gibi yabancı, anlamsız, soğuk geliyordu ona.

Karısı bir sepet odunla geldi:

-Ben bayağı yadırgadım evi! Sen?

Yardım için karısına yaklaştı:

-Ben de. Sanki hiç oturmamış gibiyiz burada...

Az sonra sobanın yakılması, salonun, yemek odasının, mutfağın pancurlarının, perdelerinin açılması bitti. Günlük yaşayışlarının yıllardır alışık oldukları ışığı kapladı evin içini. Sobanın çıtırtıları başladı.

Erkek:

-Akşamı düşündün mü? dedi. Ne yiyeceğiz?

Kadın:

-Bilmem ki? dedi. Hiçbir şey yok evde! Bir şeyler al gel istersen.

-Ne alayım? Söyle de ona göre. Bilirsin çarşı işine pek aklım ermez.

Kadın, mutfaktan alıp geldiği fileyi erkeğin eline tutuşturdu:

-Mutfak bomboş. Bu saatte ne bulursan al. Pirzola, ekmek, peynir, yumurta, marul, limon, ne bulursan al işte. Fileyi doldur. Ben de evi toplayayım. Sen yokken daha iyi çalışırım.

Erkek elinde file çıktı. Kadın çarçabuk temizliğe girişti onun ardından. Salonun, yemek odasının tozunu aldı. Süpürdü. Mutfağın fayanslarını sildi. Çantaları açıp kirlileri ayırdı.

Erkek bir saate yakın bir süre sonra, güneşin kavuşmasına yakın döndü. Fileyi, aldıklarını mutfaktaki masanın üstüne bıraktı. Kadın geldi. Fileyi boşaltmaya, gelen paketleri açmaya başladı. Pirzolayı, peyniri, limonları, yumurtaları, derken pirzola paketine benzer başka bir paketi ayırdı. Eliyle yokladı. Burnuna götürdü:

-Bu ne?

Erkek:

-O mu? dedi yaklaşarak. Ciğer aldım. Kediye.

Kadın paketi masaya bıraktı:

-İyi düşünmüşsün.

-Nerelerde?

-Ayvaz mı?

-Ayvaz tabii!

-Çıkar gelir herhalde.

Erkek mutfak penceresinden yan yan dışarı baktı:

-Hiç mi görünmedi?

-Görünmedi.

Adam bu sefer mutfağın bahçeye açılan kapısını açık bıraktı. Seslendi:

-Ayvaz! Ayvaz, gel, pisi pisi...

Bahçeyi seslene seslene dolandıktan sonra mutfağa döndü. Öteberiyi dolaba yerleştiren karısının yanında durdu:

-Merak etmiyor musun?

-Etmez olur muyum? Ediyorum ama, bu mevsim onların hovardalık mevsimi. Evde durmazlar pek. Gelir nerdeyse, diyorum.

Adam, gözleri mutfak penceresinden dışarıda, mırıldandı:

-Tuhaf! Her gelişimizde, sinemadan, gezintiden dönüşümüzde kapıda ayaklarımıza dolanırdı. Böyle görünmeyişi tuhaf gelmiyor mu sana?

Kadın marulları yıkamak için musluğa yaklaştı:

-Tuhaf olmasına tuhaf tabii! Ayvaz hiç gecikmezdi. Ama on gündür hayvan yalnız. Elbet bir başının çaresine bakmıştır. Benim nerelerdeyse çıkar gelir gibime geliyor...

Adam karısına döndü yine:

-Biliyor musun? Hiç iyi yapmadık hayvanı öyle ortada bırakıvermekle. Hiç değilse komşulara emanet edecektik. On gündür hep sana soracaktım. Canın sıkılmasın diye anmadım. Başına bir şey gelmesin hayvanın?

-On günde ne gelecek başına? Bir yerlerde takılmıştır herhalde. Şimdi neredeyse çıkar gelir...

Adam sıkkın, somurttu:

-Gelecek olsa gelirdi! Nafile! Bana gelmez gibi geliyor...

Kadın ortadan yarıya böldü iki marulu, yapraklarını aralayarak, musluğun altında iyice yıkadı. Büyük bir tencereyi suyla doldurup marulları içine bastırdı. Tencereyi kaldırdı. Kocasına döndü:

-Kocaman çocuksun sen! Hep üzüntü ararsın.

Sonra da kocasını elinden tutup mutfaktan dışarı çıkardı:

-Hadi, yardım et de bavulları yukarı çıkaralım. Bu patırtı kalksın.

Salondan üst kata çıkan merdiven başında duran iki bavulu erkek, küçük iki yol çantasını da karısı aldı. Yatak odasına çıkarıp, elbise dolabının önünde yere bıraktılar. Adam karyolanın kenarına ilişip oturdu. Kadın pencerenin perdelerini açtıktan sonra kocasına döndü:

-Oh! Nasıl özlemişim odamızı!

Gün kavuşmuştu artık. Odanın içi alacakaranlıktı. Kocası susuyordu. Gelip kocasının yanına oturdu. Elini omuzuna koydu:

-Sen özlemedin mi? Söylesene!

-Özledim elbette!

Kadın konuyu değiştirdi:

-Kimseyi gördün mü dışarıda?

-Suat'a rastladım.

-Nasıllarmış?

-İyilermiş. Yorgun değilseniz akşama yemeğe bize gelin, dedi. Karısı çok özlemiş seni.

-Ne dedin?

-Sen istersen gideriz, dedim.

-Gidelim mi?

-Bilmem?

Kadın kalktı. Derin bir soluk alarak gerindi.

-Öyle yorgunum ki! Gitsek, sofra gürültüsünden kurtulurum. Ama şimdi sokağa çıkmak da ayrı dert!

Sokağın ışıkları yandı o sırada. Erkek de kalktı. Pencereye yaklaştı. Kadın elektriği açtıktan sonra pencere önüne geldi. Perdeleri kapadı. Hâlâ pencerenin kenarından sokağa bakan kocasının başını çenesinden tutarak kendine doğru çevirdi. Ellerini alıp, kendi beline doladı. Adamın göğsüne iyice sokuldu.

-Biliyor musun? dedi, tatlı bir sesle, bir haftadır çok yorulduk. Bittim akrabadan akrabaya, tanıdıktan tanıdığa koşmaktan!.. Şu saati öyle özlemiştim ki! N' olursun üzme kendini...

Sarmaş dolaş, öylece bir iki adım atıp yatağın kenarına iliştiler yine.

-Canım iyice sıkıldı şu Ayvaz'ın gelmeyişine!

-Hadi unut onu artık! Nasıl olsa gelir. Bir şey olmamıştır merak etme. Kediler yedi canlı derler.

Adam karısının saçlarını okşuyordu yavaş yavaş.

-Sanmam! Gelse gelirdi...

Kadın, kocasının dudaklarına hafif bir öpücük kondurdu. Gözleri ışıl ışıldı:

-Canım, dedi. Ne iyisin!

Daha uzun bir öpüşü denediler. Sonra birbirinin yüzüne bakakaldılar bir süre. Kadın toplanan etekliğini eliyle düzelterek kalktı:

-Suat'lara gitmeyelim istersen?

-Sen bilirsin.

-Canın sıkkın. Bilirim orada da oyalanamıyacaksın. Erken yatarız daha iyi.

Adam da kalktı:

-Fena olmaz.

-Hadi istersen bakkaldan telefon et, gel. Gelemeyeceğimizi söyle. Ben de sofrayı hazırlayayım.

Alt kata indiler. Adam telefon etmek için çıktı. Yemek odasının önü küçük bir balkona açılırdı. Saksıları vardı orada. Kadın sofrayı kurdu. Sonra da on gündür susuz kalan çiçekleri sulamaya çıktı balkona.

Bitişik evde balkonlarına bakan bir pencere açıldı. Evin kadını pencerede göründü:

-Hoş geldiniz kuzum! Nerelerde kaldınız?

-Hoş bulduk canım!

-Ne zaman geldiniz?

-Biraz önce. Bir iki saat oldu.

-Pek yalnız kaldık doğrusu sizsiz. Özlettiniz kendinizi!

-Biz de sizleri özledik!

-Çok kaldınız mı İstanbul'da?

-Topu topu on gün işte! Yolu da sayarsan.

-Bir şey değil doğrusu. Gezdiniz, eğlendiniz mi bari?

-Yorgunluk işte! Kalabalık, gürültü. İnsan eğlendiğini anlamıyor ki!..

-Bizim de niyetimiz var yaza...

-Daha iyi edersiniz. Biz hiç iyi yapmadık şimdi gitmekle. Hep soğuk, yağmurlu gitti havalar...

-Sorma canım! Burada da öyleydi. İki gündür düzeldi.

Kadın sözü değiştirdi:

-Kuzum bizim Ayvaz gözünüze ilişti mi hiç?

-Niye sordun?

-Görünürde yok da ..

-Üç gün önce gördüm o soğuklarda.

-Nerede?

-Kapının önünde. Güneşte büzülmüş titriyor gibiydi.

Kadın meraklandı:

-Hasta mıydı dersin?

-Çağırdım. Bir şeyler döktüm yiyecek. Gelmedi. Hasta olmalı herhalde.

-Büsbütün dert oldu içime şimdi. Bir şey olmasın hayvana...

Komşu kadın omuzlarını kastı:

-Bilmem. Bir daha görmedim. İnşallah olmamıştır!

-Geldiğimizden beri meraktayız. Nerede aramalı bilmem ki!?

-Yaa! Vah vah!

-Turgut çok üzülüyor. Ben üzüntümü saklıyorum, o biraz rahatlasın diye...

-Yazık! Üzülmeyin, gelir inşallah!

Sokak kapısının açıldığını duydu. Kulak verdi. Kapının kapatıldığını duydu şimdi de.

-Turgut geldi galiba, dedi. İyi akşamlar!

İçeri girmek için geriledi.

-İyi akşamlar!

Komşusu penceresini kapadı. Kadın yemek odasına girdi. Kocası sordu:

-Ayvaz geldi mi?

-Gelmedi daha!

Kocası başka bir şey sormadı. Kadın yemeği getirmek için mutfağa gitti.

Yemekte, yemekten sonra yatak odasına çıkıncaya kadar Ayvaz'ın sözünü açmadılar bir daha. Saat sekizi, sekiz buçuğu, dokuzu vurdu. Kadın birkaç kez, bir bahane uydurup mutfağa kadar, Ayvaz geldi mi diye gidip baktı. Erkek her cigara yakışta, kalktı, bahçeye, balkona açılan kapıların önünde durdu. Camlardan dışarıda Ayvaz geldi mi diye arandı. Kulakları sesteydi ikisinin de. Duydukları en küçük gürültüde, ikisi de gözlerini pencereye dikiyor, Ayvaz'ın sırtını kamburlaştırarak, cama sürtünmesini, pencereyi açmalarını beklemesini görür gibi oluyorlardı.

Saat dokuzda kadın:

-Ben yatacağım, uykum geldi, dedi. Kalktı.

Erkek:

-Peki, dedi, beraber çıkalım.

Yatak odasının elektriğini açıp kapısını kapadılar. Hiçbir şey konuşmadan pencereye doğru ilerledi ikisi de. Erkek perdeyi ucundan aralayıp bir daha dışarı baktı. Sonra perdeyi elinden bıraktı.

Kadın çoraplarını çıkartırken:

-Haklısın, dedi. Biri eksilmiş gibi sanki evden!...

Erkek pencereden ayrıldı. Ceketini çıkardı. Sandalyenin gerisine astı:

-Aslında da öyle. Üç canlıydık bu evde...

-Çok üzüldüm. Akşamdan beri kendimi zor tuttum.

-Yüzünden, sesinden belliydi. Sen benden çok severdin Ayvaz'ı.

Kadın gece lâmbasını yakıp elektriği söndürdü. Elbisesini iki eliyle eteklerinden tutarak başının üstünden çekip çıkardı. Geceliğini giydi. Yatağa girdi.

-Mutfakta yemeği hazırlarken hep ayaklarımın dibinde dolaşıyor sandım.

Erkek pijamalarını giyiyordu henüz:

-Ben de yemekte masanın altında arandım hep...

-Sofrayı kaldırırken, tabakları mutfağa götürürken hep yanım sıra geliyor gibiydi.

-Koltuğa, divana bakınca, sanki kıvrılıp yattığını görür gibi oldum bütün gece...

Kadın yorganı göğsü hizasına çekerek yatağa yerleşti:

-Ben de... Çok acıdım. Bir insan kadar acıdım...

Erkek gelip karısının yanına uzandı. Kısa bir sessizlik geçti aralarında. Az sonra erkek sessizliği bozdu:

-Kaç yaşına kadar yaşar kediler?

Kadın gözkapaklarını kısarak az düşündü:

-Bilmem? dedi. Ama on yıldan uzun yaşarlar herhalde.

İkisi de yine daldılar. Erkek:

-Öyle ya, dedi, on beş yıl yaşarlar...

Kadın yineledi:

-Herhalde!

-Ayvaz daha altı yaşındaydı!

-Vakitsiz ölebilir! Ama belki de ölmemiştir.

Kısa bir sessizlik daha geçti aralarında.

-Kim bilir? dedi erkek. Orasını hiç bilmeyeceğiz. Cins kediler ölüsünü göstermez.

Karısının üstünden uzanıp gece lâmbasını söndürdü.

 

1956

 

(*)Necati Cumalı, Değişik Gözle, Yazko Yayınları, İstanbul 1983, ss.60-71

BİR ANA

Kadın çamaşırdan dönüyor olmalıydı

Kolunda bohça, sert soda kabartmış ellerini

O yaşta bütün yahudi kadınları gibi

Sırtında eski bir siyah kadife hırka

Bir şikâyet yorgunluk ifadesi bakışlarında

 

Küçük, çilli, dik kızıl saçlı

Satılmamış gazeteleri koltuğunda

Üşüyen bütün küçük çocuklar gibi

Burnunu çeke çeke, avuçlarını hohlıya hohlıya

Sürterek eskimiş kunduralarını

Ayak uyduruyordu anasının adımlarına

 

Onlar önde, ben arkada

Bir mart gecesi on birden sonra

Taksim'den Tünel'e kadar yürüdük

Alçak sesle konuşuyorlardı aralarında

Sanki bir değirmen ağır ağır dönüyor

Hayat ağır ağır akıyordu

Bulanık, kirli nehirler gibi

Büyük, karanlık binalar arasında

GÜLSÜM KIZA AĞIT

Narlıdere'den beride, Yanıkköy köprüsüne varmadan, şoseyi birbirinden elli adım arayla iki candarma tutmuş, geçen taşıtları şo­senin sol yanına yaklaştırmıyordu

  Kalabalık, şoseden dereye inen geniş düzlükte,omuz omuza bir yarım çember çizerek, candarmanın birinden öbürüne dolanıyordu.

   Erkek görünmüyordu aralarında. Ama, Yanıkköy'ün, Narlıdere'nin bütün kadınları, hemen hemen o civarın bütün tahtacı kadın­ları, ordaydı. Çalıştığı tarlada,bahçede, haberi duyan her kadın, ça­pasını vurduğu yerde bıraktığı gibi bir koşu damına varmış, sırtına yabanlığını çekmişti,acele acele şoseye inmişti. Çatkıları, cepken­leri, etek şalvarları renk renk, pırıl pırıldı.

  Ölü, şoseden birkaç adım içerde, kalabalığın ortasında, yerde yatıyordu. Üstünü örtmüşlerdi. Ölünün başında yaşlıca bir kadın, diz çökmüş,gövdesi hep bir karar, ileri geri, sağa sola sallanıyor, sallanıyordu.

  "Anası," dediler.

  "Gülsüm'ün anacığı, ağıt yakıyor..."

  Mavi, ışıkla dolu bir mayıs sabahıydı. Havada tek bulut yoktu. Kadının yüzü bu ışıkta, bu aydınlıkta, kara, kapkara, zindan gibi kara, iyi seçilmiyor gibi geliyordu bakanlara.

  "Dondu garip, dondu. Taş kesildi," dedi kadının biri yakına ya­kına.

  Yanındakiler mırıldandı:

  "Gözlerinin pınarı kurudu fıkaranın..."

  "Karardı bîçare, karardı gitti..."

  Kadın acıdan eziliyordu besbelli. Bakan görürdü. Elleriyle, avuçlarıyla yumruklarını sıkarak, baldırlarını, dizlerini bastıra bastıra, gövdesi üstünde ileri geri, sağa sola, hep bir karar sallanıyor, sallanıyordu.

  Sesi çıkmıyordu. Ağlayamıyordu.

  Böyle sallandı, sallandı. Gitgide gövdesiyle ileri geri, sağa so­la, oturduğu yerde, etrafında çizdiği eğmeçler büyüdü, genişledi. Bir toprağa kapanır, bir doğrulur oldu. Bir defasında, başını ölünün başı yanında toprağa dayadı, doğrulmadı. Sağındaki solundaki ku­ru otları avuçladı. Sıktı sıktı, yoldu. Yoldu yoldu bıraktı. Derken yüzünü yerden topraktan kaldırdı. Ölünün örtüsüne yaklaştırdı. Ör­tüsünün üstünden yüzünü gözünü koklayıp ölüyü kucakladı.

  Doğrulurken sesi hafif duyuldu:

  "Garibim. Öksüzüm. Gazalım."

  Kalabalık kımıldadı.

  Kadının sesi daha yükseldi:

  "Gün görmedik meralim. Yüzü gülmedik bir tanem. Nazlım. Nerelere, fidan kızım, goncam, yavru ceylânım.?... Beni koyup ne­relere?..."

  Kalabalıktan bir adam dayanamadı. Yüzünü dereye döndürdü. Ardından döndü, bir iki adım yürüdü:

  "Ah, gavurun piçi.. Nasıl elin vardı da kıydın? Nasıl yüreğin tit­remedi?..."

  Yolun üstünde bir otobüs durdu. Geçen arabalar durdu. Kam­yonlar durdu. İçindekiler hep indiler.

  Yeni gelenler, önce gelenlerin yüzüne baktılar. Bilmeyenler bi­lenlerden duydu. Sordular, anladılar:

  "Kocası..."

  "Kocası vurmuş..."

  "İtin biriydi..."           

  "Haylazın biriydi..."

 

  "Anası önde. Gülsüm arkada, sabah erken çıkmışlar, çapaya giderlermiş. Hanımın bahçesine, Yanıkköy'den şoseye inmişler. Şo­seden kıyı Balçova'ya giderlermiş. Kocası olacak hayırsız düşmüş ardına..."

  "Elini bele, çapaya sürmez..."

  "Varsa yoksa, sabahtan akşama, kahvede ayak ayak üstüne ..."

  "Gülsüm giderdi işe. Eve ekmeği Gülsüm getirirdi. Kahve, kâ­ğıt parasını Gülsüm koyardı adamın cebine..."

  Bunları duyan bir şoför muavini öfkeyle üç adım ilerisine tükürdü. Otobüsteki müşterilerinden birine:

  "Ne olacak, be abi, dedi, adam mı bu köyün erkekleri. On dö­nüm tarlan, bir araban olacağına,bu köyden bir karın olsun daha iyi. On dönüm tarla getirmez bu köyden bir karının getirdiğini. Yol­la karıyı bele, çapaya gitsin, sen otur bütün gün çene çal, hazır ye. Dürzüler..." "Gülsüm, bir gün dedi, beş gün dedi, önce toydu, bir yıl cakasına aldandı, dişini sıktı. Sonra, yok dedi adama. Ne ek­mek, ne harçlık, ne de ben..."

  "Çarptı kapıyı yüzüne... Kolunun altına iki ekmek sıkıştırma­dan bu kapıdan görünme, dedi. Harçlık istersen işte çapa."

  "Uyanık kızdı, güleç, tatlı dilli..."

  "Yirmisini aştı mıydı?"

  "Ne yirmisi ? Onyedisini doldurdu, doldurmadı..."

  "Bir kadının kocasına karşı geldiği, ekmek getir dediği,ilk defa duyuldu köyde..."

  "Ülen Bektaş,erkek değil misin ? dediler. Tut saçından sürü. İn­dir beline tekmeyi. Kır ağzını burnunu anlasın kahpe. Gayri karılar mı bizi yönetecek ? Karı kısmından mı akıl kapacağız?"

  "Bektaş, bir iki önüne çıkmayı denedi Gülsüm'ün söktüremedi..."

 

  "Ülen Bektaş adam mısın? dediler etrafındakiler. Erkekliğin iti­barını iki paralık ettin..."

  "Bektaş haber gönderdi,aracı  saldı, nafile"

  "Gülsüm vardı boşanma davası açtı. Dünkü gün mahkemeden kâğıt gelmiş Bektaş'a. Bu sabah çıkmış gözlemiş yolunu. Şoseye yakın bademlerin altında oturmuş..."

  "Gülsüm, anası bademliğin altından geçen yoldan şoseye var­mışlar. Anası önde, Gülsüm arkada, şoseden tutmuşlar kıyı kıyı Balçova'nın yolunu. Bektaş artlarından düşmüş..."

  "Bektaş: Kız, demiş nereye? lâf olsun diye ilkin..."

  "Anası önden durup bakmış..."

  "Gülmüş: Yürü ana sen demiş. Ben ne lazımsa cevabını veri­rim. Sonra Bektaş'a: Bilmiyor musun? demiş, ben her sabah nere­ye giderim?.."

  "Bektaş gene lâfa nereden başlayacağını bilmemiş: Mahkeme­den kâğıt geldi demiş..."

  "Gülsüm: Ben gönderdim demiş, diyeceğin bu mu? sırtını dö­nüp yürümüş.."

  "Diyeceğim sen kime danıştın da hâkime vardın? Güvendiğin, arkandaki kim?"

  "Gülsüm cevap vermemiş yürümüş."

  "Ha. Desene?.."

  "Gülsüm sırtı dönük yürümüş gene. Cevap vermemiş. Böyle böyle Yanıkköy köprüsünü geçmişler..."

  "Ben kan boşamam."

  "Mahkeme kapısından adım atayım dersen belini kırarım..."

  "Desene kaltak, cevap versene. Ha desene."

  "A orospu. A yedi köyün namlısı. Eli bayraklı yosma. Sen beni mahkemeye verecek kim oluyorsun?."

 

  "Mahkemeni geri alacan mı, almayacan mı?"

  "Gülsüm'ün canı burnuna gelmiş, dönmüş topuğunu vurmuş yere: Almayacam. Söylediğim yetmedi mi bunca defa? Köpek gibi ne dolanıyorsun ardımda. Çekil git hadi..."

  "Ne?"

  "Çekil git. Soğudum, gönlüm geçti senden. Bundan böyle erkek gibi itibar edemem. Çekil git, büsbütün rezil etme kendini gözüm­de..."

  "Gülsüm dönmüş yoluna devam etmek istemiş gene. Bektaş kapmış kolunu ardından döndürmüş. Gülsüm bakmış Bektaş'ın Öbür elinde bıçak. Silkmiş atmış kolunu kolundan Bektaş'ın:

  "Vur ulan, demiş, vur kahpenin dölü. Eli bıçaklı zorba. Vur. Bir almadık canım kaldı. Seninle gün mü gördüm? Vur da bitsin..."

  "Dönmüş sırtını yürümüş."

  "Anası: Ah anam. Dediğini duymuş Gülsüm'ün, dönmüş yıkıl­dığını görmüş. Bakmış ki damadı olacak hayırsız kızının sırtından bıçağı çekmiş kaçıyor..'1

  "Gülsüm oracıkta can vermiş hemen.."

  "Bektaş elinde bıçak, Narlıdere karakoluna varmış teslim ol­muş..."

  "Başçavuş gelmiş. Ölüyü yolun kenarına almışlar. Nöbetçileri dikmişler. Şimdi İzmir'den gelecek savcıyla doktoru bekliyorlar..."

  "Bektaş ifadesinde demiş ki: güya hanımın kâhyasıyla Gül­süm... Doğru mu?"

  Bir kadın dişlerini sıktı, öfkeli öfkeli:

  "Candarmanın eline düştü ya kancık uydurur şimdi. Daha akla gelmedik kimbilir neler uydurur. Gülsüm gibi kıza. Tövbe tövbe..."

  Ağıtın yükseldiği duyuldu tekrar:

             

"Yüzü gülmedi öksüzümün. Gününü bilmedi meralim. Baharı­na doymadı bir tanem. Ceylânım, yavrum, palazım..."

  Savcı geldi dediler.

  Bir delikanlı yanında başka bir delikanlıyla ölüye doğru ilerle­di:

  — "Anası mısın? dedi kadına.

  “Kadın hiç kımıldamadı.

  "Dondu garip, dondu dediler, taş kesildi..."

  — Başın sağ olsun.

  Kadın savcının sözlerini duydu mu duymadı mı anlaşılmadı.

Nereye baktığı belli olmayan gözlerle öylece hiç kımıldamadı.

  Öbür delikanlı yüzünü açtı. Bileğini yokladı. Sonra örtüyü ka­pattı:

  — "Yapılacak bir şey yok, dedi hastahaneye kaldırsınlar..."

  Örtünün aralığından Gülsüm'ün siyah, gür saçlarının çevreledi­ği yüzünü görenler bir daha unutmadılar. Bu yüzün, o günkü mayıs gününe eş, dinlenmiş, rahat, bir hoşnut anlamı var gibi görenlere. Akıllarında öyle kaldı...

 

Kaynak: 2000 Yılında Türk Şiir Antolojisi, Mehmet Hengirmen, 2000

İSTANBUL KIŞA HAZIRLANIYOR

Dün, Köprü'nün korkuluğuna dayadım elimi

Buz gibi

Artık denize bakmak

Serinletmiyor içimi

Ne çare üşütüyor

 

İşten çıkınca karanlık basıyor

İnsanların hali daha telaşlı

Taşıtlar daha çabuk geçiyor

Böyle günler kısaldıkça sanıyorum ki

Kış daha çabuk geliyor

 

Tophane'nin önünde

Odun boşaltan kayıklar var

Sabahları gittikçe sis artıyor

Herkesin dilinde aynı şey

Odun derdi Kömür derdi

 

Serseri bir çocuk

Üç aylık bir suç tasarlıyor

Ne güzel ağaçları denizi sevmeye başlamıştık

Şimdi olan bitene sebepsiz sıkılıyoruz

Lokanta her akşam daha dumanlı

Kahve her akşam daha kalabalık

 

Bir şey daha var

Bütün yaz aklımdaydı

Nedense bir türlü hatırlayamıyorum

İstanbul buzlu fotoğraf camlarında gibi donuk

Gene pembesi pembe, mavisi mavi ama

Ellerimizle eşya arasına bir şey girdi

Fakat düşünüyorum da sen hiç değişmedin

Sesin hep öyle sıcak, yüzün aydınlık

KAR AYDINLIĞINDA

Uyandım kar aydınlığında

O küçük kasaba uykuda

Uykusuz bir sıra kavak

Hem gider hem dinlerim

Düş önüme yol göster derem benim

Kar mıhı atımın nallarında

Cebimde bir şişe konyak

 

Evlerinin avlusunda ayva nar

Sedirinde acı biber rengi bir kilim

Odan ıslak tahta kokar biraz da toprak

Gözlerim sana değer ısınır

Uzattım mı mangalına ellerimi

Her yanım tane tane mısır

Sanırdım patladı patlayacak

 

Sen sıcaktın yataklar sıcak

Pencerende aydınlık kar

Ateşim kömürüm esmerim benim

O günlerin tadı başka nerde var

Gençtik âşıktık deliydik

Seviştikçe ağardı karanlıklar

Bunca dağın karlarını erittik

KISMETİ KAPALI GENÇLİK

                           Melih'e

 

Maçka'dan aşağı bir tütüncü tanıdık

Bir şişe rakı bir merhaba maksat hatır

Her akşam ayaküstü birkaç laf atardık

Ardımdan o kalkar dükkânını kapatır

Ben açardım İstanbul'a karşı rakımı

 

İstanbul'a karşı iç iç düşün bu ne iştir

Günün bir yarısı çamur öbür yansı

Durup dururken başlıyan o baş ağrısı

Bunca yıl yalan okuduk yalan dinledik

Aklına kim gelirse gelsin bağır ver veriştir

 

Üzgün kısmeti kapalı koca bir gençlik

Karşımızda canım İstanbul canım deniz

İçtik içtik kahırlandık bunca yıl dilsiz

Kimdik ki yaşamımızı berbat ettiniz

Sizlere uzaktık düşman gibi itildik

 

Fakat İstanbul dev gibi büyük bir şehir

İyi kötü ne günler görmüş geçirmiştir

Geceleri yorgun çocuklarının terli

Alınlarında o doğurgan ana eli

Dinlendirir dizlerinde ümitlendirir

 

Kimse alamaz elimizden bu ümidi

Bunca yıl bu ümit bizleri tutan dimdik

Neydik düne kadar daha üç beş kişiydik

Çektik kapıları çıktık evlerimizden

Meydanlara sığmıyoruz kardeşler şimdi

CUMALI’NIN ŞİİRİ

Mallarme, "Doğrunun herkesçe güzelin anlatımı sayıldığı bir çağda yaşıyoruz" diyor. Şiir gerçeğine çok uygun düşen sözlerden biridir bu: Doğruluk ve güzellik... Söz'ün gerçeğini aramış tüm sanatçılar, bu iki kavramın gerçeğine de yönelmişlerdir. Şiir, doğruyu ve güzeli bulmaktır, güzelliğin soluk alışını duymaktır. Yüzyıllar, bu soluğu duymak isteyen sanatçıların çabalarıyla bir değer kazanmıştır. Bu çabalar çağdan çağa, kuşaktan kuşağa sürüp gelmektedir. Şiirin tarihi, bu çabaların da tarihidir.

Gerçek şiiri aydınlatan Mallarme’nin bu sözü, Necati Cumalı’nın şiirine de uygun düşüyor. Kendi şiirlerini yaratma mutluluğuna ermiş, tüm şairlere de uygun düşüyor. Gerçekte, doğruluk ve güzellik, sanatın, biri ötekinden ayrı düşünülemeyen temel iki kavramıdır. Bu iki kavram arasında sanatsal bir eytişimin (diyalektiğin) var olduğu açıktır. Shakespeare’in "güneş her gün hem eskidir, hem yeni" dediği gibi, şiir de hem doğrudur, hem güzel. Homeros'tan günümüze değin, çağlarına adlarını kazımış sanatçılarda bu eytişimsel dengeyi görebiliriz. Yalnızca şiire özgü değildir bu denge. Resim, müzik, roman, deneme... Hep bu doğruluk güzellik dengelemi içinde düşünülmelidir.

Cumalı, 1941’lerden 1981’lere değin uzayan, aşağı yukarı kırk yıllık, ortalama insan ömrünün üçte ikisini dolduran emek ürününü Aç Güneş’te topladı! Böylece Cumalı’nın tüm şiirlerini bir arada görme olanağı da doğdu. Ayrı ayrı yayımlanmış yapıtların nasıl şiirsel bir bütünlük içinde Aç Güneş’i oluşturduğu da daha iyi anlaşılıyor.

Cumalı’nın şiirleri, bende, kendi günlük yaşamının, yaratılarının, sevinçlerinin, mutluluklarının, sevme denen o yüce başarısının, bunalımlarının, güzelliklerinin, yalınlık içinde gelişen imgelerinin yansıması etkisini bırakmıştır. Kızılçullu Yolu’yla başlayan bu şiir emeği, Aç Güneş’e değin, en son şiirlerine değin uzanır. İnsan yüreğinin ta derinlerinde kalmış bir dostlukla, sevgiyle kavrar insanı. (…)

Şiirini oluşturmuş, şiirinin olanaklarını geliştirmiş her şair bunu yapmıştır. Şiir, çok kişisel bir türdür, özneldir. Önemli olan, bu öznelliği, bu kişiselliği, herkesin olabilecek bir yaşam'a dönüştürmektir. Baudelaire’in, Mayakovski’nin, Poe’nun, Valery’nin yaptığı da budur. George Thomson’un şu saptaması önemli görünüyor bana: "Şair, hepimizde ortak olan çağrışımlardan yararlanarak, kendi kişisel yaşantısını toplumsallaştırır ve böylece ona evrensel bir boyut kazandırır." Şairin yaşamında bu çağrışımlar, kendi yaratı ürünü olarak dışa yansır. Şiirinin doğruluğu ve güzelliği de bu çağrışımlardan kaynaklanır. Onun biçimleyişi, imge düzeni, herkesin olabilecek bir doğruluğa, bir güzelliğe şiirsellik kazandırır. Cumalı’da yalın ve yoğundur bu. Umut ve yaşam dolu bir dünya, derinliğine ve beğeni öğeleriyle bu şiirsel güzelliği yaratıyor. (…)

 

                                                                                  Adnan Binyazar

                                                                              (Türk Dili Dergisi Şubat 1981)

Yazar: ADNAN BİNYAZAR

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör