Şair ve yazar (D. 13 Ocak 1921, Florina /
Yunanistan - Ö. 10 Ocak 2001, İstanbul). Tam adı Ahmet Necati Cumalı.
Çocukluğu, “Büyük Mübadele”de, ailesinin gelip yerleştiği Urla / İzmir’de
geçti. Şehit Kemal İlkokulu (1932), İzmir Erkek Muallim Mektebi orta kısmı
(1935), İzmir Atatürk Lisesi (1938), Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi (1941)
mezunu. Bir süre Toprak Mahsulleri Ofisinde çalıştı. Askerliğinin ardından bir
süre de Millî Eğitim Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğünde (1945-48) çalıştıktan
sonra, Urla ve İzmir’de serbest avukatlık (1950-57), Paris Basın Ataşeliğinde
memurluk (1956-59), İstanbul Radyosunda redaktörlük (1959-63) yaptı. Dışişleri
Bakanlığında görevli olan eşi ile birlikte İsrail ve Paris’te bulundu. 1970
yılından itibaren İstanbul’da serbest yazarlık yaparak yaşadı ve yakalandığı
akciğer kanseri nedeniyle öldü. Zincirlikuyu Mezarlığında toprağa verildi.
Edebiyat hayatına şiir, hikâye ve
denemelerini, Urla Halkevinin dergisi Ocak’ta yayımlayarak (1939)
başladı. Daha sonra yazı ve şiirlerini Varlık, Servet-i Fünûn-Uyanış, Küllük,
Yeni İnsanlık, Ülkü, Ankara, Yücel, Seçilmiş Hikâyeler, Yenilik, Yeditepe
dergileri ile Ulus, Dünya ve Cumhuriyet gazetelerinde
yayımladı. 1980 sonrasında haftalık 2000’e Doğru dergisinin yazı kurulunda
ve sürekli yazarları arasında yer aldı. Şiir, hikâye, roman, deneme ve oyun
alanında verdiği eserlerle yirminci yüzyılın en üretken yazarlarından biri
oldu. Her türden eserleri yirmiyi aşkın dile
çevrildi. Bazı oyunları yurtdışında birçok kez oynandı.
Şiirlerinin
çoğunda yaşanmış sevgileri, aşka, kadına dair özleyişleri anlattı. Son
şiirlerine kadar devam eden aşk temasıyla yetinmeyip halkın, köylünün ve
memleketin dertlerini sergileyen, haksızlıklara, yolsuzluklara öfkelenen,
dostluk, aile, gençlik özleyişlerini, çağdaş insanın yalnızlığını, manevi
değerlerin yıpranış ve çöküşlerinden doğacak olumsuz, merhametsiz dünyayı dile
getiren şiirler de yazdı. 1940 toplumcu anlayışına bağlı, açık, duru, sağlam
Türkçesiyle, çoğu kısa mısralardan kurulmuş olan şiirlerini iyimser bir üsluba
özen göstererek sürdürdü. Şiirlerinin çoğunda tatlı bir yaşama sevinci vardır.
Yaşar Kemal'in deyişiyle "yaşlanmaz şair çocuk" olarak doğayı,
insanları, her şeyi sever. Şiirlerinde sevmek, sevilmek, sevinmek, sevişmek,
sevinç, sevgi, sevimli gibi dünyaya ve insanlara bağlılık ve mutluluk duygusu
ifade eden anlatımlara sık sık rastlanır. Üslubu durudur, edebi sanatları sıkı
sıkıya kullanma kaygısı taşımaz.
Oyunlarının
düşünsel temelini "ulus olma bilinci"yle Atatürkçü, çağdaş ve laik
bir toplum anlayışı oluşturur. Bu anlayışla ve hümanist bir yaklaşımla Anadolu
insanının sorunlarını ve toplumun aksayan yönlerini sergiler. Türk tiyatro
edebiyatına ve sahne hayatına yerli, canlı ve değişik konu ve kişileri getiren
Cumalı, karmaşık ilişkileriyle ve yapısıyla beliren "insan"ın,
karanlıkta kalan taraflarına ışık tutar. Toplumun ve toplum içinde sıradan
insanın aksayan taraflarına yönelttiği eleştiri oklarıyla, ideali sezdirmeyi
amaçlar. Şiirlerinde olduğu gibi, oyunlarında da insan ve doğa sevgisini, aşk
ve yurt sevgisi ile buluşturur. Hem birey, hem de toplum adına özeleştiri
sayılabilecek gerçekleri gün ışığına çıkarmaktan çekinmez.
Şiirinde yer almayan kimi gözlem ve
saptamalarını hikâye, roman ve oyunları aracılığıyla işler. Bunlarda,
çevresindeki gerçekleri yansıtma çabası da sezilir. Dönemin edebiyat anlayışına
uygun olarak kaleme alınan ilk hikâyelerini Sait Faik tarzında “benöyküsel” bir
dille yazdı. Gençlik döneminin aşklarını konu alan bu ilk hikâyelerde olaylara
"saydam bir perdenin arkasından baktığı" söylenebilir. Özellikle
1960'tan sonra yazdığı hikâye ve romanlarında, Urla ve çevresine ait gözlemleri
ile avukat olarak baktığı dosyalardan, karşılaştığı olaylardan öğrendiklerini
birlikte kullanır. Doğa ortasında sürdürülen "canlı ve sert hayat"a
ait çeşitli görünüşler, geleneksel yaşayış biçimiyle
yasalar arasındaki çatışmalar yalın bir anlatımla hikâyeleştirilir.
Toplum-doğa çatışması yanında yerli söylencelerden de yararlanan Cumalı,
kasaba hayatına ait çeşitli görünüşleri yansıtmayı da ihmal etmez. Hikâye ve romanlarında erotizmi de düzeyini düşürmeden
kullanır, cinselliğin hayattaki yerini ve önemini hareket noktası olarak almaya
çabalar. Onda Freudcu öğreti ile gözlemler birbirini destekler durumdadır.
Cinsel içgüdülerle ve sosyal değerlerin çatışması çevresinde insan türünün bu
tarafı sergilenir.
Necati Cumalı'nın : Boş
Beşik (yön. B. Gelenbevi, 1952; yön. O. Elmas, 1969), Tütün Zamanı (yön.
O. M. Arıburnu, 1959), Susuz Yaz (aynı adlı hikâyeden, yön. M. Erksan,
1963; yön. Y. Duru, 1973), “Dila Hanım" (Makedonya 1900 adlı
hikâyeden, yön. O. Aksoy, 1976); Derya Gülü (yön. S. Duru, 1979), Mine
(yön. A. Yılmaz, 1982), "Tutku" (Öç adlı
hikâyeden, yön. F. Tuna, 1984), Adı Vasfiye (aynı adlı hikâyeden, yön.
A. Yılmaz, 1985), "Dul Bir Kadın" (Bir Sabah Gülerek Uyan
adlı hikâyeden, yön. A. Yılmaz, 1985), Uzun Bir Gece (yön. S. Duru,
1988) eserleri sinemaya uyarlandı.
İş
Karar Vermekte ile 1957 Basın Yayın
Genel Müdürlüğü Kısa Radyo Oyunu Yarışması İkincilik Ödülünü, Değişik Gözle
ile 1957 ve Makedonya 1900 ile
1976 Sait Faik Hikâye Armağanını iki defa kazandı. Yağmurlu Deniz
kitabına 1968 Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü, bütün şiirlerini topladığı Tufandan
Önce’ye 1984 Yeditepe Şiir Armağanı verildi. Yaralı Geyik ile 1978
Muhsin Ertuğrul Oyun Ödülünu, son romanı Viran Dağlar ile 1995 Orhan
Kemal Roman Armağanını ve Yunus Nadi Roman Ödülünü aldı. Metin Erksan’ın
sinemaya uyarladığı Susuz Yaz filmi de 1964 Berlin Film Festivalinde
Altın Ayı Ödülünü alarak, ülkemize sinema alanındaki ilk uluslararası ödülü
kazandırdı. Dün Neredeydiniz? oyunuyla da 1982 Kültür Bakanlığı Tiyatro
Ödülünü aldı.
“Muhayyilesi ve şiir kabiliyeti, tasvir
ettiği manzara kadar canlı ve hareketli olan şairin, istidadına ve cevherine
aykırı yola sapmaması lâzımdır. O, istediği kadar toplum meseleleriyle
uğraşacağım, desin. ‘Urla’da’ ki ‘Güler’in Aşkı’ onu kendisine çekecek,
şuuraltının ânî feveranları, ona, gerçek şiirin nerede olduğunu
hatırlatacaktır.
“Şair kişiliğinden haberi olan insandır.
Sanat için en tehlikeli yol, istidadı boş yere harcamadır. Necati Cumalı, dört
eseriyle, şiirin çileli yolunu tuttuğunu, ondan ayrılmanın imkansızlığını
iyiden iyiye göstermiştir. Pür şiirle arasındaki mesafe ne olursa olsun, ona
doğru atılışlar, şüphesiz şiir için de, kendisi için de meçhul ve geniş imkân
kapısını yoklayış olacaktır.” (Hikmet
Dizdaroğlu)
“Şiirlerinde
bireyin sorunlarına, yaşadığı ortamın onun dünyasının biçimlenmesindeki
etkilerine değindi. Güncel kaygılar, aşklar, sevgiler, savrulmalar, acılarla
yüklü bir yaşamdan kesitleri sundu. Şiirlerinde işlediği konular, izleklerle
çağdaş Türk şiirinin oluşumları dışında bir yer edinmesini sağladı. (...)
Roman ve öykülerinde Ege yöresini anlattı. Taşra, kasaba insanının gerçeğini;
yaşadığı toplumsal sorunları bu bakış açısıyla yansıttı. Özellikle “Tütün
Üçlemesi” olarak nitelendirebileceğimiz Tütün Zamanı / Zeliş, Yağmurlar ve
Topraklar, Acı Tütün bu izlekleri içeren romanlarıdır. (...) Cumalı,
oyunlarında da toplumsal yapıdaki eksiklikleri, aksaklıkları; insan
ilişkilerinin trajik yanlarını işledi.”
(Feridun Andaç)
ESERLERİ:
ŞİİR:
Kızılçullu Yolu (1943), Harbe Gidenin Şarkıları (1945), Mayıs
Ayı Notları (1947), Güzel Aydınlık (1951), Denizin İlk Yükselişi
(ilk üç kitabının eklerle yeni basını, 1954), İmbatla Gelen (1955), Güneş
Çizgisi (1957), Yağmurlu Deniz (son iki kitabı ve yeni şiirleri,
1968), Başaklar Gebe (1970), Ceylan Ağıdı (1974), Aç Güneş
(bütün şiirleri, 1980), Bozkırda Bir Atlı (1981), Yarasın Beyler
(1982), Tufandan Önce (bütün şiirleri I, 1983), Aşklar Yalnızlıklar
(toplu şiirleri, 1985), Kısmeti Kapalı Gençlik (bütün şiirleri II,
1986), Seçme Şiirler (1998).
HİKÂYE: Yalnız Kadın (1955), Değişik
Gözle (1956), Susuz Yaz (1962), Ay Büyürken Uyuyamam (1969), Makedonya
1900 (1976, Dilâ Hanım adıyla, 1978), Kente İnen Kaplanlar
(1976), Revizyonist (1979), Yakub’un Koyunları (1979), Aylı
Bıçak (1981, Uzun Bir Gece adıyla 1991).
ROMAN:
Tütün Zamanı (1959, Zeliş adıyla 1971), Yağmurlar ve Topraklar
(1973), Acı Tütün (1974), Aşk da Gezer (1975), Uç Minik Serçem
(1990), Viran Dağlar (1994).
OYUN:
Mine (1959), Oyunlar 1 (Boş Beşik, Ezik Otlar, Vur Emri, 1969), Oyunlar
2 (Susuz Yaz, Tehlikeli Güvercin, Yeni Çıkan Şarkılar, 1969), Oyunlar 3
(Nalınlar, Masallar, Kaynana Ciğeri, 1969), Oyunlar 4 (Derya Gülü, Aşk
Duvarı, Zorla İspanyol, 1969), Oyunlar 5 (Gömü, Bakan Bekliyoruz,
Kristof Kolomb’un Yumurtası, 1973), Oyunlar 6 (Mine, Yürüyen Geceyi
Dinle, İş Karar Vermekte, 1977). Yaralı Geyik (1981), Dün
Neredeydiniz (1983), Bir Sabah Gülerek Uyan (1990), Vatan Diye
Diye (1990), Devetabanı (1992), Ceyhan ile Sevdican (1988) ve
Yalnız Ölü (1990) adlı oyunları yayımlandı ama sahnelenmedi.
DENEME:
Niçin Aşk (1971), Senin İçin Ey Demokrasi (1976), Etiler
Mektupları (1982), Niçin Af (1989), Şiddet Ruhu (1990), Ulus
Olmak (1995).
SENARYO: Bağımsızlık ya da Ölüm
(1987).
GÜNCE:
Yeşil Bir At Sırtında (1990).
İNCELEME:
Muzaffer Tayyip Uslu: Şiirleri Yazıları ve Kendisi İçin Yazılanlar
(1956), Guillaume Apollinaire: Yaşamı, Sanatı ve Şiirleri (1986).
UYARLAMA:
Çalıkuşu (R. N. Güntekin’in romanından oyun, 1963).
ÇEVİRİ:
Yedi Efsane (G. Keller’den D. Güney ile, 1946), Meşe Ağaçlı Köşk
(T. Storm’dan D. Güney ile, 1946), Memleket Özlemi (L. Hughes’ten,
1961), Altın Araba (M. Prosper’den, 1963), Şiirler (G. Apollinaire’den derleme, 1965).
HAKKINDA:
Hikmet Dizdaroğlu / Güzel Aydınlıklar (Hisar, sayı: 23, Mart 1952), Tahir
Alangu / Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman III (1959), Behçet Necatigil /
Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (1960), Mehmet Kaplan / Cumhuriyet Devri Türk
Şiiri (1965), Necati Cumalı Özeleştirisini Yapıyor (Yeni Edebiyat, 1971),
Mehmet Kaplan / Cumhuriyet Devri Türk Şiiri (1973), N. Ç. Berksoy / Türk Dili
ve Edebiyatı Ansiklopedisi (1977), Sennur Sezer / Necati Cumalı’ya Yeni Kitabı
‘Tufandan Önce’ Üstüne Sorular (söyleşi, Yazko Somut, 25 Kasım 1983), Tuncer Uçarol / “Tufandan
Önce”den Yola Çıkarak Necati Cumalı ile Söyleşi.(Varlık, Ocak 1985) - “Tufandan
Önce” Necati Cumalı’nın Şiirleri (Çağdaş Eleştiri, Mart 1985) - İyi Şiir
Formülü Y x (K+V) = İ (Broy, Kasım 1986),
Nesin Vakfı
Edebiyat Yıllığı ‘85 (1986, s.336-343), Ahmet
Kabaklı / Türk Edebiyatı IV (1989), Ş. Aktaş / Necati Cumalı (Türk Dili, Ekim
1989), Necati Cumalı’ya Saygı (1996), Necati Cumalı’ya Selam (Hacette Üniversitesi, 1996), Agâh
Özgüç / Türk Filmleri Sözlüğü I-II (1997-98), Ömer Lekesiz / Yeni Türk
Edebiyatında Öykü 3 (1999), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü
(1999), Mehmet Nuri Yardım / Romancılar Konuşuyor (Çocukluğunu Yaşayan Yazar
Necati Cumalı: İyi Romancılarımız Var, 2000), Feridun Andaç / Necati Cumalı
(Superonline.com, 2000), Feridun Andaç / Edebiyatımızın Yol Haritası (2000),
Mehmet H. Doğan / Şair Necati Cumalı Üzerine (Cumhuriyet Kitap, 10.5.2001), TBE
Ansiklopedisi (2001), Songül Taş / Necati Cumalı ve Oyunları (2001) - Necati
Cumalı’nın Yaşamı ve Yapıtları Üzerine (Türk Dili Dergisi, s: 88, Ocak-Şubat
2002), Veysel Gültaş / Kadı Burhaneddin’den Günümüze Hukukçu Şairler Antolojisi
(2003), Hatice Müberra Kıran (Yeni Urla, 14. 1. 2001), Mehmet Nuri Yardım /
Yazar Olacak Çocuklar (2004), Serap
Akçaoğlu Saydım / Necati Cumalı’nın Hikâyeciliği (Heceöykü, Ağustos-Eylül
2004).
Erkek kapıyı açtıktan sonra geri çekildi. Geçmesi için karısına yol verdi.
Ellerinde küçük yol çantaları, bavullarıyla eve girdiler.
Bir tuhaftı evin içi. On gündür insansız kaldığını belli eden bir hava, bir yabancılık kokusu sinmişti her köşesine.
Kadın salonun bahçeye bakan pancurlarını açtı. Nisan başlarında bir ikindi üstünün hızı geçmiş güneşi eşyayı aydınlattı.
-Şu hale bak, dedi. Dört bir yan toza bulanmış. Ev bu durumdayken imkânı yok rahat edemem. Hemen kolları sıvamam gerek.
Erkek salondan yemek odasına geçti. Odanın pancurlarını açarken karşılık verdi:
-Gelir gelmez iş çıkarma başına Allahaşkına. Bir nefes alalım da sonra.
Kadın pardesüsünü çıkarıp astı. Sobayı yakmak için hazırlığa başladı.
-Ev berbat olmuş! İyi ki döndük! Beş gün daha kalsak kimbilir ne duruma gelirdi?..
Erkek yöresine baktı bir daha. Bu ev, tertemiz, sıcacık, pırıl pırıldı her ansıyışında. Şimdi ise, bu durumuyla bütün eşyaları çok eski bir zamandan kalmış gibi yabancı, anlamsız, soğuk geliyordu ona.
Karısı bir sepet odunla geldi:
-Ben bayağı yadırgadım evi! Sen?
Yardım için karısına yaklaştı:
-Ben de. Sanki hiç oturmamış gibiyiz burada...
Az sonra sobanın yakılması, salonun, yemek odasının, mutfağın pancurlarının, perdelerinin açılması bitti. Günlük yaşayışlarının yıllardır alışık oldukları ışığı kapladı evin içini. Sobanın çıtırtıları başladı.
Erkek:
-Akşamı düşündün mü? dedi. Ne yiyeceğiz?
Kadın:
-Bilmem ki? dedi. Hiçbir şey yok evde! Bir şeyler al gel istersen.
-Ne alayım? Söyle de ona göre. Bilirsin çarşı işine pek aklım ermez.
Kadın, mutfaktan alıp geldiği fileyi erkeğin eline tutuşturdu:
-Mutfak bomboş. Bu saatte ne bulursan al. Pirzola, ekmek, peynir, yumurta, marul, limon, ne bulursan al işte. Fileyi doldur. Ben de evi toplayayım. Sen yokken daha iyi çalışırım.
Erkek elinde file çıktı. Kadın çarçabuk temizliğe girişti onun ardından. Salonun, yemek odasının tozunu aldı. Süpürdü. Mutfağın fayanslarını sildi. Çantaları açıp kirlileri ayırdı.
Erkek bir saate yakın bir süre sonra, güneşin kavuşmasına yakın döndü. Fileyi, aldıklarını mutfaktaki masanın üstüne bıraktı. Kadın geldi. Fileyi boşaltmaya, gelen paketleri açmaya başladı. Pirzolayı, peyniri, limonları, yumurtaları, derken pirzola paketine benzer başka bir paketi ayırdı. Eliyle yokladı. Burnuna götürdü:
-Bu ne?
Erkek:
-O mu? dedi yaklaşarak. Ciğer aldım. Kediye.
Kadın paketi masaya bıraktı:
-İyi düşünmüşsün.
-Nerelerde?
-Ayvaz mı?
-Ayvaz tabii!
-Çıkar gelir herhalde.
Erkek mutfak penceresinden yan yan dışarı baktı:
-Hiç mi görünmedi?
-Görünmedi.
Adam bu sefer mutfağın bahçeye açılan kapısını açık bıraktı. Seslendi:
-Ayvaz! Ayvaz, gel, pisi pisi...
Bahçeyi seslene seslene dolandıktan sonra mutfağa döndü. Öteberiyi dolaba yerleştiren karısının yanında durdu:
-Merak etmiyor musun?
-Etmez olur muyum? Ediyorum ama, bu mevsim onların hovardalık mevsimi. Evde durmazlar pek. Gelir nerdeyse, diyorum.
Adam, gözleri mutfak penceresinden dışarıda, mırıldandı:
-Tuhaf! Her gelişimizde, sinemadan, gezintiden dönüşümüzde kapıda ayaklarımıza dolanırdı. Böyle görünmeyişi tuhaf gelmiyor mu sana?
Kadın marulları yıkamak için musluğa yaklaştı:
-Tuhaf olmasına tuhaf tabii! Ayvaz hiç gecikmezdi. Ama on gündür hayvan yalnız. Elbet bir başının çaresine bakmıştır. Benim nerelerdeyse çıkar gelir gibime geliyor...
Adam karısına döndü yine:
-Biliyor musun? Hiç iyi yapmadık hayvanı öyle ortada bırakıvermekle. Hiç değilse komşulara emanet edecektik. On gündür hep sana soracaktım. Canın sıkılmasın diye anmadım. Başına bir şey gelmesin hayvanın?
-On günde ne gelecek başına? Bir yerlerde takılmıştır herhalde. Şimdi neredeyse çıkar gelir...
Adam sıkkın, somurttu:
-Gelecek olsa gelirdi! Nafile! Bana gelmez gibi geliyor...
Kadın ortadan yarıya böldü iki marulu, yapraklarını aralayarak, musluğun altında iyice yıkadı. Büyük bir tencereyi suyla doldurup marulları içine bastırdı. Tencereyi kaldırdı. Kocasına döndü:
-Kocaman çocuksun sen! Hep üzüntü ararsın.
Sonra da kocasını elinden tutup mutfaktan dışarı çıkardı:
-Hadi, yardım et de bavulları yukarı çıkaralım. Bu patırtı kalksın.
Salondan üst kata çıkan merdiven başında duran iki bavulu erkek, küçük iki yol çantasını da karısı aldı. Yatak odasına çıkarıp, elbise dolabının önünde yere bıraktılar. Adam karyolanın kenarına ilişip oturdu. Kadın pencerenin perdelerini açtıktan sonra kocasına döndü:
-Oh! Nasıl özlemişim odamızı!
Gün kavuşmuştu artık. Odanın içi alacakaranlıktı. Kocası susuyordu. Gelip kocasının yanına oturdu. Elini omuzuna koydu:
-Sen özlemedin mi? Söylesene!
-Özledim elbette!
Kadın konuyu değiştirdi:
-Kimseyi gördün mü dışarıda?
-Suat'a rastladım.
-Nasıllarmış?
-İyilermiş. Yorgun değilseniz akşama yemeğe bize gelin, dedi. Karısı çok özlemiş seni.
-Ne dedin?
-Sen istersen gideriz, dedim.
-Gidelim mi?
-Bilmem?
Kadın kalktı. Derin bir soluk alarak gerindi.
-Öyle yorgunum ki! Gitsek, sofra gürültüsünden kurtulurum. Ama şimdi sokağa çıkmak da ayrı dert!
Sokağın ışıkları yandı o sırada. Erkek de kalktı. Pencereye yaklaştı. Kadın elektriği açtıktan sonra pencere önüne geldi. Perdeleri kapadı. Hâlâ pencerenin kenarından sokağa bakan kocasının başını çenesinden tutarak kendine doğru çevirdi. Ellerini alıp, kendi beline doladı. Adamın göğsüne iyice sokuldu.
-Biliyor musun? dedi, tatlı bir sesle, bir haftadır çok yorulduk. Bittim akrabadan akrabaya, tanıdıktan tanıdığa koşmaktan!.. Şu saati öyle özlemiştim ki! N' olursun üzme kendini...
Sarmaş dolaş, öylece bir iki adım atıp yatağın kenarına iliştiler yine.
-Canım iyice sıkıldı şu Ayvaz'ın gelmeyişine!
-Hadi unut onu artık! Nasıl olsa gelir. Bir şey olmamıştır merak etme. Kediler yedi canlı derler.
Adam karısının saçlarını okşuyordu yavaş yavaş.
-Sanmam! Gelse gelirdi...
Kadın, kocasının dudaklarına hafif bir öpücük kondurdu. Gözleri ışıl ışıldı:
-Canım, dedi. Ne iyisin!
Daha uzun bir öpüşü denediler. Sonra birbirinin yüzüne bakakaldılar bir süre. Kadın toplanan etekliğini eliyle düzelterek kalktı:
-Suat'lara gitmeyelim istersen?
-Sen bilirsin.
-Canın sıkkın. Bilirim orada da oyalanamıyacaksın. Erken yatarız daha iyi.
Adam da kalktı:
-Fena olmaz.
-Hadi istersen bakkaldan telefon et, gel. Gelemeyeceğimizi söyle. Ben de sofrayı hazırlayayım.
Alt kata indiler. Adam telefon etmek için çıktı. Yemek odasının önü küçük bir balkona açılırdı. Saksıları vardı orada. Kadın sofrayı kurdu. Sonra da on gündür susuz kalan çiçekleri sulamaya çıktı balkona.
Bitişik evde balkonlarına bakan bir pencere açıldı. Evin kadını pencerede göründü:
-Hoş geldiniz kuzum! Nerelerde kaldınız?
-Hoş bulduk canım!
-Ne zaman geldiniz?
-Biraz önce. Bir iki saat oldu.
-Pek yalnız kaldık doğrusu sizsiz. Özlettiniz kendinizi!
-Biz de sizleri özledik!
-Çok kaldınız mı İstanbul'da?
-Topu topu on gün işte! Yolu da sayarsan.
-Bir şey değil doğrusu. Gezdiniz, eğlendiniz mi bari?
-Yorgunluk işte! Kalabalık, gürültü. İnsan eğlendiğini anlamıyor ki!..
-Bizim de niyetimiz var yaza...
-Daha iyi edersiniz. Biz hiç iyi yapmadık şimdi gitmekle. Hep soğuk, yağmurlu gitti havalar...
-Sorma canım! Burada da öyleydi. İki gündür düzeldi.
Kadın sözü değiştirdi:
-Kuzum bizim Ayvaz gözünüze ilişti mi hiç?
-Niye sordun?
-Görünürde yok da ..
-Üç gün önce gördüm o soğuklarda.
-Nerede?
-Kapının önünde. Güneşte büzülmüş titriyor gibiydi.
Kadın meraklandı:
-Hasta mıydı dersin?
-Çağırdım. Bir şeyler döktüm yiyecek. Gelmedi. Hasta olmalı herhalde.
-Büsbütün dert oldu içime şimdi. Bir şey olmasın hayvana...
Komşu kadın omuzlarını kastı:
-Bilmem. Bir daha görmedim. İnşallah olmamıştır!
-Geldiğimizden beri meraktayız. Nerede aramalı bilmem ki!?
-Yaa! Vah vah!
-Turgut çok üzülüyor. Ben üzüntümü saklıyorum, o biraz rahatlasın diye...
-Yazık! Üzülmeyin, gelir inşallah!
Sokak kapısının açıldığını duydu. Kulak verdi. Kapının kapatıldığını duydu şimdi de.
-Turgut geldi galiba, dedi. İyi akşamlar!
İçeri girmek için geriledi.
-İyi akşamlar!
Komşusu penceresini kapadı. Kadın yemek odasına girdi. Kocası sordu:
-Ayvaz geldi mi?
-Gelmedi daha!
Kocası başka bir şey sormadı. Kadın yemeği getirmek için mutfağa gitti.
Yemekte, yemekten sonra yatak odasına çıkıncaya kadar Ayvaz'ın sözünü açmadılar bir daha. Saat sekizi, sekiz buçuğu, dokuzu vurdu. Kadın birkaç kez, bir bahane uydurup mutfağa kadar, Ayvaz geldi mi diye gidip baktı. Erkek her cigara yakışta, kalktı, bahçeye, balkona açılan kapıların önünde durdu. Camlardan dışarıda Ayvaz geldi mi diye arandı. Kulakları sesteydi ikisinin de. Duydukları en küçük gürültüde, ikisi de gözlerini pencereye dikiyor, Ayvaz'ın sırtını kamburlaştırarak, cama sürtünmesini, pencereyi açmalarını beklemesini görür gibi oluyorlardı.
Saat dokuzda kadın:
-Ben yatacağım, uykum geldi, dedi. Kalktı.
Erkek:
-Peki, dedi, beraber çıkalım.
Yatak odasının elektriğini açıp kapısını kapadılar. Hiçbir şey konuşmadan pencereye doğru ilerledi ikisi de. Erkek perdeyi ucundan aralayıp bir daha dışarı baktı. Sonra perdeyi elinden bıraktı.
Kadın çoraplarını çıkartırken:
-Haklısın, dedi. Biri eksilmiş gibi sanki evden!...
Erkek pencereden ayrıldı. Ceketini çıkardı. Sandalyenin gerisine astı:
-Aslında da öyle. Üç canlıydık bu evde...
-Çok üzüldüm. Akşamdan beri kendimi zor tuttum.
-Yüzünden, sesinden belliydi. Sen benden çok severdin Ayvaz'ı.
Kadın gece lâmbasını yakıp elektriği söndürdü. Elbisesini iki eliyle eteklerinden tutarak başının üstünden çekip çıkardı. Geceliğini giydi. Yatağa girdi.
-Mutfakta yemeği hazırlarken hep ayaklarımın dibinde dolaşıyor sandım.
Erkek pijamalarını giyiyordu henüz:
-Ben de yemekte masanın altında arandım hep...
-Sofrayı kaldırırken, tabakları mutfağa götürürken hep yanım sıra geliyor gibiydi.
-Koltuğa, divana bakınca, sanki kıvrılıp yattığını görür gibi oldum bütün gece...
Kadın yorganı göğsü hizasına çekerek yatağa yerleşti:
-Ben de... Çok acıdım. Bir insan kadar acıdım...
Erkek gelip karısının yanına uzandı. Kısa bir sessizlik geçti aralarında. Az sonra erkek sessizliği bozdu:
-Kaç yaşına kadar yaşar kediler?
Kadın gözkapaklarını kısarak az düşündü:
-Bilmem? dedi. Ama on yıldan uzun yaşarlar herhalde.
İkisi de yine daldılar. Erkek:
-Öyle ya, dedi, on beş yıl yaşarlar...
Kadın yineledi:
-Herhalde!
-Ayvaz daha altı yaşındaydı!
-Vakitsiz ölebilir! Ama belki de ölmemiştir.
Kısa bir sessizlik daha geçti aralarında.
-Kim bilir? dedi erkek. Orasını hiç bilmeyeceğiz. Cins kediler ölüsünü göstermez.
Karısının üstünden uzanıp gece lâmbasını söndürdü.
1956
Kadın
çamaşırdan dönüyor olmalıydı
Kolunda bohça,
sert soda kabartmış ellerini
O yaşta bütün
yahudi kadınları gibi
Sırtında eski
bir siyah kadife hırka
Bir şikâyet
yorgunluk ifadesi bakışlarında
Küçük, çilli,
dik kızıl saçlı
Satılmamış
gazeteleri koltuğunda
Üşüyen bütün
küçük çocuklar gibi
Burnunu çeke
çeke, avuçlarını hohlıya hohlıya
Sürterek
eskimiş kunduralarını
Ayak
uyduruyordu anasının adımlarına
Onlar önde, ben
arkada
Bir mart gecesi
on birden sonra
Taksim'den
Tünel'e kadar yürüdük
Alçak sesle
konuşuyorlardı aralarında
Sanki bir
değirmen ağır ağır dönüyor
Hayat ağır ağır
akıyordu
Bulanık, kirli
nehirler gibi
Büyük, karanlık
binalar arasında
Narlıdere'den beride,
Yanıkköy köprüsüne varmadan, şoseyi birbirinden elli adım arayla iki candarma
tutmuş, geçen taşıtları şosenin sol yanına yaklaştırmıyordu
Kalabalık, şoseden dereye inen geniş düzlükte,omuz omuza bir yarım
çember çizerek, candarmanın birinden öbürüne dolanıyordu.
Erkek görünmüyordu aralarında.
Ama, Yanıkköy'ün, Narlıdere'nin bütün kadınları, hemen hemen o civarın bütün
tahtacı kadınları, ordaydı. Çalıştığı tarlada,bahçede, haberi duyan her kadın,
çapasını vurduğu yerde bıraktığı gibi bir koşu damına varmış, sırtına
yabanlığını çekmişti,acele acele şoseye inmişti. Çatkıları, cepkenleri, etek
şalvarları renk renk, pırıl pırıldı.
Ölü, şoseden birkaç adım içerde, kalabalığın ortasında, yerde yatıyordu.
Üstünü örtmüşlerdi. Ölünün başında yaşlıca bir kadın, diz çökmüş,gövdesi hep
bir karar, ileri geri, sağa sola sallanıyor, sallanıyordu.
"Anası," dediler.
"Gülsüm'ün anacığı, ağıt yakıyor..."
Mavi, ışıkla dolu bir mayıs sabahıydı. Havada tek bulut yoktu.
Kadının yüzü bu ışıkta, bu aydınlıkta, kara, kapkara, zindan gibi kara, iyi
seçilmiyor gibi geliyordu bakanlara.
"Dondu garip, dondu. Taş kesildi," dedi kadının biri
yakına yakına.
Yanındakiler mırıldandı:
"Gözlerinin pınarı kurudu fıkaranın..."
"Karardı bîçare, karardı gitti..."
Kadın acıdan eziliyordu besbelli. Bakan görürdü. Elleriyle,
avuçlarıyla yumruklarını sıkarak, baldırlarını, dizlerini bastıra bastıra,
gövdesi üstünde ileri geri, sağa sola, hep bir karar sallanıyor, sallanıyordu.
Sesi çıkmıyordu. Ağlayamıyordu.
Böyle sallandı, sallandı. Gitgide gövdesiyle ileri geri, sağa sola,
oturduğu yerde, etrafında çizdiği eğmeçler büyüdü, genişledi. Bir toprağa
kapanır, bir doğrulur oldu. Bir defasında, başını ölünün başı yanında toprağa
dayadı, doğrulmadı. Sağındaki solundaki kuru otları avuçladı. Sıktı sıktı,
yoldu. Yoldu yoldu bıraktı. Derken yüzünü yerden topraktan kaldırdı. Ölünün
örtüsüne yaklaştırdı. Örtüsünün üstünden yüzünü gözünü koklayıp ölüyü
kucakladı.
Doğrulurken sesi hafif duyuldu:
"Garibim. Öksüzüm. Gazalım."
Kalabalık kımıldadı.
Kadının sesi daha yükseldi:
"Gün görmedik meralim. Yüzü gülmedik bir tanem. Nazlım.
Nerelere, fidan kızım, goncam, yavru ceylânım.?... Beni koyup nerelere?..."
Kalabalıktan bir adam dayanamadı. Yüzünü dereye döndürdü. Ardından
döndü, bir iki adım yürüdü:
"Ah, gavurun piçi.. Nasıl elin vardı da kıydın? Nasıl yüreğin
titremedi?..."
Yolun üstünde bir otobüs durdu. Geçen arabalar durdu. Kamyonlar
durdu. İçindekiler hep indiler.
Yeni gelenler, önce gelenlerin yüzüne baktılar. Bilmeyenler bilenlerden
duydu. Sordular, anladılar:
"Kocası..."
"Kocası vurmuş..."
"İtin biriydi..."
"Haylazın biriydi..."
"Anası önde. Gülsüm arkada, sabah erken çıkmışlar, çapaya giderlermiş.
Hanımın bahçesine, Yanıkköy'den şoseye inmişler. Şoseden kıyı Balçova'ya
giderlermiş. Kocası olacak hayırsız düşmüş ardına..."
"Elini bele, çapaya sürmez..."
"Varsa yoksa, sabahtan akşama, kahvede ayak ayak üstüne
..."
"Gülsüm giderdi işe. Eve ekmeği Gülsüm getirirdi. Kahve, kâğıt
parasını Gülsüm koyardı adamın cebine..."
Bunları duyan bir şoför muavini öfkeyle üç adım ilerisine tükürdü.
Otobüsteki müşterilerinden birine:
"Ne olacak, be abi, dedi, adam mı bu köyün erkekleri. On dönüm
tarlan, bir araban olacağına,bu köyden bir karın olsun daha iyi. On dönüm tarla
getirmez bu köyden bir karının getirdiğini. Yolla karıyı bele, çapaya gitsin,
sen otur bütün gün çene çal, hazır ye. Dürzüler..."
"Gülsüm, bir gün dedi, beş gün dedi, önce toydu, bir yıl
cakasına aldandı, dişini sıktı. Sonra, yok dedi adama. Ne ekmek, ne harçlık,
ne de ben..."
"Çarptı kapıyı yüzüne... Kolunun altına iki ekmek sıkıştırmadan
bu kapıdan görünme, dedi. Harçlık istersen işte çapa."
"Uyanık kızdı, güleç, tatlı dilli..."
"Yirmisini aştı mıydı?"
"Ne yirmisi ? Onyedisini doldurdu, doldurmadı..."
"Bir kadının kocasına karşı geldiği, ekmek getir dediği,ilk
defa duyuldu köyde..."
"Ülen Bektaş,erkek değil misin ? dediler. Tut saçından sürü.
İndir beline tekmeyi. Kır ağzını burnunu anlasın kahpe. Gayri karılar mı bizi
yönetecek ? Karı kısmından mı akıl kapacağız?"
"Bektaş, bir iki önüne çıkmayı denedi Gülsüm'ün söktüremedi..."
"Ülen Bektaş adam mısın? dediler etrafındakiler. Erkekliğin
itibarını iki paralık ettin..."
"Bektaş haber gönderdi,aracı
saldı, nafile"
"Gülsüm vardı boşanma davası açtı. Dünkü gün mahkemeden kâğıt
gelmiş Bektaş'a. Bu sabah çıkmış gözlemiş yolunu. Şoseye yakın bademlerin
altında oturmuş..."
"Gülsüm, anası bademliğin altından geçen yoldan şoseye varmışlar.
Anası önde, Gülsüm arkada, şoseden tutmuşlar kıyı kıyı Balçova'nın yolunu.
Bektaş artlarından düşmüş..."
"Bektaş: Kız, demiş nereye? lâf olsun diye ilkin..."
"Anası önden durup bakmış..."
"Gülmüş: Yürü ana sen demiş. Ben ne lazımsa cevabını veririm.
Sonra Bektaş'a: Bilmiyor musun? demiş, ben her sabah nereye giderim?.."
"Bektaş gene lâfa nereden başlayacağını bilmemiş: Mahkemeden
kâğıt geldi demiş..."
"Gülsüm: Ben gönderdim demiş, diyeceğin bu mu? sırtını dönüp
yürümüş.."
"Diyeceğim sen kime danıştın da hâkime vardın? Güvendiğin,
arkandaki kim?"
"Gülsüm cevap vermemiş yürümüş."
"Ha. Desene?.."
"Gülsüm sırtı dönük yürümüş gene. Cevap vermemiş. Böyle böyle
Yanıkköy köprüsünü geçmişler..."
"Ben kan boşamam."
"Mahkeme kapısından adım atayım dersen belini kırarım..."
"Desene kaltak, cevap versene. Ha desene."
"A orospu. A yedi köyün namlısı. Eli
bayraklı yosma. Sen beni mahkemeye verecek kim oluyorsun?."
"Mahkemeni geri alacan mı, almayacan mı?"
"Gülsüm'ün canı burnuna gelmiş, dönmüş topuğunu vurmuş yere:
Almayacam. Söylediğim yetmedi mi bunca defa? Köpek gibi ne dolanıyorsun
ardımda. Çekil git hadi..."
"Ne?"
"Çekil git. Soğudum,
gönlüm geçti senden. Bundan böyle erkek gibi itibar edemem. Çekil git, büsbütün
rezil etme kendini gözümde..."
"Gülsüm dönmüş yoluna devam etmek istemiş gene. Bektaş kapmış
kolunu ardından döndürmüş. Gülsüm bakmış Bektaş'ın Öbür elinde bıçak. Silkmiş
atmış kolunu kolundan Bektaş'ın:
"Vur ulan, demiş, vur kahpenin dölü. Eli bıçaklı zorba. Vur.
Bir almadık canım kaldı. Seninle gün mü gördüm? Vur da bitsin..."
"Dönmüş sırtını yürümüş."
"Anası: Ah anam. Dediğini duymuş Gülsüm'ün, dönmüş yıkıldığını
görmüş. Bakmış ki damadı olacak hayırsız kızının sırtından bıçağı çekmiş
kaçıyor..'1
"Gülsüm oracıkta can vermiş hemen.."
"Bektaş elinde bıçak, Narlıdere karakoluna varmış teslim olmuş..."
"Başçavuş gelmiş. Ölüyü yolun kenarına almışlar. Nöbetçileri
dikmişler. Şimdi İzmir'den gelecek savcıyla doktoru bekliyorlar..."
"Bektaş ifadesinde demiş ki: güya hanımın kâhyasıyla Gülsüm...
Doğru mu?"
Bir kadın dişlerini sıktı, öfkeli öfkeli:
"Candarmanın eline düştü ya kancık uydurur şimdi. Daha akla
gelmedik kimbilir neler uydurur. Gülsüm gibi kıza. Tövbe tövbe..."
Ağıtın yükseldiği duyuldu tekrar:
"Yüzü
gülmedi öksüzümün. Gününü bilmedi meralim. Baharına doymadı bir tanem.
Ceylânım, yavrum, palazım..."
Savcı geldi dediler.
Bir delikanlı yanında başka bir delikanlıyla ölüye doğru ilerledi:
— "Anası mısın? dedi kadına.
“Kadın hiç kımıldamadı.
"Dondu garip, dondu dediler, taş kesildi..."
— Başın sağ olsun.
Kadın savcının sözlerini duydu mu duymadı mı anlaşılmadı.
Nereye baktığı belli
olmayan gözlerle öylece hiç kımıldamadı.
Öbür delikanlı yüzünü açtı. Bileğini yokladı. Sonra örtüyü kapattı:
— "Yapılacak bir şey yok, dedi hastahaneye
kaldırsınlar..."
Örtünün aralığından Gülsüm'ün siyah, gür
saçlarının çevrelediği yüzünü görenler bir daha unutmadılar. Bu yüzün, o günkü
mayıs gününe eş, dinlenmiş, rahat, bir hoşnut anlamı var gibi görenlere.
Akıllarında öyle kaldı...
Kaynak: 2000 Yılında Türk Şiir Antolojisi, Mehmet Hengirmen, 2000
Dün, Köprü'nün korkuluğuna
dayadım elimi
Buz gibi
Artık denize bakmak
Serinletmiyor içimi
Ne çare üşütüyor
İşten çıkınca karanlık
basıyor
İnsanların hali daha telaşlı
Taşıtlar daha çabuk geçiyor
Böyle günler kısaldıkça
sanıyorum ki
Kış daha çabuk geliyor
Tophane'nin önünde
Odun boşaltan kayıklar var
Sabahları gittikçe sis
artıyor
Herkesin dilinde aynı şey
Odun derdi Kömür derdi
Serseri bir çocuk
Üç aylık bir suç tasarlıyor
Ne güzel ağaçları denizi
sevmeye başlamıştık
Şimdi olan bitene sebepsiz
sıkılıyoruz
Lokanta her akşam daha
dumanlı
Kahve her akşam daha
kalabalık
Bir şey daha var
Bütün yaz aklımdaydı
Nedense bir türlü
hatırlayamıyorum
İstanbul buzlu fotoğraf
camlarında gibi donuk
Gene pembesi pembe, mavisi
mavi ama
Ellerimizle eşya arasına bir
şey girdi
Fakat düşünüyorum da sen hiç
değişmedin
Uyandım kar aydınlığında
O küçük kasaba uykuda
Uykusuz bir sıra kavak
Hem gider hem dinlerim
Düş önüme yol göster derem benim
Kar mıhı atımın nallarında
Cebimde bir şişe konyak
Evlerinin avlusunda ayva nar
Sedirinde acı biber rengi bir kilim
Odan ıslak tahta kokar biraz da toprak
Gözlerim sana değer ısınır
Uzattım mı mangalına ellerimi
Her yanım tane tane mısır
Sanırdım patladı patlayacak
Sen sıcaktın yataklar sıcak
Pencerende aydınlık kar
Ateşim kömürüm esmerim benim
O günlerin tadı başka nerde var
Gençtik âşıktık deliydik
Seviştikçe ağardı karanlıklar
Bunca dağın karlarını erittik
Maçka'dan aşağı bir tütüncü tanıdık
Bir şişe rakı bir merhaba maksat hatır
Her akşam ayaküstü birkaç laf atardık
Ardımdan o kalkar dükkânını kapatır
Ben açardım İstanbul'a karşı rakımı
İstanbul'a karşı iç iç düşün bu ne
iştir
Günün bir yarısı çamur öbür yansı
Durup dururken başlıyan o baş ağrısı
Bunca yıl yalan okuduk yalan dinledik
Aklına kim gelirse gelsin bağır ver
veriştir
Üzgün kısmeti kapalı koca bir gençlik
Karşımızda canım İstanbul canım deniz
İçtik içtik kahırlandık bunca yıl
dilsiz
Kimdik ki yaşamımızı berbat ettiniz
Sizlere uzaktık düşman gibi itildik
Fakat İstanbul dev gibi büyük bir
şehir
İyi kötü ne günler görmüş geçirmiştir
Geceleri yorgun çocuklarının terli
Alınlarında o doğurgan ana eli
Dinlendirir dizlerinde ümitlendirir
Kimse alamaz elimizden bu ümidi
Bunca yıl bu ümit bizleri tutan dimdik
Neydik düne kadar daha üç beş kişiydik
Çektik kapıları çıktık evlerimizden
Meydanlara sığmıyoruz kardeşler şimdi
Mallarme, "Doğrunun herkesçe güzelin anlatımı sayıldığı bir
çağda yaşıyoruz" diyor. Şiir gerçeğine çok uygun düşen sözlerden biridir
bu: Doğruluk ve güzellik... Söz'ün gerçeğini aramış tüm sanatçılar, bu iki
kavramın gerçeğine de yönelmişlerdir. Şiir, doğruyu ve güzeli bulmaktır,
güzelliğin soluk alışını duymaktır. Yüzyıllar, bu soluğu duymak isteyen
sanatçıların çabalarıyla bir değer kazanmıştır. Bu çabalar çağdan çağa,
kuşaktan kuşağa sürüp gelmektedir. Şiirin tarihi, bu çabaların da tarihidir.
Gerçek şiiri aydınlatan Mallarme’nin bu sözü, Necati Cumalı’nın
şiirine de uygun düşüyor. Kendi şiirlerini yaratma mutluluğuna ermiş, tüm
şairlere de uygun düşüyor. Gerçekte, doğruluk ve güzellik, sanatın, biri
ötekinden ayrı düşünülemeyen temel iki kavramıdır. Bu iki kavram arasında
sanatsal bir eytişimin (diyalektiğin) var olduğu açıktır. Shakespeare’in
"güneş her gün hem eskidir, hem yeni" dediği gibi, şiir de hem
doğrudur, hem güzel. Homeros'tan günümüze değin, çağlarına adlarını kazımış
sanatçılarda bu eytişimsel dengeyi görebiliriz. Yalnızca şiire özgü değildir bu
denge. Resim, müzik, roman, deneme... Hep bu doğruluk güzellik dengelemi içinde
düşünülmelidir.
Cumalı, 1941’lerden 1981’lere değin uzayan, aşağı yukarı kırk
yıllık, ortalama insan ömrünün üçte ikisini dolduran emek ürününü Aç Güneş’te
topladı! Böylece Cumalı’nın tüm şiirlerini bir arada görme olanağı da doğdu.
Ayrı ayrı yayımlanmış yapıtların nasıl şiirsel bir bütünlük içinde Aç Güneş’i
oluşturduğu da daha iyi anlaşılıyor.
Cumalı’nın şiirleri, bende, kendi günlük yaşamının, yaratılarının,
sevinçlerinin, mutluluklarının, sevme denen o yüce başarısının, bunalımlarının,
güzelliklerinin, yalınlık içinde gelişen imgelerinin yansıması etkisini
bırakmıştır. Kızılçullu Yolu’yla başlayan bu şiir emeği, Aç Güneş’e değin, en
son şiirlerine değin uzanır. İnsan yüreğinin ta derinlerinde kalmış bir
dostlukla, sevgiyle kavrar insanı. (…)
Şiirini oluşturmuş, şiirinin olanaklarını geliştirmiş her şair
bunu yapmıştır. Şiir, çok kişisel bir türdür, özneldir. Önemli olan, bu
öznelliği, bu kişiselliği, herkesin olabilecek bir yaşam'a dönüştürmektir.
Baudelaire’in, Mayakovski’nin, Poe’nun, Valery’nin yaptığı da budur. George
Thomson’un şu saptaması önemli görünüyor bana: "Şair, hepimizde ortak olan
çağrışımlardan yararlanarak, kendi kişisel yaşantısını toplumsallaştırır ve
böylece ona evrensel bir boyut kazandırır." Şairin yaşamında bu
çağrışımlar, kendi yaratı ürünü olarak dışa yansır. Şiirinin doğruluğu ve
güzelliği de bu çağrışımlardan kaynaklanır. Onun biçimleyişi, imge düzeni,
herkesin olabilecek bir doğruluğa, bir güzelliğe şiirsellik kazandırır.
Cumalı’da yalın ve yoğundur bu. Umut ve yaşam dolu bir dünya, derinliğine ve
beğeni öğeleriyle bu şiirsel güzelliği yaratıyor. (…)
Adnan
Binyazar
(Türk Dili Dergisi
Şubat 1981)