Öykü, günce yazarı ve şair (D. 20 Ekim
1965, İstanbul – Ö. 6 Ağustos 2020, İstanbul). Bakırköy Ticaret Lisesi mezunu.
1990’dan itibaren bankalar ile özel kuruşlarda muhasebecilik yaptı. 1998’den
itibaren bir kitabevi ve bir sigorta şirketinde çalışarak emekliye ayrıldı.
“Barış Çocuğu” adlı ilk şiiri Gerçek Sanat dergisinde
(Temmuz-Ağustos 1987), “Beş Yüz Lira”
adlı ilk öyküsü Varlık dergisinde
(Haziran 1988), “Rıfat Ilgaz: Sanatı ve
Yaşamı Üstüne” adlı ilk röportajı Varlık
dergisinde (Nisan 1989) çıktı.
Toplumcu-Gerçekçi anlayıştaki
şiir, öykü, söyleşileri; Varlık,
İnsancıl, Notos Öykü, Güzel Yazılar, Cumhuriyet Kitap, Adam Öykü, E, Söylem,
Gerçek Sanat, Edebiyat Gündemi,
Berfin Bahar, Güncel Sanat, Anafilya, Havuz, Mavi Ada, Alkım Sanat, Şehir, Sanat Derzini, Şarköy Sanat, Tay,
Çalı, Akdeniz Edebiyat, Cep Sanat, Mavi -Yeşil, Korsan Sözlük, Maki, Rengâhenk
Çerçevesiz, Kar, Öykü Teknesi, Kıyı, Karşın, Basad Sanat, Yurt Kültür, İda
Körfez Fanzin, Bizim Anadolu, Kiraz, Carpe Diem, Ardıçkuşu, Aykırı Sanat,
Kopuş, Damar, Uğraş, Karşı, Albatros,
Detay, Kırışık, Misafir, Manşet, Şafak, Istranca Rüzgârı, Önce Vatan, Yazan
Gazete, İstanbul Times, Hürses, Frekans, Günyüzü, Yalova, Mécéné vb. gibi dergilerin, gazetelerin, internet
sitelerinin, radyoların ve televizyonların edebiyat programlarında yayımlandı.
Yılmaz Uçar, 6 Ağustos 2020 günü
rahatsızlığı nedeniyle İstanbul’da kaldırıldığı hastanede 55 yaşında hayatını
kaybetti. Türkiye Yazarlar Sendikası, BESAM (Bilim ve Edebiyat Eseri Sahipleri
Meslek Birliği) üyesiydi.
ESERLERİ:
Öykü:
İstanbul Düşü (1996), Ağlayan Bebek (1999), Artçı Sarsıntılar (2002), Kanadı Kırık (2004), Yıkım
(2008), Galata Köprüsündeki Kamyon.
Şiir:
Umut (1999).
Röportaj:
Sözü Dudaktan… (Kültür, Sanat,
Edebiyat Söyleşileri).
Günce:
Garip Ozan.
Deneme:
Siyasi Yazılar…/ Türkiye Üstüne
Notlar
YILMAZ UÇAR İÇİN NE DEDİLER?
“Yılmaz Uçar’ın
öyküleri, duru bir Türkçe ve akıcı bir dille yazılmış. Sıradan insanlarımızın
günlük yaşamları, işleri, uğraşları, yaşam sürecinde karşılaştıkları sorunlara,
zorluklara karşı anlık tavırları akıcı bir dille sergileniyor. “ (Yılmaz
Elmas)
***
“Yazar, personalarını (eser kahramanlarını) günlük pratik
hayatın içinden seçiyor ve onları, günümüzün insanları olarak yaşanan olaylarla
bütünleştirip sergiliyor.” (Yılmaz Arslan)
***
“Sokakların öykücüsü diyebiliriz Yılmaz Uçar’a. Sait Faik’in ve
Orhan Kemal’in birleşerek İstanbul öyküleri yazması gibi algılanabilir onun
öyküleri. İstanbul’un Sirkeci, Eminönü, Şişli, Galatasaray, Beyoğlu,
İstiklal Caddesi gibi kalabalık semtlerinden insan manzaraları fotoğrafı
sunuyor Uçar; an değil birkaç anın fotoğrafları gibi. ‘İstanbul öykü kaynıyor’
diyen Yılmaz Uçar, öyküleriyle bunu bir kez daha kanıtlıyor...” (Öner Yağcı)
KAYNAKÇA: Yılmaz Uçar ile Söyleşi (Söylem dergisi, Eylül 1998),
Fatih Güven / Yılmaz Uöar’dan İki Kitap (Kitap Rehberi, Temmuz 2000), Tanzimattan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi (2001), Istranca Emin Karaca / Artçı Sarsıntılar (Bizim
Gazete, 26.10.2002, 25.12.2004), Hasan Akarsu / Yılmaz Uçar’ın İki Kitabı (Yaba
Edebiyat, Ağustos 2003), Yılmaz Çongar / Artçı Sarsıntılar (Cumhuriyet Kitap
Eki, 28.8.2003), Öner Yağcı / Kanadı Kırık’ın Önsözü (2004), Gözcü gazetesi
(13.12.2004), Evrensel gazetesi (6.1.2005), Berfin Bahar (Ocak 2005), Yılmaz
Çongar / Kanadı Kırık (Cumhuriyet Kitap, 27.1.2005), İhsan Işık / Türkiye
Yazarlar Ansiklopedisi (2001) - Resimli
ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2007,
2009), Yazar Yılmaz Uçar hayatını kaybetti (evrensel.net, karar.com, 6 Ağustos
2020).
Dünya silahlanıyor habire, açlığı görmeden.
Sonucunu bilerek-bilmeyerek giriyor savaşa,
“belki kazanırım” diyerek.
Ne geçecek kimin eline,
Ve ne geçti bunca yıldır.
Birinci, İkinci Dünya Savaşı, alın örnek,
Milyonlarca ölü, yıkık bina, kan, barut.
Milyarlarca dul, yetim, aç çocuk…
Heeey savaş kundakçıları,
Doymadınız mı daha?..
Bütün dünyayı parçalasanız da,
Düşman etseniz de ülkeleri birbirine.
Çocukları babasız bıraksanız da,
Ve alsanız da şu yoksulun ekmeğini elinden,
Bütün kötülükleri yapsanız da,
Nükleer savaş adına.
Ne geçti ki,
Şimdi ne geçecek,
Kötülükten başka elinize,
Sırtınızda varken şu kara gömlek!..
YILMAZ UÇAR
-Rıfat Ilgaz’a
3.1.1984 Salı, 13.00
Avcılar’daki evinde –
Kapısından girer girmez,
Rıfat Ilgaz karşıladı beni.
Başımla selâm verip,
Eğildim öptüm elini.
“Geç içeri -dedi- çalışma odama,
İlk önce ama,
Dinleyelim ajans haberlerini…”
Konuştuk memleket üstüne,
Şiir üstüne.
“İlk önce sevmelisin insanları -dedi-
Yüreğinde damıtarak sevgini
Aktarmalısın kağıda.
Şiir -dedi- düşmeli halkın önüne…”
Verdi bana dirençli kalemini!..
YILMAZ UÇAR
Erkenden çıkıyorum evden.
Saat belki yedi buçuk,
Sekiz belki.
İnadına, bakmıyorum saatıma.
Bomboş sokaklarında dolaşıyorum mahallemin,
Elimde sigarayla.
Boyuna uzatıyorum yolumu,
Bir bakıyorum ki, istasyondayım.
Tren kayarak geliyor raylardan,
Ve insanlar,
Ve insancıklar,
Bekleşenler köşe başlarında,
duraklarında,
Gelip geçenler yanımdan.
İşi gücü var herkesin,
Benimse hiç.
Kalfasıyım boş gezenin,
Şiir üretiyorum boyuna.
Hiç ummadığım zamanda,
Görmek istediğim halde göremediğim,
Eski sevgilim geçiyor yanımdan.
Şaşırıyoruz ikimizde,
dargınız ya!..
Tırnaklarımı avucuma batırıyorum.
Yakıyorum bir sigara daha!..
YILMAZ UÇAR
Kahveler dolar taşar,
İşsizlerle gün boyu.
Masalar kurulur,
Pişti, okey ve tavla için.
Oynanır habire günboyu.
Kiminin bir karış havada aklı.
Kimi otlakçı, kimi çıkarcı.
Kimi işsiz, kimi de tombalacı.
Çeşit çeşit insan girip çıkar günboyu.
Ne ev, eve benziyor artık.
Ne iş, işyerine.
Neylersin,
Kahveler mekân oldu nicelerimize!..
YILMAZ UÇAR
Yılmaz
Uçar: 1939 yılına kadar yazdığınız şiirleriniz için, Fahir Onger’in bir
yazısında belirttiği gibi, “Gözleri kapalı yaşadığım zamanların yazıları”
demişsiniz. 1940 kuşağından sonra toplumcu gerçekçi görüşle, eski bireysel
düşüncelerinizden sıyrılarak günümüze dek umutlu, dirençli şiirler yazdınız. Bu
ayrımı doğuran etkenler nelerdir?
Rıfat
Ilgaz: Fahir Onger, toplumcu gerçekçi kuşağa içtenlikle yaklaşan bir
eleştirmendir. Bizim yaşamımızı da, yakından izleyen bir arkadaşımız. Genç
yaşta aramızdan ayrıldığı için üzgünüm. Beni de yakından izleyen bu arkadaşım,
bir gerçeği saptamış oluyor. Evet, 1939’larda, 40’larda bir gerçeğin ayrımına
vardığımı da saptamış bulunuyor. İkinci Dünya Savaşı, çalışan her insana bazı
gerçekleri algılama fırsatını da vermiştir. Bizim gibi edebiyatı kitaplardan,
dergilerden, hocalardan izlemek zorunda olan edebiyat öğrencileri, Türkçe
öğretmeni adayları, yaşamla yüzyüze gelmiştir İkinci Dünya Savaşında.
Edebiyatın yalnız kitap, dergi, gazete olmadığını anlamışız ve edebiyatın da,
sanatın da yazınsal ürünlerin de bu algılama olduğunu saptamışızdır. Öyle bir
dönemimde, belki de Fahir’in bir sorusu karşısında, bugüne kadar ben edebiyat
olarak hiçbir şeyin ayrımında değilmişim, yeni yeni edebiyatın ne olduğunu
anlıyorum, demişim. Edebiyat, insanın yaşamıdır. Yaşamını içtenlikle dile
getirmektir. Bu gerçeği saptadığım yıllardır 1940 yılları. Dünya ölçüsünde,
dünya çapında büyük bir trajedi ile karşı karşıyaydık. Irkçılık, Turancılık
daha yumuşağı Türkçülük diye akımlar vardı. Bu akımlara bel bağlamış olan büyük
politikacılar, büyük ekonomistler, askerler yeryüzüne egemendi. Biz bütün
bunların büyük gürültülerle duyurduğu, kendilerine göre gerçek dedikleri
şeylerin içinde, toplumumuza yakışanları, toplumumuzun gelişmesine en kolay
anlatımıyla Atatürkçülüğe aykırı olan şeyleri bulup çıkarmak zorundaydık. Hele hele bir Türkçe öğretmeni olarak ben,
öğretmen olarak, şair olarak, bir mizah yazarı olarak, ki kendimi her zaman
mizah yazarlığına aday görmüşümdür; gerçekleri bulmak, çıkarmak ve yaymak
zorundaydım. Önce sınıfımdaki öğrencilerden başlayarak yaymak görevinde olan
bir kişi bilmişimdir kendimi. Bu bakımdan o sözleri söylemeyi de, bir namus
borcu, bir aydın kişi onuru kabul etmişimdir. Çünkü bütün yazdığım şiirlerin,
yani 1926 da başladığıma göre 1939’a kadar yazdığım şiirlerin, emekçileri,
memleketini seven halkımızı, işçimizi, aydınımızı; gerçek aydınımızı ama
ilgilendirmediğini gördüm. Şiirin yerine oturmadığını anladım yazdığım
yazılarla. Bunlar biraz da, hani birçoklarının dediği gibi az biraz Fransızca
bilmemden de ileri geliyordu. Baudelaire, Paul Valery, Verlaine, Albert Samain,
daha sonraları Philippe Soupault’ları, çok daha sonraları Jacgues Prevert’leri
inceleyerek vardığım edebiyatçı gerçeklerinden doğuyordu. Bunların toplumumuz
için yeterli olmadığını tam algıladığım yıllardır 1940 yılları. Edebiyat, sanat
kitaptan öğrenilmez, yaşamdan öğrenilir dediğim yıllar oldu. Şiirlerimin aylak
sınıfın beğenisine uğradığını gördüm. Daha da ileri giderek, Nurullah Ataç bile
benden söz ettiği halde, bunda bile bir yanlışlık olabileceğini düşündüm. Bu
olaylar beni kendime getirdi. Ve hâlâ da aynı doğrultudayım. Gerçekçiliğimi
bugünlere kadar sürdürüyorum. Bu en ileri bir dünya görüşü algılamasıdır. Hâlâ
değerini yitirmediğine ve bu doğrultuda sanat ürünleri vermenin halkımız için
yararlı olacağına inanmamın sonucudur. En son yazdığım bir maden ocağı şiiri
bile, bugün “Alişim” şiiri doğrultusundadır. Yanlış yolda olmadığımı görüyorum
ve kendime güvenim artıyor…
Yılmaz
Uçar: 1940 toplumcu gerçekçi kuşağı benim anladığıma göre, İkinci Dünya
Savaşının başlamasına neden olan Nazilere karşı yurtsever direnç şiirleriyle
belirdi. 1940 kuşağı engellenmelerine, kitaplarının toplanıp yasaklanmasına
karşın 45 yıldan beri varlığını nasıl koruyabildi? Bu gücü nereden aldı? Ve
bundan sonraki yıllarda Türk toplumcu gerçekçi sanatının önündeki ödevler
nelerdir?
Rıfat
Ilgaz: Evet, beni ve benim arkadaşlarımı içine alarak soruyorsun bu soruyu.
Güzel. Biz yalnız halkımızdan gücümüzü aldığımız halde bu inanışımızı, bu
gerçek saptamamızı ve gerçeği saptamamızı sürdürüyoruz. Neden mi? Doğru
olduğuna inandığımız yolu tuttuğumuzdan geliyor bu gücümüz. Kendimize güvenimiz
buradan geliyor. Halkımız her vakit suçlanır. Yüzde şu kadarı okuma yazma
biliyor, bu kadarı bilmiyor, edebiyat ki daha seçkin kişilerin işidir, halkımız
edebiyata daha henüz kendini vermiş değildir, işte kitap satışları ortadadır
gibi durmadan halkımızı suçlayacak çıkışlarla karşı karşıyayız. İmza günlerini
bile bugün kötüye kullanmaya başlayan gene sanatçı dediğimiz kişiler var.
Bunlar kendi başarılarını bile yanlış yorumluyorlar. Halkımız kendinden yana
olan sanatçıyı arıyor, el yordamıyla arıyor. Eleştirmenlere başvurarak
arıyor. Gazete yazarlarına, yani köşe
yazarlarına güvenerek arıyor. Bulmak üzereyken, bu sefer halkımızın karşısına
çıkıyoruz. Bu yaklaşım olumlu bir yaklaşım olmayabilir diyoruz. Halkımızı
kuşkulandırıyoruz, ama o gene dinlemiyor. Kendinden yana olan yazarları, imza
günlerinde, fuarlarda arayıp buluyor. Eskiden iltifat görenler, matinelerden
başlayarak iltifat gören şairler, genç yazarlar bu sefer kuşkuya düşüyor, halk
yanlış yoldadır diye. Halk, hiçbir zaman yanlış yolda olmaz, yanıltılmazsa
eğer. Halk yanıltılır ama yanıldığının da en kısa zamanda ayrımına varır, gene
belli bir doğrultuyu tutturur…
Yılmaz
Uçar: Ozanlığınızın yanında mizah yazarlığınız da var. Mizaha nasıl başladınız?
Rıfat
Ilgaz: Ortaokul sıralarında şiir yazmaya başladığım zaman, yayınlamayı da hemen
o günlerde düşünmüştüm. Yayınlamadıktan, başkasına göstermedikten sonra, neden
yazılmalıydı şiir? O günlerde, kitaplarla oynayan, dersten, ders kitaplarından
çok romanlar, öyküler, dergiler izleyen bir öğrenciydim. Hani, matematik
dersinde sıranın altında roman okunan günler. Dersi dinler gibi yapıp da, arka
sıralarda kendi dünyamda yaşadığım o günler 1926-27 yılları. Kastamonu’da o yıllarda,
Açıkgöz gazetesi ile birlikte, Çalçene adlı dört sayfalık bir mizah dergisi de
çıkardı. Yusuf Niyazi adlı tahrirat kâtipliğinden gelme bir amca, Çalçene’nin
yanında bir de Nazikter adlı haftalık gazete çıkarırdı. Yusuf Amcayı tanırdım,
Cide’den. Önce şiirlerimi götürdüm. Beğenmiş olacak ki, “Her hafta bir çiçek”
başlığı altında, her hafta benden bir şiir yayınlamaya başladı. O günlerde
Nazikter dergisine ek olarak Çalçene adlı mizah dergisini de çıkarmaya
başlayınca çok düşünmeden mizah öyküleri, mizah şiirleri, fıkralar, güncel
olaylardan oluşan küçük öyküler de yazdım. Yusuf Amca, hemen dergisinde bunları
da sıraya koydu. Demek senin sorduğun gibi önce şiirle başlayıp, aradan uzun
yılların geçmesine zaman ayırmamıştım. Gelgelelim, Kastamonu’daki öğrenim
yıllarından sonra, uzun bir süre mizahımsı yazılar yazmadım; ta Markopaşa
dönemine kadar… Markopaşa gazetesine gelince (dergisi de diyebiliriz) Esat Adil
Beyin Türkiye Sosyalist Partisi’ndeki işçiler bize anımsattı böyle bir mizah
gazetesi çıkarmayı. Dokumacı Rızalar, Elektrikçi Zekiler, Hüsamettinler,
Markopaşa’nın adını bile onlar koydular. O günlerde Aziz Nesin’le Cumartesi
adlı yazınsal bir magazin dergisi çıkarıyorduk. Dergi kapanınca partili
arkadaşlar bize böyle bir iş bulmuşlardı. Hemen partinin toplantı odasına duvar
yazıları yazıldı, Markopaşa çıkıyor diye. Aralarında para bile topladılar. Tam
o sıralarda benim öğretmenliğe döneceğim tuttu. Hasan Ali değişmiş, yerine
Şemşettin Sirer gelmişti Maarif Vekili olarak. Doğru Ankara’ya gittim. Bakanın karşısına
çıktım. Haksızlığa uğradığımı, öğretmenlikten uzaklaştırıldığımı söyledim.
Sınıf adlı bir şiir kitabım yüzünden tutuklanmış, içeri atılmıştım ama doğruyu
söylemenin yeri değildi. Bakanlıkça istifa etmiş sayılıyordum okula gitmediğim
için. Belki komisyondaki genel müdürler, işin doğrusunu biliyorlardı ama açıkta
kalmış bir öğretmene yardım etmeyi daha doğru bulmuş olacaklar ki, beni hemen
Boğazlıyan ortaokuluna atadılar. Bugünlerde
Ankara’da bu işlerle uğraşırken, Sabahattin Ali’ye rastladım. “Sizin Markopaşa’yı ben
çıkarıyorum” diye Esat Adil’in partisindeki gelişmeleri bana açıkladı. “Aziz’le
birlikte çıkarıyoruz” dedi. Her ne kadar partililer para toplamışlarsa da, o
parayla derginin çıkmasına olanak yoktu. Toplanan paraları, partiye gelir olarak
verdik. “Gazetenin patronu benim, sen de yazarsın” demişti. Amacım,
öğretmenlikten çok Validebağı Sanatoryumunda yatabilmekti. Ciğerlerimdeki
hastalık yeniden başlamıştı. Altı aylık
tutukluluk sarsmıştı beni. Durum zaten bakanlıkça anlaşıldı. Altı aylık
ödenekle Validebağı’nda yatarken, 4-5 ay sonra taburcu edildim. O taburculuk
yalnız hastane için geçerli değildi. Öğretmenlikten de böylece son kez atılmış
oldum…
Yılmaz
Uçar: Kişisel mizah anlayışınız?..
Rıfat
Ilgaz: Evet, kişisel mizah anlayışım mı? Ben doğma büyüme Kastamonuluyum. Yani
o güne kadar İstanbul’da kentsoylular tarafından çıkarılan mizah dergilerinde
alay konusu olan Kastamonululardan biriyim. Karagöz’de, Ortaoyunlarında da
adımız geçer. Hüseyin Rahmi eserlerinde dara geldi miydi; bizlere “hödük”
demekten de geri durmaz. İstanbul sokaklarında yolunu yitiren, tünellere,
tramvaylara korkuyla binip, inen hödüklerdeniz biz. İşte böyle bir anlayışta
olan İstanbul’un kentsoylularını karşımıza almanın tam zamanıydı. Biraz da
bizler, Anadolu’dan gelenler, hödükler bu kentsoylulara takılmalıydık. Yani
onların silahını ellerinden alıp, onlara çevirmekti benim
mizah anlayışım. Alay edenlerle alay etmek biraz da… Bizleri küçük
görenlere karşı, sermaye sahiplerine karşı, kavgamızı, çekişmemizi sürdürmek
için mizah yazarıyız. 1942 de çıkan Yürüyüş dergisinin “Şiire Dair” adlı
önsözünde, biz yalnız şiir anlayışımızı değil, bütün yazınsal türlerdeki
görevimizi açıklamak istiyoruz: Toplumcu, Gerçekçi, Devrimci, Marxist Sanat… Bu yıllarda, 42 yılında Trakya tahkim
edilmiş, asker yerleştirilmiş. Koruganlarda askerlerimiz, İstanbul yavaş yavaş
boşaltılıyor. Daha sonraları 44’lerde İsmet Paşa savaş ilân etti Almanlara.
Hazırlanıyorduk. O yıllarda Almanlar, Stalingrad’lardan yüzgeri Berlin’e
kaçarken, ben cezaevindeydim. Sınıf kitabımdan 6 ay yemiş, yatıyordum. Ve 13
kişilik bir koğuştaydım. Bu koğuşta, hapishanenin bahçe kapısı görünüyordu. Ve
Turancılardan kimisi gelip buradan bakıyorlardı. Dışarıda canlılık var mı? Hâlâ
sırdır. Almanlar hapishanenin bahçesine girmişler. Bahçede tutukluları kurşuna
dizmişler. Turancılarımız sabırsızlıkla bekliyorlar. Yanlışlıkla Romanya’yı
bombalayan bir uçak, yanlışlıkla bizim sınırımıza girdi. Hapishanenin çevresi
makineli tüfeklerle tahkim edildiği, savunulduğu için atışa katılanlar oldu.
Bizleri de zincirlere vurarak hapishaneyi boşalttılar. Siperlere ite kaka
doldurdular. Şu rastlantıya bakın ki, bizim 60-70 kişilik zincirli grubumuzun
komutanı, palaskasız subay Türkeş’ti. Demek ki, Turancılardan yatanlar da,
hapishanenin savunmasına yardım ediyorlardı. Ve biz, hapishanenin bahçesinden
Alman hastanesinin bulunduğu sırtlara sokak aralarından tahliye ediliyoruz,
götürülüyoruz. Türkeş’in bazı hareketleri eşit yaşama örneği olamaz. Bayburtlu
Necati olayını herkes biliyor. Bana kitap getirirdi nöbetçimiz. Bunlardan biri
ihbar ediyor, kitap getiriyor diye. Çocuğu taş odaya attılar. Ismarladığım
kitapla, Gorki’nin bir kitabıyla yakalanıyor. İhbar eden de Turancılardan biri,
Türkeş’ti…
Yılmaz
Uçar: Türk Mizahının dünü, bugünü…
Rıfat
Ilgaz: Markopaşa dergisi 1947-48’lerde 60.000 basıyordu. Cumhuriyet 17.000
basıyordu. Markopaşa’yı o makinelerle bir haftada basardık. Büyük satışlar
3000-4000 o sıralar; 1947-48’deki 60.000, günümüzde 500.000 sayılır. Bugün Türk
mizahı, eski hızında değil. Bunun gene toplumsal, siyasal nedenleri var.
Halkımız, biraz da gelişen demokrasiden bekliyor. O vakit, muhalefetten
beklerdi. En yararlısını mizahla yapardık. Halkımız, mizah dergilerine
düşkündü. 1952 de, Adembaba adında bir mizah dergisi çıkardım. İlk sayı ne
reklam, ne afiş. Şöyle 20.000 bastım. Geriye bir tek gazete gelmedi… İkinci sayı daha fazla. 30.000-40.000 bastım.
Gene de büyük rakam. Halk, bir parça bir şey bekliyor. Siyasal ortam elverişli
değildi. Yine 30.000-40.000 basıyordum. 8 sayı çıkardım. Demek ki, mizah
ortamını bulursa halk tarafından geniş ölçüde tutuluyor. Ama siyasal dozu,
biraz fazlaca olacak. Halkımız meclisten, partilerden bir şeyler bekliyor. Kimi
köşe yazarı arkadaşlar, mizahımsı yazılarla köşe yazılarını sürdürdükleri için,
fazla tutuluyorlar. Ama tümü iyi mizah örnekleri değil. Sanat açısından yeterli
değil. Ancak muhalefet işini sürdürdükleri için yazıları okunuyor, seviliyor.
Çok satan kitapların içinde, iyi mizah örnekleri de istemiyor. İçinde bulunduğu ekonomik bunalımı dile
getiren olayların açığa çıkarılmasını bekliyor. Demokrasinin gelişmesini, insan
haklarının yürürlükte olmasını, baskıların, işkencelerin kalkmasını istiyor. Bu
işleri de sanatçılardan çok, iyi bir gazeteci olan arkadaşlar başarabiliyor.
Halkımızda bunlarla yetiniyor şimdilik… İyi mizah örneklerine nedense
rastlayamıyoruz. Gerçeklerle doğrudan doğruya yüzyüze gelmekle yetiniyoruz.
Yani gazeteci yazarlarımız, gazetecilik mesleğinden yararlanarak halkın
gereksinimlerini yanıtlayabiliyorlar. Mizah sanatı gelişmiyor. Halkımız en kısa
yoldan gerçekleri öğrenmek, sıkıntısını, geçim zorluklarının nedenlerini
öğrenmek istiyor. Mizah gelişmiyor…
Yılmaz
Uçar: Köşe yazarlığınız…
Rıfat
Ilgaz: Köşe yazarlığım, İzmir’de çıkan Demokrat İzmir gazetesinde Adnan Düvenci’nin
gazetesinde, her gün köşe yazısı yazdım. İstanbul’da çıkan Vatan gazetesinin
birinci sayfasında kısa yergiler ve Pazar Yazıları, ki bu yazıları ilerde
Meşrutiyet Kıraathanesi kitabımda topladım. Bir de, Ankara’da Yenigün
gazetesinde… Bu, biraz uzun sürdü. Buradan emekli oldum. Dergi olarak, İlhan
Selçuk’un çıkardığı Dolmuş, Spor gazetesinde, Akbaba, Tef gibi haftalık mizah
dergilerinde dizi, köşe yazıları, öyküler, fıkralar, düşsel röportajlar yazdım.
Bu dergilerde çıkan dizi yazılarımı kitap olarak topladım.
Yılmaz
Uçar: Anılarınız…
Rıfat
Ilgaz: Sarı Yazma bir romandır. Tekniği, kompozisyonuyla, biçimi ve biçemiyle
anıyla ilgisi yoktur. Anı türü değil, roman türüdür. Anı, daha çok duyguyla
başlar. Öykü kompozisyonu değildir. Köşe yazısına yakındır. Ama Sarı Yazma
adıyla romandır. Hatta tasarladığım üç romanın ilk cildidir. İkinci ve üçüncüye
gerek görmedik. Altın Yayınları’yla anlaştık. Üç cilt. 1950’ye kadar olayları,
anılarımın o bölümünü yayınladık. Yayınevi sahibi Turan Bozkurt; “İki cildi
basmayalım. Okurlar 50’ye dek merak ediyorlar.” dedi. Nehir roman dediğimiz dizi roman da böylece
gerçekleşmedi. Ve ben de adamı haklı gördüm. Yetindim onunla, gerekli görmedim.
Anılar başka, anısal roman başkadır. Eğer anılardan başlamışsa romandır. En
belgesel kaynak, anılardır. Ortaya çıkan eser tekniğine, kompozisyonuna göre
ancak adlanabilir. Mizah, yazarının mizacından gelen bir çeşnidir. Kimi güleç,
kimi çatıktır. Türler ancak, yazınsal tür olarak düşünülür. Mizah, doğayı
yorumlar; biçimi, bakış açısıyla. Benim kimi şiirlerim vardır, toplantılarda
okunur. Ahmet Gülhan okumuştu “Mıstabey”
başlıklı şiirimi. Millet yerlere yattı. Buna biz mizah türünde bir şiir mi
diyelim? Mizah bir tür değil, bir çeşnidir. Bakış açısıdır. Bir algılama,
doğayı, toplumu bir algılama biçimidir.
Yazınsal türler bellidir. Tekniği vardır. Kompozisyonu, planı vardır. Bu
bakımdan kuralların dışına çıkamayız. Her yazar en canlı, güvenilir kaynak
olarak anılarından yararlanır. İster şiir, öykü; ister köşe yazısı, bu
anılardan yararlanır. Soyut anı yazarı olmayı düşünmedim. Yararlandım ama, anı
yazmak için anılarımı yazmadım. Belki bir gün Reagan gibi başkanlıktan
ayrıldığım zaman, anılarımı yazmaya başlayabilirim. Sanatçı en otantik, en
güvenilir kaynak olarak ortaya koyduğu yapıtlarda, anılarından yararlanır. Ama
anıyı, anı olarak eskitmeye kalkışmaz. Madem ki sanatçıdır; sanatı için anıyı
kullanır. Cumhurbaşkanı olarak, bakan olarak değil…
Yılmaz
Uçar: Biliyorsunuz, gerçekçilik XV. Yüzyılın sonlarıyla XVI. Yüzyılın
başlarındaki Rönesans’tan bu yana gelmektedir. Cervantes’ten Şolohov’a dek 500
yıl diyebiliriz. Öte yandan bugüne kadar, çeşitli sanat akımları
(gerçeküstücülük, Dadaizm, fütürizm, varoluşçuluk gibi) çıkıp işlevini
yitirdiği halde, niçin günden güne gelişen gerçekçilik (ki günümüzde toplumcu
gerçekçilik) tarihten silinememiştir? Sizce, dünya edebiyatında toplumcu
gerçekçiliğin önemi nedir?
Rıfat
Ilgaz: Şimdi sen bana yönelttiğin soruyla, biraz somutluktan uzaklaşıyorsun,
yani soyut bir gerçekçilikten söz ediyorsun Rönesans’tan başlayarak. Bizim
gerçekçiliğimiz, daha çok endüstrinin gelişmesiyle ortaya çıkan çelişkilerin
gerçekçiliği. Özetlersek sömürü gerçekçiliği… Evet, senin o saydığın sıralama,
Cervantes’ten başlayarak toplumdaki değişmeleri gösterir. Feodalizme karşı olabilir
Cervantes’in direnmesi. Şövalyelik, asalet anlayışına, aristokrasiye karşı onun
hicvi olabilir. Burada bile biraz incelersek, gene bir üretim yanı vardır işin
içinde. Belli bir sınıfın palazlanması, sonra çağ değişimi, ortaçağdan
sıyrılma, yeni çağlara doğru açılma ve bunun eleştirisi. Cervantes deyip
geçmeyelim. Evet, saptadığın gibi önemli kişi Cervantes. Donkişot da çok sağlam
bir tip, belli bir dönemin ifadesi. Bugün bile çevremizde Donkişotlar
görebiliriz. Bugünün politikacıları bir yerde bakıyoruz, bir çeşit Donkişot.
Evet, büyük tip bunlar. Şolohov’un tipleri, belirttiğin gibi onlarda bir
uygulamanın yanlış kişileri. Bir partinin yanlış insanları. Başarılı kişileri
var onun, ‘Uyandırılmış Toprak’ da
olsun, öbür romanlarında olsun. Ama bizim şöyle 1940’larda elimize aldığımız,
konu olarak seçtiğimiz tipler hatta rahatça söyleyebilirim Donkişotlar, başka
Donkişotlardı… Hitler, gene bir Donkişot’tur. Bunların benzerleri Türkiye’mizde
vardı. Özentileri, onun doğrultusunda gidenleri. Bir hapishane koridorunda bile
bunlarla karşılaştık. Daha önce de söylediğim gibi, sabahleyin uyandıkları
zaman hapishanenin bahçesine kimlerin girebileceğini, pencereden izleyenleri
yakından biliyoruz. O çağları yaşadık. O çağları yaşayan kişi olarak, biz
gerçekçiliğin bugünlere doğru uzanmasını, onların yıkılıp gittiğini yani
faşizmin başka kisvelerle, giysiler altında, üstelik başka güçlerin kabuğuna
girerek, daha çok dincilerden yardım görmeye çalışarak güçlerini sürdürmeye
çalıştıklarını görüyoruz. Ve gene görüyoruz ki, bizim dünya görüşüne uygun bir
şekilde, ileri dünya görüşüne uygun bir şekilde, görüşlerimizin tutarlı olduğu
sonucuna da varıyoruz bunlardan. Emeğin egemen olacağına inanıyoruz. Bir gün
emeğinin karşılığını alacak kişilere de inandığımız için, şiirimizi,
edebiyatımızı, yazınsal türlerimizden hemen hepsini aynı yöne doğru
çeviriyoruz. Tiyatromuzda, güncel
yazılarımızda bile, okurlarımızla özdeşleştiğimizi gördükçe tuttuğumuz yolun
doğruluğuna inanmış oluyoruz. Evet, saptadığın gibi gerçekçiliğimizin özünde
İkinci Dünya Savaşında faşizme karşı olmak vardı. Faşizm önlendi mi? O zamanki
faşizm anlayışına, özetlersek; Tan gazetesinin yazarlarının da özetlediği gibi
silahlı sermaye derlerdi!.. Bugün belki o anlamda değil, artık sermayenin
silahı bile yok. Yalnız politikası var. IMF’si var, ekonomi bilginleri,
uygulayıcıları var. Faşizm kılık değiştirmiştir. Sömürgecilik çeşni
değiştirmiştir. Maliye, iktisat yani kapitalizmin biçimleri, faşizmin biçimleri
içinde özdeşleşmiştir. Ama İkinci Dünya Savaşı etkilerini arayıp bulmak,
sergilemek zorundayız bugünün aydını olarak. Yani 1940 yıllarındaki gibi
olmayabilir. Yeni kılıflarla, yeni giysilerle, yeni biçimlerle, yeni bir türde
sürüp gidebilir. Şart değil, tanklı tayyareli sürüp gitmesi…
Yılmaz
Uçar: Genç toplumcu gerçekçi ozan veya yazarlara, usta bir toplumcu gerçekçi
ozan ve yazar olarak önerileriniz neler olabilir?..
Rıfat
Ilgaz: Bize kimse öneride bulunmadı. Biz çağımızın gerçeklerini arayıp bulduk.
Çağımızın gerçeklerine uygun yazınsal türler gerektiğini bulup çıkardık.
Bugünün gençliği de kendi yazınsal türlerini, çeşnilerini kendisi bulup
çıkarırsa daha da sağlam bir yere, bir toprağa basmış olur. Yalnız onların
bizim yaşamımız, yaşantımız doğrultusunda davranmalarını isteriz. Yani her şeye
karşın, sağlığını yitirme karşısında bile olsa, direnebilmek, saptadığı
gerçekler karşısında en biçimli uygulamayı, yazınsal uygulamayı başarabilmek,
durmadan kendisini yenilemek, böylece toplumu yenilemeyi hedef almak… Özgürlük
ve bağımsızlığını yitirmeden, aydına yakışan biçimde savaşmak. Biz kendimize
göre şöyle diyoruz: Sanıyoruz yanlış iş yapmadık. Acaba bizim gibi
davranırlarsa gençler de yanılmazlar mı?..
Bütün ilerici sanatçılar, önce kendilerine güvenecekler. Fikret ne
demiş. Fikret bile yani, bizden en az 20-30 yıl önce konuşan Fikret; “Hak
bellediğin bir yola yalnız gideceksin.” demiş…
Kendine güvenmekten başlar. Çevresine güvenmek, çevresindeki kişilere
güvenmek, emekçilere güvenmek. Çünkü emekçi
en haklı, toplumun içinde. Üreten kişiye güvenmek. En haklı insan, bence üretendir. Üretenden
yana olmak. Biraz daha yüreklice konuşacak olursak, ki bugün bunu bile söylemek
yüreklilik istiyor; işçi sınıfından yana olmak… Onun sorunlarını sanat yoluyla
dile getirmek. Sanatın olanaklarından yararlanarak, işçi sınıfının bir kelime
ile buyrultusunda olmak. Onun doğrultusunda, onun verdiği görev ve ödevde yerini almak. Ama her zaman
dediğimiz gibi, sanatçının üzerine düşen en büyük iş, bu sınıfın başında bile
olsa, o her şeyi değiştirmek, yenilemek, daha ilerisi için hazırlamak; hatta
işçi sınıfının başı olarak bile üzerine düşen iş bu. Onun için sanatçı kendi
sınıfından kopmuş kişi değildir, kopmuş kişi olmamalıdır. Kendi sınıfının
görevinde, işleminde, işlevinde olmalıdır…
Yılmaz
Uçar: Geleceğe dönük erekleriniz nelerdir?
Rıfat
Ilgaz: Görüyorum ki, devlet tiyatroları kapılarını yavaş yavaş bizlere de
açmaya başladı. Bu durumda, toplumumuzdan bir kesit olarak oyunlarımın
sergilenmesini isterim. Sık sık konuşuruz. Türk tiyatrosu, Türk yazarıyla
başlar diye. Türk yazarı rahatça Türk tiyatrosuna girememiş olacak ki, bu iş
geciktikçe gecikti. Bunun için de, demokrasiyi beklememiz mi gerekiyor? Özel tiyatrolar
da, nedense devlet tiyatrolarının davranışı ile kendilerini yönlendirmeye
çalışıyorlar. Bu olanağın yurdumuzda da yürürlüğe girdiğini görsem, ilk işim
oturup bir oyun yazmak olacak… “Efendim, Siz yazın da, sonra oynanır!..”
Çağının tanığı olmak böyle mi olur? Bu tanıklığı da sağlığımızda yapamazsak,
ömür boşa gitmiş olur?.. 80 yılımıza oturup ağlayalım mı?.. Şunu demek
istiyorum: Son yapıtımın, bir tiyatro ürünü olmasını isterim kısaca…
Yılmaz
Uçar: Son olarak, Varlık okurlarına mesajınız veya bir öneriniz var mı?
Rıfat
Ilgaz: Varlık okurları… 1932’den beri Varlık okuruyum. 1937’lerde, 38’lerde,
39’larda, biraz da 40’larda Varlık yazarı da oldum. Varlık dizeri olduğum
yıllar bile oldu. Varlık, Tan’da dizilip basılıyor. Rıfat Ilgaz o sıralarda ne
şair, ne yazar, ne de gazeteci. Tan matbaasında, basımevinde entertip ustası.
Şefik Ustam sesleniyor bir makine öteden: “Bak Rıfat’çığım adın geçiyor, Varlık
müsvetteleri arasında. İsviçre’den gönderilmiş, İsviçreli bir Türkolog, senden
söz ediyor. Ama adın karalanmış. Neden karalanmış acaba?..”
Sevgili
Varlık okurları, eski bir Varlık şairi olarak artık o dönemler bir daha
yokuşumuzda görülmesin diyorum. Hele sanat dünyamızda, bir daha rastlanmasın
böyle olaylara. Yazardan çekinilmesin. Sanatçı, sanatçıdan korkmasın. Aydını,
aydına düşman etmesinler!..
Varlık
Dergisi, Nisan 1989, Yıl:55, Sayı:979,
Sayfa:18-19-20
Sirkeci
…….. İşhanının koridorları insan kaynıyordu. İkişerli, üçerli, kadınlı, erkekli
gruplar vitrinlere bakarak merdivenleri tırmanıyordu. İkinci katın girişindeki
merdiven sahanlığında iki kişi, cep telefonu satış bayisinin yanındaki taburede
oturuyorlardı. Sırtı duvara dayalı, beyaz saçlı, beyaz sakallı olan Mehmet Usta
sağ eli çenesinde, hiç durmadan konuşan hemşerisi Şevket Bey’i dinliyordu.
Erzincan Kemah’lıydılar ikisi de… Tek
ortak yanları buydu. Fizikleri, dünya görüşleri, meslekleri farklı olsa da…
Elindeki
benekli tabaklara, sıcak ince belli çay bardaklarını bırakıyor merakla soru
sorup konuşuyorlardı… Şevket Bey, iflastan sonra yeni cep telefon bayisini
yeğeni üstüne açarak bildirmişti vergi dairesine, sosyal güvenlik kurumuna.
Üzerine kayıtlı dikili bir ağacı bile yoktu artık… Sessizce oturup bardağındaki
son yudumunu da başına dikerek içen Mehmet Usta, kırmızı benekli tabakla
birlikte masanın üstüne bıraktı. Mavi gömleğinin üst düğmesini sıkıldığı için
açan Şevket Bey, iki eliyle iki sigara paketinin kalınlığını gösterircesine;
“Şu kalınlıkta yirmi tane, çeşitli bankalardan
aldığım kredi kartlarım vardı. Otuz üç ülkeyi gezdim. Amerika, İngiltere,
Almanya, Hollanda, Belçika, Fransa, İtalya, İspanya, Çek cumhuriyeti. En son
bizim Kıbrıs’a gittim…”
Cep
telefonu bayisine gidip, çekmecesinden getirdiği mavi kaplı pasaportunun
sayfalarını çeviriyor, gittiği ülkelerin vizelerini gösteriyordu.
“En
güzel ülke Amerika… Dokuz buçuk saat
yolculuk ettim uçakla. Hiç durmadan Büyük Okyanusun üzerinde uçtuk. Viskiler, çikolatalar, kızlar. Ama en güzel
kızlar Asya’da Tayvan’daydı…”
Siyah
gözleri, düzgün beyaz dişleriyle o günleri anımsayarak isteklice gülümsüyordu
Şevket Bey. Uzun boyu, atletik vücudu, balyoz yumruklarıyla 55 yaşını
sürüyordu. Mavi gömleğinin üst düğmelerinden bir ikisini daha açıverdi. Göğsünü
kaplayan kıllarını kaşıdı. Ayağa kalktı. Ellerini siyah kumaş pantolonunun
ceplerine sokarak gitti… Beyaz tişörtünün, lacivert kot pantolununun içinde
sigarasızlıktan sıkılan Mehmet Usta, saatine bakıp duruyordu. Çay ocağından iki
çay daha getiren Şevket Bey’le tek şekerlilerini karıştırmaya başladılar.
“İki bin altı yılında bankaya dört yüz bin
lira borcum vardı. Eski parayla dört yüz milyar. Kredi kartlarından, çektiğim
ihtiyaç kredilerinden bankalara borçlandım. Gezdim, tozdum, yedim, içtim.
Battım… Bağcılar Çamlıkahve’deki dairemi, otomobilimi, abimle ortak olduğum
dükkânımın hisselerimi sattım. Sultanahmet adliyesinde mahkemeye çıktım. Bütün
malım, mülküm elimden uçtu, gitti. Dımdızlak kaldım.”
“Yer
demir, gök bakır.”
“Aynen öyle. Mali şube elemanları, icra
dairesi memurları mallarıma el koydu. Rezil oldum. Karım boşanma davası açtı.
İki oğlumu alıp gitti. Büyük oğlum cep telefonu bayiimde çalışıyordu. Bir daha
gelmedi…”
Gözleri
doluyordu Şevket Bey’in. Ağlayamıyordu. Direniyordu… Cesaretli, ataktı…
“Köyde dededen kalma tarlalarınız,
arazileriniz var. Satsan borçlarını ödersin.” dedi Mehmet Usta.
“Köy, üç çakalın eline kalmış. Çok düşük
fiyatlarla alıyorlar. Satmam…” dedi Şevket Bey.
Sağ
elinin parmaklarını, beyaz sakallarıyla kaplı çenesine dayamış düşünüyordu
Mehmet Usta. Kulakları Şevket Bey’in anlattıklarındaydı…
“Kartal
Maltepe cezaevinde yatıyorum. Koğuşa girdim. On iki kişilik koğuş. Ben de, boy
pos o biçim. Ağırım. Üst ranzadan bir genç atladı. Yerini verdi. Geçtim
oturdum… Oturmasını, kalkmasını, nerede konuşulup nerede konuşulmayacağını
bilirsen, cebinde arpan varsa ağır ağabey olursun. Yakınları görüşmeye bile
gelemeyen garibanlara sigara alıp verirsen sayılırsın. Paran varsa sevilirsin.
Her şey para. Her yerde para geçerli… Bana ranzasını veren çocuk iki gün sonra
firar etti. Hapishaneden kaçtı. Geçen yıl,
…. …. Bankası, ödeyemediğim kredi kartları için mahkemeye verdi.
Avukatlık olduk. Metris’te yattım iki ay. Çıktım. Param yok…”
“Bankaya
borcun silinmedi mi, hapishanede yattığın için?..” diye sordu Mehmet Usta.
“Ne silinmesi? Gecikme cezası işledi. Günlük
faiz girdi. Para yok. Çıkınca, mali şubeden sivil polisler geldi. ……..
İşhanında soruşturmuşlar beni. Milliyetçi olduğumu öğrenmişler…”
Boş
çay bardaklarını ayakuçlarına bıraktılar. Şevket Bey, sigara içmese de içkiyi
akşamdan akşama içiyordu. Parası olmadığı zamanlar ise, aile hekimliğine gidip
yazdırdığı sakinleştirici ilaçlarını içerek rahatlıyordu… Uyuyabiliyordu bir
süre… Kâh ağabeyinin, kâh amcasının
evinde kalıyordu. Şu an Güngören’deki arkadaşının evinde sığıntı gibiydi Şevket
Bey…
“Şöyle kapının ağzında duruyoruz. Sivil polise
dedim ki: Arkadaşım bir’den kırk dokuz’a kadar bir rakkam söyle. Memur gülüyor.
Sayısaldan para çıkarsa ödeyeceğim dedim. Üzerimde malım yok. Cep telefon bayii
yeğenimin üstünde. Öbür dükkânım şu koridorun başındaydı. İcra dairesi
memurları, tava tencereye dek aldı… Mali şube sivil polisleri gülerek gitti
sayısalla ödeyeceğim sözüme…”
Hapishanelerde
sürekli borçtan ötürü yatıp çıkıyormuş…
250.000 liralık kalan borcunu sayısal loto ikramiyesiyle ödeyeceğini
anlatıyormuş önüne gelene… Kara gözlerinden yaşlar gelene dek güldüler Şevket
Bey’le Mehmet Usta…
“En son ev sahibiyle mahkemelik oldum. Eve polisler,
avukatlar geldi. Kirayı ödeyemediğim için, evden çıkarttı ev sahibi. Zaten
elektriğim, suyum, doğalgazım kesikti. Param yok nasıl ödeyeyim. Eşyalarımı
apartmanın bodrumuna bıraktım. Kutular içinde bardak, tabak, kaşık. Yatak,
yorgan, halı… Buzdolabı, çamaşır makinesi… Aylardan beri duruyor. Çalınmadıysa
ne iyi. Gidip alamadım… Cep telefon bayiinde, her markanın ev eşyalarının
orijinal yedek parçalarını da satıyorum. Şu düdüklü tencere yedek parçalarını
satmasam açım arkadaşım…”
Umudunu,
yaşama azmini yitirmeyen, inadına direnen Şevket Bey isyan etti.
“İyi ki iflas etmişim. İyi ki batmışım.
Yoksa nasıl gezerdim? Otuz üç ülkeye gittim. Gezdim. Tayvanlı kızları unutamam.
Amerika, Londra, Paris’i bir daha nasıl görürüm? Adı üstünde Paris, Londra, Amerika
çok güzel yerler. Kızlar bir içim su… Bu saatten sonra, param olsa da
gidemem…”
Sevinçten
gözleri parlıyordu. Tabureden doğruldular. El sıkıştılar.
“Geçmiş
olsun.” dedi Mehmet Usta. Gitti…
Haziran
ayının sıcak gününde, sırtından terler boşalıyordu. Mavi gömleğinin arkası
terden ıslaktı. Hanı’ın katları müşterilerle dolup taşıyordu. Yediden yetmişe
insanlar yedek parça dükkânlarını, cep telefon bayii vitrinlerini inceliyor,
alışveriş yapıyor, katlar arası merdivenlerden inip çıkıyordu…
Şevket
Bey’in alnından soğuk terler boşalıyordu. Sağ elinin üstüyle sildi.
Aldırmadı… Sirkeci …….. İşhanı, arı
kovanı gibi insan kaynıyordu…
Çöktüğü
beyaz taburede dirsekleri dizlerine dayalı, oturup kaldı…
Berfin
Bahar dergisi, Şubat 2014, Yıl:19, Sayı:192, Sayfa:64-65
ARKA KAPAK
“Öykü kitaplarından okuduklarımdan anladığım kadarıyla tipik bir İstanbullu Yılmaz Uçar. Adım adım dolaşıyor İstanbul’u ve gezdiği yerlerde dikkatli gözlerle birini yakalıyor ve onu konuşturuyor. Sonra da söyleşi havasıyla değil de, öykü diliyle anlatıyor, öğrendiklerini…”
BÜLENT HABORA
“Yılmaz Uçar, bizleri imgesel bir geziye çıkarmış; akıcı biçemi ve sade Türkçesiyle toplumumuzun aksayan yönlerini sergilemiş, okurda ilgi uyandırmıştır. Günümüzün Türkiye’sinde, halkın yaşantısını, insanların bilgi, kültür ve davranış düzeyini inceleyecek olan gelecek kuşaklar için değerli bir kaynaktır…”
YILMAZ ÇONGAR
“Gerçekçi, otantik, sevimli ve sevecen öyküleri var Yılmaz Uçar’ın; bir de inadı ve kararlılığı. Kendisi gibi tıpkı… İnsan damarını yakalamasını bilen öyküleriyle toplumcu gerçekçi anlayışla üretmeye devam ediyor… Sokakların öykücüsü diyebiliriz Yılmaz Uçar’a. Sait Faik’in ve Orhan Kemal’in birleşerek İstanbul öyküleri yazması gibi algılanabilir onun öyküleri. İstanbul’un Sirkeci, Eminönü, Şişli, Galatasaray, Beyoğlu, İstiklal Caddesi gibi kalabalık semtlerinden insan manzaraları fotoğrafı sunuyor Uçar; an değil birkaç anın fotoğrafları gibi. ‘İstanbul öykü kaynıyor’ diyen Yılmaz Uçar, öyküleriyle bunu bir kez daha kanıtlıyor…”
ÖNER YAĞCI
“İnsanımızın ekmeğe gereksinimi olduğu kadar, sevgiye de gereksinimi olduğu gerçeğini hemen her öyküsünde altını çizerek söylüyor Uçar. Onun öykülerindeki insani sıcaklık diyebileceğimiz türdeki bir yaklaşım, dayanışma duygusunu güçlendirmektedir okuyucuda. Yılmaz Uçar, insanımızın ekmeğe ve sevgiye olan gereksinimini sıcak, anlaşılır bir dille anlatıyor…”
MUSTAFA ASLAN
“Öykülerini açlık, yoksulluk, işsizlik ve engelli olmak gibi sosyal sorunlar etrafında kurgulayan yazar, öyküleriyle bütün bu sorunların altında ezilen metropol insanının çaresizliğine çaresizlik katmak yerine, çıkış kapısını zorlamanın önemine vurgu yapmış. Yazar, karakterlerine umutlu ve azimli olmayı öğretmiş… Hayatın içinden bir kitap… Yapmacıksız, yalın ve hakiki…”
ELİF TÜRKÖLMEZ
“Yılmaz Bey teşekkür
ederiz. Biraz önce okuduğumuz Sait Faik’in öykülerini anımsatıyor okuduğum
öykünüz. Toplumsal dikkatler, bir sokağın ve bir mahallenin insanlarını
anlatıyorsunuz. Ve Yılmaz Uçar Sizde Sait Faik gibi görünmeyen insanların,
sıradan hayatların öyküsünü kaleminizin ucunda görünür kılıyorsunuz. Kimsenin
görmediğini, kimsenin fark etmediğini anlatıyorsunuz. Taksi şoförleri,
sahaflar, kahvedeki müşteriler Sayın Yılmaz Uçar sizin öykü kahramanlarınız. Bu
son derece doğru bir yazar tavrı. Belli ki iyi tanıdığınız bir kentin,
gözlemlediğiniz insanları öykü kişisi kılmaktasınız. Öykünüzdeki günceli yazma
çabasını da olumlu bulduğumu söylemek istiyorum Yılmaz Uçar. Öykülerinizde bu
toprakların insanını betimlemeye çalışıyorsunuz. Ve onları yaşadığınız
olayların içinde resmediyorsunuz. Tebrik ediyorum Sizi. Ve yazma çabanızı devam
etmenizi diliyorum…”
TRT Ankara Kent Radyosu
105.6 Kent FM
Öykü Atölyesi programı
9 Temmuz 2015 Perşembe
saat:14.40
Şiir,
öykü ve günce yazarı Yılmaz Uçar’ın yeni öykü-günce kitabı Yıkım, naif
sözcüğünün özgün dilinde işaret ettiği tüm olumsuzlukları bir kenara koyup
düşünürsek, naif öykülerden oluşmuş bir kitap. Kitabın adına bakıp aldanmamak
gerek; çünkü Yılmaz Uçar, Yıkım adını verdiği kitabıyla aslında bir bakıma
“hayata yenilmeme kılavuzu” hazırlamış.
Öykülerini
açlık, yoksulluk, işsizlik ve engelli olmak gibi sosyal sorunlar etrafında
kurgulayan yazar, öyküleriyle bütün bu sorunların altında ezilen metropol
insanının çaresizliğine çaresizlik katmak yerine, çıkış kapısını zorlamanın
önemine vurgu yapmış. Yazar, karakterlerine umutlu ve azimli olmayı öğretmiş.
Uçar’ın
akıcı ve heyecanlı dili, öyküleri çabucak okunur kılsa da, anlattığı konuların
iç sızlatan, kederlendiren yanı okuru, her öykünün sonunda bir süre bekleyip,
düşünmeye itecek gibi görünüyor. İş bulmak için dolaşanları, karnını nasıl
doyuracağını bilemeyenleri, cebindeki üç kuruşu kaptıranları okudukça hem
üzülüyor hem de “doğanın değişmeyen kanunu”na okkalı bir küfür sallamak istiyor
insan.
Özünde
buhran, iç sıkıntısı, bunalım gibi duygular barındıran bu tip durumlardan, umut
çıkarmayı biliyor öykü karakterleri.
Yazar, yapaylıktan uzak, açık ve samimi bir şekilde anlattığı öykülerini neredeyse
kendisi yaşamış gibi tüm ayrıntılarıyla aktarıyor.
Birçok
yazarın aksine öykülerinin okura ulaşması için fazlaca emek veren bir isim
Yılmaz Uçar. Kitabın ikinci bölümünde, 18 Nisan 2004’ten 9 Aralık 2007’ye kadar
ara sıra tutulmuş bir günce var. Uçar,
edebiyat dünyasının önemli isimleriyle görüşmelerinden, yağmurlu bir İstanbul
gününde Tophane yokuşunda yaktığı sigarasına kadar ayrıntılı bir doküman
sunmuş güncesinde. Okuyanı, kendi
edebiyat serüvenine davet etmiş. Öyküler bu günceyle daha da anlamlanmış, bu
yüzden belki de kitabı sondan başlayarak okumakta fayda var.
Eskiden
her mahallenin bir delisi vardı; sıcak bir çorbanın esirgenmediği, eski de olsa
ayakkabısının, ceketinin eksik edilmediği. Uçar’ın “Aleks”i de öyle bir “deli”,
Uçar’ın dünyası da öyle bir dünya. Torunlarını doyurmak için aşevi kuyruğunda
bekleyen Hatice Nine de, annesinin ilaçlarını alabilmek için tezgâhtarlık yapan
Serpil de, cep telefonunu mendilci çocuğa kaptıran Bülent Salih de İstiklâl
Caddesi’nde birlikte yürüdüğümüz, Kadıköy vapuruna birlikte bindiğimiz, kırmızı
ışıkta birlikte beklediğimiz insanlar. Yıkım, hayatın içinden bir kitap,
yapmacıksız, yalın ve hakiki…
Yılmaz
Uçar, Yıkım, Sone Yayınları, 2008, 160 s.
NotosÖykü
Dergisi
Ekim-Kasım
2008,
Sayı:12,
Sayfa:138-139,
Yıl:3
Mercan Civan: Merhaba Sayın Yılmaz Uçar, öncelikle okurlarımıza biraz kendinizden bahseder misiniz?
Yılmaz Uçar: Merhaba
Mercan Hanım… 20 Ekim 1965 İstanbul doğumluyum. Bugün doğum günüm. Bana
bu jesti yaptığınız için çok teşekkür ederim. 45. doğum günümü
kutluyorum. ( İlk şiirimi yazışımın ve radyoda okunuşunun 29., ilk şiirimin
dergi de yayınlanışının 23., ilk öykümün dergi de yayımlanışının da 22.
yıldönümüdür… ) Bakırköy Ticaret Lisesi mezunuyum. Yapı Kredi,
Pamukbank ve özel şirketlerde muhasebecilik yaptım. Kitabevinde, sigorta
şirketinde çalıştım. Emekli olduktan sonra, bir süre Denizbank’ta görev
yaptım… Şu an salt edebiyata ağırlık verdim. Dergi, radyo, gazete,
internet sitelerinde şiir, öykü, deneme, röportajlarım yayımlanmakta…
‘Barış Çocuğu’ adlı ilk şiirim Gerçek Sanat Dergisi’nde (Temmuz-Ağustos
1987), ‘Beş Yüz Lira’ adlı ilk öyküm Varlık Dergisi’nde (Haziran 1988) çıktı.
Toplumcu Gerçekçi anlayıştaki şiir, öykü, söyleşi, kitap tanıtım yazılarım;
Varlık, İnsancıl, Güzel Yazılar, Cumhuriyet Kitap, Adam Öykü, E,
Söylem, Gerçek Sanat, Edebiyat Gündemi, Berfin Bahar, Güncel Sanat,
Anafilya, Havuz, Mavi Ada, Alkım Sanat, Şehir, Sanat Derzini, Şarköy
Sanat, Tay, Çalı, Akdeniz Edebiyat, Cep Sanat, Mavi -Yeşil, Korsan Sözlük,
Maki, Rengâhenk Çerçevesiz, Kar, Öykü Teknesi, Kıyı, Karşın, Bizim Anadolu,
Kiraz, Carpe Diem, Ardıçkuşu, Aykırı Sanat, Kopuş, Damar, Uğraş, Karşı,
Albatros, Detay, Kırışık, Misafir, Manşet, Şafak, Istranca Rüzgârı, Önce Vatan,
Yazan Gazete, İstanbul Times, Yalova, Mécéné vb. gibi dergilerin,
gazetelerin, internet sitelerinde yayımlandı. Bulgaristan, Macaristan,
Romanya, Rusya, Arnavutluk Radyoları Türkçe Servislerinin; TRT FM, Ekin,
Barış, Bakırköy, Delta FM radyolarının edebiyat programlarında şiir ve
öykülerim okundu… ‘İstanbul Düşü’, ‘Ağlayan Bebek’, ‘Artçı Sarsıntılar’,
‘Kanadı Kırık’, ‘Yıkım’, ‘Galata Köprüsündeki Kamyon’ isimli altı öykü kitabım;
‘Umut’ isimli bir şiir kitabım; ‘Sözü Dudaktan’ isimli bir röportaj kitabım;
’Garip Ozan’ isimli bir günce kitabım var… Edebiyat Sözlüklerinde,
Ansiklopedilerde yer almaktayım. Türkiye Yazarlar Sendikası ve BESAM (Bilim ve
Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği) üyesiyim. Çalışmalarımı sürdürüyorum.
Mercan
Civan: Elinize “kalemi” ne zaman aldınız?
Öykü, şiir, deneme yazmaya nasıl başladınız?
Yılmaz Uçar: Ders
kitaplarımın dışında okuduğum ilk ilginç şiir, Nâzım Hikmet’in “Şair”, Rıfat
Ilgaz’ın “Güvercinim Uyur mu?” isimli şiirleriydi. Hele Nâzım Hikmet’in
şiirlerini okuduktan sonra müthiş etkilenmiş, kendimi enerjik hissetmiştim.
Devrimci lirizm buymuş demek ki. Onu anlamıştım. “Ben yazsam nasıl yazardım”
biçiminde düşünmeye başlamıştım. Okuyup, düşünerek, araştırarak, konuları
düşünerek ilk denemelerimi yapıyordum… Yazı yazmaya şiirle başladım.
Yazdığım ilk şiirim “Çocuklarımız” isimli şiirimdi… Daha sonra “Barış Çocuğu”,
“Beyaz Güvercin” vs. şiirlerim sıralandı… İlk şiirlerimi Fahri Erdinç Sofya
Radyosunda 1981 ve 1982 yıllarında ‘Kültür, Sanat, Edebiyat’ programı ‘Edebiyat
Postası’ köşesinde okudu… Yine ilk şiirlerimi Güngör Gencay, Gerçek
Sanat Dergisi Temmuz-Ağustos 1987 sayısında yayımladı.
Mercan
Civan: Yaratıcılığınızın ilk yıllarında yakınlarınız sizi desteklediler mi?
Yılmaz Uçar: İlk
yazılarımda yakınlarıma radyoların edebiyat programlarında yayımlanan
şiirlerimi, öykülerimi, mektuplarımın okunduğu yayınları kasetlere kaydedip
dinletirdim. Dergilerde yayımlanan şiir, öykü, röportajlarımın yayınlandığı
sayıları armağan ederdim. Şimdi kitaplarımı imzalı armağan ediyorum… Açıkçası
dar, kapalı, tutucu bir çevrede ışık saçıyorum. İlk çıkış benden kaynaklanıyor.
Karşı taraf soğuk… İşin maddiyatını sorguluyor… İç açıcı bir ortam
yok hem yakınlarım, hem arkadaşlarım arasında. Bilinç, bakış açıları, dünya
görüşleri doğrultusunda şahısları değerlendiriyorum… Mukaddesatçı bir toplum
olduğumuz için natürel karşılıyorum…
Mercan
Civan: Manevi anlamda hangi yazarlar yanınızda oldu?
Yılmaz Uçar: Sürekli
sevgi, saygıyla andığım Fahri Erdinç, Rıfat Ilgaz, Kemal Özer, Cengiz Gündoğdu,
Güngör Gencay, Öner Yağcı, Hasan Hüseyin Yalvaç vb. gibi bana manevi destek
olan yazar, şair dostlarımdır. Diyalog çok önemli Mercan Hanım.
Mercan
Civan: Öyküleriniz için ilham kaynaklarınız?
Yılmaz Uçar: Toplumcu
Gerçekçi Sanat Akımı üyesi realist yazar olarak, ‘gözümüz toplumda, kulağımız
halkta’ aydınlar olarak; işsiz, aç, yoksul, çilekeş, trajik yaşantısı olan
halkımdır. Çıkış noktam, bakış açım ülkem insanının dertleridir…
Toplumsal sorunlarını, bireylerin psikolojik, sosyolojik sorunlarını
şiir, öykü, röportaj, güncelerimde işlemekteyim. Medyayla dergi, radyo, gazete,
kitap, internet, TÜYAP Kitap Fuarlarıyla yine halkıma duyurmakta, ulaştırmaktayım…
Mercan
Civan: Bir öykünüzün başarılı olduğuna inandığınızda neler hissediyorsunuz?
Yılmaz Uçar: Müthiş bir
doyuma ulaşıyorum. Beyinsel ve psikolojik bir rahatlama yaşıyorum. Mutluluk
verici, sevinç verici bir an duyumsuyorum Mercan Hanım.
Mercan
Civan: Özeleştiri hakkında neler düşünüyorsunuz, özeleştiri yapar mısınız?
Yılmaz Uçar: Bireysel ve
sanatsal bağlamda sürekli özeleştiri yapmaktayım. Başarı çıtasını sürekli
yükseltmek için özeleştiri gerekli ve zorunlu bence. Öz eleştiri her aydın
insanın uygulaması gerekli bir erdemidir. Yeni yazacağım eserlerde, yeni
atacağım adımlarda bu tip değerlendirmelerin sonuçlarını uyguluyorum. Farklı
pencerelerden imgesel gözlemleyerek, özeleştiri ve empati kurguluyorum. Yaşamın
ve sanatın olmazsa olmazıdır çünkü!..
Mercan
Civan: Öykülerinizin konularını seçerken nelere dikkat edersiniz,
benimsediğiniz bir yöntem var mı?
Yılmaz Uçar: Usta Öykücü
Sait Faik Abasıyanık “ben öykü yazmıyorum, öyküyü yaşıyorum” demiş. Öykü
kumaşım o kadar hücrelerime, gözeneklerime işlemiş ki; bir kahvede otururken,
bir caddede yürürken, bir otobüste, tramvayda yolculuk sırasında veya
sokakta bir arkadaşımla konuşurken “bir öykü yakalayabilir miyim?” diye
düşünüyorum. İstanbul bu açıdan öykü kaynağım diyebilirim. Müthiş bir veri tabanı
bence İstanbul… 73 milyonluk koskoca Türkiye’nin karakökünün,
İstanbul olduğuna inanıyorum. Sokaktaki insanlarımızı yazıyorum.
Dramatik, trajik, psikolojik ve sosyolojik sorunlarını işliyorum…
Mercan
Civan: Gerçekleştirmek istediğiniz projeleriniz?
Yılmaz Uçar: Her geçen
gün projelerim gelişiyor. Sanatsal bağlamda Nobel Edebiyat Ödülünü kazanmaktır.
Fakat şu an şiir, öykü, günce, röportaj, deneme türlerine değil, salt
romana Nobel ödülü verilmekte. Bence şiir veya öykü ödül jürisi de oluşturulmalı
İsveç Nobel Komitesi tarafından… Daha sonra güçlü bir medya yöneticisi olmak
veya Kültür Bakanı olarak şair, yazar dostlarımın kitaplarını da, ülkemizin
kitaplıklarına, okullarına almak, onları maddi yönden rahatlatmak düşümdür.
Dünya coğrafyasındaki ülkelerin tarihi, turistik, coğrafi güzelliklerini gezip,
görmek ereğimdir. Kitaplarımın yeni basımlarını ülkemiz insanlarına ulaştırmak,
yurdumun dört bir yanındaki Kültür Merkezlerinde, kitabevlerinde, fuarlarda
imza günleri düzenlemek amacımdır… Plan, proje, tasarı, yöntem sürekli
çoğalıyor…
Mercan Civan: Gençlere önerebileceğiniz
kitaplar var mı?
Yılmaz Uçar: Dünya
görüşüme göre Nâzım Hikmet, Rıfat Ilgaz, Ahmed Arif, Sabahattin Ali, Fahri
Erdinç, Orhan Kemal, Sait Faik, Yaşar Kemal, Osman Şahin, Çehov, Tolstoy,
Gorki, Steinbeck, Balzac, vb. gibi
yazarların tüm kitaplarını önerebilirim. Sanat, estetik kitapları, edebi teknik
kitaplar edebiyata ilgi duyan gençler için ufuk açıcı ürünlerdir. Örneğin;
Kagan’ın ‘Estetik ve Sanat’, A.Ziss’in ‘Estetik’, Gorki’nin ‘Edebiyat Yaşamım’
vb. kitaplar estetik eserlerin olmazsa olmazlarıdır… Şu an okuduğum
Eleştirmen Semih Gümüş’ün ‘Öykünün Kedi Gözü’ isimli kitabını genç öykücülere
de öneriyorum...
Mercan
Civan: Sizce “genç kalemler” kendilerine nasıl bir yol haritası çizmeliler?
Yılmaz Uçar: Akademik
eğitimi öneririm. Estetik, sanat, edebiyat, felsefi veri tabanları güçlü
olmalı. Dünya görüşüne göre güzergâhı değişebilir. Farklı çıkış noktasına göre,
farklı bakış açıları gelişebilir. Geniş bir perspektifle, olayları değerlendirebilir
süreç içerisinde. Okumak, çalışmakla orantılı bir olgudur…
Fakat ilk basamakları
edebi ürünlerini dergi, radyo, gazete, yayınevi yöneticileriyle paylaşmalılar,
halka duyurmalılar diye düşünüyorum. Sanat Akımına göre, dünya görüşlerine göre
farklı güzergâhları izleyebilirler. Kişilik, karakter, şahsiyetleriyle orantılı
bir olgudur…
Mercan
Civan: Bir yazarın olmazsa olmazları nelerdir?
Yılmaz Uçar: Realist,
objektif, aydınlık, muhalif, eleştirel bakış açısıdır. Çağdaş ve çağın ileri
dünya görüşüyle, bakış açısıyla eserlerini kotarmasıdır. Çağdışı, karanlık,
insani erdemleri yadsıyıcı, negativ bakış açısı insanları psikolojik, sosyolojik
bunalıma sürükler. Yazar aydın olmalı, örnek, önder olmalıdır…
Mercan
Civan: Birçok Bulgaristan yazarını, şairini okudunuz ve tanıdınız,
araştırdınız. Onlardan bazılarıyla söyleşileriniz var. Bu temaslarınızı biraz
açıklar mısınız?
Yılmaz Uçar: 1979 yılından
bu yana Bulgaristan Radyosu Türkçe Servisi programlarını kısa, orta ve son
yıllarda internet üzerinden daha kaliteli dinlemekle başladı. Okullarda
Bulgaristan Türklerinden sınıf arkadaşlarımın olması, oturduğum apartmanda,
çevremde, çalıştığım işyerlerinde ve yazar dostlarımdan Bulgaristan
Türklerinden şahsiyetlerin olması, bende doğal olarak sempati uyandırdı…
Bulgaristan halkı 100 yıllık sürecinde, bütün siyasi yönetimleri
bünyesinde teori ve pratik olarak yaşadı. Çok çalışkan, aydın, bilinçli, dirençli
bir halk… Bulgaristan Türkleri de İkinci Dünya Savaşından sonraki sosyalist
sistemde eğitimini, kültürünü, bilincini aldığı için; bilimsel aydın insan
sıfatına, kişilik, karakter, şahsiyetine sahip bir halk. Onur verici, gurur
verici bir olgu. Yakından biliyorum. Örneğin; Bulgaristan Radyosu Türkçe
Servisinde şiirlerimi, öykülerimi, denemelerimi, mektuplarımı edebiyat
programlarında Fahri Erdinç, Osman Aziz, Ahmet Ali, Naci Ferhadov, Sevda
Dükkancı, Müjgân Baharova sevinçle okudular. Mutlu oldum. Kasetlere kayıt
ettiğim, CD’lere çoğaltıp edebi web siteme www.yilmazucar.com ‘a alarak
internette yayımladığım programları okuyucularıma, dinleyicilerime zevkle
sunuyorum… Örneğin Siz de bir Bulgaristan Türkü olarak, Şair Naci Ferhadov’un
hemşerisi olarak çok güzel röportaj soruları hazırlamışsınız. Facebook arkadaşı
ve soydaş olarak mutluluk duyuyorum.
Yunanistan Batı Trakya
Türklerinden 1947 Dimetoka göçmeni bir ailenin oğlu olarak, balkan enerjisine
sahibim değerli dostum. Sevinç verici bir olay…
Mercan
Civan: Okurlarınıza iletmek istediğiniz bir mesaj var mı?
Yılmaz Uçar: Kırklareli
Lüleburgaz Frekans gazetesi çalışanlarına, okurlarına ve Siz değerli insan
Mercan Civan’a en içten teşekkürlerimi, sevgi, saygılarımı sunarım… Ülkemizin
ve dünyamızın barış, aydınlık, dostluk, adalet, demokratik, bilimsel, çağdaş ve
umutlu yarınlarda yaşaması dileğimdir. Küresel krizlerin siyasi, ekonomik,
mevsimsel, coğrafi boyutlarının son bulması, sömürgeciliğin, ırkçılığın,
savaşların, işsizliğin, açlığın, yoksulluğun bir daha yaşanmaması isteğimdir…
Bütün dostlara
İstanbul’dan selamlar, sevgiler, saygılar, başarılar, dostluklar. Hoşça kalın,
dostça kalın…
Mercan Civan: Sayın
Uçar, ben de Size sorularıma verdiğiniz yanıtlar için samimiyetle teşekkür
ediyor, sanat yaşamınızda yeni başarılar, özel hayatınızda de esenlikler
diliyorum
Efendim!
MERCAN CİVAN
Frekans Gazetesi, 27
Ocak 2 Şubat / 3-9 Şubat 2011 Yıl:6,
Sayı:138-139, Sayfa:15.
Güncel Sanat Dergisi, Mayıs-Haziran
2011, Yıl:2, Sayı:12, Sayfa: 45 – 46.
Seni Anlatmak, Deneme,
Mercan Civan, Göl Kitap Yayınları, Sayfa: 146 – 153.
Yıkım
değerli öykü yazarı Yılmaz Uçar’ın beşinci öykü kitabı. İstanbul Düşü, Ağlayan
Bebek, Artçı Sarsıntılar, Kanadı Kırık önceki öykü kitapları. Yazarın Umut adlı
bir de şiir kitabı var.
Kitap,
on altı öykü içeriyor.
İlk
öykü Aleks. Fenerbahçe’de oynayan Aleks’in bir posteriyle kahveye gelişinden
sonra Aleks adıyla anılan Cüneyt, nazi subayı gibi yürüyen Cem, yüreğine yenik
düşen Hamdi Usta, balıkçı Adnan, tezgâhtar Serpil’in ölümü ve başkaları…
Yılmaz
Uçar’ın öykülerinde insan önde. Anlattığı kişileri öyle tanımlıyor ki, sanki
öykülerini onlar anlatıyorlar bizlere. O denli canlılar…
Öykülerinde
gereksiz anlatımlara yer vermiyor Yılmaz Uçar. Ne anlatmak istiyorsa baştan
sona değin açık ve yalın bir dilli, abartmadan, süslemeden ve en önemlisi
uzatmada, olaylara toplumsal gerçekçi bir açıdan bakarak, yer yer çarpıcı,
sürükleyici bir biçemle anlatıyor.
“Cumhuriyet
Bayramı” başlıklı öykü gerek konusu, gerek anlatımı bakımından ilginç. Öykü şu
tümceyle başlıyor. “Her apartmanda vardı son yıllarda. Ya kara çarşaflı, ya
kara sakallı insanlar. Nasıl çoğalmışlardı?”
Yılmaz
Uçar bu öyküsünde, bütünüyle gerçekleri yansıtan bir konuya parmak basmış.
Sorular soruyor: “Arapça ve Kuran okuma dersinde çocuklar seslerini
çıkarmıyorlardı. Apartmanda kimden izin almışlardı kurs için? Neden resmi
okullara göndermiyordu aileler kız çocuklarını? Çevreden de mi korkmuyorlardı?
Toplumun, sistemin atmosferi mi onları cesaretlendiriyor, yüreklendiriyordu?
Kim bilir?!”
Çocukları
mahallelerine götürmeye kara sakallı Hasan Dayı gelmişti. Bu arada “Kameralar filme alıyor, flaşlar patlıyor,
mikrofonlar uzatılıyordu kara çarşaflı öğretmenlere, küçücük kız çocuklarına.
Şoför Hasan Dayı, muhabirlerin elinden sıyrıldı. Kaçmaya çabalıyordu. Sivil
polisler, başını eğerek polis minibüsüne soktular…”
“Demek
şikâyet etmişlerdi. Hangi kâfir edebilirdi?
Hangi din düşmanı, hangi dinsiz komünist? Kimlere zararları dokunmuştu
ki? Çocuklara din dersi vermek, geleceklerini mi karartıyordu kara sakalları,
kara çarşafları gibi? Yoksa beyinlerini mi donduruyordu küçücük çocukların
karartarak? Atatürk düşmanı mıydılar yani?!”
Yılmaz
Uçar’ın ilginç benzetmeleri var. Aşağıda öyküden aldığım bir bölümde kara
çarşaflı Ayşe için yaptığı benzetme gibi.
“Üçüncü
katın altıncı dairesine dek girebilen üniformalı polisler, Ayşe’nin ağzını
kapatmaya çabalıyorlardı. Zayıflığı çevikliğine engel olamıyordu. Ellerinden
sıyrılan Ayşe slogan atıyor, bağırıyordu. Ters dönmüş hamamböceği gibi
debeleniyordu yerde.”
Öykülerden
sonra kitabın arka bölümünde “Günlük”leri var Yılmaz Uçar’ın. Yazar,
öyküleriyle özdeş bir anlatımı günlüklerinde de sürdürüyor. Duygularını,
duyumlarını kısa ancak yoğunlaştırılmış olarak sunuyor okurlarına.
Günlüklerden
sonra Yazarın yapıtlarıyla ilgili basında yer alan yazılara yer verilmiş.
Yılmaz
Uçar’ın becerisi, daha doğru bir saptamayla dedikleri ustalığı eskilerin şiirde
“sehl-i mümteni” / “güç kolay” yazma. Yazılması çok kolaymış gibi görünen,
ancak kolay yazılamayan şiir.
Yılmaz
Uçar’ın öykülerini beğeniyle okudum.
Kısa
olan öyküler bir solukta okunuyor. Ancak toplumsal olaylardan, bozuk bir
düzenin etkilerinden yola çıkarak oluşturulan öykülerin, öykülerdeki insan
öğesinin kendini duyumsatan ağırlığı, bu ağırlığın olumlu ya da olumsuz
etkileri sizi bırakmıyor. Başarılı bir öykücü Yılmaz Uçar.
Genç
olan değerli yazarın daha nice başarılı yapıtlar vermesini dilerim.
Yıkım
– Yılmaz Uçar, Sone Yayınları öykü dizisi 160 sayfa.
NEVZAD
SUDİ, Kar Dergisi, Ocak-Şubat 2011, Sayı:7, Sayfa:51
Ne
zaman dış mahallelere giden bir otobüse binsem, içerisi ter kokar. Yağmurlu
havalarda bu koku daha da artar. O yolculara kızamam, aksine bağışlayıcı
bahaneler ararım; yoksuldur, evinde sular akmıyordur, aksa da aygaz tüpü alacak
parası kalmamıştır, gibi. İşte Yılmaz Uçar’ın “Yıkım” adlı yapıtının ilk öyküsü
olan “Aleks”in başkişisi Aleks böyle
biri idi. Asıl adı Cüneyd, Fenerbahçe’li futbolcu Aleks’e çok özendiği için
herkes ona öyle diyor. Sık sık uzamış sakallarını kaşır, evden eve taşınanların
eşyalarını taşımaya yardım eder bahşiş alır, geçinir giderdi. Askerliğini
Şırnak’ta yapmış, babası yok, amcasının yanında sığıntı, tek göz odada. Varsıl
olmayı düşlerdi hep, çok parası olunca, isteklerinden biri de Fenerbahçe’ye
yardım etmekti.
“Yıkım”
adlı yapıt, 2 bölümden oluşur: Öyküler ve Günceler. Öykülerin ikincisi “Nazi
Subayı”dır. Cem, 1.70 cm. boyunda, 120 kg.dır. Yürürken başını dik tutar,
kollarını balyoz gibi sallar, adımları kaz adımıdır, ayni Nazi subayları gibi.
Bir bankada, engelliler kadrosunda, arşiv bölümünde çalışır. 60 kiloluk
kolileri taşır, bir süre sonra belinden de sakatlanır. Müdürüyle geçinemez,
başından hoş olmayan olaylar geçer, ezilir. Öyküde asıl amaç; toplumumuzda
engelli vatandaşların hor görülmesi, onlara değer verilmemesinin belirtilmesidir.
Yazar Yılmaz Uçar, öykünün sonunda şöyle yakınır:
“İşyerlerinde
oluyordu ast üst personel anlaşmazlığı. Fakat, doğanın varoluşuna paralel
oluşan canlılar içinde, engelli olanlar niçin eziliyor? Problemini çözemiyordum
doğrusu. Büyük balık, küçük balığı yutuyor muydu yani? Yutmalı mıydı?
İstifa
ederek bir yere varılamıyordu ki. O tip şahısların işini, daha orada bitirmek
gerekiyordu aslında. Nasıl ki, istifa ederek biz kendi işimizi bitiriyorsak!..”
Yapıta
adını veren “Yıkım” adlı öyküde, Hamdi Usta, uzun boylu, zayıf, kel kafalı,
yoksul bir emeklidir. Bir gün kahvede gazete okurken gözüne çarpan bir haber
onu delirtir. Yumruğunu masaya vurur, çaylar dökülür, herkes korkar. Gazetede,
Umut Mahallesi’nin yıkılacağı yazılıdır. Belediye daha sonra orada depreme
dayanıklı yeni evler yapacaktır. Hamdi Usta inanmaz, kahvede bağırır:
“Arkadaşlar, evlerimizi ellerimizden alıp bizleri sürgün edecekler. İkitelli’de
prefabrik evlerde oturacağız, bizim mahallemizde yapılacak lüks evlerde ise
varsıllar oturacak. Kendileri köşeyi dönecekler.”
Kahvede
herkes isyan eder, her ağızdan bir ses çıkar. Başta emekli, yorgun kalpli Hamdi
Usta olmak üzere öfkeli tüm mahalleli, Belediye Başkanı ile konuşmak için yola
dökülürler. Yol uzundur, Başkan’ın odası üst kattadır, merdivenle çıkılır,
yolda başlarına hiç beklenmedik bir olay gelir…
“Düşenin dostu olmaz” derler. Onu diyen
atalarımız yanılmışlar, nedeni Yılmaz Uçar’ı tanımamışlar. O, yazılarında,
hakkı ve eşitliği aradığı için yargılanan, hapislerde yatan, stresten, üzüntüden
beyin kanaması geçiren, insülinle yaşayan arkadaşlarını unutmaz. Onları ziyaret
eder, öykülerinde de yaşatarak bizlere tanıtır. “Düzeltmen” adlı öykü, böyle
bir öyküdür. Yine de ben okurları yanıltmış olmayayım, öykünün başkişisi düşsel
bir kişi de olabilir. Onu yalnız yazar ve Tanrı bilir, yazara sorsan da bu
meslek sırrını açıklamaz.
“Balıkçı” adlı öyküde, Adnan’ın mavi kot
pantolonu çamurlanmış, dizlerine dek ıslanmıştı. Geçtiği yerleri silip
süpürüyordu. Sigortalı bir iş bulamamış, emekli de olamamıştı. Yüzde altmış beş
engelli olması nedeniyle raporunu Ankara’ya göndermiş, ama rapor geri gelmişti.
Aksayan bacağıyla balıkçı tezgâhının arkasında bağırıp duruyordu: Tazye balık!
Tazye balık!.. Evde çoluk çocuk, bir de yatalak annesi ekmek bekliyordu. Yaşam
kimilerine göre ne denli çetin, kimilerine göre ise çok kolay ve keyifliydi.
Toplumumuzda,
üzerlerine titrediğimiz, gözbebeğimiz genç kızlarımız da ne yazık ki, bizlerle
birlikte sıkıntı çeker. “İlaç” adlı
öyküde, öykünün başkişisi ve tüm ezilen genç kızlarımızın temsilcisi Serpil,
bir giyim mağazasında tezgâhtardır. Akşam olmuştur, işten ayrılıp yorgun
adımlarla evine dönmektedir. Cadde kalabalık, herkes telaşlı, Serpil
düşüncelidir. Askerdeki ağabeyi para istemişti. Babası inşaatta sıvacı ustasıydı,
çalışırken iskele çökmüş, kırık bacağı şimdi alçıdaydı. Kalp hastası annesinin
ilaçlarını bugün alması gerekiyordu. Önce eczaneye uğrayacaktı. Eczaneye çok
yakınlaşmıştı ama başına gelecek tatsız bir olay kendine daha yakındı…
Ülkemizde
ne denli yazınsal dergiler yayınlandı, ama çoğu birkaç ay dayanabildi, unutuldu
gitti. Bunun birçok nedeni var; halkın cehaleti, ilgisizliği, ekonomik
durumların elverişsiz oluşu, çoğunluğun sinema, televizyon, bilgisayar izleme
alışkanlığı vb.
İstiklal
Caddesi’nde Baro binasında memur Murat’ta bir yazınsal dergi yayınlamaya
soyunur. İlk dizgi ve baskı giderlerini maaşından öder. Arkadaşı Semih “Dostum,
nasıl satacaksın dergileri?” diye sorduğunda Murat’ın bakışları ciddileşir. Sol
kaşını kaldırır, gözlerini kısarak; “Aziz Nesin, Markopaşa dergilerini nasıl
sırtlayıp Eminönü, Karaköy, Taksim meydanlarında sattıysa; Rıfat Ilgaz,
Adembaba dergisini elli bin basıp satmışsa biz de satacağız. Vapur
iskelelerinde, tren istasyonlarında, otobüs duraklarında, otogarlarda; Beyazıt,
Taksim, Kadıköy meydanlarında, üniversitelerde, Kartal, Mecidiyeköy,
Galatasaray meydanlarında, gerekirse apartmanlara girerek, kapı kapı dolaşarak
satacağız dergilerimizi” der… Dergi yayınlanır, dağıtımı yapılır, acaba satıldı
mı?..
“Sıcak
Yemek” adlı öyküde, Hatice Nine, içimizde açlık sınırında yaşayan binlerce
yazgı kurbanlarından biridir. Eşi geçen yıl ölmüş, oğlu Bayrampaşa Cezaevi’nde
yatmaktadır adam yaralamak suçundan. Gelini Hacer evlere temizliğe gider…
Hatice Nine’de tek göz gecekondusunda iki torunuyla birlikte akşam gelininin
dönmesini beklerdi. O gün aşevinden yeni çıkmıştı. Elleri arasında bir tencere
türlü yemeği vardı; sıcak sıcak. Tencere, üşümüş ellerini ısıtıyordu. Hava
kararmıştı, çabuk fakat dikkatli yürüyordu evine doğru. Biraz sonra torunları
onu kapıda karşılayacak, sıcak odada, bayat ekmek lokmalarını yemeğin suyuna
bandıra bandıra yiyeceklerdi, aralarında şakalaşarak. Fakat yazgı hiç boş
durmuyor; Hatice Nine’ye, gelinine, torunlarına yeni ağlar örüyordu…
Bu
günlerde veya bu yıllarda cep telefonu moda oldu. Herkesin yanında bir tane
var. Kimileri onunla fotoğraf bile çekiyor. İstiklal Caddesi’nde arkadaşı
Kayhan’la yürüyen avukat Bülent Salih, sokaklarda kâğıt mendil satan yoksul
çocuklara çok acırdı. Onlardan mendil alır, fazla para verir, saçlarını okşar,
mutluluk duyardı. Bu kez öyle yaptı. Çocuk “Buyur ağabey” diyerek elindeki üç
paket mendili uzattığında Bülent Salih bir eliyle para çıkarırken diğer eliyle
de cebindeki yeni aldığı kameralı cep telefonunu okşuyordu. Mendillerden birini
Kayhan’a verdi, diğer ikisini ceplerine
tıktı. Kalabalık yolda bir süre yürüdüler. Bülent Salih birden panikledi, tüm
ceplerini yokladı, kredi kartıyla alıp daha borcunu ödemediği cep telefonu
yoktu… Bazı kişiler toplumumuzun yaralarıdır, çürük meyveleridir, Avcı Hasan
gibi. Okuyamamış, kendini de eğitememiştir. Durmadan yerlere tükürür. En ufak
bir olayda karısı Binnaz Teyzeyle atışır, tartışmayı tırmandırır, birkaç kez de
tokatlamıştır onu. O’da açlık sınırında yaşayanlardandır, ayakkabısının altı
her zaman deliktir. Bir gün ana caddedeki çöp bidonunu karıştırırken gençler
laf atarlar. Avcı Hasan küfürler eder, önüne geleni tekmeler, kontrolünü
yitirir…
Yapıtın
diğer öykülerinde Yılmaz Uçar yine yaşantılarımızdan örnekler verir, örneğin:
Mahalle
arasında, apartman dairesinde kaçak Kuran kurslarına giden otuz kadar kız
çocuğu ve onları getiren götüren kara çarşaflı kadınlar; gençliğinde futbol
oynamış, güngörmüş, mağaza sahibi olmuş Rauf Beyin şimdi bir çorba parasına
ayakkabı tamir etmesi; Banka müdürü Cevahir Beyin arabasına hafifçe çarpan
otobüs şoförü Rıza Beyin düştüğü durumlar, onlar tartışırlarken otobüse hırsız
tinerci çocukların doluşması, İşkur’da iş arayan Tahsin’in, memurun “İş yok!”
demesi üzerine çok sinirlenip memurun yakasına yapışması vb.
Yapıtın
Günceler bölümü 18.4.2004 ile 9.12.2007 günleri arasındaki süreyi kapsar.
Güncelerinde, Bulgaristan Radyosu Türkçe Yayın Servisini konu eder. Yazar,
oraya şiirlerini, öykülerini gönderir. Hepsi radyoda okunur. Yılmaz Uçar
bunları CD’ye kaydeder, kendisine ait internet sitesinde yayınlar. Yazar, vakit
bulur veya yaratır. İstanbul’un yazınla ilgili tüm kuruluşlarını ziyaret eder,
yöneticileriyle tanışır; güncelerinde bunları yazarak okurlarını da haberdar
eder. Örneğin: Bakırköy Kültür Merkezi’nin organize ettiği imza günlerine,
İstanbul Kitap Fuarı’nda TYS Standı’ndaki imza günlerine katılır, okurlarıyla
söyleşir. Cihangir’de Orhan Kemal Müzesi’ni gezer, oğlu Işık Öğütçü ile
tanışır. Ona kitaplarını imzalar,
armağan eder. Taksim, Beyoğlu, Tünel,
Cağaloğlu, Bakırköy, yazarın yazın çevresi ve Öner Yağcı, H.Hüseyin Yalvaç vb.
yazın arkadaşlarıdır…
Yılmaz
Uçar, “Yıkım” adlı yapıtıyla bizleri imgesel bir geziye çıkarmış, akıcı biçemi
ve sade Türkçe’siyle toplumumuzun aksayan yönlerini sergilemiş, okurda ilgi
uyandırmıştır. “Yıkım”, günümüzün
Türkiye’sinde, halkın yaşantısını, insanların bilgi, kültür ve davranış
düzeyini inceleyecek olan gelecek kuşaklar için değerli bir kaynaktır…
Yıkım,
Yılmaz Uçar, Öykü, Sone Yayınları, İstanbul 2008, 160 sayfa
YILMAZ
ÇONGAR
TÜRK
DİLİ DERGİSİ Mart-Nisan 2009, Yıl: 22, Sayı: 131, Sayfa: 58-59.
GÜNCEL
SANAT DERGİSİ, Kasım-Aralık 2015, Yıl: 7, Sayı: 39, Sayfa: 58-59.
YILMAZ UÇAR VE ESERLERİ ÜSTÜNE YAZILAR
YILMAZ UÇAR’IN YENİ ÖYKÜ KİTABI ÇIKTI: YIKIM
“ Yılmaz Uçar deyince, bir yumak heyecan gelir aklıma. Çünkü tepeden tırnağa heyecandır Yılmaz. Konuşmaları, ilişkileri, doğal olarak sanatsal üretileri de heyecanla yüklüdür. Anlatmak istediğini öz olarak, ironi katarak ve temiz bir Türkçeyle dile getiren Uçar’ın öykülerini bu nedenlerle büyük bir kesimin severek okuyacağına inanıyorum…”
(GÜNGÖR GENÇAY)
***
Arka kapak yazılarında GÜNGÖR GENÇAY, YILMAZ ÇONGAR, H.HÜSEYİN YALVAÇ, RUHAN MAVRUK Yılmaz Uçar’ın toplumcu gerçekçi, realist insancıl, temiz ve akıcı bir Türkçe ile yazdığı öykülerini değerlendiriyor.
www.edebiyatodasi.com / 14.07.2008
***
YIKIM: Yılmaz Uçar, Sone
Yayınları, 160 Sayfa
Yıkım; İstanbul Düşü, Ağlayan Bebek, Artçı Sarsıntılar gibi öykü kitaplarının sahibi Varlık, Berfin, Kar, Öykü Teknesi gibi edebiyat dergilerinde şiir, hikâye ve edebiyat eleştirileri yazıları yazan ünlü öykücü Yılmaz Uçar’ın son kitabı. Uçar, on beş öykü bulunan bu eserinde de okura öykü kahramanlarının acılarını, umutlarını, kıvançlarını, yapay süslemelerden uzak açık bir dille yansıtmış…
(GÜNLÜK EVRENSEL GAZETESİ Kültür Sanat Sayfası, 31 Temmuz 2008 Perşembe, Yıl:7, Sayı: 2539, Sayfa: 12)
YIKIM: Yılmaz Uçar, Sone
Yayınları, Öykü, 160 Sayfa.
‘İstanbul Düşü’, ‘Ağlayan Bebek’, ‘Artçı Sarsıntılar’, ‘Umut’ ve ‘Kanadı Kırık’, Yılmaz Uçar’ın daha önce yayınlanan kitapları. Uçar’ın son kitaplarından ‘Yıkım’da, yazarın öykü kitaplarının şimdilik son durağı. Oldukça akıcı bir dille kaleme alınan bu öykülerinde Uçar genel olarak, ekonomik, sosyal ve siyasi baskılar nedeniyle sıkıntı yaşayan modern şehir bireyini anlatıyor. Dolayısıyla, geçim sıkıntısıyla hiç sevmediği işlerde çalışmak zorunda kalanlar; yayıncılık alanında çalışırken sansür taraftarı iktidarlara karşı mücadele edenler; mahalleleri “pilot bölge” seçildiğinden, evlerinin yıktırılması tehdidiyle yüz yüze gelen mahalle sakinleri, bu öykülerin başlıca tiplerini oluşturuyor…
(RADİKAL KİTAP EKİ 8 Ağustos 2008 Cuma Yıl:7, Sayı:386, Sayfa:26. Yeni Çıkanlar Kitap Köşesi)
YIKIM, YILMAZ UÇAR, SONE YAYINLARI, 160 S.
“Yazar kaleminin ucuyla, sözcüklerle, çevresinde yaşayanların fotoğrafını çekmiş. Öykülerini birkaç kareye sığdırmış. Kişilerin acılarını, kıvançlarını, umutlarını, yapay süslemelerden uzak, açık yüreklilikle anlatmıştır. Böylece belgesel niteliği de taşıyan yapıtını tüm okurlara önerir, Yılmaz Uçar’ı kutlarım” diyor Yılmaz Çongar, Uçar’ın öykü kitabı “Yıkım” için.
(CUMHURİYET KİTAP EKİ-Vitrindekiler Köşesi-14 Ağustos 2008 Perşembe, Sayı:965, Sayfa:27)
Yılmaz Uçar, Yıkım, Sone Yayınları, İstanbul, Haziran 2008, 160 sy.
“Yılmaz Uçar deyince, bir yumak heyecan gelir aklıma. Çünkü tepeden tırnağa heyecandır Yılmaz. Konuşmaları, ilişkileri, doğal olarak sanatsal üretileri de heyecanla yüklüdür. Anlatmak istediğini öz olarak, ironi katarak ve temiz bir Türkçeyle dile getiren Uçar’ın öykülerini bu nedenlerle büyük bir kesimin severek okuyacağına inanıyorum.” (Güngör Gencay)
***
“Gittikçe yaygınlaştırılan kapalı oda öyküleri, birey bunalımları Yılmaz Uçar’ın öykülerine uzak. Toplumsal kimliği hep önde tutan, sanatını toplumdan üretme anlayışı, öykülerinin içselleştirilmesini kolaylaştırılıyor. Yaşamla olan birliktelik, öykünün oluşumunu da belirliyor zaten. Yaşadığını, yaşanılanı ve yaşanılacağı saptamak, öykünün kurgulanmasını kolaylaştırıyor doğallıkla. Bu noktayı içselleştirdiği için de, yaratma süreci toplumcu gerçekçi bir yatakta akıyor. Yaşamdan kopmadıkça insana dönük yüzümüz aydınlık olacaktır. Yılmaz Uçar’ın öyküleri de aydınlık insan yüzlerine çağırıyor okurlarını.”
(H.Hüseyin Yalvaç, Berfin Bahar Dergisi, Ağustos 2008, Yıl:14, Sayı:126, Sayfa: 78)
***
Yılmaz Uçar’dan bir “Yıkım”ın öyküsü
Yılmaz Uçar; ‘İstanbul Düşü’, ‘Ağlayan Bebek’, ‘Artçı Sarsıntılar’, ‘Umut’ ve ‘Kanadı Kırık’ adlı eserlerinden sonra ‘Yıkım’ ile karşımızda… Sone Yayınları’ndan çıkan “Yıkım”da mahalleleri “pilot bölge” seçildiğinden, evlerinin yıktırılması tehdidiyle yüz yüze gelen mahalle sakinleri anlatılıyor. Yazar, bu eserinde rant uğruna evleri yıkılan insanların, acı ve umutlarını açık yüreklilikle dile getiriyor. Uçar, akıcı bir dille kaleme alınan öykülerinde; genellikle ekonomik, sosyal ve siyasi baskılar nedeniyle sıkıntı yaşayan modern şehir insanını anlatıyor…
(SÖZCÜ GAZETESİ, 11 Eylül 2008 Perşembe, Yıl:2, Sayı:443, Sayfa:9)
***
YIKIM, Yılmaz Uçar
Sone Yayınları, İstanbul, 06.2008, 160 s.; 14x20 sm. 06.2008,
9786055941024, Öykü – Edebiyat, 10 YTL.
Gündelik hayatta mücadele eden insanların yaşamından kesitlerin sunulduğu sosyolojik öyküler.
(TÜRDAV Kataloğu, Eylül-Ekim 2008, Sayı:159, Sayfa:45)
***
YIKIM, Yılmaz Uçar, Sone Yayınları, 160 sy., 10 YTL.
“Yılmaz Uçar deyince bir yumak heyecan gelir aklıma. Çünkü tepeden tırnağa heyecandır Yılmaz. Konuşmaları, ilişkileri doğal olarak sanatsal üretileri de heyecanla yüklüdür. Anlatmak istediğini öz olarak, ironi katarak ve temiz bir Türkçe’yle dile getiren Uçar’ın öykülerini bu nedenlerle büyük bir kesimin severek okuyacağına inanıyorum…”
(GÜNGÖR GENCAY, MİRROR Dergisi, Kitap Köşesi “OKUMAK ANLAMANIN BAŞIDIR” Eylül 2008, Yıl:8, Sayı:51, Sayfa:78 )
***
YIKIM, Yılmaz Uçar, Sone Yayınları,
“Giyim mağazasının önünde iki genç kız, kâğıt mendil satan on iki yaşında, üç numara tıraşlı bir çocukla konuşuyordu. Kâğıt mendillerini uzatıyordu çocuk. Ellerinin tersiyle itiyorlardı. Siyah çantasını havaya kaldırdı genç kız. Başına vuracakmış gibi yaptı. Geri çekti kendini çocuk. Yüzü kül gibi oldu…”
Sıradan yaşamların öykülerini kaleme alan Yılmaz Uçar ekonomik, siyasi ve sosyal baskıların narkozu altındaki metropol insanının duygularını, yaşam mücadelesini anlatıyor. Yazar kitabının sonunda 18 Nisan 2004’ten başlayıp 9 Aralık 2007 tarihiyle biten günlüklerine de yer vermiş…
(VARLIK DERGİSİ, Ekim 2008, Yıl:76, Sayı:1213, Yeni Yayınlar Sayfa:23, Hazırlayan: Reyhan Koçyiğit)
***
YIKIM, Yılmaz Uçar, Sone Yayınları,
İstanbul Düşü, Ağlayan Bebek, Artçı Sarsıntılar, Umut ve Kanadı Kırık, Yılmaz Uçar’ın daha önce yayınlanan kitapları. Uçar’ın son kitaplarından ‘Yıkım’ da, yazarın öykü kitaplarının şimdilik son durağı. Oldukça akıcı bir dille kaleme alınan bu öykülerinde Uçar genel olarak, ekonomik, sosyal ve siyasi baskılar nedeniyle sıkıntı yaşayan modern şehir bireyini anlatıyor. Dolayısıyla, geçim sıkıntısıyla hiç sevmediği işlerde çalışmak zorunda kalanlar; yayıncılık alanında çalışırken sansür taraftarı iktidarlara karşı mücadele edenler; mahalleleri “pilot bölge” seçildiğinden, evlerinin yıktırılması tehdidiyle yüz yüze gelen mahalle sakinleri, bu öykülerin başlıca tiplerini oluşturuyor…
(TGC. BİZİM GAZETE, Yeni Çıkan Kitaplar Sayfası, 8 Ekim 2008 Çarşamba, Yıl:14, Sayı:4235, Sayfa:8, Hazırlayan: Sabine Erkuş)
***
YIKIM, Yılmaz Uçar, Sone Yayınları, 160 s., 10 YTL.
İstanbul Düşü, Ağlayan Bebek, Artçı Sarsıntılar gibi öykü kitaplarının yazarı, Varlık, Berfin dergilerinde şiir, hikâye ve edebiyat eleştirileri yayımlanan öykücü Yılmaz Uçar’ın son kitabının adı; Yıkım… Uçar, okura öykü kahramanlarının acılarını, umutlarını, kıvançlarını, yapay süslemelerden uzak açık bir dille yansıtmış…
(SABAH KİTAP EKİ, Raflardakiler Sayfası, 22 Ekim 2008, Yıl:4, Sayı:37, Sayfa:27, YALIN GERÇEKÇİ)
***
Sevgili Yılmaz,
Senin öykücülüğümüzdeki ‘yalın gerçekçi’ biçemin üzerine az bile yazıldı. Ama biliyorsun, medyatik ve popüler olanların dayanışma harikaları ( ! ) yarattıkları ülkemizde, sıkı yazarlar pek gündeme getirilmezler...
Seni ‘Yıkım’ adlı kitabın üzerinden yeniden, yeniden kutluyorum… Sevgiyle kal kardeşim…
(Aziz Kemal Hızıroğlu, 20.06.2009 Cumartesi)
***
“Yılmaz benim oğlum, kardeşim, dostum, öğrencim, ustam, sanatçı arkadaşım. Çok zeki bir gazeteci…”
(RIFAT ILGAZ, Ataköy – 27.11.1992 Cuma)
***
“Sayın Yılmaz Uçar,
Edebiyat adına yaptığınız çalışmalar, dünya döndükçe anılacaktır. Sevgiler…”
(Kadir İncesu, Cağaloğlu – 6.7.2010 Salı)
***
“Sevgili Yılmaz Uçar;
‘Yıkım’ adlı eserinizi beğeniyle okudum. Büyük İstanbul’dan küçük ama gerçek öyküler sunmuşsunuz. Sunumunuz, gözlemleriniz ve kattığınız yorumlar doyumsuz bir tat da… ‘Sıcak Yemek’ ve ‘Kaza’ çok etkileyici, inanın tekrar tekrar okudum. Okuyucularınıza böyle bir eser takdim ettiğiniz için teşekkürü borç bilerek bu maili yollamak istedim. Yeni eserlerinizde tekrar buluşmak ümidi ile…”
(Serap Taş, Can Yayınları emekçisi, 21 Ekim 2010 Perşembe)
***
YILMAZ UÇAR’IN “YIKIM”’I
Şiir ve öyküde aynı ustalığı, olgunluğu yakalamış olan Yılmaz Uçar, bize ulaştırdığı kitap, 2008 yılında, İstanbul Arı Matbaası ürünüdür. Yazarın 15 dolayında öyküsünü ve bir o kadar da güncesini içeren yapıt bir solukta okunan eserler türündendir. Kitabın editörlüğünü üstlenmiş olan H.Hüseyin Yalvaç’a göre, “…… öyküleriyle, tanıklığını ve aydın sanatçı olma sorumluluğunu taşıdığını vurgulayan Uçar, toplumsal yaşamın bireysel yaşama yönelik, yapıcı ve yaratıcı yanın hep göz önünde bulundurarak, karanlığı değil aydınlığı, olumsuzluğu değil olumluluğu görmemizi de sağlamaktadır…” Kitabın internet vasıtasıyla siparişi: www.yilmazucar.com
(Bulgaristan Alev kültür dergisi, Kitaplar Sayfası, Mayıs-Haziran 2014, Sayı:39, Sayfa:38)
***
YILMAZ UÇAR
“Yılmaz Bey teşekkür ederiz. Biraz önce okuduğumuz Sait Faik’in öykülerini anımsatıyor okuduğum öykünüz. Toplumsal dikkatler, bir sokağın ve bir mahallenin insanlarını anlatıyorsunuz. Ve Yılmaz Uçar Sizde Sait Faik gibi görünmeyen insanların, sıradan hayatların öyküsünü kaleminizin ucunda görünür kılıyorsunuz. Kimsenin görmediğini, kimsenin fark etmediğini anlatıyorsunuz. Taksi şoförleri, sahaflar, kahvedeki müşteriler Sayın Yılmaz Uçar sizin öykü kahramanlarınız. Bu son derece doğru bir yazar tavrı. Belli ki iyi tanıdığınız bir kentin, gözlemlediğiniz insanları öykü kişisi kılmaktasınız. Öykünüzdeki günceli yazma çabasını da olumlu bulduğumu söylemek istiyorum Yılmaz Uçar. Öykülerinizde bu toprakların insanını betimlemeye çalışıyorsunuz. Ve onları yaşadığınız olayların içinde resmediyorsunuz. Tebrik ediyorum Sizi. Ve yazma çabanızı devam etmenizi diliyorum…”
(ÇİĞDEM ÜLKER, TRT Ankara Kent Radyosu 105.6 Kent FM, Öykü Atölyesi programı, 9 Temmuz 2015 Perşembe saat:14.40)
***
YIKIM : YILMAZ UÇAR
“Bence çağdaş dönemin en duygusal öyküleri Yıkım’ın kahramanları!.. Onları bize okuyuculara kazandırdığınız için ayrıca tebrikler Yılmaz kardeş!.. İşte budur haset edilecek, kıskanılacak bir zenginlik!.. Bol okuyucular dilekleri ile!.. “
(EMEL BALIKÇI ŞAKİR, Yazar - Alev dergisi yayın yönetmeni, 19.10.2015 Pazartesi)