Şair ve yazar (D. 15 Ocak 1902, Selanik - Ö. 3 Haziran 1963, Moskova / Rusya). Tam adı Nâzım Hikmet Ran. Gazete yazılarının bir bölümünde Orhan Selim imzasını kullandı. Baba tarafından valiliklerde bulunmuş ve Mevlevî tarikatından olan şair Mehmet Nâzım Paşa’nın torunudur. Anne tarafından büyük dedesi, Karadağ Savaşında şehit olan Osmanlı Komutanı Mustafa Celaleddin Paşa (asıl adıyla Kont Konstantin Borjenski) Polonya’dan gelmişti, Gagauz Türklerindendir. Babası Hikmet Bey ise Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi) mezunu, Kalem-i Ecnebiye’ye bağlı bir memurdu. Enver Paşa’nın kızı olan annesi Celile Hanım; Fransızca bilen, piyano çalan ve ressam olan bir hanımdı. Kurtuluş Savaşı döneminin Moskova Büyükelçisi Ali Fuat (Cebesoy) Paşa, Nâzım Hikmet’in büyük dayısıdır. Nâzım, aynı zamanda şair Oktay Rifat’ın teyze çocuğudur.
Nâzım
Hikmet, ilkokulu Göztepe Taş Mektep’te bitirdikten sonra, Mekteb-i Sultani
(Galatasaray Lisesi)’nin hazırlık sınıfına yazıldı. Bir yıl sonra ailesinin
ekonomik sıkıntıya düşmesi yüzünden bu okuldan alınarak Nişantaşı Sultanisine
verildi. Bu arada, dedesi Nazım Paşa’nın etkisiyle şiirler yazmaya başlamıştı.
1917’de girdiği Heybeliada Bahriye Mektebini 1919’da bitirip Hamidiye
kruvazöründe güverte subayı olarak göreve başladı. Aynı yılın kış aylarında,
son sınıftayken geçirdiği zatülcenp hastalığı yeniden başladı. Uzun süren bir
tedavi ve dinlenme döneminden sonra kendisini toparlayamadığı görülünce sağlık
kurulu raporuyla, 17 Mayıs 1920’de askerlikten çıkarıldı. Bu arada ‘Hececi’
şairler arasında genç bir ses olarak oldukça ünlenmişti. Bahriye Mektebinde
tarih ve edebiyat öğretmeni olan, ayrıca aile dostu olarak evlerine de gelip
giden Yahya Kemal’e büyük hayranlık duyuyor, yazdığı şiirleri ona gösterip
eleştirilerini alıyordu. 1920’de Alemdar gazetesinin açtığı bir yarışmada, ünlü
şairlerden oluşan seçici kurul, birincilik ödülünü Nâzım Hikmet’e vermişti. Bu
arada Faruk Nafiz (Çamlıbel), Yusuf Ziya (Ortaç), Orhan Seyfi (Orhon) gibi genç
ustalar ondan sevgiyle söz etmeye başlamışlardı.
İstanbul’un
işgal altında olduğu günlerde vatan sevgisini yansıtan coşkulu direniş şiirleri
yazıyordu. 1920 yılının son günlerinde yazdığı Gençlik başlıklı şiiri, gençleri ülkenin
kurtuluşu için savaşmaya çağırmaktaydı. 1 Ocak 1921’de ise Mustafa Kemal’in
öncülüğündeki güçlere silâh ve cephane kaçıran gizli bir örgütün yardımı ve üç
şair arkadaşı (Faruk Nafiz, Yusuf Ziya ve Vâlâ Nurettin) ile Sirkeci’den kalkan
Yeni Dünya vapuruna gizlice bindiler. İnebolu’ya varınca Ankara’ya geçebilmek
için beş altı gün izin beklediler. İnebolu’da geçirdikleri günlerde,
Almanya’dan gelip Anadolu’ya geçmek üzere, onlar gibi izin bekleyen
öğrencilerle tanıştılar. Aralarında Sadık Ahi (sonradan Mehmet Eti adıyla CHP
milletvekili), Vehbi (Prof. Vehbi Sandal), Nafi Atuf (Kansu, sonradan CHP Genel
Sekreteri) gibi kişilerin de bulunduğu bu öğrenciler “Türk Spartaküsler” olarak
anılıyor, sosyalizmi savunuyor, Türkiye’nin Misak-ı Millî sınırlarını ilk
tanıyan ülke olarak Sovyetler Birliğinden övgüyle söz ediyorlardı. Onların
anlattıkları Nâzım Hikmet ile Vâlâ Nurettin için yepyeni bilgilerdi.
Ankara’ya
vardıklarında kendilerine verilen ilk görev, İstanbul gençliğini Millî
Mücadele’ye çağıran bir şiir yazmak oldu. Vâlâ Nurettin’le üç gün içinde yazıp
bitirdikleri bu üç sayfadan uzun şiir Matbuat Müdürlüğünce, 1921’in Mart ayında
on bin adet bastırılarak dağıtıldı. Şiirin yankıları o kadar büyük oldu ki
Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri böyle güçlü bir çağrının doğurabileceği
sorunların nasıl çözülebileceğini tartışma gereğini duydular. Bu arada, Celile
Hanım’ın uzaktan akrabası olan İsmail Fazıl Paşa, yazdıkları şiirle ortalığı
karıştıran bu iki yetenekli şairi Meclis’e çağırarak Mustafa Kemal Paşa’ya
takdim etti. Kısa bir süre sonra da ikisi birlikte öğretmen olarak Bolu’ya
atandılar. Buradaki kısa öğretmenlik dönemlerinde Ağır Ceza Mahkemesi Reis
Vekili olan Ziya Hilmi Bey, bu iki gence Fransız Devrimini anlattı, Lenin’den
ve Kautsky’den söz etti, sosyalist devrimi gerçekleştirmiş olan Sovyetler
Birliğini görmek istediğini söyledi.
Bolu’da
halktan bir kesimin baskısına, gizli polis örgütünün güvensizlik belirten
davranışları da eklenince orada barınamayacaklarını anlayan Nâzım Hikmet’le
Vâlâ Nurettin, Ziya Hilmi Bey’in de etkisiyle Moskova’ya gitmeye karar
verdiler. Bolu’dan Trabzon’a, oradan da Batum üzerinden Moskova’ya geçtiler.
Moskova’da Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi (Kutv)’ne girdiler. Nâzım
burada ekonomi ve toplumbilim okudu.
Nâzım
Hikmet, Divan şiiri geleneğinden serbest müstezatı ve Tanzimat’tan sonra Batı
şiiri ile girilen ilişki nedeniyle de Fransız şiirinin serbest ölçüsünü
biliyordu. Batum’da İzvestiya gazetesinde gördüğü bir şiirin uzunlu
kısalı dizeleri, merdivenli istifi ilgisini çekmişti. Moskova’ya giderken
geçtikleri bölgelerde gördüğü aç insanların üzerinde bıraktığı etkiyle yazmaya
başladığı Açların Gözbebekleri şiirini hece ölçüsüne sığdıramadığını
anlayınca İzvestiya’daki
şiirin biçimsel çağrışımlarından esinlenerek serbest tarzda yazmayı denedi.
Şiir, yer yer hece kalıplarıyla kurulmuş olsa da ortaya tümüyle Türk şiir
kurallarına uymayan serbest bir ölçü çıktı. Nâzım’ın içine girdiği yeni
dünyanın düşünce ve duygu yükü altında, bu serbest ölçüyle yazdığı şiirler
birbirini izledi.
Nâzım Hikmet
bu dönemde yazdığı şiirlerinin kimilerini 1923’te Yeni Hayat ve Aydınlık gibi dergilere göndererek
yayımlatmıştı. Moskova’da üniversiteyi bitirince de Ekim 1924’te gizlice
sınırdan geçerek Türkiye’ye döndü, Aydınlık dergisinde çalışmaya başladı. Sonra
bir basımevi kurmak üzere İzmir’e gitti. Ancak 4 Mart 1925 tarihinde çıkan
Takrir-i Sükûn Kanununa dayanılarak, 1 Mayıs 1925’te yayımladığı bir bildirge
dolayısıyla Aydınlık dergisinin çevresindeki yazarlar
tutuklanmıştı. Ankara’da, içinde
bu olayın da bulunduğu İstiklal Mahkemesindeki dava 12 Ağustos 1925 tarihinde
sonuçlandığında, Nâzım Hikmet’e de kendisi bulunmadan, on beş yıl hapis cezası
verildiği görüldü. Bunun üzerine, saklanmakta olduğu İzmir’den İstanbul’a
geçerek gizlice yurtdışına çıktı ve yeniden Sovyetler Birliğine gitti. 1926
yılında Cumhuriyet Bayramı nedeniyle çıkartılan af kapsamına girdiğini
öğrenince resmî yoldan yurda dönebilmek için başvurduysa da pasaport alamadı.
Bu arada, 28 Eylül 1927 tarihinde İstanbul’da dağıtılan bildiriler yüzünden
açılan bir davada, gizli parti üyesi olmakla suçlanarak yine gıyabında üç ay
hapis cezasına çarptırıldı. Aynı yıl Bakü’de ilk şiir kitabı Güneşi İçenlerin Türküsü yayımlandı. Ekim ayında da yine
gizlice sınırı geçerek Kafkasya üzerinden Türkiye’ye girdi. Yakalandı ve olay
yerine en yakın ağır ceza mahkemesinin bulunduğu Rize’de, tutuklu olarak,
dört ay süren bir yargılama sonucunda üç gün hapis cezası aldı. 14 Ekim 1928’de
kelepçeli olarak götürüldüğü Ankara’da yeniden tutuklanarak Aydınlık dergisinde yayımlanan şiirleri
nedeniyle hakkında yeni bir dava açıldı. Duruşmaları 23 Aralık l928’de sona
erdi. Verilen karar; söz konusu
şiirlerinde suç unsuru bulunmadığı, İstanbul Ağır Ceza Mahkemesinin gıyabında
verdiği üç aylık ve Rize Mahkemesinin üç günlük cezaların birleştirilerek uygulanması
yolundaydı. Ama tutukluluk süresi bu cezaların toplamından fazla olduğu için
serbest bırakıldı.
İstanbul’a
giderek Resimli Ay dergisinin yazı kadrosuna katıldı.
Burada bir yandan şiirlerini yayımlıyor, bir yandan da edebiyatın yerleşmiş
değerlerine karşı sert çıkışlar yapıyordu. 1930 yılının Temmuz ayında çıkan
şiir plağının kahveler, lokantalar gibi halka açık yerlerde çalınması
yasaklandı. 1931 yılının mayıs ayında, İçişleri Bakanlığının emriyle Nâzım
Hikmet, ilk beş kitabındaki şiirlerinde, “Bir zümrenin başka zümreler üzerinde
hakimiyetini temin etmek gayesiyle halkı suça teşvik ettiği” savıyla mahkemeye
verildi. Mahkeme beraatle sonuçlandı. Bu arada yazdığı bir yergi şiiri ile Gece Gelen Telgraf kitabı için hakkında iki ayrı dava
açıldıysa da, Cumhuriyetin onuncu yılında çıkarılan af yasasıyla bu davalar
düştü. Aralık 1932’de ise İstanbul’da dağıtılan birtakım bildiriler nedeniyle
girişilen toplu tutuklama sırasında Nâzım Hikmet de tutuklandı, Haziran 1933
ayında Bursa’ya gönderildi. Orada idam istemiyle açılan dava 31 Ocak 1934
tarihinde beş yıl hapis cezası kararıyla sonuçlandı. Bir buçuk yıl yatmış
olarak hapisten çıktı. Geçimini sağlamak için Akşam gazetesinde Orhan Selim takma
adıyla fıkralar yazmaya başladı. Gene takma adlarla gazetelere romanlar,
tiyatrolara operetler yazdı.
17
Ocak 1938 tarihinde tutuklanıp kısa bir süre İstanbul Tevkifhanesinde
bekletildikten sonra Ankara’ya götürülerek, özel olarak kurulan Harp Okulu
Askerî Mahkemesine çıkarıldı. Bu dava, 29 Mart 1938’de, “Askerî kişileri
üstlerine karşı isyana teşvik” suçundan
on beş yıl ağır hapse mahkum edilmesiyle sonuçlandı. 28 Mayıs 1938 tarihinde
Yargıtay cezayı onaylandıktan sonra, İstanbul’da Sultanahmet Cezaevine, oradan
da Silivri önlerinde demirli bulunan Erkin gemisine götürüldü. Bu sırada,
askerî birliklerde yapılan aramalarda kimi askerlerin dolaplarında kitaplarının
bulunması sebebiyle, Donanma Komutanlığı Askerî Mahkemesinin açtığı davada
yargılanarak, 29 Ağustos 1938’de, “Donanmayı isyana teşvik” suçlamasıyla yirmi yıl ağır
hapse mahkum edildi. Bu son mahkemenin sürdüğü günlerde, mahkemenin savcı
yardımcısı Hakim Teğmen Halûk Şehsuvaroğlu özel bir görüşmede, bir isteğinin
olup olmadığını sorduğunda, Nâzım Hikmet, Mustafa Kemal Atatürk’e ulaştırılması
ricasıyla kendisine bir mektup verdi. Şehsuvaroğlu bir suretini çıkararak,
mektubu Beşiktaş postanesinden taahhütlü olarak gönderdi. Kemal Sülker’in
yazdığına göre, “Ata’nın
yanına girebilenlerden İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya teslim edilen mektup, bir
müsait zaman bulunarak Atatürk’e teslim edilememiş.” Çünkü Atatürk ağır hastadır.
Nâzım
Hikmet’in, toplam 35 yıla ulaşan hapis cezalarını, mahkeme çeşitli gerekçelerle
28 yıl 4 aya indirerek karara bağlandı. Nâzım, 1 Eylül l938 tarihinde İstanbul
Tevkifhanesine, Şubat 1940’ta Çankırı Cezaevine, Aralık 1940’ta Bursa Cezaevine
gönderildi. Bu cezaevlerinde on yılı aşkın bir süre kalan şair, yayımlama
olanağı bulamasa da sürekli şiir yazdı.
1949 yılı
ortalarına doğru, Ahmet Emin Yalman’ın Vatan gazetesinde yazdığı bir dizi yazı ve
gazetenin avukatı Mehmet Ali Sebük’e yaptırdığı ve sekiz yazıdan oluşan bir
inceleme sonucunda; kamuoyunda, Nâzım Hikmet’in bir “adlî hata” yüzünden
cezaevinde olduğu görüşü ağırlık kazanmaya başladı. Ankara’da avukatlar,
İstanbul’da aydınlar imzaladıkları toplu dilekçelerle Cumhurbaşkanı’na
başvurdular. Yurtdışında da benzer girişimlerde bulunuldu. Bu arada Birleşmiş
Milletlerin danışma organlarından olan Uluslararası Hukukçular Birliği, Nâzım
Hikmet’in serbest bırakılması dileğiyle 9 Şubat 1950 tarihinde TBMM
Başkanlığına, Millî Savunma ve Adalet bakanlıklarına birer mektup gönderdi.
Bütün bu girişimlerden sonuç alınamadığını gören Nâzım, 8 Nisan 1950’de açlık
grevine başladı. Kalbinden ve karaciğerinden rahatsız olduğu için, ertesi gün
hemen İstanbul’a götürülerek hastaneye yatırıldı. 14 Mayıs 1950 seçimlerini
kazanan Demokrat Partinin çıkardığı ve 15 Temmuz 1950 tarihinde yürürlüğe giren
genel af yasası ile cezaevinden çıktı, yeniden İpek Film’de çalışmaya başladı.
Hapisten çıktıktan sonra da sürekli ve açıkça polis tarafından izleniyordu. Bu
nedenle kitaplarını yayımlatma, oyunlarını sahneletme imkânı bulamayacağı
anlaşılıyordu.
Bahriye
Mektebinden mezun olduğu, güverte subaylığı yaptığı, hastalığı sebebiyle
askerlikten çıkarıldığı halde, yeniden askere alınması için karar çıkarılınca
önce Romanya’ya oradan da Moskova’ya geçmiş olması nedeniyle 25 Temmuz 1951
tarihli bir Bakanlar Kurulu Kararı ile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından
çıkarıldı.
Dışarıda
birçok uluslararası kongreye katılan, çeşitli ülkelere yolculuklar yapan Nâzım
Hikmet dünyada büyük bir ün kazandı. Özellikle uluslararası barış kongrelerine
katılması ve bu doğrultuda mücadele etmesi nedeniyle eserleri çeşitli dillere
çevrildi ve yayımlandı, Sovyetler Birliğinde oyunları sahnelendi. 1963 yılının
başlarında yaşlandığını, ölümü düşündüğünü dile getiren şiirler yazmaya
başladı. 3 Haziran 1963 günü bir kalp yetmezliği sonucunda Moskova’da öldü,
Novodeviçiy Mezarlığında toprağa verildi. Ölümünden sonra mezarının Türkiye’ye
getirilmesi ve yurttaşlık hakkının iadesi için girişimlerde bulunulduysa da, bu
girişimler sonuç vermedi.
Nâzım
Hikmet’in doğa sevgisini, Mevlâna hayranlığını dile getirdiği ve hece ölçüsüyle
yazdığı ilk şiirleri Yeni
Mecmua (1918), Birinci Kitap ve İkinci Kitap (1919-20) dergilerinde çıkmıştı.
Bu şiirleri İlk Şiirleri adlı kitabında toplanmıştır. Rusya’da
öğrenim gördüğü yıllarda benimsediği fütürizm anlayışına uygun serbest ölçüyle,
çoğunluğu ideolojik konularda yazdığı şiirleri ise Aydınlık, Resimli Ay, Hareket, Her
Ay (1924-37); İbrahim Sabri,
Mazhar Lütfi gibi imzalarla Yeni
Edebiyat, Ses, Yürüyüş, Gün, Yığın, Baştan, Barış gibi dergilerde (1940-50) yayımlandı.
Toplumcu gerçekçi şiirin öncüsü olarak kendisinden sonra gelen çok sayıda şairi
etkiledi. 2002 yılı doğumunun yüzüncü yılı olması nedeniyle UNESCO tarafından
Nâzım Yılı olarak ilân edildi.
Daha önce 7 cilt olarak Bulgaristan’da Türkçe
olarak yayımlanan bütün şiirleri, Türkiye’de Asım Bezirci’nin düzenlemesi ve Tüm Eserleri adı altında 8 cilt olarak Cem Yayınevi
tarafından (1975-80), çeviri şiirleri ile birlikte Memet Fuat düzenlemesiyle Toplu Şiirler adı altında 9 cilt olarak Adam
Yayınlarınca (1988-89), düzyazı kitapları ile birlikte YKY tarafından Bütün Eserleri adı altında (2002) yayımlandı.
Şiir: Güneşi İçenlerin Türküsü (1927), 835 Satır
(1929), Jokond ile Sİ-YA-U (1929), Varan 3 (1930), 1+1=1 (1930), Sesini
Kaybeden Şehir (1931), Benerci Kendini Niçin Öldürdü (1931), Gece Gelen Telgraf
(1932), Taranta Babu’ya Mektuplar (1935), Portreler (1935), Simavne Kadısı Oğlu
Şeyh Bedreddin (1936), Kurtuluş Savaşı Destanı (1965, Kuvayi Milliye adıyla,
1968), Saat 21-22 Şiirleri (1965), Memleketimden İnsan Manzaraları (Şu 1941
Yılında, 1965), Rubailer (1966), Yeni Şiirler (1966), Dört Hapisaneden (1966),
Son Şiirleri (1970), İlk Şiirleri (1971).
Oyun: Kafatası (1932), Bir Ölü Evi Yahut Merhumun
Hanesi (1932), Unutulan Adam (1935), İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu (1956),
Sabahat (1965), İnek (1965), Ferhad ile Şirin (1965), Bir Aşk Masalı (1966),
Ocak Başında / Yolcu (1966), Yusuf ile Menofis (1967), Demokles‘in Kılıcı
(1974).
Roman: Kan Konuşmaz (1965), Yaşamak Güzel Şey Be
Kardeşim (1967).
Mektup: Kemal Tahir’e Mahpushaneden Mektuplar (1968),
Oğlum Canım Evladım Memedim (1968), Bursa Cezaevi’nden Vâ-Nû’lara Mektuplar
(1970), Nâzım ile Piraye (1975).
Fıkra: İt Ürür Kervan Yürür (Orhan Selim imzasıyla,
gazete yazıları, 1936).
İnceleme: Sovyet Demokrasisi (1936).
Masal: Sevdalı Bulut (1968).
NAZIM
HİKMET İÇİN NE DEDİLER?
“Şimdilerde
Nâzım Hikmet’i değerlendiren iki aşırı uç belirmiş bulunuyor: kimi yazar onu dünyanın
en büyük şairi olarak anarken, kimi yazar da sadece siyasal bir bildirinin
taşıyıcısı olarak görmek istiyor. Kuşkusuz bu iki ucun ikisi de siyasal bir
tavırdan çıkıyor. Hele sosyalizme karşı olanların Nazım Hikmet’in üstünü
çizerken ileri sürdükleri kanıtlar bütünüyle şiir dışı şeyler. Bununla birlikte
Nazım Hikmet’i tapınılacak bir şair olarak görmeyi istemek de, sanırım, önce
gerçekçilik açısından, onun anısına hayınlık etmek olacaktır.” (Cemal Süreya)
“Evet,
Nâzım Hikmet, bir hükümet kararnamesiyle yurttaşlıktan çıkarılmıştı. Öldükten
sonra bile, bu hakkın iadesi ona çok görüldü. Ama bilinmeli ki; bir yazar, bir
şair hangi dilde yazıyorsa, hangi dille insanlığa hizmet ediyorsa o dilin
yurttaşıdır. Bu hakkı, yani Türkçenin yurttaşı olma hakkını Nâzım Hikmet’in
elinden almaya hiç kimsenin gücü yetmez... Üstelik o; ‘bir köylü toprağını ve
öküzünü, bir marangoz tahtasını ve rendesini nasıl severse, ben de Türkçeyi
öyle seviyorum...’ diyordu.” (Hüseyin
Atabaş).
Akıyordu su
gösterip aynasında söğüt ağaçlarını.
Salkımsöğütler yıkıyordu suda saçlarını!
Yanan yalın kılıçları çarparak söğütlere
koşuyordu kızıl atlılar güneşin battığı
yere!
Birden
bire kuş gibi
vurulmuş gibi
kanadından
yaralı bir atlı yuvarlandı atından!
Bağırmadı,
gidenleri geri çağırmadı,
baktı yalnız dolu gözlerle
uzaklaşan atlıların parıldayan
nallarına!
Ah ne yazık!
Ne yazık ki ona
dörtnal giden atların köpüklü boynuna bir
daha yatmayacak,
beyaz orduların ardında kılıç
oynatmayacak!
Nal sesleri sönüyor perde perde,
Atlılar kayboluyor güneşin battığı yerde!
Atlılar atlılar kızıl atlılar,
atları rüzgâr kanatlılar!
Atları rüzgâr kanat..
Atları rüzgâr...
Atları...
At...
Rüzgâr kanatlı atlılar gibi geçti hayat!
Akar suyun sesi dindi.
Gölgeler gölgelendi
renkler silindi
Siyah örtüler indi
mavi gözlerine,
sarktı salkımsöğütler
sarı saçlarının
üzerine!
Ağlama salkımsöğüt
ağlama,
kara suyun aynasında el bağlama!
el bağlama!
ağlama!
1.
Sedirde al yeşil, dal dal Bursa ipeklisi,
duvarda mavi bir bahçe gibi Kütahyalı
çiniler,
gümüş ibriklerde şarap,
bakır lengerlerde kızarmış kuzular nar
idi.
Öz kardeşi Musayı ok kirişiyle boğup
yani bir altın leğende kardeş kanıyla
aptest alarak
Çelebi Sultan Memet tahta çıkmış hünkâr
idi.
Çelebi hünkâr idi amma
Âl Osman ülkesinde esen
bir kısırlık çığlığı, bir ölüm türküsü
rüzgâr idi.
Köylünün göz nuru zeamet
alın teri timar idi.
Kırık testiler susuz
su başlarında bıyık buran sipahiler var
idi.
Yolcu, yollarda topraksız insanın
ve insansız toprağın feryadını duyar idi.
Ve yolların sonu kale kapısında kılıçlar
şakırdar
köpüklü atlar kişner iken
çarşıda her lonca kesmiş kendi pirinden
ümidi
tarumar idi.
Velhasıl hünkar idi, timar idi, rüzgâr
idi,
ahüzar idi.
(…)
4.
Börklüce Mustafa ile
Torlak Kemâl, Bedreddinin elini öpüp atlarına
binerek biri Aydın, biri
Manisa tarafl arına gittikten sonra ben de
rehberimle Konya
ellerine doğru yola çıktım ve bir gün Haymana ovasına
ulaştığımızda
Duyduk ki Mustafa huruç eylemiş
Aydın elinde Karaburunda.
Bedreddinin kelâmını söylemiş
köylünün huzurunda.
Duyduk ki; “cümle derdinden kurtulup
piri pâk olsun diye,
on beş yaşında bir civan teni gibi, toprağın eti,
ağalar topyekün kılıçtan geçirilip
verilmiş ortaya hünkâr beylerinin timarı
zeameti.”
Duyduk ki...
Bu işler duyulur da durmak olur mu?
Bir sabah erken,
Haymana ovasında bir garip kuş öterken,
sıska bir söğüt altında zeytin danesi
yedik.
“Varalım,
dedik.
Görelim,
dedik.
Yapışıp
sapanın
sapına
şol kardeş toprağını biz de bir yol
sürelim, dedik.”
Düştük dağlara dağlara,
aştık dağları dağları...
Dostlar,
ben yolculuk etmem bir başıma.
Bir ikindi
vakti can yoldaşıma
(…)
dedim ki: geldik.
Dedim ki: bak
başladı karşımızda bir çocuk gibi gülmeğe
bir adım geride ağlayan toprak.
Bak ki, incirler iri zümrüt gibidir,
kütükler zor taşıyor kehribar salkımları.
Saz sepetlerde oynıyan balıkları gör:
ıslak derileri pul pul, ışıl ışıldır
ve körpe kuzu eti gibi aktır
yumuşaktır etleri.
Dedim ki bak,
burda insan toprak gibi, güneş gibi,
deniz gibi
bereketli.
Burda insan gibi verimli deniz, güneş ve
toprak..
14.
Yağmur çiseliyor,
Korkarak
yavaş sesle
bir ihanet konuşması gibi.
Yağmur çiseliyor,
beyaz ve çıplak mürted ayaklarının
ıslak ve karanlık toprağın üstünde
koşması gibi.
Yağmur çiseliyor,
Serezin esnaf çarşısında,
bir bakırcı dükkânının karşısında
Bedreddinim bir ağaca asılı.
Yağmur çiseliyor.
Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir.
Ve yağmurda ıslanan
yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin
çırılçıplak etidir.
Yağmur çiseliyor.
Serez çarşısı dilsiz,
Serez çarşısı kör.
Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası
hüznü
Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle
yüzünü.
Yağmur çiseliyor.
(Şiirleri
2-Benerci Kendini Niçin Öldürdü?, 13. bas. 1997)
Saat 2.30.
Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır,
ne ağaç, ne kuş sesi,
ne toprak kokusu vardır.
Gündüz güneşin,
gece yıldızların altında
kayalardır.
Ve şimdi gece olduğu için
ve dünya karanlıkta daha bizim,
daha yakın,
daha küçük kaldığı için
ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten
evimize, aşkımıza ve kendimize
dair
sesler geldiği için
kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi
okşayarak gülümseyen bıyığını
seyrediyordu Kocatepe’den
dünyanın en yıldızlı
karanlığını.
Düşman üç saatlik yerdedir
ve Hıdırlık-tepesi olmasa
Afyonkarahisar şehrinin ışıkları
gözükecek.
Kuzeydoğuda güzelim dağları
ve dağlarda tek tek
ateşler yanıyor.
Ovada Akarçay bir pırıltı halinde
ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde
şimdi yalnız suların yaptığı bir
yolculuk var:
Akarçay belki bir akar su,
belki bir ırmak,
belki küçücük bir nehirdir
Akarçay Dereboğazı’nda değirmenleri
çevirip
ve kılçıksız yılan
balıklarıyla
Yedişehitler kayasının gölgesine
girip
çıkar.
Ve kocaman çiçekleri eflâtun
kırmızı
beyaz
ve sapları bir, bir buçuk adam boyundaki
haşhaşların arasından akar.
Ve Afyon önünde
Altıgözler köprüsünün
altından
gündoğuya
dönerek
ve Konya tiren hattına rastlayıp yolda
Büyükçobanlar köyünü solda
ve Kızılkilise’yi sağda
bırakıp gider.
Düşündü birdenbire kayalardaki adam
kaynakları ve yolları düşman elinde kalan
bütün
nehirleri.
Kim bilir onlar ne kadar büyük,
ne kadar uzundular?
Birçoğunun adını bilmiyordu,
yalnız, Yunan’dan önce ve Seferberlik’ten
evvel
Selimşahlar Çiftliği’nde ırgatlık ederken
Manisa’da
geçerdi Gediz’in sularını
başı dönerek.
Dağlarda tek
tek
ateşler
yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle
ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki
mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu.
Paşalar: “Üç”, dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi
kayarak
Kocatepe’den Afyon ovasına atlıyacaktı.
(Kuvayi Milliye/Destan, 1997)
Cumhurreisi Atatürk’ün
Yüksek Katına,
Türk Ordusunu ‘isyana
teşvik’ ettiğim iddiasıyla ‘on beş yıl ağır hapis cezası’ giydim. Şimdi de Türk
donanmasını ‘isyana teşvik etmekle’ töhmetlendiriliyorum.
Türk inkılâbının ve
senin adına and içerim ki suçsuzum.
Askeri isyana teşvik
etmedim.
Kör değilim ve senin
yaptığın her ileri dev hamleyi anlayabilen bir kafam, yurdumu seven bir yüreğim
var.
Askeri isyana teşvik
etmedim.
Yurdumun ve inkılâpçı
senin karşında alnım açıktır.
Yüksek askeri makamlar,
devlet ve adalet, küçük bürokrat, gizli rejim düşmanlarınca aldatılıyorlar.
Askeri isyana teşvik
etmedim.
Deli, serseri, mürteci, satılmış,
inkılâp ve yurt haini değilim ki, bunu bir an olsun düşünebileyim.
Askeri isyana teşvik
etmedim.
Senin eserin ve sana
aziz olan Türk dilinin inanmış bir şairiyim. Sırtıma yüklenen ve yükletilecek
hapis yıllarını taşıyabilecek kadar sabırlı olabilirdim. Büyük işlerinin
arasında seni bir Türk şairinin felaketi ile alâkalandırmak istemezdim.
Bağışla beni. Seni bir
an kendimle meşgul ettimse, alnıma vurulmak istenen bu ‘inkılap askerini isyana
teşvik’ damgasının ancak senin ellerinle silinebileceğine inandığımdandır.
Başvurabileceğim en
inkılâpçı baş sensin.
Kemalizmden ve senden
adalet istiyorum.
Türk inkılâbının ve
senin başına and içerim ki suçsuzum.
Nâzım
Hikmet Ran
Güzel
günler göreceğiz çocuklar
Güneşli
günler göreceğiz.
Motorları
maviliklere süreceğiz çocuklar
Işıklı
maviliklere süreceğiz...
Açtık
mıydı hele bir son vitesi,
adedi
devir, motorun sesi.
Uuuuuuuy!
Çocuklar kim bilir
ne
harikûlâdedir
160
kilometre giderken öpüşmesi.
Hani
şimdi bize,
Cumaları,
pazarları çiçekli bahçeler vardır.
Yalnız
cumaları, yalnız pazarları...
Hani
şimdi biz,
Bir
peri masalı dinler gibi seyrederiz
Işıklı
caddelerde mağazaları.
Hani
bunlar,
77
katlı yekpare camdan mağazalardır.
Hani
şimdi biz haykırırız
Cevap:
Açılır
kara kaplı kitap; Zindan.
Kayış
kapar kolumuzu
Kırılan
kemik, kan.
Hani
şimdi bizim soframıza
Haftada
bir et gelir
Ve
çocuklarımız işten eve
Sapsarı
iskelet gelir.
Hani
şimdi biz;
İnanın
güzel günler göreceğiz çocuklar
Güneşli
günler göreceğiz.
Motorları
maviliklere süreceğiz çocuklar
Işıklı
maviliklere süreceğiz...
NAZIM
HİKMET’İN FETİH ŞİİRİ
Ünlü
şair Nâzım Hikmet’in, Kurtuluş Savaşı yıllarında (1921) fetih ruhuna sığınarak,
İstanbul ve Ayasofya için yazdığı şiiri
“Sekiz
yüz elli yedi (Hicri fetih yılı, miladi 1453)
İslam’ın
beklediği en şerefli gündür bu;
Rum
Kostantiniye’si oldu Türk İstanbul’u!
Cihana
karşı koyan bir ordunun sahibi,
Türk’ün
genç padişahı, bir gök yarılır gibi
Girdi
Eğrikapı’dan kır atının üstünde;
Fethetti
İstanbul’u sekiz hafta üç günde!
O
ne mutlu, mübarek bir kuluymuş Allah’ın...
‘Belde-i
tayyibe’yi fetheden padişahın
Hak
yerine getirdi en büyük niyazını:
Kıldı
Ayasofya’da ikindi namazını
İşte
o günden beri Türk’ün malı İstanbul,
Başkasının
olursa yıkılmalı İstanbul.”
NOT:
Kuran-ı Kerim’de geçen ‘belde-i tayyibe’ (güzel, hoş, temiz belde) ebced
hesabıyla 857’ye tekabül ediyor. Yani İstanbul’un Hicri fetih yılı.
Bayramın birinci günü, cuma işbaşı, cumartesi-pazar yeniden
tatil, eder bir haftada üç gün... Pekâlâ!
Tatilde benim programımda ağırlıklı iki fiil olur: okumak,
yürümek ve... düşünmek.
Orhan Karaveli'nin kitabını okuyorum, Tanıdığım Nâzım Hikmet (Pergamon
Yayınları).
1960'ta bir vesileyle üç gazeteci (Ahmet Şükrü Esmer, Ömer Sami Coşar ve
kitabın yazarı) Moskova'da ağırlanmışlar. Karaveli bütün günlerini, akşamlarını
Nâzım Hikmet'le birlikte geçirmiş. Belli ki sohbetine doyamamış büyük şairin,
on beş gün ona az gelmiş... Yıllar sonra yazdığı bu güzel kitap o günlerin
eseri.
Bir dileği var: 2003 Şair'i kaybedişimizin kırkıncı yılı.
Naaşını getirip «bir köy mezarlığına» gömelim artık, diyor. Hani kendi de der
ya: Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni / ve de uyarına gelirse, /
tepemde bir de çınar olursa / taş maş da istemez hani...
- Ya mezarına saygısızlık eden olursa, endişesi...
Bana artık olmaz gibi geliyor. Hele yuvarlak sayı merakından kurtulup birkaç
sene daha beklerseniz, çok yakın bir geleceğin Türkiye'si benzer ayıplardan
uzak bir ülke olma sürecini tamamlamış... Olabilir!
*
Sohbet arkadaşı, dert ortağı olduktan sonra, belli ki Nâzım'ı
daha çok sevmiş Karaveli. Onun 75'inci doğum yıldönümünde (1977'de) hakkında
saygısızlık edenlere yeniden ve şimdi daha çok öfkeleniyor.
Prof. Emin Bilgiç'in «Nâzım Hikmet'i adam yerine koyup da
anıyorlar» demiş olması; devrin Kültür Bakanı Prof. Rıfkı Danışman'ın «Nâzım
Hikmet için anma töreni düzenlemek suçtur» sözü; Adalet Partisi'nin Koca Reis'i
Saadettin Bilgiç'in bir gazetede yer alan şu demeci: «Nâzım Hikmet, hele Türk
sanatkârı hiç değildir. Onunki solculuk değil solucanlıktır». Daha tanıdık
biri, mesela Yaşar Okuyan o günlerde, «Vatan hainliği tescil edilmiş bir
müseccel komünist olan Nâzım Hikmet'in doğumunun 75'inci yıldönümünün
törenlerle kutlanması ibret vericidir...» diyor.
Zamanla duygular ve düşünceler de değişiyor. 1964'te Yön
dergisi sahip çıkıyor Nâzım'a. Anladığıma göre yeniden yayımlanmaya başlanan
şiirleri daha çok, Nâzım'ın Moskova'da Karaveli'ye dikte ettikleri.
(Aralarında o zaman benim de içime işleyen şu dört dize de var: Çok yorgunum
beni bekleme kaptan / Seyir defterini başkası yazsın / Kubbeli, çınarlı mavi
bir liman / Beni o limana çıkaramazsın.)
Doğan Avcıoğlu Ankara Toplu Basın Mahkemesi'ne çağrıldı. Malum
hikâyeler.
Karaveli, efsaneleşmiş bir şiir dehasının hayat macerasını kulağa
fısıldarcasına anlatıyor.
Seveceksiniz, tavsiye ederim.
*
Benim de iki sözüm var buna eklenecek. Kaynağım, Şair'in çok
yakını, çocukluk arkadaşı, İstanbul'dan son ayrılışına kadar da sanırım en
yakın dostu Vâlâ Nurettin Vâ-Nû. (Dostu olmakla övündüğüm benzersiz bir meslek
büyüğüm.)
1965'te onun Bu Dünyadan Nâzım Geçti adlı kitabını önce Meydan
gazetesinde biz yayımladık. Nâzım'ın yeniden ve alenen sahiplenilmesi bence Vâlâ
Bey'in o kitabıyla başladı. Ondan iki hatıra aktaracağım size bugün, kitabında
olmayan.
İlki muzip bir hikâyedir.
İki arkadaşın gittikleri üniversite, Moskova yakınındaki bir
kampustur; yarı kamp yarı mektep, derdi Vâlâ Bey. Oradaki sınıf öğretmeninin
(sıfatları belki uyduruyorum) Nâzım'ı niteleyen sözünü önce yazmıştı Vâlâ Bey.
Tek kelimeydi bu, zıpır. Müsveddeyi okurken çok gülmüştüm. Sonradan:
- Bu sıfatı kullanmayalım, dedi:
- Niye? Güzeldi...
- Çok solcu arkadaşım var benim. Kınarlar, küserler bana,
mesele yaparlar bunu, dedi.
«Zıpır» Rusça kelimenin tam karşılığı mıdır, tereddüdü vardı; ama yakın anlamda
bir kelime olduğu da kesin.
Bence bir ipucuydu.
İkinci anlatacağım, Vâlâ Nurettin'in zekâsını ve büyük
gönüllülüğünü belgeleyen bir sahne, bir değerlendirmedir.
Kadıköy'de, vapurdan inmiş beş genç adam. Son vapur. İskele Meydanı
tenha. Bir yerde içmiş, bu saatte evlerine dönüyorlar: Vâlâ Nurettin, Peyami
Safa, Necip Fazıl Kısakürek, Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu ve Nâzım Hikmet
Ran.
Ne takım ama, değil mi?
Meserret Kıraathanesi'nde gençlerin birbirine tek kelimeyle «Şair!»
diye tanıtıldığı günler. Şairlik, yazarlık unvanların en makbulü. 1930'lu
yılların başı.
O akşam çakırkeyif olduklarını da söyledim mi?
İçlerinde en yakışıklı olanı (Nâzım) nara atarcasına «Şaşı
diktatör!» diye bağırıyor. En ufarakları (Peyami Safa) koluna asılmış, onu
susturmaya çalışıyor: «Sus ulan, başımızı belaya sokacaksın!» diye.
Bu sahneyi anlattı bir akşam ve şunları ekledi Vâlâ Bey:
Böyle bir arkadaşlıktı bizimki, pek ayrılmazdık birbirimizden.
Bir hışırtı sesiyle sanki hava yırtıldı birden, baktık Nâzım yanımızda değil.
Başımızı kaldırdık, bir havai fişek gibi ışıl ışıl dağılmış, gökyüzünden bütün
semayı aydınlatıyordu.
Durdu, sözünü bir latifeyle tamamladı:
Bir ozan; dünyanın gidişine bakıp, ülkesinin içinde
bulunduğu durumu görüp, insanın yazgısını değiştireceğine inanıp şiirler yazan
büyük bir ozan; istediği kadar yasal koşulları düşünerek yazdığına inansın,
içeri düşmekten kendini kurtaramayabilir. Yargıçların yasayı yorumlama
biçimiyle ilgisi yoktur bunun. Bir ozan, hele Nâzım Hikmet gibi şiirleriyle
toplumu etkileyen bir ozan, sakıncalı görünmeye başlanmışsa, biçimine getirip
onu içeri sokmak gerekecektir!..
Ama yaşamayı sorgulamak bir ozanın sorumluluğunu
gösterir.
Hangi felsefe dizgesi içinde yorumlanırsa
yorumlansın; üretimin verimli olması için araçları ortak kullanıp birlikte
çalışmak, insanın sömürülmesine engel olmak, insanları eşit tutup özgür kılmak,
her türlü gereksinimini yerine getirme özlemini duymak, baskıcı yönetimlere
karşı çıkmak suç mu sayılmalıdır?
Belki gerçek suçlular insanın kurtuluşunu göz ardı
edip kendi çıkarını kurtarmaya bakanlardır.
Şu yeryüzü kuruldu kurulalı acımasız bir savaşımdır sürüyor. İnsanın kurtuluşu adına nice hazırlıklar yapılıyor. Ancak bilge kişilerin düşlem gücünde yeşeren bir düşünce olarak kalacak insanın kurtuluşu. Öylede sürüp gideceğe benziyor ne yazık ki!..
Bir siyaset örgütü bu görüşleri izlencesinde
koruyabilir mi? Siyaset çabuk kirlenir. Siyasette duygusallığın yeri yoktur.
Siyaset örgütünün düzencesi içinde bilge kişiler silinir gider. Halkavcısı
siyasetçiler öne çıkar.
İnsandan umudunu kesmeyen ozan siyaset tuzaklarına
aldırmayacaktır. Artık içeri düşmek onun için sorun değildir.
Nâzım Hikmet diyor ki:
“Dünyadan memleketinden
insandan
umudun kesik değil
diye
ipe çekilmeyip de
atılırsan
içeriye
yatarsan on
yıl on beş yıl
daha da
yatacağından başka
sallansaydım ipin ucunda
bir bayrak gibi keşke
demeyeceksin
yaşamakta ayak direyeceksin”
İnsanın kurtuluşu için özgür olması gerektiğine
inanırken, özgürlüğün değerini bilmeyenler, bir lokma ekmekle açlığını
bastırmanın özlemini çekiyorlar. Oysa insanın kurtuluşu; sömürüden, baskıcı
yönetimlerden uzak, özgürlüğün tadını çıkarmasına bağlıdır.
Yaşamasının önemli bir bölümü hapislerde, sürekli
izlenir olmanın baskısı altında, özellikle kendi sürgününden geçen Nâzım Hikmet
gibi bir ozan için özgürlüğün anlamı küçümsenemez.
Tasavvuf ehli kendi isteğiyle "riyazet"e
çekilir, iç aydınlığına erişmenin erinci içinde, çile doldurur. Bu onun
seçimidir. Ama düzmece bir yargılamayla suçsuz insanların içerde tutulmasına
katlanılabilir mi?
Nâzım Hikmet, "Harp Okulu" ile
"Donanma" olaylarından toplam 35 yıl hüküm giydi. İndirimleriyle 28
küsur yıl. Hep bir umut vardı; bu yanlışın düzeltileceği umudu. Hiçbir kanıt
olmadan uydurulan, orduyu ayaklandırmaya girişmek suçu, insanı güldürecek kadar
saçmaydı.
Ama savcı kararlıydı; "Bu davada kanıt arayacak
kadar saf değiliz" demek aldırmazlığı içindeydi.
Giderek toplumu sindiren bir baskı ortamı oluşuyor,
kimselerin de sesi çıkmıyordu.
Mareşal'in önyargılı tutumuna hiç kimse karşı
koymayı göze alamıyordu. Ağır
hasta olan Atatürk Dolmabahçe Sarayı'nda yatıyordu.
Nâzım Hikmet'in dayısı Ali Fuat Cebesoy'u bile Atatürk'ün yanına
yaklaştırmıyorlardı.
Hep umut verile verile umutlar karartıldı, Nâzım
Hikmet hapishanenin yalnızlığına bırakıldı.
Düşünce suçuna inanmasanız bile, yasaların suç
saydığı bir durum varsa, o insana yakınlık duyanlar görmezden gelmemeli. Suçsuz
insanın içeri düşmesine, o insanın düşmanı bile tepki göstermeli. Kişisel
ödeşmenin başka yolları da var.
İçerdeki insan kuyunun dibindeki taş gibi
yapyalnızdır. İç aydınlığına erişme kendi karanlığına gömülmekle olmaz. Kendini
aşabilmelidir insan, dünyanın kalabalığına karışmalıdır.
Nâzım Hikmet, "Hapiste Yatacak Olana Bazı
Öğütler" verirken bir yanının hep özgür kalmasından yanadır;
“İçerde bir tarafınla
yapyalnız kalabilirsin.
kuyunun
dibindeki taş gibi
fakat öbür
tarafın
öylesine
karışmalı ki dünyanın kalabalığına
sen
ürpermelisin içerde
dışarda kırk
günlük yerde yaprak kıpırdasa”
Bu özgürlük tutkusu olmasa, zaman öylece durur
içerde.
(Doğumunun 100. Yılında
Türkçenin Yurttaşı Nâzım Hikmet, yay.
haz. Hüseyin Atabaş, 2002)
Asıl adı Mehmet
Nâzım Ran olan Nâzım Hikmet, şiirin yanı sıra
roman, öykü, masal, tiyatro, senaryo ve çeşitli gazetelerde yazdığı köşe
yazılarıyla edebiyatın hemen hemen her dalında ürün vermiş çok yönlü bir
edebiyatçıdır. İlk şiiri 10 Ekim 1918 tarihli Yeni Mecmua’da yer alan 'Hâlâ
Servilerde Ağlıyorlar mı?', Mehmet Nâzım imzasını taşır. ‘Güneşi
İçenlerin Türküsü' adlı ilk şiir kitabı 1928 yılında Bakü'de yayımlanmıştır.
Türkiye'de
basılan ilk şiir kitabı ise 1929 yılında çıkan '835 Satır’dır. Nâzım Hikmet, daha bu
ilk yapıtında 'Orkestra', 'Piyer loti', 'Berkley', ‘Gövdemdeki Kurt' adlı şiirlerinde
geleneksel şiir anlayışını, Fransız yazar Pierre Loti'yi, idealist
düşünür George Berkeley'i ve ilk eşi Nüzhet Hanım'ı yerer.
Daha sonraki
kitaplarında da fantazi, mizah, alayla birlikte yergi öğesine rastlanır.
Nâzım Hikmet'in
gelenekten yararlanan bir şair olduğu sık sık vurgulanır. Ancak şairin Türk şiirinin
yergi geleneğinden yararlanıp yararlanmadığı, yararlandıysa nasıl yararlandığı, bu geleneğe
bir katkı sağlayıp sağlamadığı tam olarak açığa çıkarılmış değildir.
Örneğin Nedim Gürsel, 'Doğumunun Yüzüncü Yılında Dünya
Şairi Nâzım Hikmet' adlı kitabında şairin gelenekten nasıl yararlandığını
ayrıntılı bir biçimde ortaya koyduğu halde, geleneksel yergi şiiriyle
ilişkisine yeterince değinmemiştir. Oysa Kemal Tahir'e 20 Ocak
1942 tarihinde yazdığı mektubunda önemli bir yergi şairi olan Eşref için övücü sözler söyleyen
Nâzım Hikmet'in yergi geleneğimizdeki yerini belirlemek önemlidir.
Kendisiyle ilgili
birçok yayın olduğu için Nâzım Hikmet’le ilgili çalışma yapmak ilk bakışta kolay gibi
görünse de bu yayınların nesnelliği tartışmalıdır. “Siyasî kimliği”ni “şair kimliği”nin önüne
geçirenler, çarpıtan aynalar gibi onu bazen “dev”e, bazen “cüce”ye dönüştürmektedir. Doğu
Emekçileri Komünist Üniversitesi'nde okumuş, komünist olmakla övünmüş, şiir, yazı ve
söyleşilerinde komünist olduğunu belirtmiş Nâzım Hikmet'in bu yönünü gizlemeye
çalışanlarsa onu eksik yansıtmaktadırlar. Öte yandan giyimi-kuşamı, boyu-bosu
ve aşkları etrafında çıkarılan söylentiler şiirini gölgede bırakabilmektedir. Vera Tulyakova Hikmet
de Nâzımla Söyleşi1 adlı kitabında şairin şu sözlerini aktarır:
"Benimle ilgili yazılanlarda o kadar çok uydurma şey var ki!" (s.88)
Hakkındaki anı, tanıklık ve biyografiler birincil kaynaklarla doğrulanmadıkça
tek başlarına yeterli ve güvenli görünmemektedirler. Bu duruma şairin yergi şiirleri üzerinde pek
durulmaması, daha doğrusu bu konunun teğet geçilmesi eklenince işin güçlüğü daha
açık bir biçimde görülür. Bu bakımdan "ön yargısız ve tarafsız" bir çalışma yapabilmek için şairin
özellikle yazı, mektup ve söyleşilerinden yararlanılmıştır,
Nâzım Hikmet,
diyalektik maddeci dünya görüşünü temel alan sanat ve yazın anlayışıyla kaleme aldığı
yergi şiirlerinde insan bilincinin nesnel gerçekliği yansıtmakla kalmayıp, aynı
zamanda yarattığını da ortaya koyar. Bu yüzden şairi dünyayı dönüştürebilir,
etkin bir kişi olarak görür. Yalnız “olan”ı değil; “olması gereken”i de
gösterir. Örneğin 'Berkley' şiirinde idealist felsefeyi eleştirmekle kalmaz, bu
felsefeye karşı maddeci felsefeyi önerir ve savunur.
Nâzım Hikmet, yergi
şiirlerinde egemen sınıfların ideolojisine karşı alt sınıfların yanında yer
alarak, dünyayı devrimci yoldan dönüştürme sürecine katıldığını düşünür, Örneğin 'Ahmet Emin Yalman' şiirinde Amerikan
yanlısı anlayışa karşı halkçı
bir anlayış sergiler.
Nâzım Hikmet, şiirsel
anlatım araçlarının, şiir dilinin bir başka deyişle şiirin semiyotik yönünün içeriğe
bağımlı olduğunu, başlı başına bir “yapı” olmadığını, yergi şiirleriyle toplumsal eleştiri yaparak
ortaya koyar. 'Ayağa Kalkın Efendiler' şiirinde de biçimci şairleri
iğneler.
Nâzım Hikmet, yergi
şiirlerinde yapıtın yapısal ve semiyotik yönü yanında bildirimsel yönünü de öne
çıkarır. Şair, şiirin "toplumsal işlevselliği"ne, "yaşamla
bağı"na ve "halkla ilişkisi”ne dikkat çeker. Örneğin 'Cevap', 'Cevap
No: 2' ve 'Cevap No: 3, Bir Komik Âdem' başlıklı şiirlerinde halka karşı, iktidardan yana tavır alan
aydınları sorgular.
Nâzım Hikmet, yergi
şiirlerinde “toplumsal eleştiri” yaparak Ziya Paşa'dan Şair Eşref’e dek sürüp
giden "toplumsal yerginin yazınsal kalıtı"na sahip çıkar. Ancak bu
kalıta sahip çıkmakla kalmaz, şiirlerinde kendi sesini de duyurur.
Nâzım Hikmet, yalnız
kendi yergi mirasına sahip çıkmaz, aynı zamanda Batı kültür sanat ve ideolojisine
karşı Doğu kültür sanat ve ideolojisini savunur. Örneğin 'Piyer Loti'
şiirinde Batı'nın Doğu'ya oryantalist bakışını eleştirir.
Sonuç olarak; Nâzım
Hikmet'in, yergi şiirlerinde kişiye yönelik geleneksel yergi öğelerini kullanarak
diyalektik maddeci bakış açısıyla toplumsal eleştiri yaptığı ileri sürülebilir. (...)
(Hürriyet Gösteri, Haziran, 2006)
YENİ BASIM NAZIM HİKMET KİTAPLARI
Keloğlan
(1996),
Kafatası
(Senaryolar; Ocak Başında / Kafatası / Bir Ölü Evi / Unutulan Adam / Bu Bir
Rüyadır (2016),
Kemal
Tahir’e Mapushaneden Mektuplar (2016),
Cezaevinden
Memet Fuat'a Mektuplar (2016),
Kuvayi
Milliye - Şiirler 3 (Kuvayi Milliye / Saat 21 - 22 Şiirleri / Dört Hapisaneden
/ Rubailer (2017),
Piraye’ye
Mektuplar (2017),
Büyük
İnsanlık - Kendi Sesinden Şiirler (2017),
835
Satır / Jokond ile Sİ-YA-U / Varan 3 / 1+1=1 / Sesini Kaybeden Şehir (2017),
Henüz
Vakit Varken Gülüm (2017),
İlk
Şiirler (2017),
Üç
Şiir - Yaşamaya Dair, Ceviz Ağacı, Masalların Masalı (2017),
Oyunlar
5 (2017),
Benerci
Kendini Niçin Öldürdü? / Gece Gelen Telgraf / Portreler / Taranta-Babu'ya
Mektuplar / Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı / Şeyh Bedreddin
Destanı'na Zeyl (2017),
Fatma,
Ali ve Diğerleri (Oyun, 2017),
Ferhad
ile Şirin - Oyunlar 2 Yolcu / Ferhad ile Şirin / Sabahat / Enayi (2017),
Memleketimden
İnsan Manzaraları : Şiirler 5 (2017),
Nazım
Hikmet Bütün Şiirleri Kutulu (2017),
Yeni
Şiirler (1951 - 1959) (2017)
Yatar
Bursa Kalesinde (2017),
Yazılar
5 (1937-1962) (2017),
Yazılar 6 (2017),
Yazılar
8 (1924-1934) (2018)
Yeşil
Elmalar / Yaşamak Hakkı (2017),
Sarayda
(Masal, 2017)
Son
Şiirleri / 1959 - 1963 Şiirler 7 (2017),
Yazılar
1 - Sanat / Edebiyat / Kültür / Dil (2018)
Yazılar
3 (1935) (2018),
Yazılar
4 (1936) Alman Faşizmi ve Irkçılığı (2018),Demokles’in Kılıcı - İstasyon / İnek
/ Demokles’în Kılıcı / Tartüf – 59 (Oyun, 2017),
Kan
Konuşmaz - Romanlar 1 (2018),
La
Fontaine’den Masallar
Masallar,
Hikayeler (2018),
Çeviri
Hikâyeler (2018),
Nazım
Hikmet ve "Tosca"sı Semiha Berksoy (2018),
Masallar,
Hikayeler 3 - Orman Cücelerinin
Sergüzeşti / Sevdalı Bulut / Sevda Masalları / Öbür Masallar (2019).
NAZIM HİKMET
Mustafa Namık
DENER
Çağdaştır
Büyüklerden
büyüktür der
La
NouvelleLitteraire
Acı
öykü
Heyecanlı
türküdür
Genç
yaşta yuvarlandı atından
Sevdiği
için daha çok kadınlarından
Tarlada
toprağa çocuklayan
Ayşe’yi
Acıdı
diye
Yörük
Ali’ye
Harman
döven
Aç
acına
Çocukların
sıtma ilacına
İnsanlık
dramını derininde duyunca
Vurunca
üstüne doktrin damgasını
Vuruldu
eline tel kelepçe
Sokuverince
erkekçe
Sivri
ucunu kalemin
Yumuşak
karnına mülkiyetin
Almak
için önünü
Silmek
için ününü
Gününü
göstermek için
Kelepçelendi
kalem
Gün
oldu
Ayrılı
gibi tırnakları etinden
Iradı
memleketinden
Yurt
özlemi
Kuzey
rüzgarıyla gelir
Boğaz’dan
Süzülür
Iğdır’a
Çukurova’ya
Gece
sessizce döner Moskova’ya
Gelişi
Kızıl
kanatlı akan
Beyaz
küheylan üstünde
Görkemli
ve ongun
Dönüşü
yorgun
Tükenmiş
kavgalardan
Yaralı
Vurulmuş
sol kanadından