Şair ve yazar, eleştirmen. 28
Nisan 1969, İstanbul doğumlu. İlk ve ortaöğrenimini İstanbul’da tamamladı. Bir
süre çeşitli işlerde çalıştı; redaktörlük, editörlük, düzeltmenlik
yaptı. Daha sonra çeşitli yayın organlarında yazı
işleri müdürü ve genel yayın yönetmeni olarak görev üstlendi. Türkiye Yazarlar
Sendikası üyesidir.
İlk şiirleri İnsancıl dergisinde (Ağustos 1992), diğer şiirleri ve kitap eleştirileri Güzel Yazılar, Varlık, Gösteri, Cumhuriyet Kitap, Edebiyat ve Eleştiri, Dize, Agora dergilerinde yayımlandı; yayımlanmaya devam ediyor. İnternet ortamında ise gercekedebiyat.com, İleri Haber Portalı, soL sitelerinde yazdı. Son üç yıldır insanbu.com adlı sitenin editörleri arasındadır.
Nihat Ateş, 2000 yılından sonra eleştiri de
yazmaya başladı. 2007 yılında Hollanda''da Türkçe ve Flamanca basılan Kent ve İnsan adlı, beş Hollandalı
öykücü ile beş Türk öykücünün kent konulu öykülerinin bir araya geldiği kitabın
editörlüğünü yaptı ve bu kitapta Hollandalı bir eleştirmen ile birlikte
Hollandalı yazarların öykülerini değerlendirdiği bir inceleme yazısı
yayımlandı.
ESERLERİ:
ŞİİR: Dinlenen
Cadı (1992), Günışığı Şiirleri (1994), Odkuyusunda Bir Ayna (1999),
Tarihin Bedensiz Kadınlar (2003), Akla Çarpan (2013).
ELEŞTİRİ-ARAŞTIRMA-İNCELEME: Çöküş
Romanları (2003), 5. Sanattan
5. Kola: Orhan Pamuk (Ergin Yıldızoğlu, Kaan Arslanoğlu ve Ali Mert ile,
2007).
EDİTÖRLÜK: Kent ve İnsan (Türkçe ve Flamanca, beş
Hollandalı öykücü ile beş Türk öykücünün kent konulu öyküleri, Hollanda, 2007).
KAYNAKÇA: Resimli
ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006,
2007), Kendisinden alınan bilgiler (Nisan 2016).
“Bir dolma kalem gibi
kullanıyorum aklımı bugünlerde…”
Nihat Ateş’in dolmakaleminin ucundan kâğıda yumuşacık akan
şiirleri…
Cemile Çakır
Nihat
Ateş’in geçtiğimiz günlerde yayımlanan kitabı “Akla Çarpan’daki (Yitik Ülke Yayınları, Kasım, 2013)
şiirlerini okuyunca iyi şiir okurken kapıldığım bir duyguya kapıldım. İyi şiir
okumak bana hep yepyeni bir pencere açmıştır, kendi penceremin dışından bir
yerden bakarak yepyeni bir dünya görmüşümdür ve o dünya bana yeni duygular
esinlemiştir. İyi şiir okumak bende hep şiir yazma isteği uyandırmıştır. Şiir
benim için o kadar öznel, başkalarının değer yargılarının dışında bir sanattır
ki, kimileyin herkesin çok beğendiği şiirler benim ruhumda hemen hiçbir
kıpırdanma yaratmazken, kimileyin de adı hiç duyulmamış bir şairin şiirleri
ruhumun toprağını ilkbaharda toprağı kabartan tohumlar gibi havalandırır.
Evet,
“hah işte bu olmuş,” değdim bir şiir kitabı “Akla Çarpan”. Metnin tamamı bir
anlamda bir nehir şiir, tek başına uzun bir şiir olarak görülebilir; bir
anlamda da her şiir bu uzun şiirin bir alt bölümü olarak görülebilir. Aklın
farklı şekillerde kullanılması imgesiyle genişleyen, akan bir nehir –çok sayıda
kısa kollardan oluşmuş bir nehir. Şiirde ‘olmazsa olmaz’ olarak kabul ettiğim
bütünselliği oluşturan, geliştiren, taşıyan şiirlerden oluşan bir kitap. Demek
istediğim, 1980’lerin sonrasında ortaya çıkan İkinci Yeni’nin kötü kopyalarında
olduğu gibi, birbiriyle hiçbir bağlantısı olmayan şatafatlı imgeler ve dizeler
yığını değil. Şiirde, hem tekil hem de genel olarak, zeminden çatıya bir
bütünlük, birbirini tamamlama, birbirinin üstüne yükselme söz konusu. Taşlar
öyle işlenmiş ki, yapının bütününde girinti çıkıntı, fazlalık, sırıtma yok;
yapı taşları birbirini tamamlayacak, birbirine destek olacak, birinin şavkıması
ötekinin ışığını bastırmayacak biçimde örülmüş. Aşırı süslemelerden de
kaçınılmış; anlamın, özün üzeri kapatılmamış.
Akla
Çarpan’da hep aranır olan toplumsal duyarlılık da var ama bunlar haykıran
şiirler değil. Haykıran şiirlerde, kimileyin, ses gereğinden fazla
yükseltildiğinde, sesin yüksekliği duyarlılığı öldürür; şair bu tehlikeyi
görmüş. Arka planına yer etmiş, derinine işlemiş örtülü bir toplumsal duyarlılık
var, ama kaba bir şekilde değil; yeteri kadar geniş bir dünyası olmayanların
sığındığı, toplumcu gerçekçiliğin yanlış kullanıldığı, kaba anlamıyla değil.
Türkiye’de
toplumcu gerçekçiliğin o kaba kullanımı, “ne kadar ezildik, ne acılar, ne işkenceler
çektik, biz ne kadar yoksuluz, başkaları ne kadar zengin” söylemlerinin
sloganlar düzeyini pek aşamamış hallerine uzun yıllar yaygın olarak çokça
rastladık şiirlerde. Bu kaba örneklerle toplumcu gerçekçilik bakış açısı
yargılandı, cezalandırıldı da. Nihat
Ateş’in Akla Çarpan’ındaki toplumsal duyarlılık incelikle, bağırmadan, şiirin
arka planında şiir ırmağının yatağı olarak yer alıyor. Akla Çarpan, bu
saydığımız çizginin dışına çıkmış, arka planında bir felsefi yapının var
olduğunu gösteren, sağlam bir mimari yapısı olan, bir bütünlüğü olan şiirlerden
oluşmuş.
Tertemiz
bir dili var Nihat Ateş’in. Sade, insanı rahatsız etmeyen, şatafatlı sözcükler
peşinde koşmak yerine ince duyarlılıklar peşinde koşan bir dil. Ayrıca dönem
dönem şairler arasında moda haline gelen çok kullanılmaktan cılkı çıkmış
sözcüklerden de uzak durmuş Nihat Ateş.
“Bir dolmakalem gibi /kullanıyorum aklımı
bugünlerde” diye başlıyor ilk şiir. Akla Çarpan’da dışadönük bir bakış var;
hep ondan dışarı yansıyan bir dünya. Dolmakalemin kâğıda aktardığı, dışarıya
açılan bir pencere, fotoğraf makinesinin yakaladığı anlar. Akıl pencereden
gördüklerini, dışarıdakileri alıyor, işliyor ve dolmakalemin incelikli ucundan
mavi lekeler olarak kâğıda aktarıyor.
Bir
başka şiirde “Sarı gün ışığı altında/
penceresinden akan/ taze ot kokusuyla/ uzun, derin ve kıvrak bir katar gibi/
kullanıyorum aklımı bugünlerde”(s.17) diyor Nihat Ateş. Dışarıda köy evleri
var, tarlalar var, yüksek gerilim tellerine dizilmiş kuşlar var; içi ağır, yükü
kaçak.
Yine
bir başka şiirde aklını denize düşmüşlere fırlatılan bir ip merdiven olarak
kullanıyor Ateş. “böyle fırtınalı bir
gecede/ bir balıkçıyı kurtarmışım/ soğuktan şişmişti ayakları /basar basmaz
incecik basamağıma/ kan içinde kalmıştım” (S.21). Aşktan usanıp kendini kayalıklardan atanlara uzatılan, son
soluğunu verenlerin dudaklarına dokunan bir ip merdiven…
“Yine
bir başka şiirde “kitaplarına el
değmeyen/ kuytu bir kütüphanenin/ tozlu rafları gibi/ kullanıyorum aklımı
bugünlerde” (S.29) diyor. Hep fark edilmemiş, hep kutularda kalmış bir
değer, unutulmuş bir güzellik. Kurak geçmiş bir yaz sonrasında bir bahçede
unutulmuş bir tulumba, okunmamış bir kitap cildi, üzerinden geçen adımların
eskittiği tahta köprü, bir su değirmeni, yorgun, eski bir kayık… Daha da
önemlisi, elbette en kaçınılmaz olanı bakılan bir ayna, o aynada gördüğü geveze
yüz…
Daha
çok nokta var kitapta üzerinde durulacak, ince ince işlenmiş.
İşte
Nihat Ateş’in “Akla çarpan” kitabının bana çarptığında düşündürdükleri… Ele
alıp, sessizce, yavaş yavaş, sindire sindire okunacak şiirler.
HORMONLU-FOSFORLU:
EDEBİYATIMIZ ÇÖKÜYOR MU?
FADİME ÖZKAN
Herkesin malumu; günümüzün hakim kültürü popüler kültür, hayatın
her alanına sirayet etmiş, bütün kaleleri fethetmiş durumda. Bu neredeyse
kaçınıl-a-maz bir biçimde böyle. Giyim-kuşamımızdan yiyip içtiklerimize,
seyrettiğimiz filmlerden televizyon dizilerine ve programlarına, konuşma
biçimlerimizden sohbet konularımıza, dinlediğimiz müzikten okuduğumuz kitaplara
varana kadar çok geniş bir yelpazede hayatımızı ele geçirmiş, her birimizi
-sakınma, başedebilme oranlarına göre- kendi alanı içine hapsetmiş durumda.
Büyük çark içinde dolaşıma giren, büyük şirketlerin ve medyanın artık her yere
uzanan eli ile en ulaşılamaz denilen yerlere kadar ulaşan ve kendini
onaylayarak çoğaltan/çoğalan bir kültür bu. Yüksek kültürü ve halk kültürünü de
içine alarak tek potada eriten ve bileşik kaplar hesabı her boşluğu doldurup
ulaştığı yeri, kendi unsurları ile değiştiren/dönüştüren/benzeten bir kültür.
Eleştirilerin işaret ettiği
Edebiyatımız da çoktan beridir bu çemberin içinde. Bu yüzden son yıllarda üretilip/yaratılıp okuyucusuyla buluşabilmek için dolaşıma giren her ürün/eser başka etkenler de dahil olmak üzere üretildiği ortamın etkisini üzerinde taşıyor. Mevcut edebiyat ortamının üretim ve sunum hareketliliğine rağmen, gidişattan rahatsızlık duyarak üretilenleri 'edebi değer' ölçütüne vurup eleştirenlerle, ortamı okuyup öneriler sunanların sözleri hiç bitmiyor.
Günümüz edebiyat ortamını ve üretilenleri 'hormonlu meyvelere'
benzeten yılların edebiyatçısı Adalet Ağaoğlu'nun tespitinin üzerinden henüz
bir ay geçmişken, yüzbinlerce satan popüler romanlara yönelttiği sert
eleştirlerle tanınan edebiyat eleştirmeni Ömer Türkeş de, günümüz edebiyat
ortamını 'fosforlu' diye nitelendirdi. Selah Kemaloğlu'na verdiği röportajı üç
gün önce bu sayfada yayınlanan Türkeş, Türk edebiyatının "Gündelik dilden
öteye geçemeyen, toplumsal olandan uzak, romanlarındaki karton tiplerle, aklı
fikri aşkta ve cinsellikte olan mutsuz ve yalnız insanların hikayelerinin"
konu edildiği "vitrin romanlarının" tekeline girerek ciddi bir
kırılma/çöküş yaşamakta olduğunu söyledi.
Post-durum güzellemeleri
Edebiyatın piyasa şartlarından etkilenerek geçirdiği dönüşümü/bozulmayı eleştirenlerin yanısıra, üretildikleri ortamı onaylayarak ve onun bir parçası olarak üretilen romanları ve yazarlarını eleştirenler de var. "Çöküş Romanları" adlı kitabı geçtiğimiz aylarda Papirüs yayınlarından çıkan Nihat Ateş, son dönemde üretilen romanların yaşanılan dünyayı eleştirmek, başka bir dünya tasarımı sunmak bir yana, varolana tanık bile olamadıklarını bilakis yaşanılanı onalaylayarak idealize ettiklerini söylüyor. Konuya tarihsel-toplumsal açıdan bakan ve Lukacs'ın ünlü "dekadans" kavramına atıfta bulunan Ateş, son dönemde yazılan romanları "çöküş romanları" olarak niteliyor ve bu nitelemenin, romanların çöküşü anlatmalarından, göstermelerinden değil, tamamen bu çöküşün bir parçası olmalarından kaynaklandığını ifade ediyor. Nahid Sırrı Örik, Reşat Nuri Güntekin, Memduh Şevket Esendal gibi Cumhuriyet döneminin aydınlanmacı yazarlarının romanlarıyla, Orhan Pamuk, Murathan Mungan, Elif Şafak, Perihan Mağden gibi yakın dönem yazarlarının "bestsellers" romanlarını karşılaştırıyor. Bu yazarların romanlarının toplumsal alandan özel alana kaçış, parçalanmışlık, edilgenlik, yalnızlık, çıkışsızlık, umutsuzluk, insanın ve sözün nesneleştirilmesi, toplumsal olguların mistisize, sıkıntının estetize edilmesi gibi ortak özellikler taşıdıklarını ortaya koyuyor. Çöküş romanı kahramanlarını ise Murathan Mungan'ın Yüksek Topukları'ndan yaptığı bir alıntıyla tarif ediyor: "Bir anarşist gibi hisseder, bir aristokrat gibi acı çeker ve bir küçük burjuva gibi kaçar." Bilinçleri zedelenmiş çöküş dönemi romancısının yaşanılan çağa tanıklık etmek, kayda geçirmek yerine hafif, kolay okunan, sorgulamayıp sızlanan "post-durum güzellemeleri" yazdığını ve okunmalarını biraz da bununla sağladıklarını savlayan Ateş "Çöküş Romanları" ile mevcut edebiyat ortamına ilişkin, üzerinde tartışılması gereken bir panaroma sunuyor.
Popüler kültürün, piyasa şartlarının, üretimi ve sunumu ile tüketim kültürünün çarklarına uyan edebiyatımızın son dönem çok satan ürünleri artık, fosforlu renklere sahip hormonlu meyveler gibi. Heveslendirici ama lezzetsiz. Gözalıcı lakin suni. Üstelik çöküşün bir parçası. Nihat Ateş'in dediği gibi edebiyatımız çöküyorsa eğer, sahici edebiyatın sahipleri ve okurları ne yapıyor? Uyuyor mu?
NİHAT ATEŞ İLE ŞİİR KİTABI “BEDENSİZ KADINLAR” ÜZERİNE
METİN AKSOY
Neden “Bedensiz Kadınlar”ı yazdınız. Bu kitabın sorunsalı ne? Kitabın arka kapağına yazdığınız kısa yazıya “yansımanın eposu” bu şiir diyorsunuz.
Görüntüler çağında yaşıyoruz.
Görüntülerin bize getirdiği ya da gösterdiği şekilde düşünüyoruz. Biz
görüntüleri usumuz ve yüreğimizle adlandırmıyoruz artık, görüntü usumuzu ve
yüreğimizi belirliyor. Bu kadınlar için erkelerden daha çok geçerli. Çünkü
erkek verili kültürü kadını sadece yatakta, işte, mutfakta sömürmüyor. Her
yerde sömürüyor. Gazeteler, gazetelerin kadın ekleri sömürüyor… Bu gömleği
giyin, bu küpeyi takın, bu ruju kullanın, bu oje, bu saç boyası, bu tırnak
cilası, bu ayakkabı, bu ayaklarınızı daha güzel gösterir, bu kulağınız şöyle
gösterir, bu sutyeni takın, bu renk etkileyicidir… Dana bir sürü ipe sapa gelmez bir sürü şey.
Bir sürü “sektör” bu kadın sömürüsü üzerinden “iş” yapıyor. Kadın bir türlü
kendinin başkalarınca nasıl “göründüğünün” sorunuyla boğuşup duruyor. Hayat,
kocasına sevgilisine nasıl daha iyi görüneceği sorunundan ibaretmiş gibi. Böyle
giyerse, şöyle yaparsa “öteki” kadınlardan hep “bir adım önde olacak” böyle
sevgilisini elinden kaçırmayacak, hep başkaları için yaşayan bir kadınla
paylaşıyoruz hayatı. Kendi görüntü krizinden çıkıp hayatı kucaklayacak hiçbir
yaşam alanı yaratamıyor. Kitabın girişindeki Berger’den alıntı ne iyi anlatıyor
bunu. Kendisi için “verili” bir kültür ve bu kültür sürdürücüsü anneler… Kendileri
nasıl bir kandın olmuşlarsa, kızları da öyle kadınlar olsun diye direten
anneler. Oysa sadece böyle kadınlar yok. Bütün bu verili kültürü bir çırpıda
elinin tersiyle itebilmiş kadınlar da var. Bedenlerinin, görüntülerinin, nasıl
göründüklerinin dışına çıkasbilmiş kadınlar. Yani Bedensiz Kadınlar, sesi ve
usu tercih etmiş kadınlar. Onlar için yazıldı bu şiir ve ötekilere ne
yapıyorsunuz diye sormak için.
Şiirlerinize “nergis” ile başlıyorsunuz. Suya eğilip kendini görmek isteyen
nergisle. Sonra anneanne, anne geliyor. Kadınsa hep yansıtıcıya bakarken var.
Neden anneanne, anne ve en son kadına izlenen bir yol var?
Bir yerde, “bir anda” yansıtıcıyla karşılaşma gerekiyordu. Büyük patlama gibi bir şey. İlişkinin ortaya çıktığı bir tarihsel zaman dilimi. Bu bir mitolojik bir şey de olabilirdi, daha somut bir “an” da. Ben birincisi tercih ettim. Nerkissos’un suya eğilip kendi görüntüsüne aşık olduğu “an”ı seçtim. Tabii bunun birçok gönderisi var. Yine biliyorsunuz Nerkissos suda gördüğü “kendisinin”, kendisi olduğunu bilmez. Çünkü yansısını daha önce hiçbir zaman ve uzamda görmemiştir. Belki de hiçbir zaman bilemedi. Nerkissos suya kendini görmek için eğilmedi ki. Ama değdim gibi bir “başlangıç” gerek her şey için, bu kitapta da böyle; ki sizin söz ettiğiniz yolu izleyebileyim. Yani değdiniz yol şiirin kurgusu, biçemi gereği izlenen bir yol oldu. Başka türlü kurgu sağlam göndergelerinden ayrışıp çok yalınkat, sıkıcı bir yapı ortaya çıkarabilirdi. En başta gelen nedeni bu.
Ya da Nergis Divan edebiyatında çokça kullanıldığı gibi kapanmayan göz
imgesiyle kadının kapanmadan aynaya bakan gözü müdür?
Bu da başka bir çağrıştırmaydı
güzel yakalanmışsın. Bütün çağrışımlar doğru yakalandığında şiirin söylemek
istediğine sağlam katkılar yapacaklardı ve öyle de yaptılar. Şiir bittiğinde
bunu daha iyi gördüm.
Söz Divan Edebiyatından açılmışken, tahakkuk, sûret, tekmil, ulviyet, gibi kelimelerle beraber uz, iğdiş, berkitmek, tınlama gibi kelimeleri yan yana kullanıyorsunuz. Bu kullanım şekli okuyucuda nasıl bir etki bırakır?
Bu tamamen benim “dil” anlayışımla ilgili. Hiçbir zaman öz Türkçeci olmadım. Hele şiirde hiç. Benim için şiirde sözcüğün etkisi önemli. Söylemek istediğimi daha kapsayıcı, daha vurucu, akılda kalıcı bir şekilde söylememe hangi sözcük yardım ediyorsa ve o dizeye estetik değer açısından hangisi yakışıyorsa onu kullanıyorum. Yani bu Osmanlıca, bu Türkçe Türkçe olduğu için bu sözcüğü kullanayım demeyi kısıtlılık olarak görüyorum. Ama senin de değindiğin gibi bu Türkçe sözcükleri de kullanmama engel değil. Belki de ağırlıklı olarak tercihimi Türkçe sözcüklerden yana kullanmışımdır. Tam bilemiyorum bunu. Şiirlerime baktığında okurun saptayacağı bir şey. Ben doğru yerde doğru sözcüğü, şiirim için en sözcüğü kullanmaya çalışıyorum o kadar, başka bir sorunum yok.
Bedensiz kadınlar var da, bedensiz erkekler yok mu? Ya yansıtıcıya yansıyan
erkekse, onlar sizce son yıllarda en az kadınlar kadar otobüs camlarından,
vitrin camlarından kendilerini seyretmiyorlar mı; saçım bozulmuş mu, sol
kulağımdaki küpem nasıl duruyor diye?
Tabii var. Ama bu ihmal edilebilir çünkü. Sonuçta erkekler, kendileri istedikleri için saç uzatıyorlar, kendileri istedikleri için küpe takıyorlar. Onlardan saçlarını uzatıp, küpe takmaları beklenmiyor. Onlar üzerinde oluşturulmuş, bir beklentiler dizgesi yok. İster yaparlar ister yapmazlar. Bu onların dünyası çünkü. Kadınları aynalara gömüp, kendilerine daha geniş yaşam alanları oluşturmuşlar. Sanki çok azmış gibi bu alanlar. Sessiz ve ussuz kadınlarla yaratıkları dünyada bu kadar bir dünya oluyor işte. Acı dolu bir dünya.
Nihat Ateş arkadaşımızın “Akla Çarpan” adlı şiir kitabı üstüne
KENDİ İÇİNDE DÜNYAYI DOLAŞMAK
VEYSEL ÇOLAK
Nihat Ateş (d. 1969) yazıyla,
şiirle iç içe yaşayan öznelerden biri. Bir yeraltı suyu gibi dünyayı, bireyin
iç dünyasını, kentleri, sokakları, olgu ve olayları dolaşıp algıladıklarını
anlatıyor şiirlerinde. 'Dinlenen
Cadı' (1992), 'Odkuyusunda Bir Ayna' (1994), 'Bedensiz Kadınlar'(2003) adlarını
taşıyan kitaplarıyla toplumsalcı bir şiirin izini sürdü. İçerikte bireyin, daha
geniş söylemek gerekirse, insanoğlunun ve doğa'nın geleceğini özenle korumanın
gerekliliğine vurgu yaptı şiirlerinde. İçin için işleyen ve zonklayan bir yara
gibi derininde bütün yaşanılanı, şiirlerinin içeriği kıldı bir bakıma. Bu
açıdan bakıldığında şiirlerinin hayat kadar anlam yoğun olduğunu belirlemek
doğru olur. Şiirin elini hiç bırakmadığı çok açık. Toplumsal denemelerinde,
inceleme ve araştırma yazılarında; ve elbette şiirlerinde hayatı onarmaktan
çok, yeniden kurmanın peşinde bir şair oldu. 2013'e gelindiğinde iyice dibe vuran
şiir ortamının açmazlarından ve kirliliğinden uzak; dergilerde arada bir
görünerek, on yılın birikimi olan yeni kitabı 'Akla Çarpan' (2013) ile çıkıp gelmesi, iz bırakacak şiirler
getirmesi, şiir fanatiklerini bir hayli sevindirecektir.
Kitabın alınlığında Charles Baudelaire, Thomas Burnet ve Benjamin Péret'ten 'akıl'a (us) ilişkin göndermeler var. İlk alıntı Tozan Alkan çevirisiyle Charles Baudelaire'den: “İçine, can sıkıntısının zehrini
akıtan Akıl adlı solgun bir
hayaletin eşliğinde, cılız ışıklı bir fenerin aydınlığında yolu -zaman zaman
yakalandığı tutkunun, artan susuzluğunu gidermek için- daha önce geçtiği yolun
aynısı olduğunu bildiği çöl yolunda mutsuzca yürür durur.” Bu düşünsel
göndermenin, yönlendirmenin ışığında şiirlerin okunması gerekli görünüyor.
Çünkü şiirlerin bütününde aklıyla (us’uyla) baş başa kalmış bireyin kendini ve
hayatı algılaması var. Bu bireyin, pek umutlu olduğu söylenemez, dahası, somut
olduğu kadar, acıtıcı bir yalnızlık içerisinde kıvranıp durmaktadır. Bu birey,
Sisyphus (Sisifos) efsanesindeki gibi yinelenen olumsuzluklar yaşayan,
yoğun acılar çeken bir öznedir. Şiirlerin söz konusu öznesi (o birey) hangi
yolu yürüse, Charles Baudelaire’den
yapılan alıntıda belirtiliği gibi, kendi içine varmaktadır. Edip Cansever’in ‘Eski Bir
Takvim İçin Şiirler’inde geçen “Toplanıp
birdenbire hep aynı yaşta / Ve nedir bu benim yalnızlığım? // Ve içimde
gezerim ucu sivri bir bıçakla / Söylesem size söylerim ey ipini kendi gerenler
/ Kedere kederle, ağrıya ağrıyla karşı çıkarım.” dizeleri Nihat Ateş’in şiirlerindeki özneyi
tanımlar niteliktedir. O özne de, ‘içinde ucu sivri bir bıçakla dolaşmakta;
kedere kederle, ağrıya ağrıyla karşı çıkmaktadır.’ Arif Damar, ‘Bir şair,
kendinden başka neye gidebilir ki…’ derken; bir bakıma söz konusu şiirlerin
öznesini açıklamaktadır. Nihat Ateş,
“beyaz ince pelür bir kağıt
olmuş içim” dizesinde olduğu gibi, biri dışında, bütün şiirlerinde ‘içim’ sözcüğünü kullanır. Bu
şiirlerin anlamsal örgüsünü de belirler ve bireyin iç dünyasında yaşanan
fırtınaları yansıtmanın bir olanağı olarak kullanılır. Bu tutumu pekiştirmek
için şiirlerin ilk dizeleri de özenle kurgulanır. “bir dolmakalem gibi / kullanıyorum aklımı bugünlerde”, “bir pencere gibi kullanıyorum aklımı bu
günlerde”, “bir fotoğraf
makinesi gibi / kullanıyorum aklımı bugünlerde”, “bir uzun yol otobüsü gibi / kullanıyorum aklımı bugünlerde”…dizelerinde
olduğu gibi, ‘akıl’, şiir özneleri tarafından “dolmakalem, pencere, fotoğraf
makinesi, uzun yol otobüsü; uzun, derin ve kıvrak bir katar, köhne ve tenha bir
ip köprü, ip merdiven, eski bir salıncak, hüzünlü bir kuş, lal bir fener, kuytu
bir kütüphanenin tozlu rafları, kuytu ve saklı bir tulumba, küçük ve ağır bir
değirmen, yorgun eski bir kayık, her gün baktığım bir ayna; uzun upuzun /
eski epeski / boş bomboş / bir sokak; bir darağacı / bir yumak / masamdaki
kitabın sayfaları” yerine geçer. Bu, aynı zamanda bir kişileştirme yapmaktan
başka bir şey değil. Şiir özneleri, adı geçen bu nesnelerle özdeşleştirilirler.
Örneğin kendisini eski bir sokak, tenha bir ip köprü… yerine koyan özne;
onların üzerinden bireysel algısını da ortaya koyar. Bu algı, o nesnelerin
yalnızlığından başka bir şey değil. Bu şiirlerin hüzün-yoğun bir duyarlıkla
yazıldıkları söylenebilir.
Esinleyen öğe
yaşanagelen ve yaşanan eşzamanlı ve artzamanlı olgu ve olaylardır. Şiirlerin
hayattan çıkartılıp gene hayata eklenmesi özenle gözetilmiş. Kaçmak, korkmak,
ihanet etmek, kırılmak, yolculuk etmek, göz yaşı dökmek, umut, aşk,
vicdan… gibi insana özgün ne varsa, şiirlerin tema’larını oluşturuyor. Bir
insanın an içerisinde algıladığı onlarca durum ustaca
kurgulanarak; anlamsal örgü zenginleştirilmiş bu şiirlerde. Nihat Ateş’in ‘Akla Çarpan’ kitabı, birbirini
tamamlayan yirmi bir şiirden oluşuyor. Bu şiirlerin birbirlerini doğurduğunu;
birinin diğerinin önsözü olduğunu saptamak doğru olur. Her şiir tek başına bir
hayat algısı oluşturuyor; yapısal ve biçimsel bir bütün oluşturuyor; ama tümü
birden bütün hayatı kucaklıyor. ‘Akla
Çarpan’, “aklım şarkısını
söyleyerek uçarı bir yüreğin / dünyaya kapı aralığından baktı / bir göz
yuvarlandı yuvarlandı yuvarlandı…” dizeleriyle son buluyor. İşte
bu kitapta anlatılanlar, o yuvarlanıp duran gözün gördükleridir.
Nihat Ateş, ömrü uzun, diri sözcükler seçmiş şiirlerini yazarken.
Türkçenin tadını çıkartmış bir bakıma. Dil özeni, şiirleri daha bir
yakınlaştırmış okuyucuya. Sözcüklerin, dizelerin dikey ve yatay kurgusu
matematiksel bir denge getirmiş şiirlere. Böylece etkileyici bir anlatım elde
edilmiş. Daha çok benzetmelere yaslandırılmış şiirler. Yapay imgelerden özenle
kaçınılmış. Buna karşılık, çağrışıma dayalı imge anlayışına işlerlik
kazandırılmış. Bu da insanların canını yakarak uyarmaya vardırılmış.
‘Akla Çarpan’, bana bu yazıyı yazdıracak
kadar güzel bir kitap. Okuyucusu bol olsun.
Veysel Çolak
*Nihat Ateş,
Akla Çarpan, Yitik Ülke Yayınları, Kasım 2013
Bu yazı daha önce Aydınlık Kitap Eki’nde yayımlandı.