Yazar, Davranış Bilimleri Uzmanı. 12 Mayıs 1968, Horasan / Erzurum doğumlu. Ailesi İstanbul’a 1977’de yerleşti. İstanbul Yeşilyuva İlkokulu’nu (1979), Küçükçekmece Lisesini (1984) bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık Bölümünden dönem birincisi olarak mezun oldu (1988). İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi Davranış Bilimleri Bölümü’nde Yüksek Lisans (Kişilik Tipleri - 2000) ve doktora (Bilgi Toplumunda Liderlik - 2004) yaptı. Burslu olarak gittiği Hertfordshire Üniversitesi’nde (Londra) Post-Doktora (Aile Şirketleri ve Organizasyon Kültürü - 2005) yaptı.
Burslu
olarak gittiği Hertfordshire Üniversitesi’nde (Londra) Post-Doktora (Aile
Şirketleri ve Organizasyon Kültürü - 2005); insan kaynakları yönetimi, eğitim
ve geliştirme dersleri aldı ve uygulamalara katıldı (1995). Marmara
Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesinde insan kaynakları yönetimi, eğitimi ve
yönetim ve organizasyon dersleri verdi (1995-2000).
Dr. İlhami, Fındıkçı, Yaşadıkça Eğitim dergisinde yayın yönetmeni (1988-92) ve yazı işleri
müdürlüğü (1992-96), Kültür Kolejinde İnsan Kaynakları Merkezi ARGE
yöneticiliği (1990-95) ve genel müdür yardımcılığı (1995-97) görevlerinde
bulundu. Eroğlu Şirketler Grubunda (Colin’s – Loft) yönetim kurulu üyesi olarak
görev yapıyor (1997-devam etmektedir). Değer Eğitim ve Yönetim Danışmanlığı
Şirketini kurdu (2004). Başta aile şirketlerinde yönetim olmak üzere, insan
kaynakları yönetimi, bilgi toplumu, yönetim geliştirme, kişisel gelişim ve
kendini geliştirme, liderlik, eğitim yönetimi ve benzeri konularda yurt içinde
ve yurt dışında çok sayıda seminer ve konferans verdi. İÜ İletişim Fakültesinde
öğretim görevlisi olarak ders verdi. Hürriyet (1996-1998) ve Türkiye (2002-2004)
gazetelerinde köşe yazıları yazdı. Bunlar dışında yerli ve yabancı dergilerde 100’den
fazla makalesi yayımlandı. Boynuzlu Akkoyun ile 1986’da mansiyon aldı.
Eğitim Bilimcileri Derneği (EBD) kurucu yönetim kurulu, Türkiye Yazarlar
Birliği üyesidir.
Köşe Yazarlığı:
Yeni
Birlik Gazetesi (Haftalık) (2016 - …)
Eğitim ve Konferansları:
Aile, aile
şirketleri, hizmetkâr liderlik, insan kaynakları yönetimi, kişilik ve zekâ
gelişimi, bilgi toplumu ve insani kriz, kişisel gelişim, insani derinlik,
terörün psikodinamiği konularında ülkemizde ve başta Almanya olmak üzere birçok
Avrupa ülkesi, ABD, Azerbaycan ve Rusya’da konferanslar vermeye devam
etmektedir.
İş Deneyimleri:
Kültür
Koleji’nde Yaşadıkça Eğitim Dergisi Yazı İşleri Müdürü ve Genel Müdür
Yardımcısı (1988 -1996) olarak çalıştı. Eroğlu Holding’de Yönetim Kurulu Üyesi
olarak çalışmaya devam ediyor (1996 - ).
Sosyal Sorumlulukları:
Kurucusu
olduğu Değer Eğitim Vakfı (2016) bünyesinde çeşitli bilimsel ve sosyal
etkinlikler (Hizmetkâr Liderlik Zirvesi (2016) gibi ve yardımlar (öğrenci
bursları gibi) gerçekleştirilmektedir.
Ayrıca
TÜGİAD (Başkan Yardımcılığı 2004 – 2008) üyesi, Turkish Society (Londra) Kurucu
Yönetim Kurulu Başkanı, Türkiye Yazarlar Birliği, FFI (Family Firm Institute),
Türkiye Kızılay Derneği Beylikdüzü Şubesi Kurucu üyesidir.
Danışmanlıklar, Dersler ve Yönetim Kurulu Üyelikleri:
Kurucusu
olduğu Değer Aile Şirketleri Eğitim ve Yönetim Danışmanlığı Şirketi’nde (2004)
ekibiyle birlikte bugüne kadar onlarca aile şirketine danışmanlık yapmış, aile
şirketi anayasalarını hazırlamıştır. Halen birçok kurumda Bağımsız Yönetim
Kurulu Üyeliği ve aile şirketi danışmanlığı yapan yazar, aynı zamanda İstanbul
Üniversitesi, İstanbul Kültür Üniversitesi ve Karatay Üniversitesi’nde ders
vermekte, Yeni Birlik Gazetesi ve İstanbul Ticaret Gazetesi’nde haftalık köşe
yazıları yazmakta ve birçok süreli derginin yayın kurulunda yer almaktadır.
Evli ve
dört çocuk babasıdır.
Sosyal Medya Hesapları:
([email protected])
([email protected])
www.ilhamifindikci.com
twitter/ilhamifindikci_
instagram/ilhamifindikci
youtube/ilhamifindikci
ESERLERİ:
Masal: 1) Boynuzlu Akkoyun (1986).
Araştırma-İnceleme: 1)
Boynuzlu Akkoyun (1988). 2) Bilgi Toplumunda Liderlik ve Kendini Geliştirme
(1996). 3) İnsan Kaynakları Yönetimi (1999), (9. Basım). 4) Yaşadıkça Eğitim,
(2004). 5) Aile Şirketleri (2005), (6. Basım). 6) Bir Gönül Yolculuğu:
Hizmetkâr Liderlik (2009), (3. Basım). 7) İnsani Derinlik (2010), (6. Basım).
8) Was Uns Bleibt, Ist Was Wir Geben
(2013 - Almanya). 9) Eyvah Yeni Kuşak Geliyor-Aile Şirketlerinden
Dersler (2014). 10) İlham-ı Aşk (2015). 11) Güzel’e Yolculuk (2016), (7.
Basım). 12) İstanbul Halkının Mutluluk Algısı ve İyi Hissetme Düzeyi İle İlgili
Bir Araştırma (2017). 13) Nadide Güzeller (2018). 14) The Profundity Of
Humanity (2018 – Amerika). 15) Глубины Человеческой Души (2022 - Rusya). 16) الإنساني العمق (2022 - Suriye). 17) Soru ve Cevaplarla Aile
Şirketleri (2022).
Çeviri: The Cultural Audit (Ben Fletcher’dan,
1996).
Diğer Yayınları:
1) Değer
Kişilik Testi: Teori ve Uygulama El Kitabı (2003) 2) Büyük Dönüşüm (Türkiye
Ekonomi Araştırmaları - İTO, 2012) kitabının yazarlarındandır 3) 950. Yılında
Kutadgu Bilig ve Türk-İslam Kimliği (2019)
Çeşitli
ulusal ve uluslararası dergiler, web siteleri, kongrelerde 200’den fazla makale
veya akademik bildirileri yayınlanmıştır.
Editörlüğünü Yaptığı Kitaplar:
1)
Eğitimde Nitelik Geliştirme (1991). 2) Eğitimimize Bakışlar (1996). 3)
Takımımızın Yeteneklerini Geliştirme (2000). 4) Prof. Dr. Yahya Akyüz’e Armağan
(2011). 5) 1. Hizmetkâr Liderlik Zirvesi Konuşmalar (2017).
ATIFLAR (Atıfların bir kısmı alınmıştır):
1.
Kağnıcıoğlu, D. (2001). İnsan kaynakları yönetimi ve
değişen endüstri ilişkileri, Eskişehir: Anadolu
üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 13-41.
2.
Akalp, G. (2003). İnsan kaynakları yönetimi'nde ücret
sistemine genel bir bakış, Bursa: İş, Güç
Endüstri İlişkileri ve İnsan Kaynakları Dergisi, 1.
3.
Şahin, A. (2004). Yönetim kuramları ve motivasyon
ilişkisi, Konya: Selçuk Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 11, 524-547.
4.
Donat, Y. (2004).
Kadınlar neyi paylaşamıyor, Sabah Gazetesi.
5.
Erdemir, E. (2004). İnsan kaynakları yönetiminde dış
kaynaklardan yararlanma eskişehir örneği, Bursa: Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 1, 1-18.
6.
Çeltek, E. (2004).
Motivasyon yönetimi, Trabzon: İş,
Güç Endüstri İlişkileri ve İnsan Kaynakları Dergisi, 1.
7.
Ögüt, A., Akgemci, T., Demirsel, T. (2004). Stratejik
insan kaynakları yönetimi bağlamında örgütlerde iş gören motivasyonu süreci,
Konya: Selçuk Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi, 11,
259-279.
8.
Soydal, H. (2005). Sanal işletmelerde insan kaynakları
yönetimi ve bir anket çalışması, Konya: Selçuk
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 14, 455-474.
9.
Küçük, F. (2005). İnsan kaynakları açısından kurumsal
imaj, Elazığ: Fırat Üniversitesi Sosyal
Bilimler Dergisi, 2, 247- 266.
10.
Aksoy, U., Çabuk, A. (2006). Kobi’lerdeki toplam kalite yönetimi
uygulamalarının kurumsallaşma üzerindeki etkileri, Balıkesir: Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Dergisi, 16, 567-578.
11.
Camgöz, S., Alperten, N. (2006). 360 derece performans
değerlendirme ve geri bildirim: bir üniversite mediko-sosyal merkezi birim
amirlerinin yönetsel yetkinliklerinin değerlendirilmesi üzerine pilot uygulama
örneği, Manisa: Yönetim ve Ekonomi
Dergisi, 2, 191-210.
12.
Işık İ. (2006, 2007).
Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları
Ansiklopedisi, Ankara.
13.
Demirkol, Ş., Ertuğral, S. (2007). İşletmelerde personel seçiminde kullanılan
teknikler ve analizler, İstanbul: Sosyal
Bilimler Dergisi, 2, 23-34.
14.
Öztürk, M.,
Sancak, S. (2007). Hizmet içi eğitim uygulamalarının çalışma hayatına etkileri,
İzmir: E-Jounal Of Yaşar University, 7, 751-
760.
15.
Ünsar, S. (2009). Yetkinliğe dayalı ücret yönetiminin
genel bir değerlendirilmesi, Sivas: Cumhuriyet
Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 1, 43-56.
16.
Çavdar, H., Çavdar, M. (2010). İşletmelerde işgören bulma ve seçme
aşamaları, İstanbul: Deniz Bilimleri ve Mühendisliği Dergisi, 1, 79-93.
17.
Yaşar, V. (2012). Rehberlik ve araştırma merkezlerinde
(RAM) görev yapan rehberlik ve araştırma merkezleri müdürlerinin yöneticilik
becerileri ile bazı yönetici davranışlarına ilişkin görüşleri, Ankara: Milli Eğitim Dergisi, 41/195, 5-22.
18.
Biber, A., Ertürk, Ö. (2013). Örgütsel sosyalizasyon ve
halkla ilişkiler, Elazığ: Fırat
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 1,
181-189.
19.
Erden, B., (2013). Otel işletmelerinde insan kaynakları
planlamasının yeri ve önemi, Balıkesir: Balıkesir
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 29, 36-54.
20.
Demirbilek, S., Türkan, Ö. (2013). Çalışma yaşamı
kalitesinin artırılmasında personel güçlendirmenin rolü, Bursa: İş, Güç Endüstri İlişkileri ve İnsan
Kaynakları Dergisi, 1, 47-67.
21.
Akbolat, M., Işık, O., Yılmaz, A. (2013), Dönüşümcü
liderlik davranışının motivasyon ve duygusal bağlılığa etkisi, Trabzon: Uluslararası İktisadi ve İdari İncelemeler
Dergisi, 11, 35-50.
22.
Pazarbaş, M. (2013). Üniversite mezunlarının liderliğe
ilişkin yaklaşımları, Gümüşhane: Gümüşhane
Üniversitesi İletişim Fakültesi Elektronik Dergisi, 2, 164-181.
23.
Uzun, H. (2014). Yeni bir kurumsal motivasyon örneği;
teknoloji üretim merkezleri, Elazığ: Fırat
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2,
179-189.
24.
Taşgit, Y. E., Torun, B. (2016). Yöneticilerin
inovasyon algısı, inovasyon sürecini yönetme tarzı ve işletmelerin inovasyon
performansı arasındaki ilişkiler: KOBİ’ler üzerinde bir araştırma, Çanakkale: Yönetim Bilimleri Dergisi, 28, 121-156.
25.
Cevher, E. (2016). Hizmet kalitesi açısından üniversitelere
yönelik şikâyetlerin incelenmesi, İzmir: Journal
of Yaşar University, 11/43,
163-171.
26.
Kurnaz, G., Abul, A. (2016). Algılanan hizmetkâr liderliğin çalışanın tükenmişlik düzeyine etkisi, Konya: Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, 30,
564-579.
KAYNAKÇA:
Yavuz Donat / Kadınlar Neyi Paylaşamıyor (Sabah, 9.10.2004), İhsan Işık /
Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi
(2006, 2007), Bilgi teyidi (10.03.2023).
YIĞINA DÖNÜŞEN
TOPLUMLAR
İLHAMİ FINDIKÇI
23 Ağustos 2017
Orta
Doğu’da giderek artan gerilim, dünyanın lideri konumundaki Amerika’nın
çıkarları uğruna yaptıkları ve özellikle Kuzey Kore’de yaşananlar, toplumların
giderek birer yığına dönüştüklerini düşündürüyor. İleri diye bildiğimiz Avrupa
toplumlarının siyaset uğruna girdikleri ruh hallerini, dünyanın önemli bir
kısmında açlıkla verilen mücadeleyi, kendi topraklarından uzaklaşmak zorunda
bırakılan insanları ve dünyaya adeta kafa tutan liderleri de bu sürece
eklememiz lazım.
Âdemle Âlemin
Şiddet Sarmalı
Belki
de yoruldu dünyamız, üzerindeki yükü taşımaktan. Bir yanda insanların ürettiği
şiddet, öte yandan doğal afetler birbirini kovalıyor. Yeryüzünün en müstesnası
olan insanın, giderek elindekiyle yetinmemesi ve kabına sığmaması karşısında
varlıklar âlemi de sessiz durmuyor.
İç
dünyamızdan yükselen şiddet eğilimi, dış dünyamıza, evrenin derinliklerine
kadar uzanıyor. Ruh sağlığımız, tarihin hiçbir döneminde günlük hayata uyumdan
böylesine uzaklaşmamış, hiç bu kadar daralmamıştı. Depremler, orman yangınları,
ani yağışlar, su baskınları, çevre kirliliği, ekolojik bozulma gibi doğal
afetler de insanlığı hiç bu kadar tehdit etmemişti. Üstelik ulaştığımız ileri
bilgi teknolojilerine rağmen oluyor bütün bunlar. Âdemden âleme yahut âlemden
âdeme bir şiddet sarmalına girdik sanki. Ve yabancılaşan insan, kendisinin de
içinde yer aldığı âlemin sahibi ile bir kavgaya girmiş gibi. Daha da vahimi
tarafı olduğumuz bu kavgadan çoğumuzun haberi yok.
Yabancılaşmaya
Dikkat
Evet,
hızla yabancılaşıyoruz. Birey ve toplum olarak vicdanımızın sesi giderek
kısılıyor, daha az soru soruyor, daha çok kendi maddi varlığımızla ilgileniyor,
daha çok tüketiyor ve hızla mutlak gerçekten sanal gerçekliğe yol alıyoruz.
Yabancılaşmayı en güzel izah eden K. Marx’ın ifadesiyle; sahip olduğumuz zihinsel
yeteneklerle doğayı değiştiriyoruz. Sahip olmadığımız yeni şeyler ürettikçe
kendimize özel bir çevre ve yaşam biçimi oluşturarak gerçek doğadan
uzaklaşıyor, tabiata yabancılaşıyoruz. Ancak bugün yabancılaşmanın daha ileri
bir evresini yaşıyoruz. Zira kapitalist sistemin adeta oyuncağı haline gelen
insan, doğadan uzaklaşıp fabrika ayarlarına uymayan çevreler ve ilişkiler
geliştirdikçe, benzer dönüşüm kendi iç dünyasında da gerçekleşiyor. Yani maddi
dünyamız renklenip, zenginleştikçe ürettiklerimize, ilişkilerimize ve iç
dünyamıza, kısacası bireysel yaşamımıza da yabancılaşıyoruz. Böylece
ürettiklerimiz, sınırlarımızı belirleyip bizi yönettikçe doğaya; ruh dünyamız
daraldıkça kendi doğamıza yabancılaşıyor, yeryüzündeki varlık nedenimizden ve
insan olmaktan uzaklaşıyoruz. Hızla bireysel bütünlüğümüzü yitirip
sıradanlaşıyor, bilinçli bir toplumun özgür bir üyesi olmaktan bilinçsiz bir
yığının kolayca yönetilen elemanı oluyoruz.
Hastalıklı
İdeolojiler
Böylece
insanlar kolayca hastalıklı ideolojilerin kurbanı oluyorlar. Bunun içindir ki
günümüz insanı; fert ve toplum düzeyinde mutsuzdur. Bireyler mutsuzdur çünkü
akıl ve gönül giderek birbirini tamamlamaktan uzaklaşmış, zihinsel potansiyel,
daha çok içgüdülerin emrine girmiş, ahlak zedelenmiş ve bireysel şiddet
artmıştır. Toplumlar mutsuzdur çünkü insani değerler odaklı bireysel özgürlük
alanları daralan ve hızla yığına dönüşen toplumlar, medeniyet üretemedikleri
gibi hızla ırkçılığa ve toplumsal şiddete yönelmeye hazır, hastalıklı
ideolojilerin aşırılıklarının esiri olabiliyorlar.
Tabii
ki insan olarak her şeyden önce kendi varlığımızdan sorumluyuz. Şartlar ne
olursa olsun hayat, bize bahşedilmiş en önemli nimettir. Gündelik hayatın suni
korkularını aşıp hızla yaklaştığımız ölüm gerçeği ile dost olarak dünya
yolculuğumuzu yeniden ve yeniden gözden geçirmek ve âlemin Sahibi’ne
şükretmekle işe başlamak bize iyi gelecektir. Birey ve toplum olarak aklımız
ile gönlümüzü dengede tutmamız ve yaşama sevincimizi yitirmememiz önemlidir.
Kendimiz için değil başkası için yaşama alışkanlığını yeniden yakalamamız
önemlidir. Medeniyetlerin beşiği olan bu güzelim coğrafyanın paydaşları olarak
öncelikle kendi kişisel psikolojimizi, duruşumuzu, irademizi, ahlakımızı,
ailemizi dünyadaki her türlü yıkıcı akına karşı korumak suretiyle yığın olmakla
savaşmalıyız. Büyük ödünler vererek sağladığımız istikrarımıza, demokrasimize
sahip çıkmalı ve hızla yol aldığımız toplumsal gelişmemizi devam ettirmek için
gerekli yeniden yapılanmayı her alanda gerçekleştirmeliyiz. Toplumumuzun geleneksel
ahlak ve inanç hassasiyetleri ile rasyonel bakış açısını dengede tutarak
kişisel ve toplumsal şiddetten uzak durmalıyız. Kendimize, ailemize ve
vatanımızın her karış toprağına sahip çıkmak, harikulade bir eser olan
varlıklar âlemi ile uyum içinde olmak için ne yaptığımıza odaklanmamız
önemlidir.
PSİKOLOJİK
DİNDARLIK
İLHAMİ FINDIKÇI
19 Temmuz 2017
Hayatımız
boyunca topluyoruz. Doğduğumuz zamanki ilk ağlama sesimizden cenazemize katılan
kalabalığa kadar çevremizdekilerin dikkatini toplamaya çalışıyoruz. Böylece
dünyadaki toplama yarışımız, hayat boyunca devam ediyor.
Önceleri
annemize bağımlıyız ve ondan gelecek maddi ve manevi kazanımları toplamanın
derdiyle iç içeyiz. Sonra okul sıralarında yıllar sürecek bir öğrenme maratonu
ile insanlığın ortak bilgi ve beceri birikimini toplamaya başlarız. Aldığımız
diplomalarla bunu kanıtlarız. Sonra bir meslek edinir çalışmaya ve para
kazanmaya başlarız. Dünyanın tapularını biriktiririz hırsla.
Eş
edinir, yeni bir yuva olur dünyanın nimetlerini toplamanın keyfini yaşarız. En
önemli kıymetlerimiz, çocuklarımızla buluşur daha da büyürüz. Bu defa onları
zengin etmek için daha çok toplamaya koyuluruz. Yaş ilerledikçe bankadaki
hesapların sıfırlarını artırma telaşı ile daha bir toplarız. Sonra güzel güzel
toplarken bu dünyanın zenginliklerini, hastane günleri başlar durup dururken. Ameliyat ve yoğun bakım derken hayatın
kaçınılmaz gerçeği kapımızı çalar. Hak vaki olur. Cenazemiz için bir araya
gelen insanlar, son toplamamız olur. Böylece ölüm durdurur toplama
faaliyetimizi ve bitirir dünya hırsımızı. Maalesef yaşam boyunca toplamaktan
mana ile aramız giderek açılıyor ve inancımızı içselleştirmekten hızla
uzaklaşıyoruz.
Metafizikten
Uzak Ahlakın Durumu
Hayat
boyunca topladığımız ve art arda eklediğimiz sayıları, ölüm kat sayısıyla
çarpınca tüm kazanımlarımız sıfırlanıyor. Dünyaya bir olarak geliyor, hayat
boyunca birçok sıfırları bu birin arkasına ekliyor, sonra sıfırları atıp tekrar
bir olup düşüyoruz dünya sahnesinden. Yani ki Bir’den gelip Bir’e doğru yol
alıyoruz. Yol alırken topladığımız maddi kazanımlar bir yükten ibaret.
Modern
psikoloji, Ali Şeriati’nin “İnsan nedir?” sorusuna daha çok odaklandı. Zira
gelişmiş toplumların; insanı kuşatan koyu kuralları, madde odaklı hayâsız
uğraşları ve durmadan toplamaya, edinmeye, harcamaya, tüketmeye odaklanan yaşam
modelinin, insanı ve toplumu mutlu etmediği anlaşılmıştır. Sadece bireyin maddi
tatminine odaklanan hayat; anlık mutluluklar verse de hızla değersizliğe,
yabancılaşmaya, toplumdan geri çekilen bir bireyselliğe ve nihayet ruh
sağlığında örselenmelere neden olmaktadır. Maddi zenginliği toplamaya yönelmiş
bir hayat, duygusal ve manevi tatmini ihmal ettiğinden insan, ruhsal doyuma
ulaşamaz. Oysaki Muhyiddin’i Arabi’nin ifadesiyle “asıl cevher ve merkez olan
insanın” gerçek mutluluğu, ahlak ve erdem sahibi olması, mana ile iç içe
olmasındadır. Modernitenin zorladığı metafizikten uzak ahlakın, esasen insanı
ahlaksızlık boyutlarına ulaştırdığı bir gerçektir.
Sosyolojik
Dindarlık, Psikolojik Dindarlık
Psikolojisi
ve ruh sağlığı yerinde bir insan ve toplumun inşasında öncelikle hayatın madde
ve mana dengesinin sağlanması elzemdir. İnsanı adeta kötürüm hale getiren
teknolojinin arka planına, temel ahlakı ve kültürü barındıran bir değerler
sistemini yerleştirmek zorundayız. Bu ise aktif bir çabayı gerektirir.
Bedenimiz ve içgüdülerimiz için giriştiğimiz toplama etkinliğini; zihnimiz,
duygularımız ve özellikle ruh dünyamızı da kapsayacak şekilde genişletmemiz
gereklidir. Bunu niçin maddi hırsımızı ve dolayısıyla maddi kazanımlarımızı
yönetmek zorundayız. Aksi halde toplama hırsı ve mallarımız bizi yönetmeye
başlar.
İnanç
sistemleri ve dinler, insanın manevi derinliğini, dolayısıyla ruh dengesini
sağlamada belirleyicidir. Ancak son dönemde yapılan bazı araştırmalar mutsuz,
huzursuz ve uyumsuz dindarların da çoğaldığını ortaya koymaktadır.
Araştırmaların dikkat çektiği diğer bir gerçek ise manadan uzak, topluma uyum
amaçlı sosyolojik dindarlığın giderek yayıldığı yönündedir. Oysaki asıl olan
inancın, bireyin psikolojik ihtiyacına yönelik olmasıdır. Şu halde salt görerek
edinilen ve sonuçta topluma uyum amaçlı sosyolojik dindarlık yerine bireyin
kişisel ihtiyaçlarına yönelen mana odaklı psikolojik dindarlığın gelişmesi
önemlidir.
Din,
toplumsallaşma sürecinde öğrenilir. Ancak dindarlık, bireyin psikolojik
ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde içselleştirilemez ise gruba uyma ve toplumla
ters düşmeme amacından öteye gidemez.
Sonuç
olarak, yeryüzündeki toplama telaşımız ölümle sıfırlanmadan hırslarımızı
yönetmemiz, çeşitli gruplara ya da topluma ters düşmemek için değil gerçek
kişisel psikolojik tatminimiz ve ruh dengemiz için inanmamız ve bunun
gereklerini yerine getirmemiz önemlidir. İnancımızın gösterişten uzak olarak
içselleştirilmesi, ruh dünyamızın inanç değerlerimizle hemhal olması, yaşam dengemizin olmazsa olmazıdır.
Davranış
Bilimleri Uzmanı
“Evet” ile “Hayır”ı, var gücü ile
haykıran minibüsler geçerken gözlerim
bahçeye odaklanıyor. Dünyanın ve ülkenin kalabalık gündemi, bahçenin muazzam gündemine
yenik düşüyor. Âşık Veysel’in sadık yâri, tüm algılarımı esir alıyor. Geldiğimiz
ve gideceğimiz yer, öz kaynağımız toprak, gözlerimin içine akın ediyor adeta. Basıp
geçtiğimiz yer, altındakiler ve üstünde olup bitenlerle alıp götürüyor başka
diyarlara.
Kulaklarım, sokağın gürültüsünü terk
edince fark ediyorum ki toprağın gönlüne düşen bahar, sararmış ne varsa yeşertiyor
yeniden ve bir daha. Toprak uyanıyor diyorlar, zaten uyumamıştı ki bin
yıllardır. Uyuyan bedenin devamlı çalışan beyni gibi toprak, her dem uyanık ve
çalışıyor.
Birden tüm heybetiyle fark ediyorum, babamın
yadigârı kayısı ağacını. Acaba sesini duyan var mı bu güzelliğin? İç içe ama
her biri hür olan dalları, uçlarındaki
tomurcukları ve kendini sunma yarışına giren nadide renkte çiçekleri, neler
söylüyor kim bilir? Ben de buradayım der gibi manolya. Yeşilin en güzel
tonlarıyla yarışıyor kalın yaprakları. Kirazın dalları ve tomurcukları sıraya
girmiş gibi hummalı bir çalışma içinde. Bahçenin en müstesna yerini kapmış
baston gül fideleri. Kırmızı ve beyaz renklerini hazırlıyorlar. Dikenler de boş
durmayacak elbet. İmtihan dünyası dikensiz olmaz zira. Binlerce iğnesiyle çama
ne demeli bilmem ki? Daha dün gibi hatırlıyorum onu diktiğimiz günü. Ayakta durmaya
takati yoktu da bir kuru dal ile tutturmuştuk hayata. Şimdi ise bahçenin en
uzunu ve irisi. Yaz aylarında gölge ediyor isteyene.
Hepsi aynı topraktan beslenen canlılar,
bu muhteşem bahçeye hayat veriyorlar. Bir
yarış yok ne dalların ne ağaçların arasında. Yerden ve gökten gelenlere
razılar. Hepsi var, hepsi özgür ve kendi meşrebince yaşıyorlar. Bütün
zıtlıklarıyla aynı aşk bahçesinde cem olmuşlar. Ne mutlu onlara.
Ne olur sanki biz de lakırdıyı
bıraksak da buluşsak aşk bahçesinde? Karanlığın ardındaki mutlak ışığı görsek artık.
İnadına insan kalmaya ve daha çok insan olmaya koyulsak, tüm hücrelerimizle.
Her şeyin iç içe ve zıddı ile var olduğu bu dünyadan, tüm zıtlıkların son
bulduğu Güzel’e doğru yol alırken resmin tamamını görsek artık. Vasatı bıraksak
da ya seven ya da sevilenler kervanına katılsak. Kelam ile kalemi katık etsek menzilimize
yol alırken. Yani ki okusak ve yazsak sonsuzluk âlemini. Ama büyük ama küçük
kabımızı ne ile doldurduğumuza dikkat kesilsek. Ve ikinin çokluğunu bıraksak da
elimizin tersiyle, birin azlığında buluşsak ne olur?
Kendi kurgumuzla bir Hüsn-ü Aşk yazsak
mesela ve güzelliğe yönelen aşkın, edep yolculuğuna çıksak Şeyh Galip gibi. İbn-i
Arabi gibi merhametin merhametine pencere açsak gönlümüzde ve asıl kaybın ve
yıkımın biz olmaktan çıkmak olduğunu idrak etsek.
Her türlü yabancı akına ve ayrılığa karşı
dik dursak ve özde aynı kalsak ama her dem dönüşüm içinde olsak toprak gibi. Kökümüzden
aldığımızı tomurcuklarımıza ulaştırsak, kayısı ağacı gibi. Yerin gönlüne
düştüğü gibi, sözlerimizin kalbine de biz düşürsek baharı. Ve bahar gelse
yurduma. Söylenecek bir sözümüz olsa esen rüzgâra göre değişmeyen. Ve çalacak
bir melodimiz olsa hem bizden hem de çok sesli olsa mesela. Şartlar ne olursa
olsun umudumuzu yitirmesek. Zira aşk bahçesi, tüm farklarımızla ve dahi tüm
renklerimizle bize açık, yolumuzu gözlüyor. Yeter ki eziyet veren yükü bizden
alana doğrulalım, yönelelim, yalnız ve kesintisiz biçimde O’nunla olalım. Başkasının
değil O’nun olalım. Yeter ki aşk bahçesinin gülleri olarak ötekine rıza
gösterelim.
Yeni Birlik Gazetesi : http://www.gazetebirlik.com/yazarlar/ask-bahcesinin-gulleri/
05.04.2017
Dr. İlhami FINDIKÇI
Davranış Bilimleri Uzmanı
Birbiri içine geçmiş gibi zamanlar. Öyle hızlı bir
devir daim ki geçmiş, an ve gelecek, zihnimizi işgal etmek için yaşıyorlar
adeta. Bazen geçmiş, bazen gelecek bazen de yaşadığımız an avutuyor bizi.
Yapraklar misali bir zamandan diğerine savruluyoruz.
Kimi
araştırmacılar, içinde olunan anı yakalamayı ve yaşananları gerçekten
içselleştirmeyi, mutluluğun ön koşulu sayıyorlar. Kimileri geçmişte olup
bitenlerle hem dem olmak gelecekteki hataları azaltır ve kişi için daha rahat
bir yaşamın yolu açılır demekte. Bazıları ise “Geleceğe odaklanmadan nasıl
görürüz önümüzü, nasıl seçeriz yolumuzu, nasıl gelişiriz” diye haykırıyorlar.
O halde dün ile yarın arasında yol alırken acaba
olmuş, olan ve olacak pencerelerin hangisinden seyrediyoruz alemi daha çok?
Seyr-i sülûkumuz, hangi pencerenin ışığıyla aydınlanıyor? Yolumuz, yolculuğumuz
ve menzilimiz hangi pencerenden gelen hava ile nefes alıyor?
Asıl
mesele; hangi zaman olursa olsun hayatımızın odak noktası ve ağırlık merkezini
bilmek ve ondan razı olmaktır. Bir ucunda sınırsız maddi zevkler diğer ucunda
uçsuz bucaksız bir manevi hazzın yer aldığı saatin sarkacı misali hayatımız,
her ikisi arasında gelgitlerle geçiyor.
Bir canlı
olmanın gerektirdiği temel ihtiyaçları, maddi arzu ve zevkleri irade ile
kontrol edip, insan olmanın gerektirdiği ruh güzelliğine doğru yol almak, her
zaman diliminin temel içeriği ve olmazsa olmazıdır.
Bütün
mesele ruhumuzun tatminidir aslında. Evet, ruhumuz hangi zaman diliminde
kendini buluyor ve kendi oluyor. Hangi zaman diliminde hayatımızın baş
aktörüyüz bir bakalım.
Bir yanda
hayatı sadece para, statü, zevk, şöhret, diğerlerini geçmek gibi madde odaklı
bir tatmin alanına çevirenler. Diğer yandan hayatı, öncesi ve sonrası ile bütün
görüp ahlak, adalet, bilgi gibi değerleri hayata akıtanlar. Bir yanda kendine
yürüyen ve kendi için yaşayanlar, öte yanda kendisinden sıyrılıp öteki için
uğraş verenler.
Klasik
psikoloji kitaplarına göre tek motivasyon kaynağı kendisi olan ve kendisi için
yaşayanlar, geçmişle fazla ilgilediklerinde biraz depresif; yaşanan anın dışına
çıkamayanlar, biraz bencil; geleceği fazlaca önemseyenler ise çokça sorgulayan,
şüpheci kişilerdir. Oysa ki motivasyon kaynağı öteki canlı ve cansızlar
olanlar; geçmişle fazlaca ilgilendiklerinde geçmişin güzelliklerini keşfediyor;
yaşanan zamanda ısrarcı olanlar, tüm güçleriyle anları güzelleştiriyor;
geleceği fazlaca önemseyenler ise daha fazla aklediyor ve üretim
yapıyorlar.
Şu halde
asıl olan zamanlar değil onlara yüklediğimiz değerlerdir. Asıl olan bizim
zamanı ne amaçla tükettiğimizdir. Salt kendisi için var olduğunu düşünen, ben
çıkmazını aşamayan, bedenine iman eden birey, ruhun dalga boylarına ulaşamaz.
Ulaşamaz da dün ile yarın arasında sıkışır ve farkında olamaz yaşamın.
Öğrendikleri ile yaşadıklarına anlam veremez, geleceğe hazırlayamaz kendini.
Unutmayalım
ki bedenini aşmayan ve kutsalı olmayan ruh, ister birey ister kurum, ister toplum
olsun yıpranmaya ve bozulmaya açıktır.
Ruhun
tatminine çalışan birey; geçmişten dersler çıkarırken onları yaşar adeta ve
geçmişin gücü ile ruhunu yeniler. Gelecek için mücadele eder ve daha
yaşanabilir bir dünya için projeler üretir durmadan. Ve nihayet ruhun tatminine
yönelen kişi, daha güzel yarınlar için geçmişin tecrübelerinden yararlanarak
“Bugün ne yaptım” sorusu ile yaşar.
Yeni
Birlik Gazetesi : http://www.gazetebirlik.com/yazarlar/dun-ile-yarin-arasinda/
22.03.2017
HAYATI ANLAMAK İÇİN
Dr.
İlhami FINDIKÇI
Davranış
Bilimleri Uzmanı
Bu bir anlam savaşı aslında. Bir
yanda iyilik, diğer yanda kötülük. Gece ile gündüz, yer ile gök, beden ile ruh,
artı ile eksi, madde ile mana, hayat ile ölüm gibi. Bütün bu ikiler bir
birlerini tamamlar da Bir’de buluşur, bütün olur ve bir anlam kazanırlar. Nasıl
ki gece olmadan gündüzü anlamamız zor. Kötülükler olmadan iyiliklerin değerini
bilemezdik. Bunun için fabrika ayarlarımızda hem iyilik hem de kötülük üretme eğilimi
vardır. Bir yanda kendi maddi varlığını yüceltmenin öte yanda başkalarına katma
değer üretmenin yatkınlığıdır bu.
Anlam Arayan Varlık
Psikoloji ve davranış bilimleri
alanındaki araştırmalar, insanın iyi ya da kötü tercihinde hayata yüklediği anlamın
çok büyük etkisi olduğunda birleşiyorlar. Evet, her insanın, genetik bir
yatkınlık olarak yaşamına bir anlam verme ihtiyacı vardır. Doğuştan gelen bu
yatkınlığın düzeyi; sanat, dil, iletişim gibi yakınlıklarda olduğu gibi bireye
özeldir. Bu, bireyin var oluş serüvenine kendi iç dünyası ile verdiği cevap,
varlıklar âlemindeki yolculuğuna yüklediği değerdir. Dolayısıyla anlam arayan
bir varlık olarak insan; hayatı boyunca neden var olduğu gerçeğinin peşine
düşer. Böylece hayatın gerçeğini yakalamak, var oluşun aslını anlamak,
varlıklar âleminde kendini konumlandırmak, kendini bilmek ve kendi ile başa
çıkmak ister insan.
Diğer ihtiyaçlarımızda olduğu gibi,
hayata bir anlam verme ihtiyacımız karşılanmadığında da psikolojik dengemiz
bozulur, ruhumuz sıkılır, endişe, kaygı ve stres kat sayımız artar. Ve daha da
önemlisi boşlukta kalırız. Zaten psikolojik tedavinin özünde de insanın
ulaşamadığı yahut yitirdiği anlam arayışına yardımcı olmak yer alır. Zira
hayata anlam verememek, yaşamın en önemli gerçeği olan ölümü anlamamızı, ölüm
gerçeği ile yüz yüze gelmemizi ve onu içselleştirmemizi zorlaştırır. Ölümü
anlayamamak ve onunla başa çıkmamak, hayatı anlayamamak demektir. Çünkü hayat
bir bakıma ölümden çalınmış küçük bir zaman dilimidir. Gerçekten de hayatın en
büyük ve sarsıcı korku ve acı kaynağı olan ölüm gerçeğine bir anlam verememiş
olmak, insan yaşamdaki en önemli çıkmazdır. Ve birçok ruh hastalıklarının kök
nedenidir. Varlık âlemindeki yolculuğunu, doğum ve ölüm arasına sıkışmış bir
zaman diliminden ibaret ve hayatı madde ile sınırlı gören bireyin, ruh bilgisi
olarak bilinen psikolojinin tarif ettiği mutlu ve uyumlu bir insan olması ve
iyilik üretmesi çok zordur.
Bütün mesele, yolumuzu bulmamız ve
tercihlerimizde etkili olan güçlerin farkında olmamızdır. Doğuştan getirdiğimiz
ham potansiyelleri performansa dönüştürmede etkili olan yegâne güçler; genetik
yatkınlığımız, yetişme biçimimiz ve hayattaki tercihlerimizdir.
Kâinata Meydan Okumak
Şu halde hayatı, öncesi ve sonrası
ile bir bütün olarak algılamak, varlık âlemindeki yolculuğumuzu
rahatlatacaktır. Bunun içindir ki hayata anlam verme sürecinde din ve inanç
değerleri, bireyin vazgeçilmez ihtiyaçları arasındadır. Bunun için yeryüzünde
görüldüğünden bu yana insanlar din olgusuyla iç içe olmuşlardır. Zira din ve
inanç değerleri, insanın anlam arayışına ışık tutar, boşluğa düşmesini önler,
maddenin ötesindeki mana ile buluşmasını sağlar. Yüce bir güce, Yaratıcıya
gerçekten inanmak, bir bütün olarak hayatın anlamını yakalamayı sağlar. Böylece
insan, bütün kâinatla ve onun içinde olup bitenlerle başa çıkacak hatta meydan
okuyacak bir güce kavuşur. Hayatın en korkunç gerçeği olarak algılanan ölümün,
erenler için bir kavuşmaya dönüşmesi bundandır.
Bilgi çağı olarak adlandırılan
günümüzde insanın, mutlak gerçekle buluşması ve potansiyelindeki iyiliği
davranışlara dönüştürmesini engelleyen maddi bir şahlanışla karşı karşıyayız.
Üst akılların, medya yoluyla alenen pompaladıkları haz odaklı yaşam modeli,
hayatın gerçek anlamına yönelik arayışı da yavaşlatmış, sekteye uğratmıştır.
Mutlak gerçekle buluşamayan insan, hayata bir anlam arayışında geçici ve
seküler gerçeklerle avunur hale gelmiştir. Şu halde hayatın gerçek anlamına
ulaşmamızın önündeki engelleri aşmamız, geçici olan suretlerden bir an önce
kurtulmamız önemlidir. Ve verimli bir iyilik işçisi olmak için hayatı anlamak,
bunun için de ölümü anlamak zorundayız.
Yeni Birlik
Gazetesi : http://www.gazetebirlik.com/yazarlar/hayati-anlamak-icin/
21.06.2017
İNSAN VE ZAMAN
Dr.
İlhami FINDIKÇI
Davranış
Bilimleri Uzmanı
Ayrılmaz
bir sarmalın sonsuzluğundayız. Öyle bir sarmal ki zamanın içinde insan, insanın
içinde zaman. Kendi menziline yol alan
insanın aklıdır zamana kıymet veren. Zira zamanı yoksa insanın, hayatın ve
aklın da anlamı yok. Böylece yaşam ekseninde birbirine açılan iki kapı misali: insan
ve zaman.
Zaman
gemisi bağrında taşır insanları. Her günün limanından yeni yolcular alır.
Bazılarını artık taşıyamaz da
bırakıverir aniden. Zira bir yolculuktur hayat, zamanın engin zemininde. Bazı
yolcular için uzun, kimilerine de kısa
gelir hayat yolculuğu. Akıp gittiğine üzülürüz ya zamanın, aslında akıp giden
biziz. Yani ki bir deryanın sıfırına belki de hiçliğe akan biziz.
Zaman, hayattır, harekettir, engin
sozsuzluğun ölçüsü, ilahi bir lütfun ispatıdır. Varlıklar alemini taşıyan
yegane zemindir. Yıllar, aylar, haftalar, günler, saatler, dakikalar,
saniyeler. Hepsi değerini bilmek için zamanın. Kendimizi bildiğimizden beri
hayatımızın yegane yol göstericisi değil mi saatlerimiz.
Bilmem
ki kıymetini anladık mı zamanın ve bağrındaki insanın. Mesela vadesi dolmuşun
bir dakikasının maliyeti nedir bilir misiniz? Ya geriye götürmek mümkün müdür o
anda yaşananları?
Ömrümüzün
bir yılının son günlerinde bir kez daha anlıyoruz ki biz zamana mecburuz ama o
değil. Gelen, yaşayan ve giden biziz. Bizim için sınırlıdır, sonludur ama kendi
için sonsuzdur zaman. Dolayısıyla kıymetine binaen parçalara ayırdığımız zamanın
her kilometre taşında durup düşünmek gerekmez mi? Beden kefenlenip toprak ile
buluşmadan, ruh kanatlanıp semalara uçmadan “nereden gelip nereye gidiyoruz” un
muhasebesi gerekmez mi?
“Sabah doğup akşam ölenler”
Gelin
biraz muhasebesini yapalım zamanımızın. Bir çiğ damlasından katreye dönen,
ardından çiçeğe duran insan için her yaşta muhasebe gereklidir. Yaşı, yolun
yarısını geçenler için bu daha da önemlidir. Zaman düzlemindeki hayatımızın
karelerini nasıl doldurduğumuza sorularla kafa yoralım.
Yaşamımızın
bugüne kadarki kısmının odağında ne var mesela? Neyin uğrunda koşuyor, kime
çalışıyor, neler için kavga ediyoruz? Yani ki ne için var olduğumuzu düşünüyor
ve bu uğurda yaşıyoruz? Bize ilahi bir kudretten hazır olarak verilmiş olan
yirmi dört altını, nasıl harcıyoruz bir günde? Sonra ertesi günkü altınları ya
diğerlerini nereye, kime, niye harcıyoruz? Mademki hayat ölümden çalınan küçük
bir zaman dilimidir. Bu sınırlı zamanın sınırlı aşkının odağında oturan nedir?
Omurgalaşmış bir amacı yoksa hayatın ve bu
omurgaya götüren alt amaçları yoksa yaşamın, sonbahar rüzgârlarına kapılan
yapraklar gibi sürüklenir insan. Sürüklenir de tuzaklarına düşmekten
yakalayamaz gerçek zamanı. Şeyh Edebali’nin benzetmesiyle “sabah doğup akşam ölenler”
sınıfının sıradan bir üyesi olur insan. Oysaki bir kısa ömre, ömürler
sığdıranlar var. Zamanı doğru kullandığı için yüzyılları, bin yılları aşıp bu
güne, ışık tutanlar var. Zamanın içindeki rolleri ile insanı ve insanlığı
çoğaltanlar var. Bir de kendine meftun, bireysel amaçları ile insanları ve insanlığı eksiltenler, yaşam
alanlarını daraltanlar var. Acaba biz hangi gruptayız?
Sizinle neler
güzelleşiyor hayatta?
Hayatın
bir anlamı da insanın kendini ifade etmesidir ya o halde kendimizi ifadenin
muhasebesinde durumumuz nedir? Mesela duruşunuz ne anlatıyor? Nasıl bir renk,
ses ve ışık veriyorsunuz zamanın derinliklerine? Sözlere gerek kalmadan ne
söylüyor bedeniniz? Sizden dış aleme, dış alemden size neler akıyor? Hayatınız,
kendi doğrularınızın sözcülüğüne mi tanık? Yoksa tüm zamanlarınızı süsleyen
hoşgörünüz, insanları, insanlığı hatta canlıları ve dahi cansızları kapsayacak
enginlikte mi? Kendinizi ifade sırasında sesiniz mi yüksek yoksa sözleriniz mi
mesela? Dedikodu, malumat, bilgi hangisi süslüyor konuşmalarımızı? Yoksa kaotik
bir zaman düzleminde mekân tutup durmadan ifade kırılmaları mı
yaşıyorsunuz? Ananız, babanız, eşiniz,
çocuklarınız, kardeşleriniz, arkadaşlarınız, siz varsınız diye mutlular mı
acaba? Yoksa ifadeleriniz giderek tek renkli, tek merkezli, monoton ve
gerçeklerden uzak, sanal bir dünyanın uydusu mu oluyor?
Sahi
siz ne kadar gelişiyorsunuz? Hangi Çin’deki bilgiyi alıp kendinize mal ettiniz?
Sizinle neler değişiyor, düzeliyor, güzelleşiyor hayatta? Siz varsınız diye
hangi taşlar yerinden oynuyor? Zaman çizgisinden kaymanızla neler değişir bu
gökkubede? Kimler karanlıkta kalır sizin ışığınız söndüğünde? Hiç değilse her an
kendinizden yeni anlamlar yeni çıkarımlar yapabiliyor musunuz? Yoksa amaçsız
değişmeye alabildiğince odaklanan sanal algınız, özünüze mi köreliyor?
Zamanın rüzgârlarıyla dalgalanan ömrünüzün
bayrağı nerede dalgalanıyor, neleri haykırıyor? Hangi rolleri, değerleri,
ilkeleri, olmazsa olmazları barındırıyor? Sakın ki mala odaklanan can gözünüz,
gönül gözünüzü köreltmiş olmasın.
Ağlar
mısınız mesela kimi zaman? Maddi bir kaybınız olmadan mesela bir karıncanın
ölümü yaşartır mı gözlerinizi? Yoksa gözyaşlarını kayıp edenlerden misiniz?
Necip Fazıl üstadın, “Ağlayın su
yükselsin, belki kurtarır gemileri” deyişinin neresindesiniz? Akıp giden zaman
gibi akıp giden hayatı okumanın neresindesiniz?
Unutmayın
ki her yılın sonu gibi her ömrün de sonu var. Fark şudur ki yılın sonunu
biliyoruz ama ömrünkini bilmiyoruz. Belki yılın sonundan önce belki de sonra.
Hatırlayın ki zaman daraldı.
ÖLÜMDEN ÇALINAN ZAMAN:
HAYAT
Dr. İlhami FINDIKÇI
Davranış Bilimleri Uzmanı
İmamlara ve vaizlere bir konferans verdik geçenlerde. İstanbul
Müftlüğü’nün konferanslar dizisinin 26. siydi bu organizasyon. İstanbul Müftüsü
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı nın, ilgi çekici açılış konuşmasının ardından “İnsani
Kriz ve Hizmetkâr Liderliği” konuştuk. Yaklaşık 900 din görevlisinin katıldığı
konferansın sonunda bizi tebrik eden bir katılımcının sözleri çok anlamlıydı.
“...Hocam, işimizi en iyi şekilde yapmanın gayreti içindeyiz. Ama keşke
daha önce böyle seminerler alsaydık. Kişisel gelişimde eksiklerim var. Zaman da
daraldı. Acaba neler yapabiliriz?...”
Evet, zaman daralıyor dostlar. Hayat
yolculuğumuza yeniden ama farklı bir bakışla yönelmemiz için yıllar geçiyor ve
zaman daralıyor.
Hayat gerçeğini anlamamız için
öncesini, kendisini ve sonrasını bir bütün olarak algılamamız gerekir. Hayatın
kendisi malum, anne karnındaki ilk yaşam belirtisinden son nefesimize kadarki
zaman. Somut olarak yaşadığımız, duyularımızla algıladığımız, objektif ve maddi
gerçekler dönemi. Hayatın öncesi ve sonrası için somuttan çıkmaya ve soyut
zaman algılarına ihtiyacımız var. Dolayısıyla bu her iki dönemi, duygularımız
ve inançlarımızla açıklamaya, anlamaya çalışıyoruz.
Çünkü; hayatın öncesini ve
sonrasını, yaşarken değerlendiriyoruz. Bunun tersi şimdilik mümkün değil. Yani
ancak yaşarken ruhlar âlemini ve ölümle başlayan sonsuzluğu anlamaya,
algılamaya çalışıyoruz.
Şu halde hayat, aslında kendisiyle
kıyaslanmayacak kadar uzun ve soyut iki dönem arasında sıkışıp kalan somut bir
zaman dilimdir. Yani ki boşluk - hayat -
boşluk. Ekrandaki kalp atışı misali,
önce anlaşılmayan düz bir çizgi, sonra yukarıya ve aşağıya dinamik ve gözle
görülür hareketler. Sonra yine bilinmez
düz bir çizgi. Dolayısıyla zaman çizgisi üzerindeki hayata, soluklandığımız bir
durak desek abartmış olmayız. Gerçekler âlemi olarak hayatı, soyut gerçekler
âleminden çalınmış bir dem gibi de görebiliriz. Daha da ileriye giderek
diyebiliriz ki hayat, ölümden devşirilmiş bir yaşam dönemidir.
Evet,
zaman daralıyor
Daha öncesini ve hayatımızın belirli bir
kısmını geride bıraktığımıza göre, o halde elimizde olana, önümüzde kalana
bakalım. Sonunun ne zaman geleceğini bilmediğimiz bir yaşam ve son nefesle
başlayacak ötesi.
Şimdiye kadar neler
yaptığımıza, bundan sonra neler yapmamız gerektiğine, neler yapabileceğimize
ilişkin ön muhasebemiz için de zaman daralıyor.
Lütfen bir bakın geçen ömrünüze.
Odaklanın kişiliğinize. Davranışlarınıza, ilişkilerinize yeniden bakın.
Malınıza, mülkünüze, bilginize, hassasiyetlerinize, özlemlerinize, peşinde
koştuklarınıza, ulaşıp üzüldüklerinize, kayıp edip sevindiklerinize bir bakın.
Unutmayın ki Hazreti Mevlana’nın deyişiyle “her canlı ölümü tadacaktır
ama sadece bazıları hayatı tadacaktır”. Yani ki ancak bir kısmımız, hayatı
gerçekten anlıyor, hissediyor. Hayattan alınması gerekenle hayata verilmesi
gerekenlerin dengesini yakalayabiliyor.
Mesela, geçmiş yaşantınıza
baktığınızda arkasında durur musunuz hayatınızın? Yeniden verilse mesela
ömrünüz, sıfırdan başlasa yıllarınız, ne yapardınız, neleri değiştirirdiniz
hayatınızda? Yaşamınızdaki hangi kareleri çıkarıp atardınız çöp tenekesine?
Pozitiflerinize, negatiflerinize, arada kalışlarınıza, renklerinize,
derinliğinize, tercihlerinize, kısacası bir bütün olarak bakın hayatınıza.
Bakın da her an tükenen ömrünüzün kalanı için neleri değiştirebileceğinize
odaklanın.
Zaten mutlu, uyumlu ve tatmin iseniz
ve de kendinizi kandırmıyorsanız, daha da mutlu, kaliteli olmaya ama en önemlisi
insanlar için üretmeye devam edin. Yok, eğer mutluluklarınız, tatminleriniz
benliğinizin ötesine geçemiyorsa epeyce işiniz olmalı yarınlar için.
Yarınların Yeniden İnşası İçin
Evet, zaman daralıyor ve yarınlar
daha da yaklaşıyor hızla. Bu yarınları karşılayacak hazırlığımız nedir?
Yarınlarımızı ve yarınlardaki kendimizi inşa için planımız nedir? Unutmayın ki
hayattan aldıklarımız değil, verdiklerimiz bizimdir, bizimledir.
Hayatımızın yeni bir yıllık
dönemecine girerken kendimiz, iş yerimiz, ailemiz ve dünya için neler
yapabileceğimiz kaygısını bir an bile ihmal etmeyelim. Bu ihmallerimiz değil
midir ki bizi hem kendimizle hem diğerleriyle karşı karşıya getiren?
Benliğimizi aşmamamız değil midir ki birlikte yaşadıklarımızı ve bütünlüğümüzü
göz ardı ettiren. İç çatışmalarımız, kişisel ihtiraslarımız, çıkar kavgalarımız
ve daha da vahimi bir akıl tutulması misali ötekini kabullenmedeki zorluğumuz,
geri götürmüyor mu toplumumuzu?
Uğraşımız, mesleğimiz, konumumuz ne
olursa olsun bir silkinmeye, bizi birbirimizden uzaklaştıran yapay tozları
silip temizlemeye ihtiyacımız var. Hayatımızın kalan kısmının kalitesi için
diğer insanlara üretimimizi arttırmamız elzemdir. Bizden diye
düşündüklerimizden çok bizden olmayanlarla yan yana durabilmeyi başarmamız
elzemdir.
Her geçen gün yeni yeni problemlerin
eklendiği ve insanımızı taraf olmaya zorlayan yapay toplumsal gündemleri
aşmalı, yarınlara taşımamalıyız. Unutmayalım ki kimi siyasetçilerin bireysel
kişilik özellikleri, gerilim dolu üslupları, takıntıları yarınlarda sıradan
insanımızın gündemi haline gelebilir. İç çatışmayı, toplumsal gerilimi sıradan
insanımızın günlük davranışına indirgenebilir.
Dolayısıyla başta siyasetçilerin,
akademisyenlerin, eğitimcilerin mesela din adamlarının kısacası kendisini bu
toplum için bir şeyler üretmekle görevli gören herkesin, tüm kurum ve
kuruluşların varlık nedenlerini yeniden gözden geçirmeleri; eksilen insanlığı
ve toplumsal sorunları aşmada panzehir olacaktır. Yarınlarımızı taşıyan yeni
günleri, ayları, yılları, hizmetkâr birer kişilik duruşu ile yeniden inşa
etmemiz mümkündür.
ŞEHİR VE İNSAN
MANZARALARI
Davranış Bilimleri Uzmanı
Bilindiği gibi toprağın işlenmesi ve tarımın yapılması ile
küçük köylerden oluşan yerleşik hayat başladı. Yüzyıllar süren tarım toplumu ve
toprak egemenliği, sanayi devrimi ile yerini sanayi ve makineye bıraktığında
köyler de şehir olmaya başladı. Toprak üzerindeki yatay yerleşim alışkanlığı
giderek dikey yerleşime bıraktı yerini. Bahçeli evler apartmanlara dönüştü
hızla.
Günümüzde ise karşı karşıya kaldığımız hızlı bilgi artışı,
değişme ve gelişme, bilgi toplumuna geçişin ayak sesleri olarak insan ve şehir
hayatını daha bir derinden etkiledi. Giderek hızlanan iletişim ve ulaşım, şehir
hayatını hızlandırırken kalabalığı yoğunlaştırmış ve insanları mantık olarak
yakınlaştırmış ama duygu olarak uzaklaştırmıştır. Hızlanan hayatla birlikte
mekanlar da boyut değiştirdi ve bilgi toplumunun ileri teknoloji ile donatılmış
şehirleri, insanı ve onun değerlerini unutturdu adeta. Öyle ki aynı mekanları
paylaşan insanlar, birbirlerinden habersiz. İnsanlar şehirlere, şehirler de
insanlara benzemeye başladı.
İnsanların mantığı, duyguları ve bir sosyal yönü var,
şehirlerin de öyle. Zekası (IQ)
gelişmiş, matematik olarak yerleşik, sayılar bakımından düzgün bir
şehrin, duygusal zekası (EQ) az gelişmiş ise, estetik sorunlu, boyutlar sıkıcı,
kendi içine çekilmiş, duygularını yaşayamayan bir insan görüntüsü hakim olur.
Dolayısıyla akıl gözü tek başına yeterli değil, gönül gözü de gerekli şehir
için. Böylece şehirleri şehir yapan, yapıların arasında dolaşan ve görünmeyen
duygulardır, tarihtir, estetiktir.
Nasıl ki bazı insanlar, bedenleri, jest ve mimikleri ile
diğerlerine pozitif enerji verirler, şehirler de üst yapıları, alt yapıları,
ayrıntıları ve mimari yapıları ile kucak açarlar ya da soğuk dururlar, kötü
hissettirirler.
Bir insan duyar, düşünür, hisseder, dinler. Bir şehir de
düşünür, dinler, hisseder aslında. Düşünün mesela İstanbul’u, düşlemez mi,
düşünmez mi, hissetmez mi sizi? Yeşilköy sahilinde düşünür, Çamlıca
sırtlarındaki ağaçların yaprak seslerini hisseder, Sultanahmet Camiinin
estetiği matematikle birleştiren eşsizliğine hayran kalır, yıkılmaz bilinen
surların yanında Ulubat’lı Hasan canlanır da yaşlar süzülmez mi gözlerinizden?
Binlerce yıllık tarihin süzgecinden gelen esintileri hissedersiniz İstanbul’da.
Yeter ki isteyin. Nitekim şehirler de ruh taşır insanlar gibi. Dokunulmaz,
görünmez ama her ayrıntısında hissedilir bu ruh. Tek boyutlu, tek renkli
yapılar yığınını aşamamışsa şehirler, ruhsuz kalır. Ruhsuz kalan her canlı gibi
her türlü kirlilik gelişir, huzur kayıp olur, servilerin sesi duyulmaz.
Yabancı şehirleri
dolaştık, uzun süre kaldıklarımız da oldu. Belki biz anlayamadık ama yoğun bir
mantık, mimari ve matematiğe karşın ruhunu yakalayamadık. İdeale yakın bir
rahatlık ve sistematik sağlanmış, metrolar dakika sektirmiyor ama bir şeyler
eksikti. Metro durağını sormuştuk da birine, “biraz ileride ama gördüğünüz
halde neden soruyorsunuz?” sorusuna çok sonradan cevap bulabilmiştik. Konuşmak
istiyorduk şehirden biri ile, iletişim kurmak istiyorduk şehirle ama ne mümkün,
her şey duvarlarda, panolarda yazılıydı. Yapay ışıklarla süslenen şehirde
gönüller karanlık, mutsuz ve arayış
içinde.
Şehir, bütün ayrıntılarıyla insanların duygularına,
duygusallığına hitap etmeyi unutmamalıdır. Çünkü şehir de bir bütündür yine
insan gibi. Üzerinde taşıdığı insanları yedirir, barındırır, korur. Bununla da
kalmaz. Çünkü temel ihtiyaçlarının 4. sırasında sevgi yer alır. Evet, şehir
barındırdıklarına sevgi sunmalı, aşıklar yetiştirmeli bağrında, iyi hisseden
kişilere mekan olmalıdır. Daha iyiye ulaşmaları için insanları zorlamalı,
yarışmalı onlarla şehir. Küskünlere kucak açmalı, ötekiler için “biz” mekanı
olabilmeli. Misafirlerini el üstünde tutabilmeli çünkü yaşayanlar
misafirleridir şehirlerin.
İnsanı diğerlerinden farklı kılan kişiliğidir. Şehirler de
böyle. Hangi şehir bir diğerine benzer? İnsanı ayakta tutan kimliği, değerleri
ve kişiliği gibi, şehirleri de ayakta tutan değerler
vardır. Şehir, yüzyılların kişiliklerini, değerlerini,
kültürünü, canlı ya da cansızlarını bağrında taşımanın zenginliği ile bir
kimlik oluşturur. Ayasofya’nın bahçesinde, Mevlana’nın Türbesi’nde, Bodrum
Kalesi’nde, Cirit Yaylası’nda, Yahya Çavuş’un düştüğü yerde, Anıtkabir’de... Bu
kimliği görürüz. Varoşlardaki bir gecekondunun salonunu süsleyen kanaviçenin
ilmikleri de, Çırağan sarayını süsleyen motifler de aynı kimliğin ve çok
sesliliğin armonisini yansıtırlar. Nitekim mekanlar, onları yaşayanları
yansıtır ve mekanlar onları yaşayanlar kadar önemlidir. Dolayısıyla şehir;
dengesiz, düzensiz, saldırgan, uyumsuz bir anti sosyal kişilik sergilememeli.
Yaşatmayı, yaşamayı, yardımlaşmayı, uyumu körüklemeli.
Şehir, üstünde gördüklerimiz kadar altında hissettiklerimizle
de bir bütündür. Çünkü Yahya Kemal Beyatlı’nın dediği gibi “Biz ölülerimizle
birlikte yaşarız.” Yaşayanlar kadar ölülerin de mekanıdır ve ölülerle
yaşayanları buluşturur şehirler. Ümit bahçelerinin yeşerdiği kapıları çok
olmalı, buradan medeniyetin doruklarına çıkarabilmeli. Yolları, hayalleri
zorlayan bir sonsuzluk ufku sağlayabilmeli, bir esenlik, bir rahatlık, bütün
sıkıntılara rağmen bir derinlik ve huzur sunabilmelidir. Ve nihayet şehirler
buluşma yeridir insanlar için, varlığın hiçlik sınırlarında sonsuzluğa kanat
çırpan kuşlar gibi.
Aslında bir iletişim kanalıdır şehirler, geçmişle geleceği
buluşturur, konuşturur. Süleymaniye Camiinin avlusunda yer alan Mimar Sinan’ın
türbesi, yeri ve konumu ile bir mesaj değil midir? Öz geleceği, öz geçmişinden
habersiz olamaz şehirlerin. Şehir, gelişen medeniyetle birlikte şiddeti
azaltmalı, ulaşım köprüleri kadar önemli olan diyalog köprüleri, her türlü
anlaşmazlığı çözmeli, değilse ortak değerler bireyselleşir, sosyal çözülme
kaçınılmaz olur. Saldırganlık içgüdüsü harekete geçer ve insanlar gelişmiş bir
teknoloji içinde köylerini özlemeye başlarlar. Ya köylerine geri dönerler ya da
şehirlerini köye çevirirler.
Yüzyılların tabii ve tarihi güzelliklerini gölgelemeye hiç
ama hiç birimizin hakkı yok. İster yaşayanlar, ister yönetenler fark etmez.
Şehir kimliğini, gündelik kazanımlara heba edersek, şehir buna dayanamaz, bir
gün hesap sorar, belki de taşıyamaz artık yükümüzü, keser iletişimini ve duymaz
olur bizi. Nitekim yolu aşk durağından
geçmemiş, sevgi denizinden nasibini almamış kişilerin yönettiği şehirler de
sevgisiz, kişiliksiz, kimliksiz kalmış tarih boyunca.
ZAMANIN İÇİNDEKİ
ZAMANLAR
Dr. İlhami FINDIKÇI
Davranış Bilimleri Uzmanı
Anlar,
dakikalar, saatler, günler, aylar ve yıllar. Bir nehir gibi zaman, nasıl da
akıyor durmadan. Denizle buluşma sevdasıyla akan su gibi varlığın ve yokluğun
sahibine doğru yol alıyor insan. Hayat bir bakıma insanın zamanla imtihanıdır.
Arazinin meyline göre akan su misali zaman, bazen çetin geçer bazen durgun.
Her insana verilen
eşsiz değerdeki bir gün aynı ve eşit ancak günün içini doldurmak insan sayısı
kadar farklı. Zaman; canlılığımız, hayatımız,
geçmişimiz, anımız, geleceğimiz, sevgimiz, nefretimiz, iyiliğimiz, kötülüğümüz
velhasıl neyimiz varsa insan olarak koynunda saklayan ve hayatımıza anlam katan
yegâne varlığımızdır. Başlangıcını ve bitişini bilmediğimiz gibi içindeki yol
ayırımlarına da hâkim olamadığımız, bize bağışlanmış olan ömrümüzün ev sahibi
zaman. Hani Nazım Hikmet’in “Bir
kıvılcıma”, Necip Fazıl’ın ise
“İnsanı öğüten çarklara” benzettiği zamandan söz ediyoruz.
Sıkıntılı günlerde
hızla geçmesini istediğimiz de mutluluğa doyamadığımızda durdurmak istediğimiz
de aynı zamandır. Oysaki zaman aynıdır ve şaşmaz. Şu halde zamana anlam veren
biz ve yaptıklarımızdır.
Hayatın yolcuları
olarak, zamanda bir anlam yakalamanın peşinde geçiyor ömrümüz. Bazen bir ömür
yetmiyor maalesef hayatın anlamıyla buluşmamız için. Zira “Ben kimim? Bu dünyada niçin varım?” sorularına kendini tatmin
edecek bir anlam veremeyenler, daima gelgitlerle dolu bir ruh haline sahip
oluyorlar. Dostoyevski’nin de dediği gibi “
Belirsizlik, en kötü ihtimalden daha acı vericidir.”
Gelin Muhasebe Yapalım
Gelin
yeni bir yılın ilk günlerinde bir muhasebe yapalım. Vakit dolmadan, bu ömrü
nasıl, nerede, kiminle, hangi işlerle geçirdin sorularına muhatap olmadan önce kendimizi sorgulayalım. Kişi, aile, kurum, toplum,
siyaset ve devlet olarak zamandaki yolculuğumuzu nazara verelim ve objektif bir
bakışla kayıp ve kazançlarımıza göz atalım. Yarın geç olabilir. Amacımız daha iyiye yolculuk ise bolca sorular sormaya, insan
olarak muhasebemizi yapmaya ve kendi gerçeğimizle yüzleşmeye ihtiyacımız var.
Dünya
nereye gidiyor? Toplumsal iniş çıkışların nedeni nedir? Bütün artılarına
karşılık toplumumuzun hızla yol alması gereken alanlar nelerdir? Peki, biz
birey olarak bu yol almanın neresindeyiz acaba? Cüneyd-i Bağdadi’nin
mektuplarında sık sık dile getirdiği gibi, “Hangi
dostlarla berabersiniz?” Zaman kanaviçemizi hangi motiflerle işliyoruz
acaba? Hangi dertlerle dertleniyor, hangi sevinçlerle avunuyoruz? Bir bakalım
neye, kime nasıl bir aşkla bağlıyız? Olmazsa olmazlarımız nelerdir? Ne için
ölmeye hazırız mesela? Ya alışkanlıklarımız ne durumda? Ailede, iş ortamında,
trafikte nasıl bir davranış profili çiziyoruz? Bu toplumun ortak geleceğinin
inşasındaki kişisel rolümüz nedir? Öfke
zamanından sevgi zamanına yürümenin neresindeyiz acaba?
Zamanı Yönetmek
İnsan, içgüdüleri
nedeniyle hayatı boyunca kendi ile mücadele halindedir. Benlik çıkmazından
sonsuzluğun hiçliğine doğru yol almanın arasındadır. Güzel’e Yolculuk
kitabımızda da ifade etmiştik, “Güzel’e
yolculuk, insanlığın engellerle dolu ortak geleceğine hep birlikte yürümektir”.
İçgüdülerimizin disipline olmamış isteklerine gem vurmanın vakti belki de
çoktan gelmiştir de farkında değiliz. Medyanın, sanal ortamların, renkli
pazarlama etkinliklerinin sürekli yücelttiği zaaflarımızla başa çıkmak ve
zamanın anlamıyla yeniden buluşmak için aktif bir çaba gerekiyor.
Zamanın
yönettiği sıradan bir kişilikten zamanını ve kendini yöneten bir kişiliğe doğru
yükselmeliyiz. Bahaneleri aşıp bir planı ve hedefleri olmalı insanın. Hem de
değer yüklü hedefler. Çünkü maddi hedefler tükenir ama değerler süreklidir.
Tabii ki zamanın getirdiği zorluklara da hazır olmalı ve dersler çıkarmalıyız
acılarımızdan.
Aklımızla
hareket ederek bir âlim, gönlümüze kulak vererek bir arif ve ikisini
buluşturarak bir veli olarak kendimizi bilme yolculuğunda mesafe alabiliriz.
Daha şiddetsiz bir iletişim ve dünya için daha iyi bir dinleyici olabilir,
hayatla yeni bağlar kurabilir, kendimizi daha iyi ifade edebiliriz. Kendimizi
başkalarına açarak zenginleşebilir, varlığın esrarına yol alarak umuda yolcu
olabiliriz. Başkası için üreterek, kendimizi gerçekleştirebilir, kendi
miracımıza çıkabilir, zamanın içindeki zamanları yakalayabilir ve nihayet
zamanın sahibiyle buluşabiliriz.
Yeni
yılın tüm insanlığa güzellikler getirmesini dilerim.
AMERİKA'DA
İNSANİ DERİNLİK
Dr. İlhami
FINDIKÇI
Yıllardır
izini sürmeye çalıştığımız insani derinlik yolunda yeni bir kilometre taşına
ulaştık. Türkçe baskısı (2010) beklediğimizin üzerinde ilgi gören İnsani
Derinlik kitabımızın Almanca baskısından (Was Uns Bleibt, İst Was Wir Geben,
2013) sonra İngilizcesi de bu hafta The Profundity Of Humanity adıyla
Amerika'da basıldı.
Bunu
önemsiyoruz zira bu toprakların hamuruyla yoğrulan temel insani değerlerin,
geçmişte olduğu gibi bugün de dünyaya örnek olması, yol göstermesi mümkündür.
Dünyanın her şeyden önce insan odaklı bir kalkınmaya ihtiyacı olduğu bir
dönemde bu çalışma ile bir damla misali katkıda bulunma derdindeyiz.
İster
ekolojik dengenin bozulması, ulus devletlerin dönüştürülmesi, ekonomi, eğitim,
üretim, şiddet, açlık gibi dünyayı ilgilendiren sorunlar, isterse Ortadoğu’daki
çıkmazlar, İran’a yaptırımlar, Avrupa’daki işsizlik gibi güncel sorunlar olsun
hepsinin merkezinde insan var. Hayat yolunun yolcusu insan.
Ruh Dilimizin
Alfabesi
Sorun
şu ki dünya insanı hiçbir dönemde böylesine bir değer kaybına uğramamış, ruh
yapısında bu denli aşınmaya maruz kalmamış, gönlünden uzaklaşıp içgüdülerine bu
kadar yar olmamıştı. Hayatın tüm karelerine nüfuz eden sanal yaşamın tekeline
giren insan, kendi ruh dilinin alfabesinden uzaklaştı. Gerçek olmayan sanal
yaşamın nesnesi olarak onu tekrar eden insanlık, kendi anlam gerçeğini yitirme
aşamasına geldi. Zira insan sürekli tekrar ettiği sözlere ve davranışlara
dönüşür zamanla. Dolayısıyla insani değerlerdeki erime, hayatımızdaki tüm
ilişkilerin ve etkileşimlerin kimyasını bozuyor. İnsani derinliğini yitirmeye
başlayan insanlık, bedeninin emrinden çıkmayan, tüketim odaklı beşere dönüşüyor
hızla.
İşte
bunun için insani derinlik yolculuğu, bugünün insanı için her türlü dert ve
illetten kurtulmanın reçetesi hüviyetindedir. Hem de ilaçsız bir reçete. Bunun
için konuşmalarımız, köşe yazılarımız, kitaplarımızla dönüp dolaşıp insani
erimeye dikkat çekme ve içeriden bir bakışla insani derinlik yolculuğuna katık
olma derdindeyiz. Rüzgârın önünde savrulan yaprak misali toprakla buluşma derdi
bu. Renkli, yoğun, göz kamaştırıcı gündemlerin arasında insanı, insanın kadim
gerçeğini yeniden ayaklandırmaya çalışıyoruz.
İnanıyoruz
ki var olanla ebedi olan arasındaki ‘nokta’ olarak insanın bugünkü
ezilmişliğine elbette çare vardır. Kendi içindeki insani derinlik yolculuğunda
saklıdır bu çare. Bunun için modern psikoloji ekollerinin insanı ele alırken
hapsoldukları geçmiş yaşantılar üzerinden bugüne ışık tutma ve psikoterapi
yaklaşımlarını aşmak zorundayız. Herhangi bir canlı olmaktan öte insan olmaktan
kaynaklanan manevi ihtiyaçlarımızı gidermek ve kendi sır perdemizi aralamak
zorundayız. Kaybettiklerimizle yeniden buluşmak için insani derinlik
yolculuğunun önündeki engelleri bir bir kaldırmak zorundayız.
Kâinatın Gözüyle
Maneviyat
kavramını bozmadan, tüketmeden ve değersizlik girdabına sokmadan insani
derinlik yolculuğumuzu ve anlam arayışımızı bir bütünlük içinde sürdürmemizdir
asıl olan. Temel amaç; insanı benlik illetinden kurtaracak madde ile mana
bütünlüğünü kavrayarak, bunlarla ihtiyacımız kadar iç içe olmak ve daha çok
insan olmaktır.
Böylece
insani derinlik, söz kadar sükûta, var olan kadar hiçe, bugün kadar yarına,
yerin üstü kadar altına, almak kadar vermeye de muhabbet duymak ve talip
olmaktır. Kâinatın gözüyle insana nazar etmek, kâinatın kulağıyla insanı
yeniden işitmek ve aşkın bir sevgi ile aşka dönmektir insani derinlik. Mecnun
olursak ancak Leyla’nın peşine düşebileceğimiz gerçeği ile hayatın her
zerresinin içine girmek ve gönül zenginliğimizle yeniden buluşmanın hummalı
çabasından söz ediyoruz. Başta dünyanın süper gücü olan Amerika olmak üzere
yeryüzünde insani derinlik tohumlarının yeniden toprakla buluşması ne güzel
olurdu.
KAYNAK:
Dr. İlhami Fındıkçı / Amerika'da İnsani
Derinlik (07 Kasım 2018).
AİLE Mİ BASKIN OLMALI, İŞLETME Mİ?
Dr. İlhami Fındıkçı
Davranış Bilimleri Uzmanı
Aile
şirketlerindeki sıkıntıların temelinde ailenin, değerlerin hakim olduğu bir
sosyal yapı, şirketin ise mantık ve kuralların hakim olduğu bir sosyal yapı
olmasından gelir. Aile ile şirketin yan yana gelmesi yani ailenin bir şirket
kurması, duygularla mantığın yoğun etkileşimini gerektirir. Bir tarafında
duyguların, değerlerin ağır bastığı bir yapı, bir güç odağı, diğer tarafta
mantık, matematik ve kurallar zincirinin ağır bastığı bir güç odağı. Bir
insanın duygusal ve mantıksal tarafları gibi. Peki hangi güç odağı hakim
olacak? Bir çok kurumda aile baskındır ve verilen kararlarda duygular ve
ailenin değerleri, beklentileri, istekleri etkin rol oynar. Aile, adeta kurumun
üst belirleyici organı, patronu konumundadır. Bir çok kurumda ise işletme daha
önde ve baskındır. Bu durumda ise kurallar, kaideler, objektiflik ve mantık
egemen olur. Hem ailenin hem de kurumun patronu işletme olur.
Bu iki güç dengesi
arasındaki kavga, işletme ve aile hayatı boyunca devam eder. Bir benzetme
yapacak olursak, bilindiği gibi beynin sağ lobu duygusallığın baskın olduğu,
sol lobu ise mantığın egemen olduğu taraftır. Beynin bu iki yarı lobu birbirine
bağlayan çok güçlü bir kanal- köprü vardır. İşte bu köprünün gücü ve etkin
kullanımı, her iki yarı kürenin de yerinde, kararında ve gerektiği kadar etkin
kullanılmasını, öne çıkmasın sağlar. Aile şirketlerinde de bir yanda aile,
öte yanda işletme yer alır. Bu iki parça aslında bir bütündür. Bu iki güç
odağını birbirine bağlayacak, ikisini birbirini destekleyecek biçimde
ilişkilendirecek yegane köprü, liderliktir. Lider, oynayacağı güçlü rol ile
duyguları temsil eden değer odaklı yönelimlere sahip olan ailenin istek, ihtiyaç
ve beklentileri ile, mantık ve kurallar ışığında günlük, pratik ve realiteden
hareket eden işletmenin belirli koşullarda birbirlerini tamamlamalarını sağlar.
Başka herhangi bir kurumda yani aile şirketi formatında olmayan kurumların da
tepesindeki kişilerin duygusal tarafları vardır ve orda da duygu mantık
birlikteliğinin sağlanması gereklidir. Ancak aile şirketinde bu iki güç
dengesinin sağlanması çok daha önemlidir.
İşte, liderlik gücünün bağlayıcılığı,
belirleyiciliği burada da yeniden karşımıza çıkmaktadır. Her iki güç odağını
etkin bir biçimde birleştirmek, verilecek kararların mantıktan yoksun olmaması
yanında duygulardan da uzak olmamasını sağlayacak olan liderliktir. Bu
bağlayıcı köprünün güçlü olması, belirleyici olması oranında sağlıklı bir etkileşim
ve daha da önemlisi bir bileşim sağlanmış olur.
Bir çok aile şirketinde aile ile işletme
dengesi sağlanmış değildir. Kimisinde aile öylesine baskındır ki işletme ya da
kurumsal yapı ezik, belirsiz, her an değişebilecek bir görünüm arz eder. Diğer
bir ifade ile aile; iş, marka, kurum ve işletmenin üstüne öylesine çıkar ve
hakimiyet kurar ki uzaktan bakıldığında hakim karakter olarak aile görünür. Bu
tür yapılarda aile adeta marka olur, bir kısmında ise ailenin adı otorite
kaynağı olarak ün yapar. Hatta işletme küçülse ve kurumsal yapı zayıflasa
bile aile, aynı güçlü adını sürdürmeye devem edebilir. Bu tür yapılarda zamanla
üretim, pazarlama gibi alışık olduğumuz işlerin yerine finans, paradan para
kazanma, aracılık işleri, komisyonculuk gibi işler söz konusu olabilir. Hatta
aile, geçmişten beri kurduğu ilişkiler, sağladığı iş ilişkilerinin
yönlendirilmesi, ihaleler gibi yollarla iş yapmaya yönelebilir.
Sözünü ettiğimiz
tablonun tam tersinde ise ailenin adı, varlığı, yapısı giderek zayıflar ancak
ailenin eseri plan iş, marka, kurum giderek güçlenir ve gelişir. İş, ailenin
önüne geçer, aile adına da belirleyici olan kurum olur. Böyle bir yapıda her şey işletme ve
onun gelişimi içindir. İşin gelişimi için aile ve aile üyeleri de dahil ödünler
verebilir, bir takım düzenlemeler yapılabilir.
Sonuç olarak ailenin tek baskın karakter olduğu
bir durum da tek başına işletmenin baskın olduğu ve ailenin tamamen belirsiz
olduğu bir durum da arzu edilmez. Arzu edilen her iki güç odağının da
birbirlerini desteklemeleri ve her birinin de kendi içinde gelişmesine olanak
sağlanmasıdır. Yani aile, şirketinin gelişmesine engel olacak davranışlardan
kaçınmalı, şirket ise ailenin gelişmesine engel olacak yaptırmalardan
kaçınmalıdır. İşletme, aile üyesi kişiye uygun bir iş
olanağı sunmak zorunda değildir. Ancak kişi, işletmede istenen rolü
dolduracak donanıma sahip olursa işe yerleştirilir. Kısacası işe göre eleman
seçimi söz konusu olur. Bunun içindir ki aile ile iş dengesinde ailenin
yönlendirici, denetleyici, ufuk açıcı gibi rolleri üstlenmesi, işletmenin ise
belirli kurallar zinciri dahilinde işleri yürütmesi, aktif bir çaba içinde
olması beklenir. Böylece aile şirketinde duyguların da çok güçlü olması,
mantık ve kuralların da çok güçlü olması sağlıklı bir bütünü oluşturur. Her
hangi bir taraftaki zayıflık ya da zaaf bütüne zarar verir. Aynen sadece duygularıyla
hareket eden ya da sadece mantıkla hareket edip işin duygu tarafını hiçe sayan
bir insan gibi çeşitli sıkıntılar olur.
AİLE ŞİRKETİ KAVRAMINDAN NE ANLIYORUZ?
Dr. İlhami Fındıkçı
Davranış Bilimleri Uzmanı
Günlük dilde aile şirketi
dediğimizde, bir ailenin herhangi bir girişim yaparak bir iş kurmuş olmasını
anlıyoruz. Sade bir yaklaşımla ailenin işin sahibi olduğu, yönetimde söz sahibi
olduğu ve çoğu zaman işin içinde yer aldığı bir işletme yapısını anlıyoruz.
Konuyla ilgili akademik
çalışmalara bakıldığında aile şirketi ile ilgili çeşitli tanımlara rastlıyoruz.
Maalesef bu konuda üzerinde uzlaşma sağlanmış bir ortak tanım da yoktur.
Aslında bu biraz da normaldir. Çünkü; aile şirketinin kurulma şekli, girişimci
liderin kişilik özellikleri, ailenin kendisine has kültürel değerleri, ailenin
genişliği, işletmenin içinde yer aldığı sektör gibi bir çok faktör, aile
şirketinin yapısını, oluşumunu ve gelişimini etkilemektedir. Dolayısıyla aile
şirketlerini bir standarda sokmak, bir tanım etrafında toplamak zordur. Bir
anlamda ne kadar aile şirketi var ise o kadar da tanım yapmak mümkündür.
Bununla
birlikte aile şirketlerinin genel olarak tanınmasına yönelik temel noktalar ve
aile şirketini diğer herhangi bir şirketten ayıran temel özelliklerin
bilinmesinde yarar vardır.
Çalışmamızdan
sağlanacak faydanın çoğalması amacıyla aşırı akademik tanımlara ya da tanımlar
arası karşılaştırmalara girmek istemiyoruz. Sadece aile şirketi sahibi,
yönetici ve çalışanları için önemli olan temel özellikler üzerinde durmak
istiyoruz.
Aile şirketi için yapılan
tanımların ortak noktalarına bakıldığında işin özünde aile ve işletmenin yer
aldığı görülmektedir. Tanımların her birinin konuyu başka bir ayrılık ya da
çekim merkezi açısından ele aldığını görüyoruz. Örneğin bazı tanımlarda aile
şirketinin aile yönü ve kurucu kişilikler öne çıkarılırken, bazılarında
işletmede aktif yönetim içinde olma durumu önemsenmektedir. Bazılarında ise
mülkiyetin kime ait olduğu, bir başka tanım da grubunda ise işin yönetimi
öncelik almaktadır. Bizim için önemli olan bu yaklaşımların ortak noktalarıdır.
Diğer bir ifade ile aile şirketlerine yönelik tanımlarda ortak olarak dile
getirilen noktalar bizim için önemlidir.
Aile şirketlerinin
tanımlarında yer alan bazı ortak noktalar şunlardır:
Aile şirketine yönelik
tanımların ortaya koyduğu ortak noktalara genel olarak bakıldığında aile
şirketi için temelde aile, mülkiyet, yönetim, işletme ve kültür kavramlarının
öne çıktığını görüyoruz. Şu halde aile şirketi bu kavramların üzerine inşa
olmaktadır. Esasen bu beş temel kavramın herhangi bir kurum için de söz
konusudur. Ancak diğer kuruluşlarda ailenin yerinde bir ya da birden çok
girişimci yer alır.
Aile, özünde anne-baba ve çocuklardan
oluşan duygusallığın hakim olduğu, kan bağının belirleyici olduğu, karşılıklı
korumanın öne çıktığı, toplumun en küçük sosyal yapı taşıdır. Karşı cinsten iki
kişinin evlenmeleri ile oluşan bu sosyal yapının, kendisine has bir yaşam
biçimi oluşur. Evlenen iki kişinin kendi yetişme dönemlerinden edindikleri
deneyimler, bu yeni yaşam biçiminin oluşmasında belirleyici olur. Böylece aile,
toplum temel yapı taşı olarak kendisine has geleneğini, kültürünü oluşturur ve
topluma bu anlamda katkı sağlar. Temel görevi, varlığını, birliğini,
sürekliliğini sağlamak olan aile, çocuklarını en iyi biçimde yetiştirmek
suretiyle hem kendi geleceğini sağlama almaya çalışır ve görevini yerine
getirir, hem de toplumun içindeki rolünü oynamaya çalışır. Ailenin ekonomik
olarak geçimini sürdürmesi, aile üyelerinden birinin genellikle aile reisinin
herhangi bir iş ile uğraşması ile olur. Ailenin geçinmesi ve ekonomik olarak
muhtaç olmaması, ailenin birliğinin sağlanması ve ruh sağlığı bakımında
önemlidir. Aile reisi ya da herhangi bir aile üyesinin iş kurması, kendisine
has yeni bir geçinme aracı olarak işin gelişmesi ve zamanla aileden diğer
üyelerin de işin içinde yer almaları, aile şirketini oluşturur. Böylece aile
şirketi tanımlarının özünde aile kavramı yer almaktadır.
Mülkiyet, kişilerin sahip oldukları çeşitli
mal varlıklarının aidiyeti ile ilgili bir kavramdır. Aile şirketi tanımının
özünde yer alan kavramlardan biri olarak mülkiyet, ailenin çoğunlukla yaptığı
girişimin sahibi olmasıdır. Diğer bir yaklaşımla ailenin girişim için
gereken maddi varlığı ortaya koymasıdır. Dolayısıyla aile şirketinin
karakterize olmasında söz konusu şirkete ait mal varlığının aileye ya da aile
üyelerine ait olması özelliği önde gelmektedir. Aile şirketi için mülkiyetin
korunması, dağılmaması, ehil ellerde yönetilmesi önemlidir.
Yönetim, temel yönetim kitaplarında bir grup
insanın aynı amaçlar etrafında buluşturulması, çabalarının aynı amaca yönelik
olarak koordine edilmesi biçiminde tanımlanır. Aile şirketlerine yönelik
tanımlarda yönetim kavramının belirleyici olması kaçınılmazdır. Çünkü, ailenin
kurduğu işletmenin yönetimi söz konusudur. Bu yönetimin hangi şartlarda
yapılacağı, nasıl yapılacağı, aile üyesi kişiler ya da tamamen dışarıdan gelen
profesyonellerle mi yapılacağı önemlidir. Diğer yandan işletmenin yönetimi
kadar ailenin yönetimi de söz konusudur. Ve bazen bu her iki yönetim ya da
idare birbiri ile karşı karşıya gelebilmektedir. Yani ailenin çıkarları ile
işletmenin çıkarları uyuşmuyor ya da ailenin istekleri ve ihtiyaçları ile şirketin
istek ve ihtiyaçları farklılıklar arz edebilir. İşte bunun içindir ki
yönetim kavramı, aile şirketi için önemlidir. Yönetim, gerek aile değerleri
gerekse mülkiyet korunması bakımından belirleyicidir.
İşletme, belirli bir kara ulaşmak için
çeşitli kaynakların bir araya getirilmesi ile oluşan, ticari amaçlı bir sosyal
kuruluştur. İşletmenin temel hedefi karlılıktır. Bu amaca ulaşmak için üretim,
pazarlama, hizmet alanlarında işlev görür. Söz konusu olan aile işletmesi
olunca, işin tepesinde aile üyeleri yer alır ve işletmenin yürütülmesinde aile,
söz sahibi olur. Aile şirketi tanımlarında işletmenin önemli biçimde öne
çıkması, ailenin kurduğu kurumun aynı zamanda modern bir işletme yapısına da
sahip olması gereğinden kaynaklanmaktadır. Nitekim işletme, kendisine has
özellikleri olan bir yapıdır. Mantık, objektiflik, kaide ve kurallar egemendir.
İşletmenin işlevleri itibarı ile bir rekabet ortamında olduğu ve modern işletme
kurallarına göre hareket etmek zorunda olduğu unutulmamalıdır.
Kültür, aile şirketinin aile şirketi
hüviyeti kazanmasında etkili olan başlıca kavramlardan birisidir. Aslında
şirket bir aileye ait olmazsa bile belirli bir kurum kültüründen söz edilir.
Ancak söz konusu olan aile şirketi olunca kurum kültürü çok daha önemli olur.
Çünkü, ailenin kendisine has olan kültürü zamanla işletmenin de kültürünün
oluşmasında belirleyici olur. Dolayısıyla aile şirketlerindeki kültürün
hakim karakterleri aileden gelir. Bu her iki sistem yani aile ve kurum
arasındaki yapı ve amaç farklılıklarından dolayı kültür değerleri de zamanla
farklılaşabilir. Ailenin önem verdikleri işletme için geçerli olmayabilir ya
da işletmede öne çıkan kimi değerler, aile tarafından benimsenmeyebilir. Bu
ise her iki yapının birbirlerinin aleyhlerine dönmelerine, birbirleriyle
uğraşmalarına ve daha da önemlisi birbirlerinin gelişmelerinin önündeki engel
gibi görmelerine neden olabilir. Ailenin duygu karakterli ve duygusal
yoğunluklu işlere yönelmesi, buna karşılık işletmenin mantık karakterli ve
kurallar yoğunluklu işlere yönelmesi de bu ayrılığı körükleyebilir. Kültür
kavramının aile şirketi bakımından öne çıkmasındaki yegane amaç, aile ve
işletme kültürlerinin birbirlerini tamamlamaları, desteklemeleri ve böylece
zenginleştirmeleridir.
BİR’E AKAN İKİLER
Dr. İlhami FINDIKÇI
Davranış
Bilimleri Uzmanı
Elbette gece olmasaydı
gündüzün kıymetini bilemezdik. Yer olmasaydı semaya bir anlam veremeyeceğimiz
gibi. Varlıklar dünyasının muazzam sahnesinde her şey zıddı ile var. Varlığın
her zerresinde dualitenin yansımasını görmek mümkün. Birbirinden ayrı ve karşıt
ama birbirini dengeleyen ve tamamlayan ikilik (ikicilik), yaşamın özünde var. Düşünün
ki; bir yanda madde ve onu tamamlayan mana, bir yanda beden ve onun olmazsa
olmazı ruh, dünya ve ahiret, erkek ve dişi, eylem ve düşünce, nitelik ve
nicelik, mekanik ve organik, bilim ve din, haz ve keder… Birbirlerini
tamamlayan ikilemlerin birleşimi ve karışımına hayat diyoruz.
Bu ikilemlerin bir
tarafında boşlukta yer kaplayan gözle görünebilen bir gerçek varken diğer
tarafında varlığına inandığımız, boşlukta yer kaplamadığı için görmediklerimiz
var. Bir tarafta sonlu bir madde âlemi
diğer yanda sonsuz bir varlık âlemi, dengeyi sağlayıp deveran ediyor. Esasen
eksik olan tüm bu ikiler, birbirlerine doğru akar, birbirlerini tamamlar da Bir
olurlar. O halde âlem, Bir olmaya aday, ikilerin buluşma yeridir.
Madde İle Mananın Kavgası
Madde ile mananın kavgası
yeni değil. Varlıktaki bu ikiliği anlamaya ve açıklamaya yönelen bilim dalları,
görünen gerçeğin, dinler ise görünmez gerçeğin peşine düşmüşler. Batılı düşünürlerden
Aristo; ikilemin maddi yönünü öne
çıkarmış, varlığı elimizle tutup gözümüzle gördüğümüze indirgemiş. Oysaki
hocası Platon; varlığı, görünür
dünyanın ötesindeki idealara, göremediğimiz gerçeklere bağlamış ve manayı öne
çıkarmıştır. Dualizm felsefesinin kurucularından Descartes; var olmak için kendinden başka bir şeye ihtiyaç
duymayan, kendinin nedeni olan yaratan öz ile yaratılan özden (töz) söz eder. Yaratan öz Tanrı, yaratılan öz ise düşünen,
yer kaplamayan, sonsuz ruh ile düşünmeyen, yer kaplayan sonlu maddedir. Yaratılan
özler, var olabilmek için Yaratan’a muhtaçtır. Böylece teklik yaratan öze,
ikilik yaratılan özlere aittir.
Dualitenin Ortasındaki İnsan
Doğu dünyası, ikilemin
maddi yönünü reddetmemiş ancak görünmez olana yönelmiştir. Doğu dünyasını aydınlatan Farabi, Gazali, Muhyiddini Arabi gibi fikir
öncüleri, âlemin bir numunesi olan insanın, ikiliği aşmasında manaya
odaklanmanın ve tevhidin önemini vurgulamışlardır. Zira inancımıza göre hiç bir
şey nedensiz değildir. Her sonlu varlığın yegâne hedefi, sonsuz bütüne yönelmek
ve onun varlığında Bir olmaktır.
Çünkü insan; âlemdeki ikiliğin
tam ortasındadır. Ruh ve bedenden oluşan varlığı ile kendi şahsında ve
çevresinde madde ile manayı birleştirmenin çabası içindedir. Yani ki varlıktaki ikilikleri aşıp Bir’e
ulaşmak, insanın hem görevi hem de imtihanıdır. Tüm insanlığa gelen ve bir
yaşam biçimi olan İslam dininin konumu da aynıdır. Zira İslam inancında ruhun
mana gerçeği ile tabiatın maddi gerçekleri dengelenmiştir.
Bedeniyle Düşünen İnsan
Günümüz insanı; birleştirmekle sorumlu olduğu ikiliğin maddi
yönüne odaklanmaktan varlığın tamamlayıcısı manadan uzaklaşmıştır. Çünkü modernite,
doğaldan yapaya yol aldırdı, sonra bu yolculuğun psikolojik ve toplumsal
problemlerini çözmek için yeni tüketim alanlarını körükledi. Zira
teknolojiyi kumanda eden kapitalizm, insanın içgüdüsel arzularını, günlük
normal ihtiyaçları gibi algılamasına neden oldu. Maddeye hapsolan, var olanla olmayanın sentezini yapamayan insan,
ruhundan uzaklaşarak zihniyle değil adeta bedeniyle düşünmeye başladı. İçgüdüsel
arzuları şahlanırken bir kısır döngü misali ruhunun istekleri köreldi, zayıfladı.
Durmadan yeni maddi arzuları tahrik edilen günümüz insanının, madde ile mana
arasındaki köprü rolü de zayıfladı, varlık ve yokluk algısı zedelendi. İhtiyar
dünyamız üzerinde giderek uçlara kaydı, taraf oldu ve insani sükûneti bozuldu. Bundan
dolayıdır ki insanlığın ürettiği değerlerin kölesi olduğunu haykıran Nietzsche,
her şeye karşı çıkarak hiçliğe kaymıştır.
Ve modern insan, ondan istendiği üzere, varoluş nedenine kafa
yormaktan uzaklaştı. Oysaki düşünen bir varlık olarak insanın, varoluşuna kafa yorması
temel bir ihtiyaçtır. Acaba giderek keskinleşen âlemdeki ikilikten Bir’in bütünlüğüne
yolculuğun neresindeyiz?
GÜZEL’E YOLCULUK
Dr. İlhami FINDIKÇI
Davranış
Bilimleri Uzmanı
Nasıl ki insanların her biri başka özelliklere sahiptir,
farklıdır ve tektir. Aynı şekilde her insanın kâinat ve varlık algısı da
farklıdır. Diğer bir ifade ile içinde yaşadığımız çevre, birlikte olduğumuz
insanlar ve eşya aynıdır. Ama her birimizin bunları görmesi, algılaması,
içselleştirmesi, anlaması farklıdır, kendine özeldir. Farklıdır ki her
birimizin çevresiyle iletişimi başka türlüdür. Aynı olaya farklı tepkiler
vermemiz de bundandır. Hâsılı kelam her insan, varlığı başka türlü görür ve
anlar.
Esasen bu ilahi bir adaletin de tecellisidir. Zira her birey
görmesi, anlaması gerektiği kadarını alıyor zihinsel sürecine. Her insan,
belirli bir duygusal derinliğe inebiliyor, varlık âlemi ile ilişkisini, kendi
meşrebince, ağırlığınca kuruyor. Sahip olduğu zihinsel ve duygusal testinin
hacmi kadar doluyor insan. Ve dolduğu kadar oluyor, kemale eriyor. Âdem;
dolduğu ve kemale erdiği kadar insan oluyor ve âlem oluyor. Sürekli genişleyen
evrenin başlangıcı 13,8 milyar yıl önceye dayanıyor. Yüz milyonlarca galaksi, binlerce
canlı var. Tüm bu sistemler bütününün, bir başlangıcı bir de sonu olduğuna göre
o halde başlangıçtan önce ve sondan sonra ne var acaba? Bilim felsefesinin bu
kuşatıcı soruya cevap arayışları devam ediyor. Bilim, çeşitli bilim dalları ile
evrenin işleyişine yönelik yasaları önemli ölçüde ortaya koymuştur ancak bu
yeterli değil. Bir düzenin işleyişini bilmek, o düzenin var olma nedenini
anlamamız için yeterli olmuyor her zaman. Şu halde sistemin işleyişini sağlayan
yasaları koyan güç nedir? Zira bütün bilimsel yasaların amacı, daha anlaşılır
bir evrende yaşamamızı sağlamaktır. Yasalar varsa bir yasa koruyucu da vardır.
Bir düzen varsa bu düzeni ortaya koyan da vardır. Şu halde evren, bilinçli bir
tasarımdır. Kısacası evrenin başlangıcından öncesini, kendisini ve sonrasını
kapsayan bir Yaratıcı güç, sonsuz bir kudret, her şeyin her şeyini kuşatıcı
Güzel vardır.
Her insan aslında fizik ve duygu dünyasında âlemi temsil
eder. Buradaki yoğunluk ve temsil gücü her bireyde farklıdır. Yani her birimiz
bir zerresi olduğumuz varlık âlemini, aynı zamanda kendi içimizde, kendimize
özgü şekilde temsil ederiz. Diğer zerreleri etkileriz ve onlardan etkileniriz.
Aynı ağacı görürüz dalındaki meyveleriyle ama her birimizin bu manzaradan
çıkardığı anlamlar başka türlüdür.
Âlem İle İnsanın Aşkı
Varlık âleminde kendi başına, kendisi kadar, kendisine
verilen ruhsat kadar vardır insan. Müsaade edilen fizik ve duygu derinliği
kadar etkilidir insan. Zira varlık âleminin her kalbe yansıması farklıdır.
Dolayısıyla insanın derinliği ve farklılığı değildir onu özel kılan. Varlığın,
onun kendisine özel olarak yansıma biçimidir insanı farklı ve biricik kılan.
Daha değişik bir bakışla hem insan kendine özgü bir derinlikte algılar varlık
âlemini. Hem de varlık âlemi, o insana özgü yansır onun gönlüne. Ve bu bir
karşılıklı algılamadır. İnsan âlemi, âlem de insanı görür, anlamaya çalışır ve
böylece birbiriyle ilişkilenirler. İşte böylece insan âlemin, âlem de insanın
içine geçer derin bir aşk misali. Bu aşkın yoğunluğu, insanla âlemin
birbirlerini anlaması, tanıması, birbirinin yerine geçebilmesi ve temsil
edebilmesine bağlı olarak derece derecedir.
İnsan varlığı, varlık da insanı etkiler ve temsil eder. Her
ikisi de bu ilk adımı atma arzusundadır. Zira bu bir aşktır, insanla âlem
arasında. Her aşkta olduğu gibi fiziki algıyı aşmak ve öze inmek gerekir. İnsan
âlemin, âlem de insanın arkasındaki esası, özü anlamanın peşindedir aslında.
İkisinin de arkasındaki özün aynı olması, onları bu özde sonsuz bir aşk
derinliğinde buluşturur. Böylece insan ile âlem, kendilerini var eden Güzel’in
yolunda buluşurlar, hiç kopmayacak bir aşkla ikiden Bir’e doğru yol alırlar.
HİZMET ODAKLI LİDERLİK
Dr. İlhami Fındıkçı
Değer Danışmanlık Yön. Krl. Bşk.
Hizmetkâr liderlik,
liderliğin tam anlamıyla bir sanat haline dönüştüğü, her türlü hassasiyetin çok
ön planda olduğu özel bir liderlik biçimidir. Bu özel liderlik biçimine her
yöneticinin yahut liderin erişmesi kolay değildir. Yani nasıl ki liderlik, belirli insanlarda bulunan özel bir donanımdır,
benzer biçimde hizmetkâr liderlik de belirli liderlerde bulunan özel kimi
donanım ve yeteneklerin doruğa ulaşmış halidir. Nitekim hizmetkâr liderlik
özel bir insani değerler alaşımını ve manzumesini gerektirir.
Hizmetkâr lider, aslında
liderdir, farklıdır, derindir, renklidir. Yani herhangi bir insana göre birçok
farklılıklara sahiptir. Ancak bu ayrıcalıklarına rağmen sade bir insan olmayı,
sadece insan olmayı hiç unutmaz. Yani
insan olma onurundan hiç ama hiç uzaklaşmaz. Gerek tarihte gerekse
günümüzde kimi liderlerin maalesef maddi kaynakların, otoritenin, statünün,
siyasetin sağladığı güç ile insan olmaktan zaman zaman uzaklaşabildiklerini
görebiliyoruz. Örneğin iş kurup belirli büyüklüğe getirdikten sonra yahut
siyaset sahnesinde irtifa kazandıktan sonra kendisinden, öz değerlerinden
uzaklaşan, bir anlamda kendisini kaybeden liderler az değildir. Hizmet odaklı
lider, kazanımları ne olursa olsun, hayatındaki değişmeler ne kadar kuvvetli
olursa olsun, ne kadar zengin, ünlü olursa olsun öz değerlerinden, kültüründen,
kısacası kendisinden, kendisi olmaktan uzaklaşmaz.
Hizmet odaklı lider, kuvvetli, kudretli ve yoğun bir yaptırım
gücü olmasına rağmen gerektiğinde tamamen teslimiyetçi bir ruh haline kendisini
emanet edebilecek bir davranış düzenine sahiptir. Genellikle insanlara çok güvenir,
onların gelişeceğine inanır, her türlü hatalarında bile hoşgörüyü elden
bırakmaz. Bundan dolayıdır ki çevresindekilere ayna olur adeta. Çevresindekiler
liderin gözlerinde, davranışlarında, düşüncelerinde kendilerini bulurlar. Daha
da önemlisi çevresindekiler hizmetkâr liderin engin gönül ufkunda kendilerine
sakin, güzel bir barınak bulurlar. Onun tüm varlığı ve eşyayı kapsayan
hoşgörüsünü takdir ve taklit ederler. Hizmetkâr lider, tüm varlıklarla adeta
bütünleşmek, onlardaki eksiklikleri tamamlamak derdindedir. Dolayısıyla bir gün
yürürken yoldaki taşları kenara atar başkalarına zarar oluşmaması için. Kuşlara
yem vermek için saatlerini harcayabilir. Bir başka zaman, doğayı kirletmemeleri
için piknik yapan çocuklarla sohbet edebilir. Memleketten gelip sağlık sorunu
olan akrabasına yardımcı olmak için hastanede geceleyebilir.
Hizmetkâr lider, tüm bu
duruşu ile günümüzün moda deyimiyle “bireyci” değildir. Yani bireyselliğe,
şahsi çıkarlara değil, bütüne ve toplumsallığa yönelir. Onun odağı kendisi değil, insanlardır. O, kendisine takılıp kalmaz.
Kendisini aşıp insanlara iner, onların gerçekleri ile hareket eder. Onlar gibi
olur. Dolayısıyla günümüz batı toplumlarında yükselen değer olarak öne çıkan bireysellik
yahut bireycilik anlayışı hizmetkâr liderde yoktur.
Hizmet odaklı liderin,
liderlik uygulamasında çok belirleyici ve ayırıcı bir durum da kendi liderlik
tarzı ile ilgili algıları ve bunu yansıtmalarıdır. Hizmetkâr lider, “ben
liderim, ben liderim” iddiası ve söylemini doğrudan ya da dolaylı olarak dile
getirmez. Bu konuda insanların üzerine üzerine gitmez. Zorlama ile kendisini
kabul ettirmez. O, lider olarak zaten kabul edildiğinden, benimsendiğinden buna
ihtiyaç duymaz. Günümüzde kendi kendisini lider ilan edenler yahut zorlama ile
lider gibi poz verme çabasında olanların, liderlerin yaptığı gibi davranma
eğiliminde olanların çevrelerinde etkili olamadıkları bilinmektedir.
Unutulmamalıdır ki liderlik sadece rol yapma işi değildir. Liderlik, salt zarf
üzerindeki süsleme ile olmaz. Liderlik, bir içerik işidir. Zarfın albenisinin
olması gereklidir. Ancak belirleyici olan içeriktir. İçerik, renkli, derin,
ufuklu olmalı, insanlara yeni bir şeyler
katacak bir mesaj taşımalıdır.
İNSANİ KRİZ VE ETİK ZEKA (MQ)
Dr. İlhami Fındıkçı
Davranış Bilimleri Uzmanı
Her birimiz kendisine
özel hayat sahnesinde yer alıyoruz. Ancak hızla küreselleşen ve dönüşen
dünyamızda içinde yer aldığımız sahneyi bütün olarak görmekten giderek
uzaklaşıyoruz. Dememiz o ki günümüz insanı, başlangıç ve bitiş zamanını
bilemediği varlıklar sahnesindeki gerçek rolünden uzaklaşıyor. Uzaklaşıyor da
çeşitli maskelerle bu kendinden uzaklaşmayı, yabancılaşmayı, kendinden geçmeyi,
kendi gibi olmamayı telafi etmeye çalışıyor.
Psikoloji ve özellikle
davranış bilimlerinin penceresinden günümüz insanına baktığımızda görüyoruz ki
bireyi kuşatan eşya ve varlık gibi işi, konumu, eğitim alanı ve düzeyi ne
olursa olsun insanlar da yoğun bir dönüşüm içinde. Teknoloji, ulaşım, iletişim
ve günlük hayata dair konforun artışına inat, sosyal değerler, kültürel
kimlikler, insani etkileşim ve iletişimler azalıyor, daralıyor ve yapaylaşıyor.
Daha da önemlisi insani değerler yıpranıyor, aşınıyor. Görünürde ekonomik kriz dünyayı sarsıyor olsa da özde insani kriz var. Bugün yeryüzünde
bulunan 6.5 milyar nüfusun bir milyarı açlıkla boğuşurken dünyayı kim bilir kaç
kez yok edecek silahlanmaya dev bütçeler ayrılıyor. Bebek yaştaki çocuklara
yönelik şiddet ve dile getirmekten bile irkildiğimiz cinsel istismar çığ gibi
artıyor. Çalışmadan, üretmeden, hak etmeden kazanmak bir maharet gibi
alkışlanabiliyor. Anne-babalar, her yaştaki çocuklarını sokakların
acımasızlığına terk edebiliyor. Çocuklar ve gençler, şiddetin doruklarında en
yakınlarını kanlar içinde bırakabiliyor. İnsanların yaşama ve kendilerini özgürce
ifade hakları kısıtlanabiliyor. İnandıkları gibi yaşamaları kısacası insan
olmaları hor ve fazla görülebiliyor. Toplumlar, ehil olmayan, koyu taraf
liderler ve kişiler ya da çıkar grupları tarafından yönlendirilebiliyor.
Sözü edilen bütün bu
insani erimeyi çeşitli gerekçelere dayandırmak mümkün. Ancak günümüzde birçok
ülkede birbirinden bağımsız olarak yapılan araştırmaların ortak bulgusu, insani erimenin başlıca nedeni olarak
ahlakı işaret ediyor. Böylece modern zamanın bilim adamları, pek alışık
olmadıkları ahlakı ve ahlak odaklı etik zekayı (MQ-Morality Quotient)
inceliyorlar.
İnsanların birbirinden
farkları ve bu kişisel farkların en yoğun olduğu zihinsel yetenekleri
belirlemek ve ölçmek insanlık tarihi kadar eskidir. Antik Yunan filozofları,
rasyonel bir bakışla insanı insan yapan temel değer olarak aklın öncülüğüne
işaret etmişlerdir. Zamanla insanın ve insanlığın hayatını aydınlatan kutsal
kitaplar, aklın yanında ahlakı ve özellikle insan onuru ve insani değerleri
vazgeçilmez biçimde öne çıkarmıştır. Nihayet modern psikoloji biliminin
gelişmesinden sonra zihinsel yeteneklerin ölçülmesi söz konusu olmuş ve
bireylerin soyut zeka düzeylerini
(IQ-Intelligence Quotient) belirleyen testler kullanılmaya başlanmıştır. Ancak
tek başına gelişmiş alt yeteneklerin ve soyut zihinsel kapasitenin, insanın
mutlu ve başarılı bir hayat sürmesinde yeterli olmadığı anlaşılmış ve böylece
duygusal zeka keşfedilmiştir. Soyut
zeka; bireyin kavramlar, şekiller, rakamlar, kelimeler dünyasındaki anlamların
ve etkileşimlerin hızla kavranmasını sağlar. Duygusal zeka (EQ-Emotional Quotient) ise kişinin diğer insanlar ve çevre ile kurduğu ilişki, iletişim ve
etkileşimindeki başarı ve verimliliğini etkileyen temel zihinsel yatkınlığa
işaret eder.
Ne var ki birbirini
tamamlıyor gibi görünen bu iki zihinsel kapasitenin günümüz insanının yaşadığı
insani erime ile başa çıkmada yetersiz kaldığı anlaşılmıştır. Yaşanan hızlı
dönüşümüm yol açtığı insani kriz ve yabancılaşmanın odağında ahlakın yer
alması, üçüncü bir zihinsel kapasite
olarak etik değerlerin öne çıkmasını sağlamıştır. Öyle ki insanın
yaratılışından bu yana bilinen, gerek bütün dini inançlarda gerekse evrensel
insani değerler arasında baş sırayı alan ahlakın, birey ve toplum üzerindeki
çimento görevi azaldıkça temel bir zihinsel kapasite olarak bu potansiyelin
geliştirilmesi önemli bir inceleme konusu olmuştur. Bir anlamda modernitenin
yol açtığı ahlaki erime ile başa çıkmak, etik zekanın bireysel bir zihinsel
kapasite ve yatkınlık olarak ele alınmasına, aranan bir değer olarak öne
çıkmasına yol açmıştır.
Etik zeka; bireylerin ahlak kökenli davranışlarının
potansiyelini ve performansını belirleyen zihinsel kapasite olarak
değerlendirilebilir. Dolayısıyla
günümüz insanının mantık kökenli soyut ve kavramsal zihinsel kapasitesi, ilişki
ve etkileşim kökenli duygusal kapasitesi kadar bunları tamamlayan ve hatta
yönlerini belirleyen ahlak kökenli etik zeka da tartışılmaya, bireylerde ve
toplumda aranan yegane bir potansiyele dönüşmeye başlamıştır.
ABD’nin stratejik düşünce
kuruluşlarının öncülerinden olan ve 4 yılda bir yayınladığı raporda dünyanın
geleceğini tahmin etmeye çalışan NIC (National Inteligence Council)’ın, 2008’de
yayınladığı “Global Eğilimler 2025: Dönüşen Bir Dünya” (Global Trends 2025: A
Transformed World) raporu, bu dönüşümün ayak seslerinin giderek daha fazla
hissedileceğini, gerek insan gerekse insanlığın daha fazla etkileneceğini haber
veriyor.
Kaynağını ahlaktan,
gönülden, insani değerlerden alan etik zekanın yeterince gelişmemesi, giderek
daralması sonucudur ki günümüz insanı benlik
mücadelesinde yenik düşmektedir. Nitekim etik zekanın en önemli göstergesi,
bireyin hayatını kendisine değil başkalarına adamasıdır. Yani ki başkalarının
beklenti ve ihtiyaçlarını kendisininkinden daha yukarıda algılaması, hissetmesi
ve buna uygun davranmasıdır. Günümüz insanının giderek şahlanan bedensel
ihtiyaçları kadar zihinsel ve daha da önemlisi duygusal ve etik kökenli
bireysel ihtiyaçlarını da gidermesi gerekliliğin de ötesinde zorunlu olmaya
başlamıştır. Bunun içindir ki soyut ve
duygusal zekadan etik zekaya doğru dönüşüm giderek hızlanıyor. Böylece
kişi, düşünce dünyasını yapay görüntülerle değil, gerçeklik aleminin insani
erdemleri, insani değerleri ve idealleriyle doldurabilir. İnsanlara faydaya
yönelen bir kişi, aile, kurum ve toplumun benliğe, ayrımcılığa, öfkeye,
çatışmaya zamanı yoktur. İçgüdüsel hazların çekim alanından kurtulmak, ahlak
kökenli zihinsel potansiyele daha fazla sarılmak ve geliştirmekle mümkündür. Ancak bu şekilde azların bereketi, çokların
yokluğuna, sadeliğin enginliği ve zenginliği, renkliliğin yapaylığına tercih
edilebilir. Ancak bu şekilde bireysel mantığın koyu kavramsallığı,
duyguların gem vurulmaz hazları, ahlak potansiyeli ile insani davranışa, erdeme
dönüşebilir. Dönüşür de akıl, duygu ve
gönül bileşke kuvveti bireyi; para, siyaset, makam, statü gibi geçici
hazların ötesine, yüksek ve nadide bir ruh haline ve daha fazla insan olmaya
götürebilir. Böylece insanın, unutulmaya yüz tutmuş olan ruh tarafı, yeniden
biyolojik ve psikolojik varlığını tamamlamaya, bütünlemeye, eksik olmaktan
kurtarmaya başlayacaktır. Dolayısıyla
günümüz insanının ve insanlığın yaşadığı insani krizin aşılmasında işi, konumu,
görevi ne olursa olsun her bireyin, benlik tutulmasından kurtulup, sıfır
noktasında ve hiçliğin bolluğunda mekan tutmasının önemli bir yeri olacaktır.
Yoğun insani erimenin
ülkemiz insanı bakımından ulaştığı boyut başlı başına bir yazı konusunu
oluşturur. Ancak şu kadarını söyleyelim ki bugün makro ekonomik verilerdeki
gelişmelere inat dünyada yaşanan insani erimeden toplum olarak ziyadesiyle
etkilendiğimiz bir gerçektir. Kişi, aile ve toplumun genetiğinde yer alan
kendini koruma içgüdüsü, dönüşüm kasırgalarına yenik düşebiliyor çoğu zaman.
Dönüşümün bize getirmesi gereken ve esasen kişi ve toplumsal kültür olarak
yabancısı olmadığımız daha fazla demokrasi, bireysel özgürlük ve hoşgörü
yerine, maddi hazların doruklarındaki yabancılaşma, aile kurumunun zayıflaması,
ötekileşme ile karşı karşıya gelebiliyoruz. Oysa ki genç cumhuriyetimizin
fazileti ile demokrasiyi daha fazla içselleştirmemiz, toplum olarak
varlığımızı, birliğimizi ve bütünlüğümüzü en öncelikli ve vazgeçilmez hedef
olarak korumamız gerekir. Yerel değerlerimizi koruyarak hızla dönüşen dünyada
hak ettiğimiz küresel liderler arasındaki yerimizi almamız, toplum olarak
geleceğimizi öngörmemiz ve şimdiden yönetmemiz önemlidir.
Bunların sağlanmasında
kişi, kurum ve toplum olarak günü kurtaran değil; uzun vadeli eğilimleri,
stratejileri, olası senaryoları şimdiden çalışmamız, bütün bunlar için de
bireyler ve toplum olarak etik zekamızı korumamız ve geliştirmemiz gereği
unutulmamalıdır.
ŞEHİR VE İNSAN MANZARALARI
Dr. İlhami Fındıkçı
Davranış
Bilimler Uzmanı
Bilindiği gibi toprağın işlenmesi ve tarımın yapılması
ile küçük köylerden oluşan yerleşik hayat başladı. Yüzyıllar süren tarım
toplumu ve toprak egemenliği, sanayi devrimi ile yerini sanayi ve makineye
bıraktığında köyler de şehir olmaya başladı. Toprak üzerindeki yatay yerleşim
alışkanlığı giderek dikey yerleşime bıraktı yerini. Bahçeli evler apartmanlara
dönüştü hızla.
Günümüzde ise karşı karşıya kaldığımız hızlı bilgi
artışı, değişme ve gelişme, bilgi toplumuna geçişin ayak sesleri olarak insan
ve şehir hayatını daha bir derinden etkiledi. Giderek hızlanan iletişim ve
ulaşım, şehir hayatını hızlandırırken kalabalığı yoğunlaştırmış ve insanları mantık
olarak yakınlaştırmış ama duygu olarak uzaklaştırmıştır. Hızlanan hayatla
birlikte mekanlar da boyut değiştirdi ve bilgi toplumunun ileri teknoloji ile
donatılmış şehirleri, insanı ve onun değerlerini unutturdu adeta. Öyle ki aynı
mekanları paylaşan insanlar, birbirlerinden habersiz. İnsanlar şehirlere,
şehirler de insanlara benzemeye başladı.
İnsanların mantığı, duyguları ve bir sosyal yönü var,
şehirlerin de öyle. Zekası (IQ)
gelişmiş, matematik olarak yerleşik, sayılar bakımından düzgün bir
şehrin, duygusal zekası (EQ) az gelişmiş ise, estetik sorunlu, boyutlar sıkıcı,
kendi içine çekilmiş, duygularını yaşayamayan bir insan görüntüsü hakim olur.
Dolayısıyla akıl gözü tek başına yeterli değil, gönül gözü de gerekli şehir
için. Böylece şehirleri şehir yapan, yapıların arasında dolaşan ve görünmeyen
duygulardır, tarihtir, estetiktir.
Nasıl ki bazı insanlar, bedenleri, jest ve mimikleri
ile diğerlerine pozitif enerji verirler, şehirler de üst yapıları, alt
yapıları, ayrıntıları ve mimari yapıları ile kucak açarlar ya da soğuk
dururlar, kötü hissettirirler.
Bir insan duyar, düşünür, hisseder, dinler. Bir şehir
de düşünür, dinler, hisseder aslında. Düşünün mesela İstanbul’u, düşlemez mi,
düşünmez mi, hissetmez mi sizi? Yeşilköy sahilinde düşünür, Çamlıca sırtlarındaki
ağaçların yaprak seslerini hisseder, Sultanahmet Camiinin estetiği matematikle
birleştiren eşsizliğine hayran kalır, yıkılmaz bilinen surların yanında
Ulubat’lı Hasan canlanır da yaşlar süzülmez mi gözlerinizden? Binlerce yıllık
tarihin süzgecinden gelen esintileri hissedersiniz İstanbul’da. Yeter ki
isteyin. Nitekim şehirler de ruh taşır insanlar gibi. Dokunulmaz, görünmez ama
her ayrıntısında hissedilir bu ruh. Tek boyutlu, tek renkli yapılar yığınını
aşamamışsa şehirler, ruhsuz kalır. Ruhsuz kalan her canlı gibi her türlü
kirlilik gelişir, huzur kayıp olur, servilerin sesi duyulmaz.
Yabancı
şehirleri dolaştık, uzun süre kaldıklarımız da oldu. Belki biz anlayamadık ama
yoğun bir mantık, mimari ve matematiğe karşın ruhunu yakalayamadık. İdeale
yakın bir rahatlık ve sistematik sağlanmış, metrolar dakika sektirmiyor ama bir
şeyler eksikti. Metro durağını sormuştuk da birine, “biraz ileride ama
gördüğünüz halde neden soruyorsunuz?” sorusuna çok sonradan cevap
bulabilmiştik. Konuşmak istiyorduk şehirden biri ile, iletişim kurmak
istiyorduk şehirle ama ne mümkün, her şey duvarlarda, panolarda yazılıydı.
Yapay ışıklarla süslenen şehirde gönüller karanlık, mutsuz ve arayış içinde.
Şehir, bütün ayrıntılarıyla insanların duygularına,
duygusallığına hitap etmeyi unutmamalıdır. Çünkü şehir de bir bütündür yine
insan gibi. Üzerinde taşıdığı insanları yedirir, barındırır, korur. Bununla da
kalmaz. Çünkü temel ihtiyaçlarının 4. sırasında sevgi yer alır. Evet, şehir
barındırdıklarına sevgi sunmalı, aşıklar yetiştirmeli bağrında, iyi hisseden
kişilere mekan olmalıdır. Daha iyiye ulaşmaları için insanları zorlamalı,
yarışmalı onlarla şehir. Küskünlere kucak açmalı, ötekiler için “biz” mekanı
olabilmeli. Misafirlerini el üstünde tutabilmeli çünkü yaşayanlar misafirleridir
şehirlerin.
İnsanı diğerlerinden farklı kılan kişiliğidir.
Şehirler de böyle. Hangi şehir bir diğerine benzer? İnsanı ayakta tutan
kimliği, değerleri ve kişiliği gibi, şehirleri de ayakta tutan değerler
vardır. Şehir, yüzyılların
kişiliklerini, değerlerini, kültürünü, canlı ya da cansızlarını bağrında
taşımanın zenginliği ile bir kimlik oluşturur. Ayasofya’nın bahçesinde,
Mevlana’nın Türbesi’nde, Bodrum Kalesi’nde, Cirit Yaylası’nda, Yahya Çavuş’un
düştüğü yerde, Anıtkabir’de... Bu kimliği görürüz. Varoşlardaki bir
gecekondunun salonunu süsleyen kanaviçenin ilmikleri de, Çırağan sarayını
süsleyen motifler de aynı kimliğin ve çok sesliliğin armonisini yansıtırlar.
Nitekim mekanlar, onları yaşayanları yansıtır ve mekanlar onları yaşayanlar
kadar önemlidir. Dolayısıyla şehir; dengesiz, düzensiz, saldırgan, uyumsuz bir anti
sosyal kişilik sergilememeli. Yaşatmayı, yaşamayı, yardımlaşmayı, uyumu
körüklemeli.
Şehir, üstünde gördüklerimiz kadar altında
hissettiklerimizle de bir bütündür. Çünkü Yahya Kemal Beyatlı’nın dediği gibi
“Biz ölülerimizle birlikte yaşarız.” Yaşayanlar kadar ölülerin de mekanıdır ve
ölülerle yaşayanları buluşturur şehirler. Ümit bahçelerinin yeşerdiği kapıları
çok olmalı, buradan medeniyetin doruklarına çıkarabilmeli. Yolları, hayalleri
zorlayan bir sonsuzluk ufku sağlayabilmeli, bir esenlik, bir rahatlık, bütün
sıkıntılara rağmen bir derinlik ve huzur sunabilmelidir. Ve nihayet şehirler
buluşma yeridir insanlar için, varlığın hiçlik sınırlarında sonsuzluğa kanat
çırpan kuşlar gibi.
Aslında bir iletişim kanalıdır şehirler, geçmişle
geleceği buluşturur, konuşturur. Süleymaniye Camiinin avlusunda yer alan Mimar
Sinan’ın türbesi, yeri ve konumu ile bir mesaj değil midir? Öz geleceği, öz
geçmişinden habersiz olamaz şehirlerin. Şehir, gelişen medeniyetle birlikte
şiddeti azaltmalı, ulaşım köprüleri kadar önemli olan diyalog köprüleri, her
türlü anlaşmazlığı çözmeli, değilse ortak değerler bireyselleşir, sosyal
çözülme kaçınılmaz olur. Saldırganlık içgüdüsü harekete geçer ve insanlar
gelişmiş bir teknoloji içinde köylerini özlemeye başlarlar. Ya köylerine geri
dönerler ya da şehirlerini köye çevirirler.
Yüzyılların tabii ve tarihi güzelliklerini gölgelemeye
hiç ama hiç birimizin hakkı yok. İster yaşayanlar, ister yönetenler fark etmez.
Şehir kimliğini, gündelik kazanımlara heba edersek, şehir buna dayanamaz, bir
gün hesap sorar, belki de taşıyamaz artık yükümüzü, keser iletişimini ve duymaz
olur bizi. Nitekim yolu aşk durağından
geçmemiş, sevgi denizinden nasibini almamış kişilerin yönettiği şehirler de
sevgisiz, kişiliksiz, kimliksiz kalmış tarih boyunca.
LİDERİN AİLE
ŞİRKETİ
Dr. İlhami
FINDIKÇI
Lider,
kitlenin zamanla ihtiyaç duyduğu liderlik tarzını sergilediği oranda kalıcı
olabilir.
Kuruluş
döneminde normal olan cephedeki mücadele ve merkezi otoritesini, belirli bir
büyümenin sağlandığı dönemde de aynı şekilde sürdüren lider, kurucu ortaklarından,
kitlesinden ve kendisine inananlardan uzaklaşır.
Yıllardır
danışmanlık yaptığımız ve tüm hücrelerine nüfuz etmeye çalıştığımız aile
şirketlerinde gördüğümüz önemli zaaflardan biri liderin, zamanla oluşan
ihtiyaçlara göre tarzında değişime gitmemesi, direnç göstermesi, kitleyi kendi
tarzına uyuma zorlamasıdır.
Öncelikle
belirtelim ki başarılı bir aile şirketinin arkasında kuvvetli bir lider vardır
ve az sayıda bulunan bu liderlerin hakkı ödenmez. Bunlar; girişimci, çalışkan,
zeki, hitabet ve etkileme gücü olan, insanları ortak bir amaç etrafında
kenetleyebilen karizmatik kişilik özelliklerine sahiptirler. Ve bir aile
şirketinin kuruluş ve gelişme döneminde bu liderlik özellikleri, otorite odaklı
olarak sergilenir.
Zira
aile ve şirket, ilk yıllarında bir oluşum halindedir. Zorluk ve maddi
olanaksızlıklardan gelen aile, tam bir varlık savaşı içindedir. İlk
zamanlarında üretim, pazarlama, piyasada yer edinme, rekabet, tutunma, kalıcı
olma gibi yoğun bir mücadele vardır cephede. Bu süreçte belirleyici olan
karakter, kurucu ortaklarını bazen onlara rağmen sürükleyen ve çoğu zaman tek
başına ve hızlıca karar veren liderdir. İster baba ister kardeşlerden biri
olsun herkes ona emanettir, gücü, otoritesi ve öncülüğü tartışılmaz,
tartışılamaz.
Otorite Yerine
Ortak Akıl
Ancak
kuruluş ve gelişmeden sonraki yerleşme ve olgunlaşma döneminde ihtiyaç duyulan
liderlik tarzı, karizma ve otorite yerine ekip gücü ve ortak akıl olmak
zorundadır. Çünkü işletme belirli bir büyüklüğe gelmiş, üretim, pazar ve
markayı kapsayan iş süreçleri yerleşmiştir. Kurucu ortakların çocukları
büyümüş, yeni kuşaklar işe başlamış, gelin ve damatlar ile aileye
genişlemiştir. Çekirdek ailelerdeki bağlılık, kurucu ailenin önüne geçmiş,
ailede farklı sesler çıkmaya başlamıştır.
Kuruluş
döneminin tersine ailenin giderleri, gelirlerinden daha hızlı artmıştır.
Liderin tekelindeki şirket görüntüsü, aile üyelerini rahatsız etmeye başlamış,
aidiyet azalmıştır. Lider ve diğer kurucular, kurum ve ailenin kazanımlarında
kendi rollerinin önemini ispat derdine düşmüştür.
İşte
tam bu dönemde liderin en önemli işi; kendinden başlayarak aile ve işletmenin
yeni yaşam döneminin gerektirdiği liderlik dönüşümünü ve kurumsallaşmayı
gerçekleştirmektir. Zira at üstünde fütuhat dönemi bitmiştir. Kuruluş ve
gelişme döneminin gerektirdiği, tek merkezli otorite ile sağlanan kazanımların
yerleştirilmesi, işletmenin mamur edilerek kurumsal bir yapıya bağlanması
lazımdır. Ailenin temel değerleri ve aileyle işletme ilişkilerinin, aile
şirketi anayasası ile korumaya alınması için liderin kendisinden başlayarak
yeni döneme uygun bir dönüşümün de liderliğini yapması elzemdir. Aksi halde
kurum, her yüz aile şirketin sekseninde olduğu gibi yeni kuşağa geçmeden
parçalanır, dağılır.
Lider,
şirketin ve ailenin olgunlaşma döneminde; ilk dönemdeki girişimcilik ve ticari
maharetinin yerine ferasetini ve bilgeliğini öne çıkarmalı, biriktirilmesine
öncülük ettiği maddi değeri, mana değerleri ile taçlandırmalıdır. Bunun için
kuruluş dönemindekine benzer ciddi bir mücadele gerekir. Dışarıda değil içeride
verilen bir mücadele.
Lider
Vazgeçebilmelidir
Aile
işletmesini kuşaklar boyunca yaşatacak olan liderlik başarısı buradadır. Lider
ilk seçenek olarak ya ilk dönemdeki otoritesini koruma ve tek adam olma derdine
düşecektir. Bu durumda çekirdek ailesi ana ailenin önüne geçecek, kurucu
ortaklarından hızla uzaklaşarak tek kalacaktır. Aile ilişkileri zayıflayacak,
anlaşmazlıklar başlayacak, liderin uzlaştırıcı rolü azalacak, ortakların gizli
rekabeti başlayacaktır. Aile ve kurum kan kaybedecek, karar almakta zorlanacak,
birlik ruhu zedelenecek, herkes kendi derdine düşecektir. En önemli vahamet,
aile ve işletmeyi o günlere getiren lidere güven zedelenecektir.
Liderin
ikinci seçeneği kurucu ortaklar, yeni kuşaklar ve profesyonellerden oluşan
ekiplerin gücünden yararlanmaktır. Lider kendisini biraz geriye çekmeyi
başarmalıdır. Ortak ve paylaşımcı aklı öne çıkarmalıdır. Kendinden başlayarak
yedekleme yapmalıdır. Kendini değil, ahlak, hak ve adalet kavramlarının
belirleyici olduğu ve ortak uzlaşı ile ulaşılan kuralları yerleştirmelidir.
Böylece bu yeni dönemin de liderliğini başarıyla gerçekleştirebilir.
Kendisini,
aile ve şirketten daha yukarıda görmeyen, maddi servetin geçici olduğuna, asıl
meselenin insanlara bir katma değer üretmek olduğuna inanan ve hizmetkâr olmayı
benliğine kabul ettirmiş bir liderden söz ediyoruz.
Unutulmamalıdır
ki biz aynı kalmak değil değişime uğramak için dünya yolculuğuna gönderildik.
Yolcuyuz ve yolculuk bir şeylerden vazgeçmeyi gerektirir.
KAYNAK:
İlhami Fındıkçı / Liderin Aile Şirketi (28 Ağustos 2019).
Yıllardır
içinde bulunduğumuz ve kişi ya da kurum olarak danışmanlık yaptığımız yönetici
ve liderlerin, sıradan olmayı kabul etmeyerek, mevcut seçenekleri çoğaltarak
kendi hikâyelerini yazma konusundaki ısrarları, en ayırıcı kişilik
özelliklerinin başında gelir.
Bir
toplum kendi hikâyesini nasıl yazar? Toplum, fertlerden oluştuğuna göre kendi
hikâyesini yazan bireylerin temel özellikleri ve davranışları bize yol
gösterecektir. Zira bir toplumun hikâyesi, o toplumu oluşturan bireylerin
hikâyelerinden oluşur.
Yıllardır
içinde bulunduğumuz ve kişi ya da kurum olarak danışmanlık yaptığımız yönetici
ve liderlerin, sıradan olmayı kabul etmeyerek, mevcut seçenekleri çoğaltarak
kendi hikâyelerini yazma konusundaki ısrarları, en ayırıcı kişilik
özelliklerinin başında gelir.
Bilindiği
üzere doğuştan bir yatkınlık olarak gelen kişisel farklarımız ve
potansiyellerimiz, çevrenin sağladığı olanaklar, yetişme biçimi ve bireyin
çabasıyla davranışa dönüşür.
Konuyla
ilgili araştırmalar; genetik yatkınlık, eğitim ve çalışma sacayağında kişinin
aktif çalışmasının belirleyici olduğunda hemfikirdir. Bunun içindir ki zor
şartlarda, kısıtlı imkânlarla yetişen bireylerin, daha iddialı olduklarını ve
daha fazla başarı hikâyesi yazdıklarını görüyoruz. Zira hayatın zorlukları ve
bu zorluklara karşı verdiğimiz mücadele, potansiyelimizi ortaya çıkarmada ve
başarıda etkili oluyor. Dolayısıyla hayat hikâyemizi yazma isteğimiz aslında
başarı arzumuzun sonucudur.
Kişisel
Hikâyemizin Başarısı
O
halde başarı nedir yahut başarıdan ne anlamalıyız? Başarı; bireyin diğerlerini
geçmesinden duyduğu haz ya da kendi arzu ve isteklerinin en üst düzeyde
karşılanması değildir. Başarı, maddi tatminle sınırlı olsaydı zenginlerin
hepsinin mutlu olması beklenirdi.
Gerçek
başarı, bireyin kendisi dışındaki dünya için bir şeyler üretmesinin kendisine
verdiği tatmindir. Başarı; aldığı nefesin farkında olacak kadar kendini
bilmektir. Ötekine bir katma değer üretme derdiyle dertli bir kalbin sahibi
olmanın verdiği eşsiz rahatlıktır. İnsanın içinde bulunduğu aileyi, kurumu,
toplumu, dünyayı ve âlemi, okuma ve anlama yolculuğunda aldığı mesafenin
sağladığı iyi hissetme halidir başarı.
Sahip
olduğu donanımları geliştirmek, kendi potansiyelini ortaya çıkarmak yerine
durağan bir hayatı tercih eden, sürekli olarak yazılmış hikâyeleri
eleştirmekten kendini sorgulamaya fırsat bulamayan birey hikâye yazamaz. Hür
düşünemeyen, katı ideolojilerin ve tarafların etkisiyle kendi gerçeğinin
farkına varamayan ve dolayısıyla evrenle uyum sağlayamayan bireyin, kalıplarını
kırması, mevcudu değiştirmesi, yeni bir şeyler üretmesi zordur.
Çünkü
hikâye yazmak dert sahibi olmayı gerektirir. Bu dert; kendi kendine akan hayat
ırmağının, bazen hızlanmasını, bazen girdaplar oluşturmasını, bazen şelaleler
gibi çağlamasını sağlayan çabayı göstermenin, daha iyiye yönelmenin, değişimin,
dönüşümün ve yeniliğin anahtarı olmaktır.
Küresel
bir endişenin ve güvensizliğin kol gezdiği günümüzde bireyin, kendi hayatını
aktif biçimde yönetecek bir kişilik geliştirmesi şarttır. Bunun için özellikle
aile içindeki yetişme süreci başta olmak üzere bir bütün olarak eğitim sürecine
ciddi yükler düşmektedir. Hepsinden önemlisi toplumsal uyum kapasitemizin
geliştirilmesine ihtiyaç vardır.
Türkiye İttifakı
Bin
yılları aşan şanlı bir geçmişe sahip insanımızın, dünyaya örnek bir mücadele
ile kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti, başlı başına bir başarı hikâyesidir.
Ancak ülkemiz, hızla dönüşen dünyanın çok zor bir coğrafyasında yer alıyor.
Bugün medeniyet adıyla mazlumlara bomba yağdırılan, güçlülerin haklı görüldüğü,
menfaatlerin merkeze yerleştiği yeni bir dünya düzeninin kurgulandığı bir
zamandayız. Toplum olarak ciddi bir küresel gerilimin merkezindeyiz. Doğumuzda,
batımızda, sağımızda, solumuzda yaşananlar bellidir.
Kaderimizin
yazıldığı, ruhumuzun hayat bulduğu ve mülk sahibi olduğumuz bu topraklara
hakkını vermemiz ve şartlar ne olursa olsun 84 milyon insan olarak birlikte
yaşama idealini diri tutmamız her zamankinden daha büyük bir ihtiyaçtır. Bunun
için her şeyden önce ideolojik bağımlılığımızı, kimlik takıntımızı ve
tarafgirliklerimizi, bu ülkenin ortak çıkarlarının üstüne çıkarmamayı başarmak
zorundayız.
Devletimizin
yenidünya düzeninde aday olduğu konumlara ulaşması için bu toplumun her
neferine çok ciddi görevler düştüğü açıktır. Kuşkusuz son dönemlerde toplum
olarak eğitimden savunma sanayine, sağlıktan ulaşıma kadar çok önemli mesafeler
aldık. Ama dünya yerinde durmuyor.
Dolayısıyla
yerel değerlere hâkim ama aynı zamanda dünya gündemini belirleyen siyasi liderlere,
buluşlarıyla dünyayı şaşırtan bilim adamlarına, vatandaşı velinimet sayan kamu
görevlilerine, dünyanın her tarafında iş yapan iş insanlarına, kitapları dünya
dillerine çevrilen yazarlara, kurumsal alt yapısını oluşturan işletmelere,
dünya ile yarışan bir ekonomik güce, dersini dijital ortama hızla uyarladığı
halde öğrencinin gönlüne girmeyi ihmal etmeyen öğretmenlere, bu ülkenin aşkıyla
ürününe alın terini katan işçiye… Kısacası birbirimize her zamankinden daha çok
ihtiyacımız var.
Unutmayalım
ki dünyanın üçte biri, doğrudan ya da dolaylı olarak savaş içinde. Sosyolojik
bir dönüşümün yaşandığı bir zamanda bize ait olanları kötülemeden ve bizi biz
yapan temel değerlere sarılarak bilimsel düşünme anlayışını ve daha fazla
üretimi başarmalıyız. Bunun için öncelikle Türkiye ittifakında buluşmak ve çok
çalışmak zorundayız. İşte o zaman Cumhurbaşkanı Sözcüsü İbrahim Kalın Bey’in,
pek güzel dile getirdiği, ülkemizin kendi hikâyesini yazmasına hizmet edecek
kişisel hikâyelerimizi yazabiliriz.
KAYNAK:
Dr. İlhami Fındıkçı / (Yenibirlik Gazetesi - gazetebirlik.com, 12.08.2020).