İbrahim Yıldırım

Roman Yazarı, Öykü Yazarı, Yazar

Doğum
23 Şubat, 1950
Eğitim
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi
Burç
Diğer İsimler
İbrahim Yusuf

Öykü ve roman yazarı. 23 Şubat 1950, İstanbul doğumlu. İbrahim Yusuf imzasını da kullandı. Atatürk Erkek Lisesi, İÜ İktisat Fakültesi mezunu. İstanbul’da bankacılık, reklâm metni yazarlığı yaptı. Önce Cengiz Öndersever, daha sonra da Metin Celal ve Ahmet Önel’le birlikte Yaşasın Edebiyat (1987-92, 4 sayı) öykü seçkisini çıkardı.

Şiir, deneme ve öyküleri 1978’den itibaren Varlık, Oluşum, Cumhuriyet Kitap, Günümüzde Kitaplar, Çerçeve gibi dergilerde yayımlandı. Beş altı yıl boyunca eski kitapları tanıttığı, biri Günümüzde Kitaplar dergisinde diğeri Cumhuriyet gazetesinde olmak üzere, “Bir Zamanlar Bir Kitap” ve “Sarı Yapraklı Kitaplar” adlı iki köşe hazırladı. Takma adla Gırgır dergisinde mizah öyküleri yayımladı. Kuşevi’nin Efendisi ile başlayıp Yaralı Kalmak’la sürdürdüğü Eylül’den Sonra üçlemesini son romanı Bıçkın ve Orta Halli ile tamamladı. Birbirinden bağımsız, ama birbirini tamamlar nitelikteki bu üç romanda, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin kişilerde ve toplumda yarattığı yıkımı sergiledi. Bıçkın ve Ortahalli adını verdiği dosyası 1980 Abdi İpekçi Roman Yarışmasında övgüye değer bulundu.

“İbrahim Yıldırım, kullandığı imgesel dili, sözcük ve cümle yapıları, kavramlara yaptığı vurguları ile roman kahramanlarını duygusal iniş çıkışlarına, isyanlarına, öfkelerine, tutku ve sevinçlerine eşlik ettiriyor okuyucusunu. Kahramanlarının patolojik ruh halleri üzerinden zengin bir metafor ve imgelem dünyasına giriyoruz. Doğrusal bir zaman akışı izlemeyen hikâyelerde dönemler arasındaki geçişler, anımsamalar yoluyla geçmişle kurulan bağlar, ileride karşılaşılacak kimi olaylara ilişkin serpiştirilen ipuçları, kişilerin duygusal ve düşünsel değişimlerinin tasviri, kısacası kurgunun tamamı hiç aksamıyor.” (Ömer Türkeş)

“İbrahim Yıldırım’ın öykülerinde olayların açıklıkla gözler önüne serilmesi yerine yankılarının anlatılması dikkat çekiyor. Yazar, bir duyguya kaynaklık eden olayı hiç anlatmadan o duyguyu duyumsatabiliyor. Okur, öykülerin herhangi bir anında anlatıcıların neler yapabileceğini kestiremediğinden çıkarımlara girişemiyor; öykülerin başarısı da galiba burada yatıyor. Sürekli kılık değiştirip okurla sohbeti sürdüren anlatıcı, öykülerin yazılış sürecini anlatmaktan da, izi sürülebilecek ipuçları vermekten de kaçınmıyor.” (Gökşen Buğra)

ESERLERİ:

ÖYKÜ: Bir Cinayetin Ekonomisi (1986), Kaptan Gemide Kaçak Yolcu Var (Ortak kitap, ed. E. Batur, 2002), Hassas Ruhlar Şikayetçi Aşklar (2004).

ROMAN: Kuşevi’nin Efendisi (2000), Yaralı Kalmak (2001), Bıçkın ve Orta Halli (2003), Kravat (2003).

DENEME: Kumcul (e-kitap, 2000).

KAYNAK: Hulki Aktunç / Hoş Geldin Genç Usta (Güneş, 19.1.1987), Aylin Süer / Kuşevi’nin Efendisi (Cumhuriyet Kitap, 26.10.2000), TBE Ansiklopedisi (2001), Kumcul (Cumhuriyet Kitap, 22.11.2001), Mine Söğüt / İbrahim Yıldırım: “Yazılı Olan Her şeye Korkarak Yaklaşıyorum” (söyleşi, Kitap-lık, Ocak 2003), Ömer Türkeş / www.pandora.com.tr, Gökşen Buğra / İbrahim Yıldırım-Hassas Ruhlar Şikayetçi Aşklar (Varlık Kitap, Aralık 2004), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas., 2009).

 

ŞAİR RUHİ ALEMDAR’IN TEÇHİZ VE TEKFİNİ

Az sonra, birinci bölümünü okuyacağınız bu öykü gerçekten yaşanmıştır. Bundan dolayı her hangi bir kurum; şair ya da yazarla yasal sorun yaşamamak için, -öykü kahramanı dışında- özel ad kullanmadım... Dahası 1982 yılında yayınlanan ve bu sarsıcı öyküye müdahil olan edebiyat dergilerinin adlarını değiştirdim.

Değişmeyen tek şey, öykünün kendisidir.

Öykünün kahramanı olan Ruhi Alemdar arkadaşımdı: onun bazı yönlerini itici bulur, kimi huylarına çok kızar, düşüncelerini anlamakta zorlanır, ancak yine de severdim... Öte yandan, aradan yirmi yıl geçmesine karşın arkadaşımın tifüsten ölmesine neden olanlara nefretim hiç azalmadı. Sanırım o insanlara duyduğum derin nefret, arkadaşımı daha iyi anlamama, onu kavramama, onu daha çok sevmeme neden oldu... Ama şunu çok iyi biliyorum: öykü denen tür kesinlikle intikam almak için yazılmaz... Dolayısıyla okur, nesnel olduğuma inanabilir...

Büyük merakla okuyacağınıza inandığım bu öyküyü arkadaşımın bildiğim bütün özelliklerini, taraf tutmadan anlatarak kotarmaya çalıştım...

Merakınızı daha da kışkırtmak için önce şu bilgiyi vermeliyim: Ruhi Alemdar, 1982 yılının 11 haziran günü, -işgüzar bir hekim bir hekimin kararıyla- duasız, gusülsüz; kireçlenerek gömüldü: ne namazı kılındı, ne de tezkiyesi yapıldı!

Aynı gün, -aynı işgüzar hekimin marifetiyle- Cağaloğlu’nda bulunan işyerindeki bütün eşyaları, kasetleri, kitapları, resimleri, daktilosu, dizgi makinesi ve bir sürü ıvır zıvır polis nezaretinde Halkalı Çöplüğü’ne götürürülüp yakıldı! Hatta karısı, dokuz aylık oğlu ve sekreteri günlerce gözetim altında tutuldu... Ruhi, evinden uzak bir ölümü seçtiği için, oğlu ve karısı temiz çıktı; sekreter de sağlıklıydı...
Ertesi gün ise gazetelerde Şair Ruhi Alemdar’ın ölümü şu satırlarla duyuruldu:

ON ÜÇ YIL SONRA İLK TİFÜS VAKASI

Dün, İstanbul’da R.A. adlı bir şahıs, tifüs teşhisiyle kaldırıldığı Cerrahpaşa Tebhirhanesinde öldü...

Yetkililerden aldığımız bilgiye göre, 1969 yılından bu yana ülkemizde tifüs vakasına rastlanmamaktaydı.

Sağlık ekiplerince hemen gömülen R. A.’nın ölümü şehirde korku yarattı.

R. A.’nın gömülmesine nezaret eden aynı zamanda hıfzısıhha meclisi üyesi olan hükümet tabibi, R. A.’nın ailesinin ve yakınlarının tecrit edildiğini de söyledi.

Az önce Ruhi Alemdar’ın bildiğim bütün özelliklerini anlatmaya çalıştığımı yazmıştım: dolayısıyla bu öykü ister istemez portre çizmek zorunda da kaldı : gölgeli, kırmızı lekeli, hummalı bir portre...

Doğrusu, arkadaşımın ölümüne neden olanlar hakkında okurun düşüncelerini de merak ediyorum... Belki de onu techiz edip kefenleyenlerden haksız yere nefret ediyorum...

Öyküm iki bölümden oluştu ve ben yalnızca iki günü, (2 Haziran ve 10 Haziran’ı ) anlattım...
İkinci bölümde - hayal edip-d ğer altı günden ara sıra söz ettiysem de, öyküm yalnızca yalnızca iki günü içeriyor.... Ancak okur , diğer günleri dilediği gibi hayal edebilir, öyküyü gönlünce genişletebilir...

Okumaya başlamadan önce şu bilgiyi de vermeliyim: 2 Haziran’ 1981’de Ruhi Alemdar’ın techiz edilip kefenlenmesi istenmiş; 10 Haziran akşamı ise, şair,tifüs tanısıyla Cerrahpaşa Tebhirhanesine kaldırılmıştı.

1.

2 Haziran 1982/

Ruhi Alemdar, o belirtisiz sıradan günün sabahı, önceki akşamdan kalan başağrısı ve esrikliğin etkisiyle sarsak adımlarla yürüyüp, Bakırcılar’ı, Kapalıçarşı’yı geçip, Cağaloğlu’ndaki satıcıdan gazetelerini ve dergilerini alıp yokuş aşağı yürüdü... Saat henüz dokuz olmamıştı, bu iyiydi; kendini toparlayabilirse Edebiyat Çevresi’nin yeni sayısı için çalışmaya başlayabilirdi... Ama bir an önce, sabahın ilk saatlerine değin süren, o tuhaf- esrik söyleşinin etkisinden kurtulmalıydı: Dün gece, gerekli gereksiz bir sürü şeyi tartışmış, ülkenin ve şiirin çıkmazı konusunda savlar öne sürmüştü: şiir huzur içinde lumpenleşiyor , ülke güle oynaya kültürsüzleşiyordu; her şey boğucu ve yok ediciydi; Ruhi Alemdar’a göre çok yakında kötü şeyler olacaktı!

Boğucu erinç! Uyandığından bu yana, bu iki sözcüğü her hatırladığında, yüreğini küçük bir pişmanlık ateşi yakıyordu: ne gereği vardı tartışmanın: öylesine, amaçsızca bir araya gelinmiş sıradan bir geceydi işte: usul usul içkisini içip kimseyi kırmamalıydı... Ama ne zaman içkili bir söyleşiye katılsa; kösnül bir atılganlıkla tartışıp, ağız dalaşlarına girişiyor, kendine hasımlar, düşmanlar yaratıyordu... Üstelik dün gece birilerine hakaret de etmiş, dahası itişip kakışmıştı...

Küçük pişmanlık ateşi, - tartışma gecesinin olumsuz ve çok taze anılarıyla- yokuş boyunca körüklenmiş, koskoca bir yangına dönüşmüştü: işyerinin bulunduğu hana vardığında neredeyse kavrulmak üzereydi. Bir an önce içeri girip ruhunu ve yüreğini serinletmeliydi; ama bir türlü hanın girişindeki kağıt toptancısının önünde toplaşmış sırt hamallarını aşamıyordu: adamlar , bağrışıp sövüşüp, itişip birbirlerinin sırtlarına yumruklar indirip, enselerine şaplaklar atıp şakalaşıyorlardı... Bedenini hamalların darbelerinden kurtarıp, hızla hanın kapısına yöneldiği an, kağıtçının sergen camında kendini gördü: yansısı kağıt toplarının üzerine düşmüş; şarabi kadife ceketinin omuzlarından akan ışık seli bütün camı kızıla boyamıştı: ardında ise, hamallar aynı ışığın içinde hoyrat devinimlerle yer değiştiriyor; ona doğru yaklaşıp uzaklaşıp görüntüyü dağıtıyorlardı. Kızıl cam, bütün sokağı yutmuştu: küçük bir gündüz karabasanına benziyordu gördükleri: o, hamallar, kırmızı kamyonet, börekçi, çöp yığınları ve sokakta ne varsa, ışığın etkisiyle dengeleri bozulmuş görüntüler gibi sakınımsız, düzensiz deviniyorlardı... Bir an önce bu karabasandan kurtulmalıydı. Görüntüden ürküyle çıktı, hanın merdivenlerine seğirttti.

İşyerinin kapısı her zaman olduğu gibi açıktı. Nefes nefese kalmış, eşikte duruyor: onun farkına varmayan sekreteri izliyordu: kız ağır ağır saçlarını tarıyor, bir şarkı mırıldanıyordu: bu ne vurdum duyamazlıktı, üstelik hanımefendi yeni gelmiş olmalıydı. Bu düşünce onu sinirlendirdi: yine karışık, tozlu bir masada güne başlayacaktı. Böyle bir ortamda ruhundaki ve yüreğinindeki pişmanlık yangınını söndürmesi olası değildi. Sekretere günaydın bile demeden, hırçın bir sesle ayçöreği, kahve, su ve asprin istedi, sonra da bağrarak sordu.

—Cevher’in dizgileri bitti mi?

Yanıtı beklemeden odasına yöneldi.

Sekreter, dergiyi çıkarmaya başladığından beri yanındaydı ve bazı yan işlerle ek gelir sağlamayı başarıyordu... Ek gelir, kendine söylediği bir yalandı: becerikli kız, akıl edip elden düşme bir dizgi makinesi aldırıp ufak tefek ilanlar, broşürler hazırlamasaydı, dergi çıktığı ay kapanırdı. (…)
 

 

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör