İbrahim Ulvi Yavuz

Roman Yazarı, Öykü Yazarı

Doğum
09 Mart, 1942
Burç

Hikâye ve roman yazarı. 9 Mart 1942, Bolvadin / Afyon doğumlu. İlk, orta ve lise öğrenimini Bolvadin’de yaptı. Bolvadin’de Maliye memurluğu (1965-66), Diyanet İşleri Başkanlığı Personel Müdürlüğünde şeflik ve müdür yardımcılığı (1966-75), Devlet Bakanlığında müdür yardımcılığı (1975-79), Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığında özel kalem müdür yardımcılığı (1979-86), Sağlık Bakanlığında özel kalem müdürlüğü (1986-99) yaptı. Son görevinden kendi isteğiyle emekliye ayrıldı (1999).

Emekli olduktan sonra Türkiye Yazarlar Birliği Üyesi ve Genel Başkan Yardımcısı olarak görev yaptı. 2008’de  Genel Başkan seçildi.  Yunus Emre Enstitüsü Danışma Kurulu Üyesi oldu. TYB Akademi Dergisi’nin Danışma Kurulunda yeraldı. TYB Kültür ve Sanat Yıllığı’nı (2000-2010) yayına hazırladı. Olaylar, Ödüller, Kayıplar Bölümünü yazdı.

İbrahim Ulvi Yavuz, halen Türkiye Yazarlar Birliği Başdanışmanı ve TYB Vakfı 2.Başkanı olarak görev yapmaktadır.

Yazı hayatına şiirle başladı, daha sonra roman yöneldi. “Arayış” adlı ilk şiiri 1962 yılında Şule dergisinde, “Bir Kaşık Çorba” başlıklı ilk hikâyesi 1970 yılında Diyanet gazetesinde yer aldı. 1962 yılından sonra çeşitli konulardaki şiir ve yazılarını Sur, Şule (1962), İslâm (1963), Hamle (Bolvadin, 1966), Yeni Asya (1963), Millî Gazete (1974), Hilâl (1975), Kadın ve Aile (1985), Hakses, Diyanet dergi ve gazetelerinde yayımladı. Yeni Devir gazetesinde romanları tefrika edildi.

 

Ödülleri:

1964 yılında İslâm dergisinin şiir yarışmasında derece aldı.

1996’da Millî Gençlik dergisi tarafından “Yılın Romancısı” seçildi.

Kıyam Vakti romanı ile Bolvadin Kaymak Şenliği Jüri Özel Ödülünü kazandı. Bu eseri oyun olarak da sahnelendi. 

"Beddua" isimli hikayesi ile 3. Kaymak Şenliği Hikaye Yarışması'nda birinci oldu (1987).

 

ESERLERİ:

Roman:

Dikenli Yollar (1976), Çalkantı (1978), Korkunun Bedeli (1980), Baharı Beklerken (1984), Son Kavşak (1984), Kıyam Vakti (1984), Hasretin İlk Durağı (1989), Gönlüme Cemre Düştü (1991), Düşlerin Rengi Soldu (1993), Dört Mevsim Ölüm (2002).

Hikâye:

Küllenmiş Acılar (1990).

Deneme-İnceleme:

Türkiye’de Roman Sanatı ve Gelişimi Üzerine Bir Deneme (1999).

Hatıra:

 Mavi Defter - Bir Bürokratın Hatıraları  (2002).

Sadeleştirme:

Sarı Esirler (P.S. Puck’tan, 1990),

Suç ve Ceza (Dostoyevski’den, 1992).

Araştırma:

Bolvadinli Bilim, Sanat, Siyaset, Din Adamı ve Yöneticiler (2009).

Ansiklopedi:

Bolvadin Ansiklopedisi (2014).

KAYNAKÇA: Semih Güngör / Çalkantı Romanı (Suffe Kültür ve Sanat Yıllığı, 1984), Mehmet Sılay / Son Kavşak Romanı (Hatay Kültür ve Sanat dergisi, 1986), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2007) – Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Dr. Ömer Uluçay / Şiir-Öykü ve Roman Yazarı İbrahim Ulvi Yavuz’un Eserleri Üzerine Bir Değerlendirme (Güney Anadolu, 1992), Ayhan Katırcıkara / Ana Hatlarıyla Türkiye’de Roman sanatı ve Gelişimi Üzerine Bir Deneme (Türkiye, 1999), Mavi Defter - Bir Bürokratın Hatıraları (Türkiye Kültür ve Sanat Bülteni, Ocak-Şubat 2003).

 

 

TARİH AYNASINDA İNSAN

  Gün bitmek üzereydi.

  Zaman, yeni hir aydınlığa kendini terkedinceye kadar, siyah bir örtü, şehrin ustüne perde gibi serilecekti.

  Sabahleyin, canlı, arzu içinde işlerine giden ve kafalarında yeni bir günün programını şekillendiren insanlar, akşam yorgunluğu içinde bitkin gözüküyorlardı.

  Belki iyi bir gün geçirmişlerdi. Belki de hesabını veremiyecekleri anlar yaşamışlardı.

  İşte bu dış dünyaya göre meçhul bir olaydı.

  Ama kurşini rengin hakimiyetinde bir akşam oluyordu. Bu silinmez gerçeği hiç bir şey değistiremiyordu. Az sonra güneş yerini aya ve yıldızlara bırakacaktı.

  Babalarının gelmesini kapı önlerinde bekleyen oyuna doymamış çocuklar, çocuklarını eve davet edip, oyun zevkinden koparmaya çalışan babalar, bir güne daha veda etmenin buruk acısını yüreklerinde hep duyuyorlardı.

  Hissedip duyan ve kalbinde büyük düşünceler saklayan elbette günün batışında vicdanımı hesaba çekip:

  “ — Bugün Allah için ne yaptım?.. ”

  Sonra, “İki günü birbirinden farksız geçen zi­yandadır!.” Düsturunu hatırlayacaklardır.

  Akşamın özelliği bu olmalıydı. Bütün gün ya­pılanların hesabını vermek, hesap defterini hayır ile kapatmak.

  Günle beraber, ağırdan ağıra dükkan kapıları kapanmaya başlamıştı. Arkasından da ellerinde meyve ve sebze dolu filelerini taşıyan yorgun be­denler evlerine doğru yol almaya yönelmişlerdi.

  Artık birazdan şehrin ışıkları tek tük yanma­ya başlayacaktı. Sonra otobüs, dolmuş kuyrukları ve bir günün kapanışını böyle sergileyecekti.

  İşte böyle şehirde akşam oluyordu.

  Evlerde yemek sofraları hazırlanmış ve her türlü yiyeceklerle donatılmıştı. Akşam ezanı mina­relerden ilahi bir ahenkle okunacak, arkasından da kilitli ağızlar teker teker açılmaya başlanacaktı.

  Tarih, onbir ayın sultanı Ramazan ayının do­kuzunu gösteriyordu. Bütün gün ağızlarını kapalı olarak geçiren bunca insan, nimetlerden mahrum olmanın heyecanı içinde lokmanlarını atıştıracaklardı. Çorbalar, yemekler, tatlılar ve arkasından da kahve ve yiyecekler resmi geçitinde yerini alacak­tı.

  Bu yemek faslından sonra da teravih namazı başlayacaktı. İftarını açanlar, kafile kafile camiye dolup, bu mübarek ayı ibadetle, süslemeye çalışa­caklardı.        Şehirde akşam, inanan insanlar için böyle baş­lıyordu.

  Evlerine gitmek için çaba sarf eden bunca insandan farklı iki delikanlı, ara sokakların birinden çıkarak yürüyorlardı. Yüreklerinde heyecan ve ürkeklik dozunu ağır ağır artırmaya başlamıştı. Birisinin üzerinde blujin ceket, diğerinde ise desenli bir kazak gözüküyordu. Saçları dağınık, gözlerinde tedirgin bir arayışın kaçamak bakışları dolaşıyor­du.

  Yüzleri günlerdir traş görmemişe benziyordu, Belki de böyle yaşamak hoşlarına gidiyordu. İlk an­da onları gören bir inşaat işçisi veya günü gün et­meye çalışan bir serseri sanırdı.

  Yürüyüşleri, aynı temposunu sürdürürken, az uzun boylu olanı durdu, karşısında gözü ile tesbit ettiği yeri arkadaşına göstererek:

  — İşte burası diye fısıldadı.

Diğeri elinde sıkı sıkı tuttuğu kağıda bakıp başını sallayarak onu tasdik etti.

  — Evet, öyle gözüküyor Ferit dedi;

  İlk heyecana benzer bir korku ikisini de sarı-

vermişti.

  — İstersen dönelim, dedi Ferit, Bak daha yo­lun yarısındayız.

  Ercan'ın solgun yüzünde çizgi çizgi endişeler belirmişti..

  — Neden? Diye çıkıştı.

  — Yapacağımız kahramanlığın bir başlangıcı­dır. Onun için önce cesaret, sonra gözükaralık is­ter. Korkuya bunda yer yoktur. İnsanı çivi gibi ol­duğu yere mıhlar. Herşeyi de altüst ediverir.

  Ercan, sinirlenmişti. Arkadaşının söyledikleri kendi felsefesinde de yer eden bir olay idi. Şüphe ile yüzüne bakarak:

  — Yoksa benim halimden bir endişe mi sezi­yorsun? Diye kaygılı kaygılı sordu.

  — Evet, dedi Ferit. Tereddüt etmeden. Yüzün sapsarı ellerin titriyor, sanki korkar gibisin!

  Ercan:

  — Hayır, diye direndi. Sen yanlış görüyorsun. Yüzümün sarılığı açlıktan, heyecanım ise saatler­dir bu anın gelmesini beklemiş olmanın huzursuz­luğudur. Herhalde gülüp oynayacak değiliz. Nede olsa ilk defa böyle birşeye teşebbüs ediyoruz.

  Ferit, alaylı bir tavırla:

  — Öyle mi? Diye güldü.

  — Evet.

  — O halde biraz daha bekle ve kendine hakim ol. Zaman ağır ağır yürüyor ve lehimize çalışıyor. Şimdiye kadar hiç bir aksilik olmadı.

  Ercan, tatmin olmuş gibi sustu, cevap vermedi.

  Büyük caddede serseri bir yürüyüş başlamıştı. Kalabalıklar ağır ağır evlerinin yollarını tutarken gençlerde gözleri ile işaretledikleri yerin çevresin­de dolaşıp duruyorlardı. Biran geldi ki, yorulmuş­lardı. Bir köşeye çekilip etrafı seyretmeye başladı­lar.

Ercan titrek, Ferit ise cesaret pozları içindey­di. Sabırsız bir bekleyiş içindeydiler. Telaşlı kala­balıkların biran önce ortadan silinmesini gönülden istiyorlardı. Yapacakları iş buna bağlı idi.

  Ercan, arkadaşından işittiği sözler karşısında iyice huzursuzlanmıştı. Peşpeşe sigara yakıyor, efkar dağıtmaya çalışıyordu. İçine çektiği sigara du­manlarını kahırla üfledikten sonra:

  — Ne aptal insanlar, diye mırıldandı. Bütün gün oruç diye ağızlarına birşeyler almıyorlar.

  Ferit'in gözleri: hep gelip geçenlerde idi.

  — Evet, diye isteksizce cevap verdi.

  Ancak, arkadaşının “Aptal” diye nitelediği in­sanlar içinde annesi de vardı. O yaşlı kadında oruç tutuyordu.

  Belki kendisi içinde masaya bir tabak ayırmış­tı. “-Oğlum gelsin, yesin” diye.

  Ferit, annesinin böyle yapacağından emindi. Sabırlı, fedakar ve cana yakın bir insan olarak gözünde hep büyümüştü.

  Ferit, derin göğüs geçirdi. Sonra annesinin söy­lediği sözleri hatırladı.

  “— Oğlum büyük okullarda okuyorum diye hakkı doğruyu unutma. Yol bu yoldur gayrisi ya­lan!.”

  Dualarla okula gönderdiği, kaygılarla pencere­den dönüşünü beklediği Ferit, şimdi bu sözlerden çok uzakta yaşıyordu. Başka düşüncelerin, ayrı alemlerin insanıydı.

  Ama anne yüreğiydi bu, bildiklerini söylemek istiyordu.

  “— Mal ve mülklerin nasıl zekatı varsa oğ­lum, vücudumuzun zekatı da oruçtur. Bunu zor da olsa yapmaya çalış! İnsanları kötülüklerden korur” yepyeni bir dünyanın kapılarını açar!.”

  Ferit, bunları düşlerken, Ercan'da merak için­de adresteki dükkanı gözlüyordu.

  — Taze ramazan pidelerim var!

  Bir çocuk, simit tablasının üzerine serdiği pi­deleri satıyordu.

  Mis gibi bir koku burunlarına yayılıvermişti.

  Susam kokusu.

  Ferit'i kilometrelerce uzağa götürmüştü.

  Köyünü ve içinde yaşayan insanları hatırladı. Orada ramazan başka bir özellik içinde gelip geçi­yordu. Akşamları top atılır, sahurda davul çalına­rak, maniler söylenirdi. Yumurtalı peynirli, üzerin­de susamlar saçılmış pideler gün batınıma kadar elden ele dolaşırdı.

                                                                                                (Son Kavşak, 1984)

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör