Oyun
yazarı, şair, tıp doktoru (D. 7 Ocak 1922, Diyarbakır – Ö. 13 Şubat 2001, Ankara).
Diyarbakır Lisesi (1939), İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi (1945) mezunu.
Çeşitli il ve ilçelerde hükümet tabipliği (1946-52) yaptıktan sonra çocuk
hastalıkları uzmanı oldu (1955). Sekiz buçuk yıl Almanya’da, dönüşünde
Ankara’da hekimlik yaptı.
Şiirleri Yaratış,
İstanbul (1943-44), Varlık, Hisar (1952-56) dergilerinde yer aldı.
Sonra şiiri bırakıp tümüyle oyun yazarlığına yöneldi. Oyunları Ankara ve
İstanbul Devlet ve Şehir Tiyatrolarında defalarca sahnelendi.
Daha çok
tarihi konuları ele alan oyunlarıyla tanınan Orhan Asena, üretkenliği,
oyunlarının konuları ve dili ile Türk tiyatrosunun Shakespeare‘i olarak kabul
ediliyordu. Hayatı boyunca tiyatronun eğitici bir amaç ve ihtiyaç haline
getirilmesi için mücadele etmiş olan Asena‘nın
vefat ettiği gün, Yıldız Yargılaması adlı oyunu Bursa Devlet Tiyatrosu‘nda
sahneleniyordu.
Devlet
Tiyatroları 2014 yılında düzenlediği yerli Oyunlar Festivalini onun adına
düzenledi. Festival 05.04.2014 / 26.04.2014 tarihleri arasında, Orhan Asena'nın
doğum yeri olan Diyarbakır'da gerçekleştirildi.
Ödülleri:
Kocaoğlan adlı radyo oyunuyla Basın-Yayın Genel Müdürlüğünün 1956’da
açtığı bir yarışmada birincilik ödülünü, Tanrılar ve İnsanlar ile 1960
Türk Dil Kurumu Tiyatro Ödülünü, Atçalı Kel Mehmet ile TRT 1970 Sanat
Ödülleri Yarışmasında birincilik ödülünü, 1964’te Kültür Bakanlığının
düzenlediği Karagöz Metinleri Yarışmasında Hacivat Politikacı ve
Hacivat Emekli ile üçüncülük ödülünü aldı. 1973 İsmet Küntay Ödülünü
kazandı. Şili’de Av adlı oyunu,
1975’te Tiyatro 74 dergisince yılın oyunu seçildi. Ölü Kentin Nabzı
oyunu ile 1980 İsmet Küntay Tiyatro Ödülünü, Ölümü Yaşamak / Ya Devlet Başa,
Ya Kuzgun Leşe ile 1983 Avni Dilligil Tiyatro Ödülünü ve 1983 Türkiye İş
Bankası Tiyatro Büyük Ödülünü kazandı.
Orhan Asena İçin Ne Dediler?
“Tiyatromuza oyunlarıyla katkısı
tartışılmaz olan Asena’nın öncelikle birikimli bir yazar olduğunu, okumaktan
yılmayan bir biriktirici olduğunu, toplumdan uzak düşmeyen ve dünyaya
bakışından ödün vermeyen bir yapıya sahip olduğunu kabullenmeliyiz.” (Hülya Nutku)
ESERLERİ:
Şiir: Masal (1941), Kıt Kanaat
(1957), Kurtuluş Savaşı Destanı (1995).
Oyun: Tanrılar ve İnsanlar / Gılgameş
(Nüvit Kodallı’nın müziğiyle opera olarak sahnelendi, 1952; Gılgameş Operası,
bas. 1968), Korku (1956), Hürrem Sultan (1960), Kocaoğlan (1962), Yalan (1962), Gecenin Sonu (tek perde, oyn. 1962, bas.1964), Kapılar (oynanmadı, bas. 1963), Gecenin Sonu (tek perde, 1964), Toroslardan Öteye (1964; oyn. 1968), Tohum ve Toprak / Alemdar Paşa (1966),
Hacivat Politikacı (1964), Fadik Kız (1966), Öç (1968), Korkunç
Oyun (1968), Murtaza
(oyn. 1968), Simavnalı Şeyh Bedrettin
(1969), Geçkin Kız (1971), El Kapısı (1972), 16 Mart
1920 (1974), Karagöz Emekli
(1974), Şili’de Av (1975), Ölü Kentin Nabzı (1978), Ya Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe (1978),
Atçalı Kel Mehmed (1979), Yıldız
Yargılaması, Devlet ve İnsan (Güngör Dilmen’le birlikte, 1990), Şili’de Av, Bir Başkana Ağıt, Ölü Kentin
Nabzı (1992), Ölümü Yaşamak
(1994), Ayla Öğretmen (1994), Kurtuluş Savaşı Destanı (1995), Hünkâr Bektaş Veli (müzikal, 1995), Yunus Emre (müzikal, 1995), Nazım Üçlemesi (1995), Ana, Elkapısı, İkili Yaşam (tek
perde), Tek Perdelikler (Kapılar, Öç, Korkunç
Oyun. Bir Kadın Üstüne Çeşitlemeler).
Çocuk Oyunu:
Mustafa (1963), Ali (1978), Dede-Torun (1993).
Basılmamış Oyunları (Sahneleniş Tarihleriyle): Bir Ölü Dolaşıyor (1945), Garipdede
Çıkmazı (1950), Büyük Curcuna
(Karagöz Oyunu), Karagöz Emekli, Hacivat
Politikacı (1964), Murtaza
(1966, Orhan Kemal’in aynı adlı romanından), Sığıntı, Candan Can Koparmak, Ana Baba Günleri, Sağırlar
Söğüşmesi (1967, Türk Dili dergisinde Yurttaş A, Yurttaş B, Yurttaş C
olarak yayımlandı), Dayım Evleniyor (1964-1970
arası dönemde yazıldı, Dostoyevski’nin Stepancikovo Köyü romanından uyarlama), Satrançtaki Şah (Kral Düşü, 1967),
Kaçış (1969), Adamın Biri
(1971), Sıfırın Ötesi (Küçük
Adamın Büyük Düşleri, yazılış tarihi: 1972), Ankara 1920 (1973), Ak
Kartalın Oğlu (1974), İlk
Yıllar (Roksolan, 1981), Seyisbaşı
Konağı (1981), Bir Ömrün
Akşamında (1993), Yalnız
Tanrının Eli Titremez, Hürrem Sultan (2 perde).
Senaryo ve Librettolar: Candan Can Koparmak (1993), Nüvit Kodallı / Gılgameş (Dramatik Opera, 4 perde, Libretto:
Orhan Asena, 1965), Nüvit Kodallı /
Van Gogh (Libretto: Orhan Asena).
Senaryosunu Yazdığı Tv Filmleri:
Yörük Elif (1978)
Senaryosunu Yazdığı Sinema Filmleri:
Tanrının Bağışı Orman (1964)
Kocaoğlan (1964)
Televizyon ve Sinemaya Uyarlanan
Eserleri:
Ya Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe (TV Filmi 1988)
Tohum ve Toprak (TV Dizisi 1982)
Kocaoğlan (Sinema Filmi 1964)
KAYNAKÇA: İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye
Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) -
Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi
(2006, gen. 2. bas. 2007) - Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi,
C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Şevket Beysanoğlu
/ Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları (c. 3., 1997, s. 127-169), Hülya Nutku /
Cumhuriyet’in 75. Yılında 75 Yılın Tanığı Bir Yazar: Orhan Asena (1998)Behçet
Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), Şükran Kurdakul /
Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (gen. 6. bas. 1999), TBE Ansiklopedisi (2001),
Birsen Pekçolak – Zeki Büyüktanır / Homeros’tan Günümüze Anadolu Destanları
(2002), Mehmet Nuri Yardım / Yazar Olacak Çocuklar (2004), Orhan Asena
(sinematurk.com, 16.02.2020).
“Çocukluğuma
ait en eski anı Diyarbakır’da, Melik Ahmet Mahallesindeki Mirikâtibi zâde Rüştü
Efendi’nin iki katlı, haremli selamlıklı kocaman konağıdır. Bu konakta çok
uzun, çok mutlu bir çocukluk dönemi geçirdim ben. Çok erken kitaplarla,
masallarla, şiirle, edebiyatla ve tarihle içli dışlı yaşamaya başladım.
Babaannem –Hanımana derdim ben Ziya Gökalp’in ablasıydı- o çağlar kadınından
beklenmeyecek ölçüde kültürlü bir kadındı ve tek erkek çocuğunun tek erkek
çocuğu olan beni yanından ayırmaz, durmadan kitaplar kitaplar okurdu. Daha
okula başlamadığım o yaşlarda ben, Süleyman Çelebi’nin mevlidini ezbere
okurdum. Hem de dilini anlayarak. Aynı biçimde Siyer-i Nebiyi de parçaparça
ezbere bilirdim, Tutiname, Altıparmak tarihi, Kıssası Enbiya, Hanımanamın bana
okuduğu kitaplardı. Yaz geceleri Diyarbakır’da damda, ya da avluda taht denilen
geniş tahta sedirler üstünde yatılır, settare adı verilen bezden ve geniş bir
duvar gizler tahtı yabancı gözlerden. Üstümüzde masmavi gökyüzü, ve beyaz
yeldirmesiyle hâlâ gözlerimin önündedir hanımanam. Beni en etkileyen kişi odur.
İlk şiirimi ilk okul dörtteyken, onu yitirdiğimde yazdım. Bu adeta ondan
aldıklarımı ona vermem gibi bir şey oldu. Evde herkes okurdu. Dedem –Efendibaba
derdim ben ona- Divan şiirine aşıktı. Fuzuliyi, Nedimi, Nabiyi, Nefiyi ezbere
okurdu. Ben de, en çok da Fuzuliyi severdim. “Beni candan usandırdı, cefadan
yar usanmaz mı” dizesiyle başlayan gazeli o günlerden aklımdadır. Yoksa okuldan
değil. Babam orta asya tarihine ilgi duyardı. Cengizhan’ı Harzem Şahı
Celalettini okula başlamadan çok önceleri tanımıştım. Annem ise roman
meraklısıydı. Evde okuma geceleri düzenlenirdi genç kadınlar arasında, ben de
oturur dinlerdim. Ölmüş bir kadının evrakı metrukesi, Zavallı Necdet, Nedret, Tunçtan
Kızlar, Montekristo ve Sefilleri de bu arada tanıdım. Kırk elli yılını bize
vermiş, babamı ve beni kucağında büyütmüş dadımız – Nine derdim ona- ise
durmadan masal anlatırdı bana. Böylece Türkçeyi halk masallarındaki
kullanılışından divan şiirindeki ya da Siyerinebide ya da mevlitteki
kullanılışına dek tüm olanaklarıyla tanımaya başlamıştım, bunun bana ileride
çok yardımı olacaktı.
Ara
sıra selamlıkta dedem, babam, Cemil amcam –Ziya Gökalp’in düşün ve kavga
arkadaşıydı- ve öbür Diyarbakır aydınları toplanır, söyleşilerde bulunurlardı.
Örneğin sonradan önemini kavrayacağım bir 31 Mart olayının Diyarbakır’da
yansımasını ve Ziya Gökalp’le birlikte Cemil amcamın ve Kılıççı Zade Şevki
beyin rollerini heyecanla izlediğimi hatırlarım. Kanuni’nin en sevgili şehzadesi
Mustafa’ya kıyışı ise beni o denli etkilemişti ki yıllar yıllar sonra Hurrem Sultan aldı oyunumda bu
konuyu işlemem bir rastlantı olmasa gerek.”
KAYNAK:
Şevket Beysanoğlu / DFSA (c. 3, s. 127-128).
Okul yıllarının hayatlarımızda bıraktığı, bazen silik bazen ise silinmesi mümkün olmayan anlarını anı olarak düşünmek yazmak, güncellemek, kişilerin içinde bulundukları ruh hallerini yansıtmak aslında zordur. Bu zorluğun başında anılarını yazdığınız kişilerin her birinin birer başarı örneği olduğunu düşünürsek
1936 yılı hava olabildiğince sıcak…
Bulunulan yerin yüksek ve ağaçlıklı olması bir nebzede olsa sıcaklığı azaltmakta. Rüzgâr cılızlığıyla kendini hissettirmekte, ağaçların çıkardığı hışırtılar içinde toprak zemine kurulmuş çadırların toprağın içinden çıkmış sararıp solmaya yüz tutmuş bitkilerle oluşturduğu bütünlük, çevreye yayılan bitki özlü kokular, yaprakların tabiatın musikisini oluşturan hayvanlarla sağladığı ahenk içinde onlarca çocuk. Çocuk demek tam olarak onları anlatamaz, çocuk bedenli gençler demek daha doğru olur. Bedenlerini saran sarmalayan askeri giysiler içinde Eski Diyarbakır Lisesi 9.sınıf talebeleri…
Bu sıcak ortamı serinleten rüzgârın isli sesi…
Karanlık kara yüzünü göstermiş, saatin ilerleyen süreci içine gecenin dilimi çökmüş, yorgun bedenler çadırların içinde uykunun derinliğine teslim edilmişken, duyulan silah sesleriyle bir dakika içinde giyinip hızlı adımlarla bulundukları çadırlardan dışarı koşanlar Kamp Kumandanı Kurmay Yüzbaşı Zekai Arman, Başçavuş Yakup’un:
“ Dikkat” narasıyla irkilirler.
Dışarı çıkışlarından kısa bir süre sonra bunun bir tatbikat olduğu ve silahlarında mermi bulunmadığı söylenilir. Asıl amaca, onların çeviklikleri sayesinde varıldığı söylenerek tebrik edilirler.
Kamp alanları Seman Köşkü (Gazi Köşkü)’dür. Orhan Asena, Selahaddin Yazıcıoğlu, Abdüssettar Hayati Avşar, Şefik Kumpara ve diğer arkadaşlarıyla Askerlik Kampı’nda bir çadırda 15 gün birlikte kalırlar. Çadır kıdemlisi Abdüssettar’dır Eğitimlerinin sürdüğü süreçte her akşam bulundukları çadırdan biri nöbet tutar.
Arkadaşları arasında sarışınlığından dolayı Bozo Orhan lakabı verilen Orhan Asena’ya Seman Köşkü’nün altındaki su arkının yanında nöbet tutma sırası gelmiştir. Kalem tutmaya yazı yazmaya uygun beden dili bu işi yüklenmesini zorlaştırmaktadır. Hızlı adımlarla bir o kadar zıt ruh haliyle toprak zemini, çalıları, ağaçların engel tanımaya çalışan bazen yumuşak bazen sert yapıya sahip dallarını aşarak arkın yanına gelir. Askeri disiplinin kuralları gereği bir süre ayakta durur. Bedenine göre ağırlığını hissettiren tüfeğin yükü altında durmak, dimdik görev mahallini korumak kısa bir süre sonra önemini yitirir. Hafif eğimli toprak zemine çömelip tüfeğini yere bırakır, asker şapkasını başından çekip önüne alır. Sol elini şapkanın kumaşının üstünde gezdirir içinden geçen düşünceler onu nöbet yerinden olabildiğine uzaklaştırır. Miri’katibi zade Rüştü Efendi’yi (Efendibaba), konağı, hanımanasını mı, Dünya Ekonomik Krizinin Diyarbakır’a yani ailesinin maddi imkânlarının sarsılmasındaki etkilerine mi dönük düşünüyordu kim bilir…
Düşünmek, mezar taşına ölmedi yaşıyor yazdıranları. Herkes doğup sonra yaşam çizgisi tamamlanınca ölür ama bazıları ölüp de yaşayanlardır. Fuzuliler, Victor Hugolar, Faruk Nafizler… Niceleri…
Kamp çadırlarının olduğu yer Seman Köşkü’nün tarihi yapısıyla özdeşleşmiştir. Günün aydınlığı yavaş yavaş çekilmiş. Akşamın esmer yüzü kendini göstermiş, alana sessizlik hâkim olmuş, yorgun bedenler askeri eğitimin ağırlığı altında yorulmuş uyku tatlı yüzünü göstermiştir. Çadırların huzurlu dünyasına yorgun bedenler teslim edilmişken, çadırların birinde ise huzursuzluk hâkimdir.
Uyuyor gibi görünüp uyuyamayan Abdüssettar, Selahattin’in dikkatini çeker. Küçük çadırın dar alanı Selahattin’e büyük görünmeye başlar uyuyan arkadaşlarını rahatsız etmeden usulca ona doğru gitmeyi başarır. Abdüssettar la göz göze geldiğinde sesini olabildiğince duyulabilecek kıvama getirip neden huzursuz olduğunu sorar. Birbirlerini çok iyi tanıyan bu iki arkadaş için bazen kelimeler değil bakışlar söz söyler. Söze gerek kalmadan çadırın dışına çıkarlar. Selahattin her zamanki esprili kişiliğini konuşmalarının örgüsüne yansıtıp onu olabildiğince rahatlatmaya çalışır. Karşısında duran arkadaşının bakışları, Seman Köşkü’nün altından güneye doğru gidilen yerde, büyük bir su arkının üstünde bulunan taş köprü yani Kara Köprü’ye dönüktür. Hareketleri rahat olmadığının ifadesidir.
O dönem ortam gergindir.( Tarihe Kara Köprü Hadisesi diye geçen olaylardan dolayı) Selahattin arkadaşının kaygısını anlar. Söze gerek kalmaz, çadıra hızla giren Abdüssettar askeri kıyafetlerini giyer, silahını alır. Çadır kıdemlisi olarak nöbeti Orhan’dan devralmaya gider.
Düşüncelerin tatlı rahatlığı tüm bedenini sarmışken sıcak ve sakin bir dokunuş hisseder sırtında. Anımsayamayacağı kısa sürede döndürür kendini. Karşısında bakışlarındaki samimiyetle Abdüssettar durmaktadır. Abdüssettar:
- Oturabilir miyim?
Cevap beklemeden oturur arkadaşının yanına kısa bir süre konuşmazlar ortama sessizlik hâkimdir. Sessizlik, köşkün aşağısındaki Ongözlü köprünün sularla mücadelesinden çıkan su sesleriyle, tabiattın kendisiyle bozulur. Söylenecek çok şey vardır ama suskunluğu tercih ederler… Suskunluğu…
Abdüssettar arkadaşını yukarı kampa, kamp çadırına gönderir. Kendisi nöbeti devralır. Orhan kampa vardığında çadırın yanında ayakta duran Selahattin’le karşılaşır. Elini arkadaşına uzatır samimiyeti, dostluğu paylaşımı uzun yıllar sürecek birlikteliği ifade edercesine elleri kenetlenir.
Birinci Dünya Savaşı sonrası, yeni yeni toparlanmaya çalışan bir ülkenin bireyleri olarak yaz dönemlerinde alındıkları “Askeri Kamplar”, Devlet yapılanmasının bir parçası olarak yerini almış eğitim görenler askere alındıklarında yedek subay olabilmekteydi.
(Zübeyde KIRMIZI)
KAYNAK: Zübeyde Kırmızı / Amid-i Nur (2009).
EKODİYAR Dergisi,
SAYI:18 MART/MAYIS 2010 Yazar: Zübeyde KIRMIZI
PERDE – I
Sahne - I
Şeyh Bedreddin’in Edirne dolaylarındadaki hücresi. Şeyh yedi yıldır
dünyadan elini eteğini çekmiş, inzivasında yaşamaktadır.
Akşam karanlığı.
Câzibe elinde şamdanla gelir, onun gelmesiyle sahne aydınlanır.
Hatice’nin bir alçak divan üstüne yarı uzanmış bir takım düşlere dalmış olduğu
görülür. Işıkla irkilir Hatice. Döner ve Câzibe’yi görür. Hatice baş döndürecek
kadar güzel, genç ve körpe bir kadındır. Câzibe ise güzelliğinin olgun çağını
yaşamaktadır. Câzibe, şamdanı oradaki yüksekçe rahlenin üstüne kor.
HATİCE
- (İrkilerek) Neden
kıydın karanlığıma?
CÂZİBE
- (Döner) Neden
kaçıyorsun ışıktan?
HATİCE
- Düşlerimin katili ışık.
CÂZİBE
- Gerçeğin yüreği.
HATİCE
- Yedi yıldır çevremde hep aynı gerçek. Kepçe külahlı Türkmenler... Çenebaz
köylüler... Pazarlıkçı Rumlar... Öfkeli kasabalılar... Kimse bilmez ne getirir,
ne götürürler.
CÂZİBE
- Kapkaranlık gelirler, apaydınlık giderler...
HATİCE -
Mısır’dan gelirler, Halep’ten gelirler... Konya’dan gelirler, Tire’den
gelirler... Deliorman’dan gelirler... Dört bir yandan gelirler...
CÂZİBE
- Işığına pervane olmaya gelirler şeyhimizin.
HATİCE
- Ne beyhude bir sebil. O bu nuru şahlara, emirlere, şeyhlere, ululara saçardı
bir zamanlar... Mısır’da Seyyit Şerif’den, Hüseyin Ahlati’den aldığı ışığı
Edirne’nin yoksul köylülerine dağıtmaktan ne umar?
CÂZİBE
- Vardır herhalde bir hikmeti.
HATİCE
- Nedir hikmeti? Sen belki bilirsin. (Belli belirsiz bir kıskançlıkla) Yatağını bana açık tutar
gerçi, yüreğini sana.
CÂZİBE
- Sen kendi payından razısın, ben kendi payımdan.
HATİCE
- Küçücük bir kız olarak girdiğim bu evde on beş yıl yaşadım. Çok şey
gördüm. Çoğunu anlamadım.
CÂZİBE
- Anladığın zaman büyümüş olursun.
HATİCE
- Söylemeyecek misin?
CÂZİBE
- Bir şey bildiğim yok ki.
HATİCE
- (Belli belirsiz bir alayla)
Anlatmaz mı sana?
CÂZİBE
- O anlatmaz, anlarım. Söylemez, sezerim.
HATİCE - (İç
çeker, yenilmiştir bir kaz daha Câzibe’nin iradesine) Peki,
sezinlediğin ne?
CÂZİBE
- (Yumuşar, gülümser) Bana öyle geliyor ki bekliyor o.
HATİCE
- Bekliyor mu? Neyi?
CÂZİBE
- Bilir miyim ben? Bilsem...
HATİCE
- Ne bekleyebilir? O ki herşeye erişmişti. Herşey elindeydi... Beyler, emirler,
şahları, cihangirleri tutardı avuçları içinde. Mısır sultanı Berkok,
Bedreddin’im der, başka şey demezdi. Timur gibi bir cihangir bakardı gözlerinin
içine, kızını vermek istedi devletinin başına, kabul ettiremedi, bir taç koydu
başına, bir eyvan verdi emrine, şehzadesine hoca yaptı da ancak kabul
ettirebildi lütfunu. Küçücük bir çocuktum o günler, ama anlardım her şeyi.
CÂZİBE
- Sonra da Şeyh Ahlati’den davet gelir gelmez, çıktı hünkârın katına işte
eyvanın, izin ver düşelim Mısır’ın yoluna, dedi, hayret ve üzüntü içinde
bıraktı o ak bahtlıyı.
HATİCE
- Bari Mısır olsaydı durağımız. Şeyh Ahlati’nin gözünün ışığı olmuştu.
Öldüğünde de yerini, seccadesini ona bıraktı, ben ki ölüyorum, peygamberin
sırrı bundan sonra sendedir dedi. Bütün dervişlerini verdi dergâhına.
CÂZİBE
- Umduğuna orada durmakla erişemezdi.
Onun için tepti bunca nimeti, bunca itibarı, döndü ata yurduna.
HATİCE
- Bir şey uman arar onu. Şeyhimizin bir şey aradığı da yok ki.
CÂZİBE
- (Esrarlı) Bekliyor.
HATİCE
- Bir yüce dağ gibi bekliyor. Sığışmaya çalışarak şuncacık bir yere.
CÂZİBE
- Bir dağın bekleyişi değil bu. Deryanın bekleyişi. Derya bilir; dağlar, ovalar
ardında küçük küçük sular depreşmekte, birleşip sel olmakta, toplaşıp çay
olmakta, buluşup ırmak olmakta, kaynaşıp nehir olmakta, dağlardan çağlayarak,
vadileri yararak, ovalardan haylanarak kendine ulaşmakta. Derya bekler, bilir ki:
hiç bir şey önleyemez suların depreşmesini, sellerin kıpraşmasını, derenin
coşmasını, ırmağın koşmasını.
İsmail ve Bedreddin girerler.
İsmail on beş yaşlarında bir delikanlıdır. Bedreddin o tarihlerde elli yaşlarında
ince sakallı, ince yüzlü, halâ güzel bir erkektir. Derin ve etkileyici
bakışları vardır. Öfkesinde de sevgisinde de vakurdur.
KAYNAK: Orhan Asena /
Simavnalı Şeyh Bedreddin (1969).
“Orhan
Asena kişiliğinin belirgin özelliklerinden biri başka bir mesleği olduğu halde,
yazarlığı her zaman çok ciddiye almış olmasıdır. Hekimlik mesleğinde
uzmanlaştığı, uzun yıllar ülkemizin uzak köşelerinde ve yurt dışında doktorluk
yaptığı sıralarda yazı yazmaktan vazgeçmemiş, şiirden öyküye, öyküden oyun
yazarlığına uzanan geniş bir yelpazede ürün vermeyi sürdürmüştür. Kendisi de,
yazarlığı hiçbir zaman bir ikinci iş saymadığını ifade etmiştir.
Orhan
Asena’nın oyunları tür olarak, biçim ve biçem olarak geniş bir yelpazeye
yayılır. Uzun oyunları yanında kısa oyunları, yetişkinler için yazdıklarının
yanı sıra çocuk oyunları da vardır. Konularını çoğu kez tarihten, ama sırası
geldiğinde günlük yaşamdan almıştır. Kendi tarihimizin gerçekleri kadar yabancı
ülkelerin tarihlerine de ilgi duyar, Mitolojiye de uzanmış, köy gerçeğine de
eğilmiştir. Genellikle gerçekçi bir yazar olmasına karşın, sırasında absurd
akımın özelliklerini taşıyan oyunlar da yazmıştır. Düşüncenin öne çıktığı,
konuların tartışmaya açıldığı oyunları da, trajik durumun ağır bastığı, ya da
ideallerin yüceltildiği oyunları da vardır. Bütün yapıtlarının değişmeyen ortak
gerçeği ise, oyunlarında olayların, durumların bilimsel bir yaklaşımla
değerlendirilmiş ve incelikle işlenmiş olmasıdır. Oyunlarında yansıyan, Orhan
Asena’nın akıcı olduğu kadar inançlı ve duyarlı kişiliği olmuştur,
diyebiliriz.”
“Cumhuriyet
Türkiye’sinin kuruluşunda yeni dönem yazın ve düşün insanlarımızın
‘yolaçıcılar’ın getirdiği birikimden ivme aldıkları söylenebilir.
Tiyatronun
ana öğelerinden biri olan oyun yazarlığının, sözünü ettiğimiz süreçte, belli
bir düzeye ulaşmasında bu öncü çabaların payını gözardı edemeyiz.
Tiyatronun
gelişmesinde, kitlesel, etkinliğinin yaygınlaşmasında oyun yazarlığı başat bir
öğedir, Cumhuriyet dönemi tiyatrosunun kuruluşu ve sonrasındaki gelişmeler oyun
yazarlığının bizde de giderek kurumlaşmasını gerektirmiştir. Seva Şener’in
yerinde bir tanımlamasıyla ‘Orhan Asena bu ivmeyi ateşleyen yazarlarımızdan
biri ve önde geleni olmuştur’.
Orhan
Asena, toplumun gelişme dinamiğini yakalayabilmiş bir yazardır. İlk oyununu
yazdığı 1947’den bugüne uzanan yarım yüzyıllık süreçte, yazdıklarıyla gelişme
ve değişime tanıklık etmiştir. Her bir oyunu, onun aydınlanmacı düşünceden yana
oluşunu sergiler.
“Asena
oyunlarında, insan gerçekliğini bütün boyutlarıyla irdeler. İnsandan yola
çıkışla toplumu anlatma / anlama düşüncesine bağlıdır. Tiyatronun iki önemli
öğesi söz ve insan onun yazarlığının temel taşıdır. Bu içiçelikle toplumun
topoğrafyasını çıkarır adeta. (...)
Onun
oyun yazarlığı zor bir dönemeçte biçimlenir. Yazma bilinciyle donanılan
sorumluluk duygusu aydın olmanın kaçınılmaz görevleri ile kuşatır onu.
Ülkemizde yaşanılan her toplumsal sarsıntı, geçiş dönemi ona yaşanılanlara
dönüp bakmayı getirir.
Aydınlanma
düşüncesinin en temel ilkelerinden yana ödünsüzdür. Doğmalara, bağnazlığa karşı
amansız bir savaşım verir. Ele aldığı her konu, yansıttığı her insan
trajedisinin altında bu gerçek yatar.”
KAYNAK:
Feridun Andaç / “Sözün, Eylemin Aydınlığında Orhan Asena”, Aydınlanmanın
Işığında İnsanlarımız IV. Orhan Asena (1997, s. 78).