Şair ve yazar,
akademisyen. 1963 yılında Iğdır’da doğdu. İlk ve orta öğretimini Iğdır’da,
yüksek öğrenimini ise Artvin, Kars ve Erzurum illerinde tamamladı.
Almanca
eserler veren Azerbaycanlı yazar Esad Bey (Kurban Said) konusunda Berlin’de
yaptığı araştırmalar ve yayımladığı “Esad Bey’in Hayatı ve Gazeteciliği”
isimli araştırmasıyla edebiyat doktoru unvanını aldı.
Halen
Almanya'da yaşayan ve Alman Yazarlar Birliği üyesi olan Orhan Aras, aynı
zamanda Azerbaycan Yazarlar Birliği onur üyesidir. Almanya’da yayınlanan
Referans dergisinin yayın yönetmenliğini yapmaktadır.
Dr.
Orhan Aras’ın Türkçe, Almanca ve Azerbaycan Türkçesinde yayımlanmış çeşitli
roman, şiir ve deneme kitapları vardır.
ESERLERİ:
Türkçe: Ayrılığın
Rengi Hüzün (2002), Aşklar
Daha Ölmedi (2003), Son
Cennet (2008), Kaşgar’dan
Berlin’e Portreler ve Kitaplar (2013), Oryantalist mi (2017), Ah Türkiye Ah (2017).
Almanca: Deutschland
Gib Mir Ein Wenig Liebe (Hamburg, 2008).
Azerbaycan
Türkçesi: Hoşgördük Güzel Yurdum (Baku, 2007), Son Cennet (Baku, 2017).
ORHAN ARAS İÇİN NE DEDİLER?
“Yazdıklarıyla koca bir dünya kültürüne kapı
aralayan Orhan Aras’ın dili şırıl şırıl çağlayan, dupduru bir dildir.” (Yücel Feyzioğlu)
***
“Orhan
Aras’ın şiirinde herkese yakın gelen bir ses ve duygu yoğunluğu var.” (Bahtiyar Vahapzade)
***
“Orhan
Aras bir edebiyat doktorudur. Alman Dili Edebiyatı doktoru olsa da Türk
lehçelerini bilir. Türk dünyasının edebiyatını da, tarihini de, sosyolojisini
de iyi bilir. Türkî devletler diyerek sanki göz hizasından bakmaya tenezzül
etmediğimiz Türk Devletleri ile haşır neşirdir. Oralarda yaşayan
soydaşlarımızın ruh hâllerini, Türkiye’ye bakışlarını birebir gözlemler. Fikir
namusuna, aydın sorumluluğuna sahiptir. Cesurdur. Kendisiyle otuz yıl önce,
henüz Sovyetler Birliği hegamonyasındayken Azerbaycan’a yaptığımız seyahatte
peşimizdeki ajanlara rağmen yasadışı sayılan ve gözaltında tutulan Çamlıbel
Teşkilâtı’na gözünü kırpmadan girişini unutamam. Bu cesaretinin psikolojik alt
yapısını nelerin oluşturduğunu Ah Türkiye Ah ve diğer kitaplarını okuyunca daha net anladım.“ (Hasan Kayıhan)
KAYNAK:
Orhan Aras (Bilgi teyidi, 26.11.2017),
KÜLTÜREL İSTİLA
VE BATI
Dr. Orhan ARAS
Filozof
Aristippos, M.Ö. 435 yılında Kuzey Afrika’nın Kirene şehrinde dünyaya geldi.
Babası zengin bir tüccardı. Her yerde mutluluğu tatmak isteyen ve bu uğurda
herşeyi göze alan bir insandı. O dönemde düzenlenen Olimpiyat oyunları
nedeniyle Sokrat’ın öğrencileri ile tanışarak Atina’ya gittiği söylenir.
Atina’da dersler veren Sokrat’la tanıştı ve onun derslerine katıldı. Sokrat’ın
okulunda tartışılan ‘Doğru yaşamak nedir?’ sorusuna verilen cevaplarda ‘iyi‘ ve
‘mutluluk’ kavramlarına ‘haz’ kavramını kattı. Ona göre, dünyada insanın haz
duyduğu herşey iyiydi. Sonradan
‘hedonizim’ ismiyle anılacak akım onun görüşleriyle başladı ve Epikür
tarafından geliştirildi. Aristippos için insan, dünyanın zevkine varmak için
özgürleşmeliydi.
Onun
kurduğu okula, Kuzey Afrika’dan geldiği Kirene ismi verildi. Kirene Okulu’nun
öğretileri ‘insan ve ‘mutluluk’ üzerine
kurulduğu için her dönemde ilgi çekti ve zamanla daha da gelişti. Onlara göre,
“iyi demek, haz demektir; haz veren her şey iyi, acı veren her şey kötüdür.”
Aristippos ‘un öğretilerinde her davranışın nedeni mutlu olma isteğidir.
Hayatın başlıca amacı hazdır, zevktir. Haz insanı daha da yüceltir,
bilgeleştirir. Bu nedenle insan mutlaka acı veren şeyleri bırakıp hazza
yönelmelidir. Gerçek haz ise bir anlık değil, sürekli olandır. Sürekliliği elde
etmenin yolu da bilgeliktedir. Bilgenin mutluluğu ise kendinden hoşnut
olmaktır. Aristippos’a göre, gerçek alim, bütün bilgisini haz elde edebilmek
için kullanabilen kişidir. Ve her davranışın nedeni, mutlu olmak isteğidir. Öğrendiklerimiz
duygularımızla alabildiğimiz kadardır, bundan öteye gidemez. Bu yüzden
Aristippos duygularımızın getirdiği hazza yönelmeyi, acıdan kaçmayı söyler.[2]
İnsanlığa
sadece hazzı ve zevki sunan Aristippos, öğrencilerinin anlatımlarına göre
müthiş bir dalkavuktu. Ömrünün sonlarında Sicilya’da Kral Dionysios’un
sarayında yaşadı. Anlatılanlara göre Kral, Eflatun’a uzun etekli, kokulu bir
elbise hediye etmiş. Eflatun, elbisenin kadın elbisesini andırdığı için kabul
etmemiş. Dalkavuk Aristippos ise elbiseyi büyük bir memnuniyetle kabul ederek
şöyle demiştir: “İnsan ne giyerse giysin erkekse erkektir.” Kral, onun bu iki
yüzlülüğü sebebiyle yüzüne tükürmüştür. Aristippos bu durumu bir zevk saymış ve
“Ne olur, balıkçılar da balık tutmak için suya batıp ıslanırlar,” demiştir.
Hedonist
fikirler çağlar sonra da farklı şekillerde formüle edilmiştir. J. Bentham
,insanlara en yüksek hazzı veren şeyin aynı zamanda en yüksek yararı da
sağladığı görüşündedir. Marjinalizmin kurucularından Stanley Jevans’a göre ise
ekonomik hayatın amacı, hazzı en yükseğe çıkarmaktır.
Eski
Yunan’da filizlenen ve günümüze kapitalizmin en son amacı olarak akan bu
fikirler Hıristiyanlığa da sızmıştır. Protestanlığın bir kolu olan ve ‘saf
Hıristiyanlık’ anlayışını savunduğunu iddia eden Püritenler Amerika’nın
sömürgeleşmesini sağlayan Hıristiyan gruplardı. Onlara göre, hayat bir imtihan
yeridir ve bu imtihan yerinde başarısızlık sonsuz lânete, cehennem ateşine
götürür insanı. Başarı ise insana eşsiz mutluluklar sunar. Bu nedenle başarı
için herşey mübahtır. Başarının getireceği mutluluk ise Hz. İsa’nın dünyaya
dönüşünü hızlandıracaktır.
Bilim
adamları Püritanizmle Kapitalizm arasındaki bağlantıyı her açıdan
irdelemişlerdir. Ve Püritanizmin coşku, haz, başarı gibi kavramlarla sömürgeleşmenin
daha hızlı yayılmasını, zenginliğin bu tür grupların ellerinde toplanmasına yol
açtığını göstermişlerdir. İnsanı en fazla motive eden ‘seçilmişlik’ duygusu
Püritenlerde başarılı insanla yanyanadır. Hayatın tamamı takdir-i ilahidir ve
oradaki başarı, mutluluk da tanrının arzusudur. Onlara göre, dünya ile ahiret
arasında ayırıcı bir çizgi yoktur ve burda nasıl yaşıyorsan orda da öyle
yaşayacaksın.[3]
Kapitalizmin
bir kanadını Eski Yunan, bir kanadını ise zorlama Hıristiyanlık yorumları
oluşturdu. Sadece ‘başarı’ ve ‘hazza’ dayanan bu sistem, ‘özgür birey’
aldatmacısını da insanlara sunarak korkunç bir örümcek ağı oluşturdu. Şimdi bu
ağ bütün dünyayı pençesine almıştır. Gittikçe yozlaşan, değerlerinden
soyutlanan günümüz insanı yeni bir değerler sistemi oluşturamadığı için
kapitalizmin acımasız dejenerasyonunda can çekişmektedir. Son yüzyılda gelişen
iletişim araçları bu dejerasyonu Avrupa’nın merkezinden Afrika’nın ve Asya’nın
en ulaşılmaz sanılan bölgelerine kadar taşımaktadır. Aynı şekilde düşünen, aynı
reflekslere sahip kuşaklar ‘Küresel köy’ aynı zamanda “kültürel körleşme”ye de
yol açmaktadır.
Daha
Ortaçağ’da körleşme’ye dikkati çeken Leonardo da Vinci, ‘“Orta bir insanın
görmeden baktığını, işitmeden dinlediğini, hissetmeden dokunduğunu, tad almadan
yediğini , fiziki şuura erişmeden hareket ettiğini ve düşünmeden
konuştuğunu,” söyler.
Bu
durumu edebiyatta en güzel, yazar Elias Canetti, Körleşme (Die Blendung) isimli
romanında anlatmıştır.[4]
Körleşme,
fikir ile gerçeklik arasında habire sürüp giden savaşın aynası gibidir. Roman,
dünya kargaşasındaki insanoğlunun yükselişini ve çöküşünü dile getiren bir anıt
romandır. Asrımızın edebiyatının hemen hemen bütün önemli konularını bu romanda
görmek mümkündür, yarı cehennem hayatı insanı dehşete düşürmektedir.
Entelektüel
Peter Kien’ in şahsında bütün güzel düşünceler, hayaller, bilgi ve değerler,
herşeyi tesiri altına alan korkunç bir körleşme ile yok olup gider. Tabii ki bu
yok oluş cemiyeti de, medeniyeti de yok edecektir.
Adeta
Batı’nın toptan ıstırabını yüklenmiş ve eserlerine yansıtmış Kafka da bu ‘yok
oluş’un ve çarpıtamanın insan üzerindeki etkilerini en fazla ‘Dönüşüm’
romanında vermiştir. Onun meşhur Gregor Samsa`sını hepimiz biliriz. Zavallı
Samsa bir sabah uyanır ve bir böceğe dönüştüğünü görür.Samsa gerçi böceğe
dönmüş, düsünceleri karışmış, insanlığından çıkmıştır ama en büyük kazancı
‘Farkında olmak’ olmuştur. O artık bir böcek olarak dünyada (yada Batı’ da)
vefasızlığın, çıkarcılığın, kıskançlığın ön plana çıktığının ve insanlığın en
değerli vasıflarının yok olduğunun farkındadır. Zavallı Samsa böcek olarak ölür
ama böcekliği ile de kapitalist dünyanın nasıl menfaatler üzerinde kurulu
olduğunu deşifre eder.
Batı’da
sanat artık “sanat” olmaktan daha çok propoganda ve etkileme araçlarına
dönüşmüştür. Kendinden olmayanları dışlayan, onların kültürlerini aşağılayan ve
en kötüsü de onların çocuklarını kendi çarpık düşünce tarzıyla etkileyen
araçları hep silah olarak kullanmıştır.
Romanlarda
olduğu gibi sinema ve televizyonda, son yirmi yılda internette de kültürel bir
istiladan söz edilebilir.
Geçen
yıllarda bütün dünya sinemalarında gösterilen 300 Spartalı filmi ile ünlü
yönetmen Mel Gebson’ un çektiği Apolcalypto filmleri de insanların kafalarını
karıştıran ve Batı insanını yücelten propaganda amaçlı sanat (!) eserleri
olarak gösterebiliriz. 300 Spartalı filmi konusunu aslında Yunanlı Tarihçi
Herodot’ un eserindeki ünlü Termopil Savaşı’ndan alıyordu. Hani o hep
bildiğimiz olay. 300 Spartalı kahraman muazzam Pers ordusunu Termopil geçidinde
durdurup geçit vermiyordu.
“300 Spartalı” daha sinemalarda gösterime
girmeden, Batı-Doğu tartışmalarındaki günümüz olaylarına örnek gösterilmeye
başlandı. Önce filmde istilacı bir kuvvet olarak gösterilen Perslerin ve Pers
Kralı’nın Bush’u ima ettiği öne sürüldü. Buna karşılık Amerikan Rambolarına
benzetilen Spartalıların Bush’u ve Amerikalıları yansıttığı, dolayısıyla
Amerikalıların kahraman olarak sunulduğunu ileri sürenler de oldu.[5]
Perslerin
acımasız ve barbar olarak gösterildiği iddiasıyla, İran yönetimi filmin
gösterimden kaldırılmasını istedi. Aynı görüşü savunan başkaları da var.
Gariptir,
filmin yapımcıları ve yönetmenleri bu konuda tek kelime olsun bir söz
etmediler.
Mel
Gibsen’ in Apolcalypto filmi ise tarihi olayları tersinden gösterme açısından
çok dikkati çekiciydi. Tam 50 milyon dolar harcanarak yapılmış film, önce Maya
ve İnka medeniyetlerini en vahşi bir yaşayış tarzı olarak gösterdikten sonra
Avrupa’lıları ve tabii ki papazların ellerindeki haçı insanlara kurtarıcı
olarak sunuyordu.
Vahşi
ormanda yaşayan avcı Jaguar Paw’ın
hikayesi olarak başlayan film, Latin Amerika’ da milyonlarca yerliyi kılıçtan
geçiren İspanyolların ‘kurtarıcı’ olarak gelmesiyle sona eriyordu.
Film
o kadar güzel bir şekilde hazırlanmış ki, filmi izleyen ve tarihi olaylardan
haberi olmayan herkes, bütün olup biten o vahşilikler sonunda beklenen
kurtarıcının mutlaka gelmesi gerektiğini düşünüyor. Tabii ki gelen kurtarıcı da
Hıristiyan papazdır!
Oysa
gerçek bu filmde anlatılanların tam tersidir.
Maya uygarlığı filmde gösterildiği gibi hiç de vahşi ve ilke bir yapıya
sahip değildi. Mayalar, büyük şehirler kurmuş, çiftçilikte gelişmeler sağlamış
hatta astronomi çalışmaları bulunan bir topluluktu. Mayaların 11. ve 12. asırda
zayıflamaları sonucu onların devamı olarak ortaya çıkan İnkalar da 12.
asırda Manco Capac liderliğinde muhteşem
Cuzco şehrini kurmuşlardı. Ülke, 1438’de Sapa Inca Pachacutı (Türkçe anlamı
dünyayı titreten) komutasında gelişmeye ve genişlemeye başlamıştı. Hükümdarlığı
boyunca, Pachacuti ve oğlu And dağlarının büyük bir kısmını kontrol altına
almışlardı. Pachacuti, Cuzco krallığını, Tahuantinsuyu imparatorluğu olarak
tekrar düzenlemişti. Başta merkezi hükümet ve güçlü güçlü liderli dört yerel
hükümet şeklinde federal sistem oluşturmuştu.[6]
Yani
kısaca, orda yaşayan insanlar, Mel Gibsen gibilerin düşündükleri veya
anlattıkları şekilde vahşice ormanda yaşamıyorlardı. Kendilerine özgü bir
sistemleri, dirlikleri ve kendilerine göre övünebilecekleri bir tarihleri
vardı. Ama kana, altına susamış
İspanyollar ellerindeki haçlarıyla o ülkeyi baştan başa kana buladılar. Taş
üstünde taş, baş üstünde baş bırakmadılar. Yüzyılımızda Amerika’nın Irak’ da
yaptığı gibi...
Batı’
da, özellikle kapitalist yapının her yere ve her şeye egemen olduğu yerlerde gerçek, gerçek manada hiç bir zaman
tecelli etmiyor ve etmeyecektir. Ne
kadar Hz. İsa, “Hakikatı bileceksiniz ve hakikat sizleri özgür kılacaktır .”
dese de Batılı “hakikatı” tersyüz etmeyi her zaman başarmıştır.
Kültürel
işgal ve istila ne yazık ki Batı’nın hayat iksiridir. Bu nedenle bilimsel
gelişmelerin yönü de kültürel istila üzerine kurulmuştur. İnsanlık bilimsel
gelişmeler için yeni bir metodoloji geliştirmedikçe bu durum devam edeceğe
benzemektedir.
Kapitalist
sisteme eserleri ve eylemleriyle sürekli karşı duran Nobel Ödüllü Alman yazarı
Heinrich Böll, 1963-64 yıllarında Frankfurt Üniversitesi’nde verdiği derslerin
birinde gelecekle ilgili durumu şu şekilde izah etmiştir:
“İnsanca
yaşamanın tek şartı, günümüz toplumunun gözardı ettiği, umursamadığı değerleri
yeniden canlandırmak ve toplumun bugünkü tutumuna kararlı bir şekilde karşı
çıkmaktır.“[7]
KAYNAKLAR
1.http://diepaideia.blogspot.com/2012/01/aristippos-und-der-hedonismus.html
2.
Schöberl, Wolfgang: Feuerwerk Kapitalismus: die zweite Vertreibung aus dem
Paradies, s. 119. Verlag Könighausen& Neumann GmbH, 2011 Würzburg
3.
Canetti, Elias: Die Blendung. Roman. Reichner, Wien 1936
4.
Berthold, Seewald: “Die Spartner waren gar nıcht so nett”, Die Welt/Kultur,
03.04.2007
6.
https://www.boell.de/de/2017/12/20/heinrich-boell-frankfurter-vorlesungen
[1]
Asien Akademi e.V Köln Başkanı
[2]
http://diepaideia.blogspot.com/2012/01/aristippos-und-der-hedonismus.html
[3]
Schöberl, Wolfgang: Feuerwerk Kapitalismus: die zweite Vertreibung aus dem
Paradies, s. 119. Verlag Könighausen& Neumann GmbH, 2011 Würzburg
[4]
Canetti, Elias: Die Blendung. Roman. Reichner, Wien 1936
[5]
Berthold, Seewald: “Die Spartner waren gar nıcht so nett”, Die Welt/Kultur,
03.04.2007
[7]
https://www.boell.de/de/2017/12/20/heinrich-boell-frankfurter-vorlesungen
KAYNAK:
Dr. Orhan Aras / Kültürel İstila ve Batı
(avrasyaparlementosu.com, 27-10-2018).
ORHAN ARAS HAKKINDA
“Yazdıklarıyla koca bir dünya kültürüne kapı aralayan Orhan Aras’ın dili şırıl şırıl çağlayan, dupduru bir dildir.” (Yücel Feyzioğlu, Yazar)
***
“Orhan Aras’ın şiirinde herkese yakın gelen bir ses ve duygu yoğunluğu
var.” (Bahtiyar Vahapzade, Şair)
***
“Orhan Aras bir edebiyat doktorudur. Alman Dili Edebiyatı doktoru olsa da Türk
lehçelerini bilir. Türk dünyasının edebiyatını da, tarihini de, sosyolojisini
de iyi bilir. Türkî devletler diyerek sanki göz hizasından bakmaya tenezzül
etmediğimiz Türk Devletleri ile haşır neşirdir. Oralarda yaşayan
soydaşlarımızın ruh hâllerini, Türkiye’ye bakışlarını birebir gözlemler. Fikir
namusuna, aydın sorumluluğuna sahiptir. Cesurdur. Kendisiyle otuz yıl önce,
henüz Sovyetler Birliği hegamonyasındayken Azerbaycan’a yaptığımız seyahatte
peşimizdeki ajanlara rağmen yasadışı sayılan ve gözaltında tutulan Çamlıbel
Teşkilâtı’na gözünü kırpmadan girişini unutamam. Bu cesaretinin psikolojik alt yapısını
nelerin oluşturduğunu Ah Türkiye Ah ve diğer kitaplarını okuyunca daha net anladım.“ (Hasan
Kayıhan, Yazar)
ALMANYA’DA
YAŞAYAN AZERBAYCAN KÖKENLİ BİR YAZAR: ORHAN ARAS
Asuman GÜRMAN
ŞAHİN
1960’lardan
itibaren Almanya’ya işçi olarak yerleşen Türkler, yaşadıkları ülke içerisinde
gelişen yazın hayatında da kendilerine yer bulmuştur. Almanya’da Gelişen Türk
Edebiyatı üzerine pek çok çalışma yapılmıştır. Bunca çalışmaya rağmen
Almanya’da yaşayan Türk sanatçılarının hayatları ve eserleri üzerine yapılan
çalışmaların eksikliği dikkat çekicidir.
Almanya’da
yaşayan Türkiye kökenli yazarların ele alındığı literatür çalışmalarında,
hakkında bilgiye rastlanılmayan yazarlardan Orhan Aras üzerinde, tarafımızca
hayatı ve eserlerine dair yüksek lisans tezi hazırlanmıştır. Bu çalışmada ise
ailesi Azerbaycan’dan Türkiye’ye göçmüş, kendisi Türkiye’de doğup, yaşamını
Almanya’da sürdüren Orhan Aras’ın Almanya’da gelişen Türk edebiyatındaki
yerinin tespiti amaçlanmıştır. Bu tespit, iki aşamada gerçekleştirilmiştir.
İlki Orhan Aras’ın içinde yer aldığı ikinci kuşak yazarlarla ortak noktaları;
ikinci aşama ise yazarın içinde yer aldığı kuşaktan ayrılan karakteristik
özellikleri tespit edilerek ortaya konulmuştur. Onun içinde yer aldığı kuşak
yazarlarından ayrılan en önemli hususiyeti, Türkiye’den Almanya’ya gitmesine
rağmen aile kökeninin dayandığı Azerbaycan konuları ve şivesinin ön plana
çıkmasıdır.