Oktay Akbal

Gazeteci, Yazar

Doğum
20 Nisan, 1923
Ölüm
28 Ağustos, 2015
Eğitim
İstiklâl Lisesi
Burç

Yazar, gazeteci (D. 20 Nisan 1923, İstanbul – Ö. 28 Ağustos 2015, İstanbul). Anne tarafından devlet adamı ve yazar Ebubekir Hâzım Tepeyran (1864-1947)’ın torunudur. Kumkapı’daki Saint Assomption Kolejinde başladığı ilkokulu Saint Benoit’da bitirdi. 1935 yılında babasının ölümü nedeniyle, bu okuldan ayrılarak geçtiği İstiklâl Lisesinden mezun (1942) oldu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde başladığı yükseköğrenimini (1944), aynı üniversitenin Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümünde sürdürdüyse de bitirmeden ayrılarak (1946) basın hayatına atıldı. Servet-i Fünûn dergisinde sekreterlik (1943-44) yaptı. Milli Eğitim Bakanlığının İstanbul’daki Yayın Müdürlüğü ve Ankara’daki Tercüme Bürosunda (1944-51) çalıştı. Yeni Sabah, İkdam, Ulu gazetelerinde deneme, eleştiri ve günlük fıkra yazarlığından (1951-69) sonra, Vatan gazetesinde bir yandan sanat ve edebiyat yazıları yazarken, bir yandan da dış politika sekreterliği, yazı işleri müdürlüğü ve sanat sayfası yönetmenliği yaptı. Köşe yazarlığını Cumhuriyet (1969-91), Yenigün ve Milliyet (1992-99) gazetelerinde sürdürdü.

1960-63 ve 1969-83 tarihlerinde Türk Dil Kurumu yönetim kurulu üyeliği, 1978-79 yıllarında Kültür Bakanlığı yayın danışma kurulu üyeliği yaptı. Türk Edebiyatçılar Birliğinin kurucuları arasında yer aldı. 1983 yılında anayasa konusundaki bir yazısı nedeniyle yargılandı ve hüküm giydi. 1989-95 yıllarında Türkiye Yazarlar Sendikası genel başkanlığı görevinde bulundu. Köşe yazılarını 1999 yılından sonra Cumhuriyet gazetesinde devam ettirdi.

Oktay Akbal  28 Ağustos 2015 günü Muğla'da tedavi gördüğü hastanede 92 yaşında hayatını kaybetti. 31 Ağustos 2015’te Muğla Akkaya’da toprağa verildi.

Edebiyata hikâyeler yazarak başladı. İlk ürünleri Ateş ve Çocuk Duygusu dergileri ile Yeni Sabah (1940) gazetesinde yer almıştı. Sonra Binbir Roman, Çocuk Haftası, Yıldız gibi dergilerde çevirileri yayımlandı. Profesyonel yazarlığa başlama tarihi 1941 yılıdır. Büyük Doğu dergisinde yayımladığı Sahil Kahvesi, Önce Ekmekler Bozuldu, Kibrit Alevi, İstasyon adlı hikâyeleri (1943-44) ile edebiyat dünyasında tanınan bir imza oldu. Daha sonraki yazıları Vakit (1944-46) ve Sanat-Edebiyat (1947) gazeteleri ile çoğunlukla Varlık, Hürriyet Gösteri ve Türk Dili dergilerinde yer aldı. Hikâye ve romanlarında orta sınıftan seçtiği kahramanlarının toplumca yadırganan özgürlükler peşinde yaşadıkları umutsuzluk öykülerini şiirsel bir dille anlattı. Bu öykülerde otobiyografik izler ve anılar önemli yer tuttu. Suçumuz İnsan Olmak romanı ile 1958 Türk Dil Kurumu Roman Ödülünü, Berber Aynası adlı öykü kitabı ile 1958 Sait Faik Hikâye Armağanını, 1993 yılında Sedat Simavi Edebiyat Ödülünü kazandı.

 “Soyluluk görecedir, öyle derler. Ben sanmıyorum. Oktay Akbal benim hiç gidip görmediğim masal diyarı Bağdat’ın eski valisi Ebubekir Hazım Tepeyran Paşa’nın torunu olur. -Bir dönemin baştacı romanı ‘Küçük Paşa’yı okumamış olabilir misiniz? Okuyun da çağdaş edebiyatımız diye böbürlendiğimiz o edebiyattaki toplumcu gerçekliğin nasıl bir yutturmaca olduğunu okuyan gözlerinizle kendiniz görün. Tepeyran Paşa, o allı pullu gerçekçilik konusunda kimleri onlarca yıl geriden yaya bırakmış, bilip öğrenin.- Paşa torunu olmak, soydan soylu olmak nedir, ancak Oktay Akbal’da bildim diyebilirim.” (Tarık Dursun K.)

ESERLERİ:

HİKÂYE: Önce Ekmekler Bozuldu (1946), Aşksız İnsanlar (1949), Bizans Definesi (1953), Bulutun Rengi (1954), İkisi (ilk iki hikâye kitabının yeni baskısı, 1955), Berber Aynası (1958, Bulutun Rengi adlı kitabındaki öyküleri de eklenerek, 1999), Yalnızlık Bana Yasak (1967), Tarzan Öldü (1969), İstinye Suları (1973), İlk Yaz Devrimi (1977), İki Çocuk (1979), Karşı Kıyılar (yeni hikâyeleriyle Tarzan Öldü’nün 2. basımı, 1979), Hey Vapurlar Trenler (1981), Lunapark (1983), Bayraklı Kapı (Bütün Hikâyeleri dizisinin ilk kitabı, 1986), Akşam Kuşları (Bütün Hikâyeleri, 1988), Ey Gece Kapını Üstüme Kapat (1988), Hücrede Karmen (1998).

ROMAN: Garipler Sokağı (1950), Suçumuz İnsan Olmak (1957), İnsan Bir Ormandır (1975), İki Roman (Suçumuz İnsan Olmak ve İnsan Bir Ormandır’ın birlikte basımı, 1982), Düş Ekmeği (1983), Batık Bir Gemi (1997), Aşksız İnsanlar (2003).

ANI: Şair Dostlarım (1964), Anı Değil Yaşam (1985), Kırmızı Tenteli Tramvay / Babıali’de 50 Yıl (1993), Şairlere Ölüm Yok (1994), Şairler ve Ben (Şairlere Ölüm Yok ve Şairlerle Söyleşiler adlı kitaplarının birleşimi, 1999), Cüce Çeşme Sokağı Nerde? (anılar + albüm, 2001).

ÖYKÜ: İlkyaz Devrimi (2000).

DENEME: Konumuz Edebiyat (1968), Yazmak Yaşamak (1972), Ölümsüz Oyun (1974), Atatürk Yaşadı mı? (1975), Zaman Sensin (1977), Yaşasın Edebiyat (1977), Gençler Bize Bakıyor (1978), Temmuz Serçesi (1978), Yaşamı Yeniden Kurmak (1979), Atatürkçülük Savaşı (1981), Atatürk Bir Gün Gelecek (1981), Önce Şiir Vardı (1982), Dünyaya Açılmak (1982), Vatan Mahzun Ben Mahzun (1983), Yaşayıp Görmek (1984), Geçmişin İçinden (1985), Yarınlar Hesap Sorar (1986), Susmak ve Konuşmak mı? (1987), Tarih En Büyük Yargıç (1987), Bir de Simit Ağacı Olsaydı (1990), Yüzyıldır Umutsuzluk (1991), Senin Adın Aşk (1993), Önce Aşk (1993), Güzel Düşlerin Sonu (1994), Şarkılarına Kadar Mahzun (1997), Sözcüklerle Yolculuk (1998).

GÜNLÜK: Günlerde I (1968), Anılarda Görmek (1967-1969; 1972), Geçmişin Kuşları (Günlerde ve Anılarda Görmek’in birlikte basımı, 1965-1969; 1974), Yeryüzü Korkusu (1970-1973; 1974), Anılarda Görmek / Günlük I (1965-1967; 1989), Geçmişin Kuşları / Günlük II (1968 -1969; 1994), Yeryüzü Korkusu / Günlük III (1970-1975), 80’lerde Bir Yazar / Günlük IV (1980-1983; 1994).

İNCELEME: Dost Kitaplar (1967), Çağdaş Dünya Edebiyatçılar Sözlüğü (1967).

GEZİ: Hiroşimalar Olmasın (1976).

KAYNAK: Mustafa Baydar / Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar (1960), Yaşar Nabi / Edebiyatçılarımız Konuşuyor (1976), Mahir Ünlü - Ömer Özcan / 20. Yüzyıl Türk Edebiyatı 3 (1990), Oktay Akbal / Anı Değil Yaşam (1990), Asım Bezirci / Oktay Akbal (1991), Turhan Günay / Batık Bir Gemi (Cumhuriyet Kitap, 21.1.1999), TBE Ansiklopedisi (2001), Memet Fuat / İncelemeler (2002), Nevzad Sudi / Küllük Anıları (2004), Nadir Gezer / Oktay Akbal’ın Yazın Serüveni (Cumhuriyet Kitap, 4.11.2004), İhsan Işık / Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, 2009) - Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013), Yazar Oktay Akbal yaşamını yitirdi (DHA, 28 Ağustos 2015). 

BİZANS DEFİNESİ

Ama nasıl bir heyecan ve umut içinde didinir dururduk! Arasıra hatırlıyorum; büyük ağabeyimin elinde kazma, ortancada kürek, küçüğünde sönük bir gaz lâmbası, onlar önden, ben birkaç adım geriden o korkunç mağaradan içeri giriverirdik. Önce ağabeylerim biraz aralarında konuşurlar, lâmbanın ışığını karanlık içinde bir gezdirirlerdi. Böcekler, akrepler, örümcekler ve daha bir sürü garip şekilli haşerat aydınlıktan korkup kaçardı. Mağaranın içi uzun bir dehlize benzer, etrafta birtakım acayip şeyler varmış gibi görünür, durmadan tepeden damla damla su sızar, yer daima ıslak olurdu. Ağabeylerim bir müddet etrafı seyreder, lâmbayı koyacak münasip bir yer ararlar, sonra nereyi kazacaklarını kararlaştırırlardı. Küçük ağabeyim: «Bir de şurayı kazsak ha?» derdi. Gösterdiği yer çok karanlık olur, ortanca ağabeyim korkardı; lâmbanın ışığından ayrılmazdı. Aralarında konuşur, hafif sesle bir şeyler anlatırlardı. Sonra yavaş yavaş o karanlık köşeye doğru yürüyüp lâmbanın loş ve kasvetli ışığında kazmaya, küreğe sarılırlardı.

Ben mağaranın kapısı önünde, bir ayağım içeride bir ayağım dışarıda beklerdim. Bir kapkaranlık mağarayı, bir ışık içinde yüzen bahçeyi seyrederdim. Güneş ağaçlardaki eriklerin üzerinde ışıldardı. Komşu bahçeden küçük ağabeyimin sevgilisi «Ayva çiçek açmış» şarkısını bize duyurmaya çalışır, arada bir annem evin penceresinden belirip bana: «Sakın sen içeri girme...» diye seslenip kaybolurdu. Yaz akşamının tatlılığı geniş bahçeye, yeni açmış çiçeklere, meyva dolu ağaçlara sinerdi. Komşulardan birinin kuyudan su çektiği çıkrığın gıcırtısı derinden gelir, bir yandan da ağabeylerimin sesleri, kazma ile küreğin toprağa çarpmasının gürültüsü! işitilirdi.

Sur dibindeki mağara bana korku verirdi. Gündüzleri yalnız başıma kapısından bile bakmak beni ürkütürdü. İçerisi daima karanlıkla, rutubetle, bir sürü bitip tükenmiyen çıtırtılarla dolu olurdu. Geceleri ise bahçeye çıkmak imkânsızdı. Bizans'tan kalma bu surların altında neler olmuş, neler geçmişti! Babam çok defa bu surların hikâyesini alayı, şakayı, mübalâğayı seven güler yüzlü haliyle anlatır, bizleri heyecandan heyecana sürükler, sonra: «Biz de vaktiyle bu mağaradaki defineyi çok aradık. Hele biçare Nihat Bey amcanın ömrü, bu define peşin de geçti» der, bizi sıcak hayallere, bir «Binbir  Gece Masalı» na doğru götürürdü.

Ailemiz kaç  nesil boyunca bu defineyi  aramış! En korkak olanlar bile kazma küreği sırtlayıp, insana  ürperti veren mağarayı altüst etmişler. Arasıra bir şeyler bulmuş, ev halkını heyecana düşürmüşler ama netice daima sıfır olmuş. Babam bu ele geçmiyen defineden bahsederken: «Bu define, sonunda, Nihat Bey amcanın hayatına mal oldu» derdi  Bu söz şaka değildi. Babamın amca oğlu Nihat Bey korkaklığına, zayıflığına, medrese talebesi oluşuna bakmadan, işini, gücünü, derslerini, medresesini bir yana bırakmış, yıllarca Bizans definesi peşinde koşmuş, hayal içinde yaşamaktan bir baltaya sap olmaya vakit bulamamıştı. Ben onu hayal meyal hatırlarım: ufacık bir boyu, aklaşmış saçları vardı, bir de tombul, kalın bacaklı karısı...  Hiç konuşmaz, susar, hep düşünürdü. Bugün yarın defineyi bulup zengin olacağı ümidiyle evden çıkmaz olmuş, bunu iş edinmişti. Aylar, yıllar geçmiş, her gün yarına kalan ve her gün tazelenen bu ümitler, sonunda toz gibi uçup gitmişti. Hayalsever define avcısını bir kış sabahı omuzlar üstünde evden alıp çok uzaklara götürüp bıraktılar.

Babam o zamana kadar gerçekten bir define var sanırmış, fakat amca oğlunun yıllar yılı süren gayretinin neticesiz kalmasından sonra bu masalı aklından çıkarmış, unutmuş gitmiş... «Ben de Nihat Bey gibi yapsaydım,  yanmıştık!» derdi. Ama mağaradaki define onun renksiz, neşesiz, sıkıntılı hayatının bir saadet, ümit ve hayal kaynağı olarak kalmıştı. Arasıra ağabeylerime: «Ne dersiniz, bu pazar bir daha denesek mi talihimizi?» der, içinden kıs kıs gülerdi. Artık biz, dört kardeş heyecanla pazarı beklerdik. Zaten bizim ağabeyler dünden hazırdılar. Durmadan aralarında bir şeyler konuşurlar, habire tatlı hayaller kurarlardı. Bu ümitli düşünceleri geceye, yan yana yer yataklarına uzandıkları zamana bırakırlardı. Tembel bir mektep talebesi gibi gününü geçirip saat dokuza kadar önlerinde bir kitapla çalışır görünüp dalga geçtikten sonra, bu define hayalleri ne tatlı gelirdi onlara kimbilir! Ortanca ağabeyim defineyi büyük, ama çok büyük bir sandık içinde hayal ederdi. İçinde her şey olacaktı: altın kılıç, zümrüt gerdanlıklar, yakut yüzükler, inciler, daha neler neler... «Ama» derdi, «O koca sandığı ufacık kapıdan, nasıl, çıkaracağız?» Düşünekalırdı. Sandığı yan çevirir, başaşağı yapar, bir türlü mağaradan dışarı çıkaramazdı; nihayet içindekileri oracığa döker, sonra onları teker teker mağaradan dışarı taşırdı. Daldığı hulya içinde, «Ah» derdi, «Ah!» ötekiler daha gerçek düşünürlerdi. Büyük ağabeyim mağaranın kazılmadık, el değmedik bir yerini bulmaya çalışır: «İstanbul  alınırken o. telâş içinde herifler hazineyi pek uzağa götüremezlerdi, her halde mağaranın  ağzına gömüvermişlerdir» derdi.

Günler geçip gider, pazar gelir, öğleye kadar mutfakta börek pişiren babamın etrafında dört dönerdik. Öğle yemeği telâş içinde yenir, son lokma yutulur yutulmaz hep birden yerimizden fırlardık. Babam eline bir kazma alırdı. Yavaş yavaş mağaraya doğru yürürdük. Babam mühim bir iş yapıyormuş gibi etrafı dinler, düşünür taşınır, sonra: «Bir de şurayı kazalım» derdi. Hep birden işe bir girişirdik! Bana pek iş düşmezdi ya, ben de seyreder, heyecanlanırdım. Derken on dakika geçiverir, ter içinde kalan babam bir bahane uydurur: «Ben şimdi geliyorum, siz kazadurun» deyip eve girer, tabiî bir daha da çıkmazdı. Ama biz dört kardeş akşamlara kadar uğraşır, didinir, toprağı kazmalarla küreklerle altüst eder, böcekleri ezer, örümcekleri kaçırtır, akrepleri ürkütür, geceye doğru yorgun ölgün, fakat bir dahaki pazara içimiz ümitle dolu olarak eve girerdik. Asla bezgin, ümitsiz olmazdık; içimiz zengin, sonu gelmiyen hayallerle dolar taşardı. Geceleri rüyalarımızda servet içinde, altınlar, elmaslar, zümrütler içinde yüzer, kendimize otomobiller evler, yalılar, kayıklar, pastalar, uçurtmalar ,parlak bilyalar, 5 numara futbol topları alırdık.

Ne oldu bilmiyorum, bir gün komşulardan biri, mağaranın tekin olmadığını, geceyarıları oradan sesler geldiğini söylemişti. Belki bunları bizi korkutmak için uydurmuştu. Babam hemen onu duyar duymaz bir masal yaratıvermişti: Sözde o hazine ile bir Bizans prensesi de oraya gömülüymüş, filimlerdeki gibi, babasının düşmanı olan bir adamı sevmiş diye o prensese bu cezayı vermişler, onu bütün servetiyle birlikte oraya gömmüşler... Bunu babam öteden beri bilirmiş, bizi korkutmamak için söylemezmiş, günün birinde prensesin tabutunu da hazine ile birlikte bulacakmışız... Tabiî hepimizin uykuları kaçıp gitmişti. Prensesi canlı canlı mı gömmüşlerdi, yoksa mumyalamışlar mıydı? Geceleri mezarından kalkıp bahçede geziyor muydu? Bizim ağabeyler geceleri bahçeye bakan odalarında başları yorganlarının içinde uzun geceler boyunca hep Bizans prensesinden bahsettiler. 'Bir tanesi tarih kitabından Bizans faslını bir kere okumuş, hep dinlemişlerdi. Hani neler de olmamıştı o sıralarda!

Uzun zaman mağaraya yaklaşmaktan korktuk. En cesurumuz olan küçük ağabeyim bile geceleri su çekmek, kömür taşımak için bahçeye adım atmaz oldu. Ama gün geçtikçe, bu çekingenlik ve ürkme duyguları hafifledi, eski ümit ve hayaller kat kat artmaya başladı. Yeniden mağarada Bizans prensesini ve hazinesini, o sıralarda oynayan esrarengiz bir filimdeki gibi, heyecan ve korkuya rağmen aramaya koyulduk. Hepimiz bir macera filminde oynayan birer kahramandık sanki. Günlerce kürek sallamaktan yorulduk, bittik, harabolduk ama, usanmadık. Teneke parçaları, eski terlikler, paslı bıçaklar, çatallar bulduk ama, ne prenses, ne de defineden bir iz...

Çocukluk yıllarım boyunca süren bu telâşlı, heyecanlı, umut içindeki didinmelerimizi şimdi acı bir sevinçle hatırıma getiriyorum. Hayallerimi durmaksızın besliyen bir şeyler vardı o zaman. Olur olmaz şeylerdi ama, aldanmak iyiydi. Babamın her pazar kürek sallaması, sık sık defineden, prensesten, onu bulunca yapacağı işlerden, alacağı yalıdan, açacağı sinemadan, biz dört kardeşe mahsus yaptıracağı hususi locadan bahsetmesi, yani bile bile kendini aldatmak istemesi gibi, biz de aldanmak istiyorduk. Bizim böyle bol hayallerle yüklü bir Bizans definesi masalına ihtiyacımız vardı. Onu biz yaratıyor, kendimizi belki de istiyerek aldatıyorduk. Bilerek aldanabilmek saadeti yok şimdi! Bu artık uzun, çok uzun yılların, o çocukluğun uzak, çok uzak, bir rüyada görülmüşe benziyen günlerinde ve gecelerinde unutuldu kaldı. Umudunu, hayalini, tesellisini bana verecek ne bir Bizans definesi, ne de onun heyecaniyle titriyen o günlerin insanları var... Kimi bilinmiyen diyarlara gitti, kimi de bambaşka bir insan halinde içimizde, ama onlarda o eski zamandan bir iz aramak beyhude... İşte biri de benim! Şu satırları karalıyan adam. Yaşamak için, günlerini geçirmek için yeryüzünde var olmıyan bir Bizans definesi hayali arayan ve bir türlü bulamayan.

 

KİBRİT ALEVİ

Sıkıntılı bir düşünceden silkinerek kurtuldum. Gün sona eriyordu. Güneşin son kırıntılarını da, karanlık, teker teker yuttu. Dakikalardan beri içinde bulunduğum bu küçük bekleme kulübesi ile üstünde oturduğum tahta kanepe bana gittikçe daha sıkıntı vermeye başlamıştı. Cebimden saatimi çıkardım. Kulübenin içine, pencereden ince bir dal gibi uzanıp kalmış son güneş ışığının altında, zamanı anlamaya gayret ettim. Zahmetim işe yaramadı, saat durmuştu. Canımın sıkıntısı bir basamak daha yükseldi. Karanlık, pencerelerden dolmaya başladı, kulübeyi ağzına kadar doldurdu; hatta kapıdan dışarı bile taştı. İskele üzerinde, ne bir çımacı, ne de bir memur... Uzaklarda ıslıkla çalınan beylik bir şarkı... Karanlıkta boğuldum. Bu renk değişmezliği bana çekilmez, dayanılmaz gelmeye başladı. İçime tahlil etmekten korktuğum hisler birikti... Ayağa kalktım. Birkaç adımda dışarıya çıktım; iskelenin yanındaki rıhtım boyunca dolaşmaya koyuldum.

Etrafta bir insan görebilmek için karanlığı gözlerimin keskinliği ile delmeye çalışıyordum. Küçük Boğaziçi köyü, durgun bir sonbahar uykusuna yatmıştı. Denizde, karanlık daha da korkunçtu. Her dalga ile sanki sarsılıyor, dalgalanıyordu. Bir ayak sesiyle başımı döndürdüm. İskele memuru... Ben ona ne soracağımı düşünürken, o hiç yürüyüşüne ara vermeden: "Son vapur kırk dakika sonra" dedi, yürüdü, gitti. Bir an bu vakti nasıl öldüreceğimi düşündüm. Sonra uzak ufuklardan kopup gelen nemli rüzgâra göğüs gererek durdum. Tekrar bekleme yerine girdim. Pencerenin yanındaki kanepeye oturdum. Yüzümü dışarı dönerek karanlığa kendimi bıraktım. Ara sıra, uzaklardan geçip giden vapur projektörlerinin ürkek ışıkları yüzüme çarpıp geçiyordu.

Vakit, hiç ilerlemiyormuş gibiydi. Başımı içeriye çektim. Koyu karanlık içinde kulübenin bir tarafına -hiç bir şey görmediğim halde- bakmaya başladım. Karanlık, baktıkça daha koyulaşıyor, yoğun bir hal alıyordu. Dakikadan dakikaya bu renk içime doldu, taştı. Korkmaya başladım. Çünkü, o anda, beni yerimden dehşetle sıçratan bir şey oldu. Kulübenin içinde bir alev parlayıp yükseldi.
Bir kibrit çakılmıştı. Kibriti çakandan önce karanlığın perişan surette kaçışmasını gördüm. Karanlık, bir anda çözülüverdi, parça parça oldu. Küçük küçük kara parçalar, duvar diplerinde, tavan köşelerine kanepe altlarına güçlükle kendilerini attı. Her şey bir anda bambaşkaydı.
O zaman bakışlarım kibriti elinde tutan insana saldırdı. Işık titreyişleri altında bir insan yüzü, en keskin hatlariyle ortaya çıktı. Basit bir kibrit ışığı, en usta ressam gibi, üç beş çizgi, iki üç dalgalı alev, birkaç gölgeyle, bir insan yüzünün bütün gerçeğini belirtmişti. İki göz, ışık altında, iri ateş böcekleri gibi parlıyordu. Adam, sigarasını, birkaç kere aleve dokundurdu. Dumanı iyice çekti, sonra ağzından, burnundan dalga dalga çıkardı. Birden yüzünün çizgileri dağıldı; bakışı dumanlandı, yanması sona ermek üzere olan kibriti bana uzattı. Beni görmüştü herhalde.. Soluk pembe iki kalın et parçası, birbiri üzerine birkaç defa konup indi:

-Affedersiniz... Bir sigara içmez misiniz?
Eliyle paketi bana doğru uzattı, bekledi. Hiç cevap vermeden, kolum uzandı, aldığım cıgara dudaklarıma yerleşti. Sonra tükenen kibriti attı. Karanlık eskisinden daha hırslı, odaya doldu. Çok geçmeden yeni bir kibrit alevi odayı aydınlatınca; karanlık yeniden dağıldı... Adam kibriti uzattı, sönen sigaramı yaktı. Bu sefer aydınlıkta onun yüzünü daha iyi görebildim. İri bir burun gölgesi duvara vurmuştu. Kalın kaşları, hafif ışık altında iki misli büyümüştü.
Dudakları memnunlukla bükük, gözleri gülümsüyordu:
-Vapur bekliyorsunuz, değil mi?

Sesi kibrit alevini dalgalandırdı. Işık odanın tavanında sallandı, çalkalandı.
Ben, cevap vermeden, o devam etti:

-Telaşlısınız... Halinizden belli... Vapur beklemek sıkıntılıdır. Acele ediyorsunuz. Evde sizi bekliyenler olmalı. Karınız veya ananız. Her kimse, biri... Biraz geciktiğiniz için üzülüyorsunuz şu anda, değil mi? Siz hiç bir şey söylemeyin, ben tahmin etmeye çalışayım. Sevdiklerinizi özlediğinizi anlıyorum. Rica ederim, siz hiç konuşmayın! Böyle daha iyi... Hem ona lüzum da yok... Bırakın, ben istediğim gibi düşüneyim. Yanlış, doğru...

Kibrit alevi sönmüş, oda yeniden gözgözü seçemez bir hal almıştı. Karanlık arasında sadece onun sesi. Birden, nerden çıktığı anlaşılmayan bir projektör makas gibi odayı bir anda ikiye bölerek kayboldu. Adam konuşuyordu. Benimle değil, kendi kendisiyle konuşuyordu. Benim ona muhatap olmamın tek sebebi, tesadüfen karşısında bulunmamdı..

-Bir insanı seven ve bekliyen, her hareketi üzerinde düşünen başka insanların varlığı... Pencereden yolu gözleyen, sizi arıyan bakışlar... Her kelimenizden m(na çıkaran kimseler... Bu insan elbette mutludur. Ama çoğu zaman bunun değerini bilmez. Siz, belki de onlara, yani sizi sevenlere l(yık değilsiniz. Ben de bir vakitler sizin gibiydim. Beni de sevenler, arıyanlar vardı. Benim de yolum beklenirdi. Şimdi o anları düşünerek üzülmüyorum. Beni seven o insanların kayboluşlarından kederli değilim. O zaman ben, yalnız beni seven insanlara karşı sevgi duyardım. Bu, küçük, basit bir sevgiydi. Karşılıklı bir alış veriş gibi bir şey.. Şimdi o zamanki aptalca düşünüşümü hatırlayarak kendime acıyorum. Artık gerçek sevginin, büyük aşkın ne olduğunu anladım. Şimdi bütün sevgim, insanlara; tanıdık ve yabancı, daha çok yabancı insanlara ait... Ben insanı seviyorum. Seni, onu, şunu... Mutluları, mutsuzları, birbirinden ayırmıyorum. Onların ağlamaları, gülmeleri karşısında kayıtsız kalamıyorum, bütün insanları kendime yakın, ya içimde buluyorum; babam, annem, kardeşim, oğlummuşlar gibi... Kısa boyluları, kısa, uzunlarını uzun oldukları için; bıyıklılarını, bıyıksızlarını, kadınlarını kızlarını, gençlerini, çocuklarını hepsini hepsini seviyorum. Ben onlar için yaşıyor gibiyim.
Bir an sustu:

-İnsanoğlu hiç bilinmiyor, dedi. Birbirlerini de tanımıyorlar. Kimse de onları tanımıyor, anlamıyor. Büyük adam denilen kimselerin, ciltlerce kitaplar dolduran yazarların, insanların üzerine ortaya attıkları fikirler, kanaatler, hep yalan... Hepsi. İnsanların haris olduklarını, kim söylemiş... Bunlar, insanlara tepeden bakan sersemlerin lâfları... Onları tanımaya yanaşmıyan bu kimseler hiçbir zaman insanları anlıyamamışlardır. İnsanlar bütün söylenenlere rağmen çok az şeyle yetinirler. En küçük şeyler onları sevindirmeye yeter. Şu mutluluk sözünün ne boş şeylere dayandığını bilirsin. İnsanları mutlu kılmak kadar kolay bir şey yoktur. Yalnız onlara istedikleri küçücük şeyleri verelim, onlardan bunu esirgemiyelim. Bu sözlerimi bilerek söylüyorum! Çünkü bütün insanlara sevgim var... Hepsini seviyorum.. Hepsi bana yakın... Hepsi benden... Sanki hepsi de benim...

Çok yakından geldiği belli olan bir vapur düdüğü, yalnız pencereden değil, dört duvarı yerinden sarsarak içeri girdi. Son vapur iskeleye yanaşıyordu. Projektörün ışığı odayı parçaladı. Kanepeler, karanlık, karşımda oturan garip adam, her şey birbirine karıştı. Dışarıdan tek tük sesler gelmiye başladı. Ayağa kalktım, memurun açtığı kapıya doğru ilerledim. Birden yolumu kesti, paketini, bir sigara daha almam için uzattı:

-Hiç konuşmayın dedi. Bırakınız adınızı bile bilmeyeyim. Yüzünüzü bile hatırlamayacağım. Ama siz bende, her zaman yaşıyacaksınız. Kim olduğunuzu bilmek istemem. Onu siz gittikten sonra düşünür, bulmaya çalışırım. Ardınızdan sizin için hayal kurar, sizin hesabınıza birçok şey düşünür, evde şu anda sizi bekliyenler kadar ben de üzülürüm. Bana bu yeter...
Bir kibrit çaktı, sigaramı yakmak için alevi yüzüme yaklaştırdı. Işık ikimize de dağıldı. Aynı ışıktan payımızı aldık. Ona bakarken, sanki aynada, kendimi seyrediyormuş gibiydim. Vapurun düdüğü çınladı. Alevi yüzümden uzaklaştırdı:

-Sizi hiçbir zaman unutmayacağım, dedi, hiç bir zaman... Daima düşüneceğim. Karanlık bir gecede bir vapur iskelesinin tahta kanepesinde, bütün düşüncelerimi önüne serdiğim insanı hep hatırlayacağım. Sizin hayatınızı adım adım -kendi dünyamdan- takip edeceğim. Siz bende hergün her gece var olacaksınız. Çünkü siz benim insanlarımdansınız.
Kibriti pencereden gelen rüzgara tuttu, söndürdü. Çıktı, gitti.
İskele memuru vapurun uğrayacağı bir düzine iskeleyi, kimsenin duyup duymadığına aldırmadan, bağırıyordu.

Kendimi güvertede bulduğum zaman vapur epey yol almış, iskele gerilerde sönmek üzere olan bir kibrit başı kadar küçülmüştü. Şu anda onun nerede olduğunu ve ne düşündüğünü merak etmekteydim. Doğrusu onun düşüncelerini, hayallerini kıskanıyordum.
Belki de şimdi kıyı boyunca ilerlerken, bir kibrit alevinin soluk ışığında ahbaplık ettiği insanı düşünüyordu. Hakkımda çeşitli düşünce, fikir ve hayallere ayrı ayrı yer veriyor, yanlış doğru, bunları düşünmeden hayallerini yoruyordu. O, artık istediği gibi düşünebilir, en olmaz hayalleri seçebilirdi. Bu onun elindeydi. Çünkü artık ben, dünyasındaki kahramanlardan, gece gündüz beraber yaşadığı her boyda, her yaşta çeşitli insanlardan bir tekiydim.

                                                                           (Önce Ekmekler Bozuldu, 1946)

OKTAY AKBAL SEKSEN YAŞINDA

Oktay Akbal’ın öykülerini, romanlarını okuyanlar, onun insanın varoluş sorununu, kişiliğindeki çelişkileri nasıl irdelediğini bilirler. Akbal’ın kamerası içine dönüktür, içindeki ormana. Bu orman kimi kez değişik kişiliklerden oluşan bir ormandır: “Sayısını kim bilebilir kişinin içindeki ‘kişiliklerin’?” Kimi kez acıların, anıların gölgelendirdiği alan, bir boğuntu fidanlığı: “Her biri bir acının tohumundan yeşermiş. Göz gözü görmez etmiş. Yolumu kapatmış. Güneşimi saklamış. Sarmaşık gibi incecik dallarla hapsetmişler beni ortalarına.” Bu kişilikler, anılar ormanı Türkiye Cumhuriyeti ile yaşıt bir yazarımız olan Oktay Akbal’ın varoluşunda yer alır. 1958 yılında yayımlanan Berber Aynası’nda, kendi görüntüsü yoluyla geçmişle hesaplaşır: “Yaşamı zaman zaman böyle aynaların önünde, daha doğrusu aynaların içinde duydum. Yıllar geçerdi, yaşamadan yaşardım böylece. Türlü serüvenler olur biterdi İşlere girer çıkardım, kadınlar sever unuturdum, ıstıraplar, sevinçler, mutluluklar, yoksunluklar... Hepsi hepsi ben yaşamadan, yaşadığımı duymadan, bilmeden olur biterdi. Çoğu defa kendimi, zalim bir aynada, bir berber aynasında seyrettiğim zaman buluverirdim.” Bu buluş yazarı tedirgin eder. Kendini berber aynasında gördüğü son günle yaşadığı gün arasında geçenleri düşünür, irdeler. Kişiliğindeki değişikliklerdir irdelediği: “Bir bakıyordum, meğer ne boş, ne gereksiz işlerle zaman harcamışım. Yanlış, çıkmaz yollara sağmışım! Ben o olayların insanı değilim. Olamam. Ben o kadınları sevemem. Yapamam üzerime aldığım bu işleri, bu görevleri!” sonra bütün o beğenmediği işleri yapanın bir başka zamandaki bir insan olduğuna inanır: “Dün, daha önceki gün, Bir hafta, bir ay, bir yıl öncesi var mıydı? Ben yaşammış mıydım? Başka bir bendi o, şu aynadaki değil.” (…)

Öykü, Deneme, Roman Anı

            Oktay Akbal, seksenine bastı ama biliyorum beraberindeki aynada hâla saçı makineye vurulmuş çocuğu görüyor. Bunca öyküyü, anıyı, romanı, denemeyi o yazmamış gibi.hep şaşacak: “Bütün bunları ben mi yazdım? Bir yazar seksen yaşına geldi mi o güzel çocukluk, ilk gençlik günlerine yabancı mı olur? Anılar da eskimez mi? Hiç değilse biçim, anlam değiştirmez mi?” Yazdıklarıyla ilgili en içten, en sağlam değerlendirmeyi de kuşkusuz kendi yapacaktır: “İlk öykülerimle son yazdıklarım arasında bir ayrım varsa yılların kazandırdığı belirli bir ustalığın ağır basmasıdır. Yoksa ben o gençlik öykülerimin insanıyım yine. Ama bugün bu denli içten olamam, bu denli yalın, bu denli arı...”

            Sonra ilk kitabının yazarına, o içindeki insan ormanının yirmi bir yaşındaki barış insanına teşekkür eder: “ ‘Her şey ekmekle başladı ekmekle bitecek’ diyen yirmi bir yaşın insanına teşekkür etmek istiyorum sizin önünüzde.” Bu teşekkür, elbet onun yazarlığının temelindeki varoluş sorunlarından uzak değildir: “O kişi ‘ben’le ne denli benzer, orası hiç mi hiç belli değil!” Oktay Akbal seksenine bastı. Altmış yıldır yazıyor. İnsanın kendi kendiyle boğuşmasını. Ne kaldı bunca yaşayıp yazdığından derseniz, yanıtı o versin: “yazılmışsa, basılmışsa, o günlerde herkese sunulmuşsa ister istemez bir şeyler kalacaktır yaşanmış, duyulmuş anılardan.”

            Nice yıllara Oktay Akbal!..

                                                                                               Sennur Sezer

                                                                                           (Varlık, Ocak 2004)

Yazar: Sennur Sezer

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör