Babanzâde Ahmed Naim

Mutasavvıf, Din Bilgini, Çevirmen

Ölüm
13 Ağustos, 1934
Eğitim
Mülkiye Mektebi (Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi)

Din bilgini, mutasavvıf, çevirmen (D. 1872, Bağdat - Ö. 13 Ağustos 1934, İstanbul). Mustafa Zihni Paşa’nın oğludur. İlk eğitimini doğduğu yerde gördü. Bağdat Rüştiyesi’ (ortaokul)’ni bitirdikten sonra İstanbul’a gelerek Galatasaray Sultanisi (Lisesi)’nde okumaya başladı. Bu okuldan sonra Mülkiye (Siyasal Bilgiler) Mektebi’ne devam etti. İlk memuriyetine Hariciye Nezareti (Dışişleri Bakanlığı) Türcüme Odası’nda başladı. Çalışmalarını daha sonra (1911) yılında Eğitim Bakanlığı Yüksek Eğitim Müdürlüğü’nde sürdürdü. 1912-14 yılları arasında Galatasaray Lisesi’nde ders vermeye başlayarak, burada Arapça derslerini okuttu. Bir süre Eğitim Bakanlığı Telif ve Tercüme Odası üyeliğinde de bulundu. Tercüme Dairesi bünyesinde kurulan Istılahat-ı İlmiye Encümeni çalışmalarına katıldı. Bu kurum tarafından hazırlanıp yayımlanan “Felsefe Istılahları ve Sanat Istılahları” adlı kitapların hazırlanmasında büyük emeği geçti. 1915 yılında Darülfünun (İstanbul Üniversitesi) Edebiyat Fakültesi’nde mantık, felsefe, ruhiyat ve ahlak derslerini okuttu. Bir ara da Darülfünun’da genel müdür olarak görev yaptı. Darülfünun’un 1933 yılında üniversiteye dönüştürülüşüne kadar buradaki görevini devam ettirdi. Yeni kurulan üniversitelere birçok arkadaşı gibi kendisi de alınmadı. Böylece yeni dönemde kendisine görev verilmediğinden emekliye ayrıldı.

Ahmed Naim, Doğu ve Batı kültürüne aşina olduğu gibi; Arapça, Farsça ve Fransızca’yı çok iyi derecede bilmekteydi. Arap edebiyatından seçtiği ve çevirdiği parçaları 1901 yılında “Servet-i Fünun” dergisinde yayımlamaya başladı. Yazılarını “Bedayiu’l-Arab” başlığıyla yayımladı. Bir konuyu yazmadan önce, Doğu ve Batı kaynaklarında iyice inceler, daha sonra kaleme alırdı. Çevirilerinde de eleştiri ve tercihlerini kullandı. Kuru bir çeviri yapmaktan kaçınarak taklitçiliğe sapmadı. Çevirilerde çok önemli bir durum sunan terimin tam karşılığını bulma konusunda çok titiz davrandı. Çevirilerindeki titizliğini ve başarısını Georges Fonsgrive’in psikoloji kitabını Türkçeye çevirmede de gösterdi. Bu eseri dilimize “İlmü’n-nefs” adıyla çevirmişti.

Ahmed Naim, hem çevirilerinde hem de yazdığı eserlerinde dili iyi kullanma becerisini gösterdi. Arapça öğreniminde olduğu gibi hadis (peygamberin sözleri) ilminde de zamanın koşullarına uygun usullerin kullanılması gerektiğini savundu. Türkçeyi çok güzel ve ustalıkla kullanmasına karşın, Arapçacı olmakla suçlanıp eleştirildi.

İstikrarlı (düzenli) bir hayat yaşayan Ahmed Naim, güzel becerileri ve fikirleri, kimden gelirse gelsin, takdir edip benimseyen, değerbilir bir kişi olarak tanınırdı. Kendi yeteneklerini olduğunca gizlemeye çalışır, kibirden uzak dururken, düşmanlarında bile olsa, onların becerilerine değer verip destek olurdu. Yaşarken çok iyi dost, ölümünden sonra ise mezar komşusu olduğu Mehmet Akif Ersoy’dan büyük övgüler almıştır. Akif onu; dinlemesini bilen, sorulmadıkça bildiklerini söylemeyen, sözü senet olacak kadar güven duyulan bir adam olarak tanımlardı.

Ahmed Naim’in çok hoşlandığı şeylerin başında ilim ve irfan sahibi kimselerle sohbet etmek gelirdi. “Risale-i Nur”da, Bediüzzaman’ın sohbet arkadaşları arasında adı geçmektedir. İkinci Meşrutiyet döneminin yaşandığı ve bilimsel tartışmaların, yayınların adeta doruk noktada bulunduğu bu zaman içinde, özellikle İslam’a karşı yapılan örtülü ve açıktan saldırılara karşı, ileri gelenler, düşünce alanında büyük savaşım vermekteydiler. Ünlü bilginler, bu maksatla sık sık bir araya gelerek bilimsel tartışmalarda ve sohbetlerde bulunurlardı… Aynı zamanda mutasavvıf olan Ahmed Naim Bey, Fatih türbedarı Ahmed Amiş Efendi (1807-1920)ye bağlanmıştı. Tunalı olan Amiş Efendi, İstanbul’a görevli olarak gelerek, yüksek bir paye olan Fatih türbedarlığı ile taltif edilmiştir. Aslen Şabaniye tarikatına mensuptu. Naim Bey, Amiş Efendi’nin ölümü ile halifesi Kayserili Mehmed Tevfik Efendi’ye bağlanmıştı. Onun tasavvuf dünyası renkliydi denilebilir. Menemen Şehidi Esad Erbili ile de muhabbeti vardı. Ünlü araştırmacı Osman Ergin, Naim Bey’i yakinen tanırdı. Amiş Efendinin etrafındaki kişiler ile tasavvufa dair kimi konular hakkında farklı düşündüğünü şöyle anlatır:

“Ahmed Naim sağlam bir şeriat ve fıkıh bilgisine sahipti. Bazı tasavvufi meselelerin cahil ve kaba sofular arasında anlaşılması ve anlatılması kendisini korkutuyor, bu fikirlerin ulu orta söyleniş ve yayılışından İslam dini zarar görür diye özel tartışmalarda bile bu mevzulara girmek istemiyordu. Abdülaziz Mecdi Efendi’nin meclisinde bu tür meseleler konuşulunca Naim Bey karşı ve çekingendir.”

Felsefe bilimiyle de uğraşan Ahmed Naim, Batılı iki-üç filozof dışındakiler tarafından Allah’ın varlığının inkâr edilmediğini belirttir. Bu yüzdendir ki, Tevfik Fikret’in dalalete (aymazlığa) düşmesine anlam veremezdi ve bu durumu, felsefe biliminde olgunlaşamamasına bağlardı. Abdullah Cevdet’i de; büyük manevi değer ve destekten mahrum, bedbaht (mutsuz), ölmeye mahkûm bir kimse olarak tanımlardı.  

Ahmed Naim’in, üstün bir kişilik olduğu Ali Ulvi Kurucu’nun anılarında da karşımıza çıkmaktadır. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi tarafından hazırlanan ve ayan (senatör) olması istenenler arasında kendi adının da olduğunu öğrenince, sabahın erken saatinde hocanın evine gitti ve hemen söze girerek duyduklarını anlattı: “Âyan listesi hazırlanmış, benim de ismimi koymuşsunuz. Memlekete kaht-ı rical (yetkin insan yokluğu) mi geldi efendim? Ben kim oluyorum ki âyan olayım? Ben bu parayı nasıl çocuklarıma yedireceğim?” diyerek, büyük bir engin gönüllülük örneği ve takva (haksızlıktan kaçınma) sahibi olduğunu göstermişti.

Irkçılık konusunda da çok duyarlıklı olan Ahmed Naim, yazdığı makalelerde, İslâmlığın önemli esaslarından birisinin “Müslümanlar kardeştir” ilkesi olduğuna vurgulardı. Bir ulusun arasında milliyetçilik ile ırkçılığın engellenmemesi durumunda, o ulus arasında kardeşlikten eser kalmayacağını ve yaşamasına da olanak bulunmayacağını ifade ederdi. Bu konudaki samimi ve hassasiyetine karşılık; Türkçülük akımına karşı çıkması ve bu akıma cephe alması, Türk olmamasına bağlanmaya çalışıldı. 13 Ağustos 1934’te yaşamını yitirdi. Ölümü üzerine mersiye (övgü) yazan Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin oğlu İbrahim Sabri Bey duygularını;

“Yurdun harabesinde bir zelzeleye meşhur

Bir burç düşmüş olmaz hâk ma’mur.

Bir ruh Arş’a çıkmış, bir ruh kırmış arzı,

Ölmüş Nâim Bey eyvah, sönmüş vatanda bir nur”

dizeleriyle dile getirmişti.

Babanzâde Ahmed Naim, Osmanlının son ve çalkantılı döneminde yaşamış, önemli fikir adamlarımızdan Babanzâde Ahmed Naim, aynı zamanda müderris (öğretim üyesi) ve mütercim (çevirmen) olarak hizmet görmüştür. Süleymaniye kökenli Babanlar veya Babanzâdeler olarak bilinen aileye mensuptu. Babanzâde Ahmed Naim olarak tanınmıştır. İkinci Meşrutiyet döneminde doruk noktaya ulaşan fikri mücadelelere katılmış, yayın yoluyla İslama hizmet etmeye çalışmıştır. Ömrü boyunca çok sağlam bir karakter örneği sergilemiş ve içtenlikli bir dindar olarak tanınmıştır. Birkaç dil bilen, Doğu ve Batı kültürüne hakim, önemli bir bilgi birikime sahip olmasına karşın hiçbir zaman kibirlenmemiş ve alçakgönüllü kişiliğini hep korumuştur. Başta “Sırat-ı Müstakim” ve “Sebilürreşad” olmak üzere muhtelif dergilerde telif ve çeviri birçok makalesi yayımlanmıştır. Hocalık yaptığı dönemde ders olarak okuttuğu ve daha sonra kitap olarak yayınlanan eserleri de vardır.

BAŞLICA ESERLERİ:

TELİF: Sarf-ı Arabiye Mahsus Temrinat, Mebadi-i Felsefe’den İlmu’n-Nefs, İslam’da Davay-yı Kavmiyyet, Hikmet Dersleri, İlm-i Mantık, Tevfik Fikret’e Dair, Ahlak-ı İslamiyye Esasları, Genel Çizgileri’yle İslam, Hadis Usulü ve Istılahı.

ÇEVİRİ: Kırk Hadis (Nevevi’den), Hadis-i Erbain Tercümesi, Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercüme ve Şerhi, 

KAYNAKÇA: Muallim Cevdet / Müderris Ahmed Naim (1935), İsmail Kara / Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi (1. cilt, s. 273-304, 1986), Hadi Ensar Ceylan / Babanzâde Ahmed Naim (Vaha, 17 Şubat 2007), Hüseyin Hansu / Babanzâde Ahmed Naim (2007), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, 2007) – Ünlü Fikir ve Kültür Adamları (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 3, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013).

NİYE MİLLİYETÇİLİĞE KARŞIYIM?

Benim ırkçılığa, milliyetçiliğe  niye şiddetle karşı olduğuma dair hatıralarımı anlatayım. Çocuktum, 12-13 yaşlarında. Okumayı severdim, derslerimde başarılıydım. Daha da erken yaşlarda okuma maceram başlamıştı. Rahmetli babam, memuriyet hayatı sürgünlerle geçmiş bir devlet memuruydu. Bunun nedeni, yani suçu namazını kılması ve çocuklarını İmam Hatip Okullarında okutmasıydı. Hatta bir keresinde büyük abim imam hatip okulunda okuduğu için babamın sürgün yeri İmam Hatip Okulu olmayan bir yer olmuştu. Neyse, böyle bir iklimde büyüdük ve dinimizi erkenden anlamamız için uygun bir vasat oluştu. İlk okuduğum kitaplardan birisi babamın kütüphanesinde bulduğum "İslam ırkçılığı meneder"isimli kitaptı. Buhari mütercimi çok kıymetli bir ilim ve amel adamı ve aynı zamanda şair Mehmet Akif'in can dostu Babanzade Ahmet Naim'in kitabıydı bu. Bundan 40 yıl öncesi pek telif eserin olmadığı o yıllarda okuduğum 19. yüzyılın sonlarında yazılmış bir kitaptı eser. Bu kısa kitabı okuduğum zaman hayatım boyunca unutamayacağım birşey öğrendim. Öğrendiğim bu din, ırkçılığı, milliyetçiliği şiddetle men ediyordu. Bir ırkın, bir başka ırkı aşağılaması, dışlaması, ötekileştirmesi anlamındaki bir anlayışı bu din kabul etmiyordu. Daha sonraları öğrenecektim ki Mehmet Âkif’  “ashab'dan sonra en sevdiğim adam” dediği Naim’le dostluğunu kırk iki sene devam ettirmişti. Örnek bir dindar olan Naim vefat ettiği gün Âkif, ‘Evim barkım yıkıldı, altında kaldım.’ diyecekti.

Daha o günlerden dinde milliyetçiliğin olamayacağını anlamıştım. Büyüdükçe okuduğum ayetler ve olaylar bu inancımı daha da pekiştiriyordu. Kur'anı okuduğumda Rum suresi 22. ayete geldiğimde bir kez daha ürperdim. Zira Allahü teala bırakın milliyetçiliği yasaklamayı, farklı ırkları yaratmasını, varlığının ve birliğinin bir delili olarak sunuyordu insanlara. Allah insanların farklı ırkları görerek, dünyadaki çeşitliliğin kendisinin bir lütfu ve ona olan inancın bir delili olduğunu görmesini istiyordu. "Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır." (Rum:22) Bu, benim bu dinin bir başka milliyetin dışlanmasının ne kadar gayrıislami olduğu yönündeki fikirlerimi pekiştirmişti. Kendime söz verdim şiddetle hep milliyetçiliğe karşı çıkacaktım.

 Ardından bir başka temel Kur'ani olay; Şeytan'ın Cennet'ten kovuluş sahnesi. Şeytan ateşten yaratıldığını ve çamurdan, topraktan yaratılan insan'a karşı üstün olduğunu ve emredildiği saygı hiyerarşisine uymayacağını söylüyordu ve Allah onu Cennet'ten kovuyordu. İlk olarak yaratılışını ileri sürerek üstünlüğünü iddia eden varlık Şeytan'dı ve ilk büyük Allah'a  karşı çıkış yaratılış özelliğinin, üstünlük vesilesi olduğu iddiasıydı. İlk milliyetçi, ilk ırkçı Şeytan'dı. Bu Allah ve İslam düşmanının yolundan gitmek ise benim affedemeyeceğim, kabul edemeyeceğim bir yoldu. 

 Daha o zamanlardan, çocukluk yaşlarımdan  ülkemde uygulanan ırkçılıklara şiddetle karşı çıkıyor ve sapkınlıkların nedeni görüyordum. "Ne mutlu, Türk'üm diyene, Bir Türk cihana bedeldir" sözleri eğitim kurumlarında her gün tepemde zonkluyordu ama ben buna içimden yüksek bir isyan ile karşı çıkıyordum. Biraz daha büyüyünce sistemin bana dayattığı bu zulmün büyük bir haksızlığa ve acıya neden olduğunu görmeye başlamıştım. Bu ülkede tüm ırklar tek bir ırkın potasında eritilmeye çalışılıyordu. Dayatılan ırkçılığın bir büyük sorunu, Kürt sorununu ortaya çıkardığını görmem fazla zaman almadı. 

 İslami bir anlayış içinde şiddetle karşı çıktığım milliyetçiliğe yeni bir kavramla tanıştığım sırada daha şiddetle karşı çıkmaya başladım. Bu kavram  insan haklarıydı. Bir insan hakları derneği olan  MAZLUMDER'in Kocaeli şube başkanlığını üstlenmiştim ve tarihi, sosyolojik gelişimiyle insan hakları alanını araştırmaya başlamıştım. İnsan hakları da tıpkı İslami anlayış gibi ırkçılığın, milliyetçiliğin ne denli yanlış bir anlayış olduğunu bana tekrar hatırlatıyordu. İnsan hakları konusunun da baş sorunlarından birisi milliyetini diğerlerinden üstün görme anlayışıydı. Bu anlayış, bir kısım insana hakların kendisine ait olduğu, diğer milliyetlere hak vermenin bir ihsan, bahşiş olduğu anlayışını telkin ediyordu. Bu yüzden dünya üzerinde büyük zulümler yaşatılıyordu, en şerefli mahluk olan insan, insan kardeşine yapmadığı zulmü bırakmıyordu. Bunun örneği ülkemde Kürt sorunu olarak açığa çıkıyordu. Yıllarca gasp ettikleri Kürtlerin haklarını T.C devleti hak üzere vermeye yanaşmıyordu. Ülke ayrımcılık, çatışma, savaş, huzursuzluk, toplumsal kaos ve nefretin artışından kurtulamıyordu.

T.C devleti kendi yaptığı zulüm yetmezmiş gibi toplumu, hatta milliyetçilikten en uzak durması gereken dindar topluluğu da menhus anlayışıyla iğfal ediyordu. Artık milliyetçilik toplumsal bünyeye nüfuz etmiş, bilinçaltlarına saklanmış, bünyenin zaafiyet gösterdiği her anda ortaya çıkan bir mikrop hüviyetini almıştı. İnsan hakları alanında faaliyet gösteren, üyelerinin çoğunun dindar olduğu MAZLUMDER'de hem yönetim planında devletin uygulamalarıyla kafa kafaya çatışıyor ve maalesef hem de dindar camianın bünyesine işlemiş milliyetçilik hastalığıyla mücadele ediyorduk. Dini sağa yaslanarak milliyetçi bir açıdan öğrenen dindarlar bu ilk öğrendikleri anlayıştan ayrılmayı rijid bir refleksle reddediyorlardı. "Kim bir müslümandan bir sıkıntıyı giderirse, Allah Teâlâ o kimsenin kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir" peygamber sözünü bilen Müslümanlar, kardeşleri Kürtlerin sıkıntısına  bigane kalıyorlardı.

Niye milliyetçiliğe karşı olduğumu, ancak bu karşı oluşun bir o kadar hassaten dindar camiada yankı bulamadığını anlatışımızın kısa öyküsü bu. Uzun öyküsünü ve uğradığım hayal kırıklıklarını yazmaya kalksam sayfalar almaz. Son zamanlarda duraksayan çözüm süreci sonrası bunların örneklerini  tekrar yaşadığım ve yıllardır yaşadığım hayal kırıklıklarını hatırladığım için bunları yazdım. Bir çatışma havasında İnanılmaz derecede milliyetçi refleksler veren ve sorunun çatışmayla değil sorunu yok etmeyle çözüleceğini yıllarca anlamayan insanlarımız ah o insanlarımız... Bir sorunun nasıl çözümleneceğini bilen ama uygulamaya yanaşmayan ve tabiilerini de bu konuda yanıltan bir sisteme ve camiaya isyanım bundan. 

Sorunun temeli buradadır, milliyetçilik hastalığının sorgulanmamasıdır. Çatışmaların yoğunlaştığı, milliyetçiliklerin kuvvetlendiği bir günde bunları hatırlatmak şimdi bir naiflik belki. Ancak sorunların temelinde çatışmalara varmadan sorgulanması ihmal edilen bu anlayış var maalesef. Ancak yaşadığım hayattan örneklerle hissettiklerimi anlatmak bir insanlık borcumdur ve selim bir akılla bunları akledecek bir tek insan çıksa  bile bu çabama değer.

KAYNAK: Niye milliyetçiliğe karşıyım? (www.omerfarukgergerlioglu.com, 8.8.2015).

Yazar: Ömer Faruk Gergerlioğlu

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör