Nâbizade Nâzım

Roman Yazarı, Öykü Yazarı, Yazar

Doğum
Ölüm
06 Ağustos, 1893
-
Eğitim
Mühendishane-i Bern İdadisi (lise), Erkân-ı Harbiyye (Harp Akademisi)
Diğer İsimler
Ahmet Nâzım

Hikâye ve roman yazarı (D. 1862, Nişantaşı / İstanbul - Ö. 6 Ağustos 1893). Tam adı Ahmet Nâzım’dır. Babası İstanbullu Nâbi Bey’dir. Annesini küçük yaşta kaybetti, üvey anne ve dadısının elinde büyüdü. İlköğrenimine Tophane’de Defterdar Mahalle Mektebinde başladı ve Fevziye Rüştiyesinde (ortaokul) devam etti. 1876’da Beşiktaş Askerî Rüştiyesine verildi, 1878’de Mühendishane-i Bern İdadisine (lise) geçti ve buradan topçu mülâzım-ı sânisi (teğmen) olarak (1884) mezun oldu. Erkân-ı Harbiyye (Harp Akademisi)’ye girdi. Bu okuldan erkân-ı harb yüzbaşısı (kurmay yüzbaşı) olarak (1886) diploma aldı. Askerî okullarda matematik, istihkâm ve topoğrafya öğretmenliği yaptı. 1889’da kolağalığına (önyüzbaşı) yükseldi. Genelkurmay Başkanlığında görev alıp iki yıl kadar Suriye’de bulundu. 1891’de evlendi. İstanbul’a dönüşünden bir süre sonra evliliğinin ilk yıllarında kemik veremi teşhisiyle Haydarpaşa Askerî Hastanesine yatırıldı. Bir yıl tedavi gördüyse de kurtulamadı, aynı hastanede öldü. Üsküdar Karacaahmet Mezarlığında Miskinler Tekkesi’nden Saraçlar Çeşmesi’ne inen yol üzerinde toprağa verildi.

İlk edebiyat zevkini, Beşiktaş Askerî Rüştiyesinde Arapça, Farsça ve Fransızcayı iyi bilen, ayrıca divan şiir geleneği içinde yetişmiş bir şair olan edebiyat öğretmeni Muallim İbrahim Cudi Efendi’den aldı. İlk yazısı, 1880’de “Mühendishane Mektebi şakirdanından A. Nâzım” imzasıyla Vakit gazetesinde çıktı. Bir yıl sonra Ceride-i Havadis gazetesinde “Hoşnişin veya Cihanda Safa Bu mu?” adlı manzum piyesi yayımlandı. Daha sonra şiir, yazı ve öykülerini; Hazine-i Evrak, Mirat-ı Âlem Rehber-i Fünun, Afâk, Berk ve Servet-i Fünun gibi dönemin önde gelen edebiyat dergileriyle Servet, Mürüvvet ve Tercüman-ı Hakikat gazetelerinde yayımladı. Nâbizade Nâzım, edebiyata şiirle başladı denebilir, bu ilk denemelerini Heves Ettim (1885) adlı şiir kitabında yayımladı. Bu ilk şiirlerde İsmail Safa, Menemenlizade Tahir ve Muallim Naci’nin etkisi vardır. Öğretmenliği sırasında kimya ve cebir kitapları da yazan Nâzım, sonradan hikâye yazmaya başladı ve o yıllarda edebî çevredeki tartışmalara da Râvî takma adıyla katıldı. Dil ve edebiyat üzerine özellikle 1891’den sonra Servet-i Fünûn dergisinin “Tahlilat-ı Edebiye” (Edebiyat Çözümlemeleri) sütununda Fuzulî ve Nedim gibi önde gelen Divan şairleri hakkında yayımladığı incelemeleriyle dikkat çekti. Yine buradaki sütununda, “resim altı şiir”in ilk örneklerini de o verdi.

Özellikle V. Hugo, A. de Musset, Chateaubriand, A. Dumas ve L. Büchner gibi tanınmış Batılı yazarlardan yaptığı çevirilerle Türk okuyucusuna Batı edebiyatını tanıtma yolunda hizmet etti. Daha çok hikâye ve roman türünde eserler verdi. Özellikle bu türlerin Batıdaki durumu ve gelişmesi ile yakından ilgilendi, o yıllarda Avrupa’da geniş yankılar uyandırmaya başlamış olan realizm (gerçekçilik) ve natüralizm (doğalcılık) akımlarını tanıdı ve benimsedi.

Zehra romanı ve köy hayatının ilk kez anlatıldığı Karabibik adlı uzun hikâyesiyle Türk edebiyatında gerçekçilik akınının öncüleri arasında yer aldı. Karabibik için yazdığı mukaddime (önsöz, giriş) ile edebiyatımızda gerçekçilik ve doğalcılık akımını haber veren bir yazar olarak belirginleşti. Söz konusu mukaddimede: “E. Zola, A. Daudet gibi realistlerin, yani hakikiyyunun romanları hep fuhşiyat ile mâlîdir zannında bulunanlar Karabibik’i okuduktan sonra zanlarını tashih edeceklerdir sanırım.” diyerek amacını açıkladı. Yenileşen Türk edebiyatının 1880 sonrası yetişen temsilcilerinden sayıldı. Servet-i Fünûn dergisinin ilk yazarlarından olup ilk hikâyesi “Seyyie-i Tesamüh” bu dergide yayımlandı. Edebiyatımızda gerçekçi romanın ilk örneği sayılan Zehra da ölümünden sonra bu dergide (1895) tefrika edildi. Bu romanda; Şehzadebaşı’ndaki tiyatrolar, İstanbul tulumbacılarının hayatı, cinayet kovuşturması gibi konularda birtakım araştırmalara, yer yer psikolojik inceleme ve gözlemlere de başvurdu. Zehra’nın, içerdiği psikolojik çözümlemeler dolayısıyla Namık Kemal’in İntibah’ı ile Servet-i Fünûn dönemi romanları arasında bir aşama oluşturduğu ileri sürüldü. Roman, dönemin yaygın eğilimi dolayısıyla entrika öğesine çok yer verilmesi ve trajik bir biçimde sona ermesi nedeniyle eleştirilse bile, devrine göre modern bir eserdir.

“On üç yıllık kısa ama yoğun yazı hayatından, ‘ara nesil’den olup da arada kalmayan, edebiyat kubbesinde hoş bir seda bırakabilen Nâbizâde Ahmed Nâzım, daha uzun yıllar Türk öykücülük tarihi için ‘müsmîr’ bir fener olmaya devam edecektir.” (Ömer Lekesiz)

“O dönemde bu edebî türleri yeni yeni tanımaya başlayan ve romantizmin büyüsü ile beslenen Türk okuyucusunun durumunu göz önüne alarak, yer yer hikâyelerinde romantik unsurları da işleyen yazarlar, Seyyie-i Tesâmüh adlı hikâyesi ile Zehra romanında realizmi uygulama çabasına girmiştir. Hele Zehra, bu yolda yazarı bazı gözlemlere götürmüştür. Tulumbacıların hayatı, Şehzadebaşı tiyatrosu, cinayet kovuşturması bu gözlemlerin ürünleri olarak nitelenebilir. Ayrıca vakanın “kıskançlık” gibi karmaşık bir psikolojik unsur üzerine kurulması, yazarı psikoloji incelemelerine götürmüş ve bu yoldaki çözümlemeler okuyucuyu sıkmadan sonuca ulaştırılmıştır. Bu da yazarın ne kadar realist bir tavır içinde olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.” (İsmail Parlatır)

“Karabibik (1893), köy hayatını ve sorunlarını doğrudan ele alan ilk eserimizdir. Gerçi değişimin kendisi yoktur Karabibik’te, ama toplumun değişim eşiğine geldiğini galiba görmüştür Nâbizade Nâzım, gördüklerini de sakin bir dille anlatır. (…) Hristiyanların güç sahibi oluşları, kadınlarındaki serbestlik millî iktisat politikalarının ve kadın merkezli modernleşmenin yakında başlayacağını haber verir gibidir.” (Necati Mert)

ESERLERİ:

ŞİİR: Hatıra-i Şebâb (1880), Heves Ettim (1885), Mini Mini Yahut Yine Heves Ettim (1886).

HİKÂYE: Yadigârlarım (uzun hikâye, 1886), Zavallı Kız (1889), Bir Hatıra (1889), Karabibik (1890, sad. Hakkı Tarık Us, 1944), Sevda (1890), Hâlâ Güzel (1890), Hasba (1891), Seyyie-i Tesamüh (hoşgörünün kötülüğü, 1891, Aziz Behiç Serengil tar., diğer hikâyeleriyle birlikte, 1961).

ROMAN: Zehra (1896; Servet-i Fünûn’da tefrikası 1895; yeni basımı M. N. Özön haz. 1952).

OKUL KİTABI: Hanım Kızlar (1886), Mini Mini Mektepli (okuma ve yazma parçaları, 1891).

DİĞER: Katre (fenni lügat, Mehmet Rüşdi ile, 1888), Mesâil-i Riyâziyeden Cebir (1889), Muhtasar Yeni Kimya (1899), Esatir (mitolojik eser, 1891), Aynalar (fizik kitabı, 1892).

KAYNAKÇA: Gündüz Akıncı / Türk Romanında Köye Doğru (1961), Cevdet Kudret / Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman (1965), Kenan Akyüz / Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri (1969), Bursalı Mehmed Tahir / Osmanlı Müellifleri II (1972), Tahir Alangu / 100 Ünlü Türk Eseri (1974, c 1, s. 704-714), Mehmet Kaplan / Karabibik (Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar, c. 1, 1976, s. 384-391), Zeynep Kerman / Zehra (Şükrü Elçin Armağanı, 1983, s. 211-220), İbnülemin Mahmud Kemal İnal / Son Asır Türk Şairleri (c. 3, 2000), TBE Ansiklopedisi (c. 2, 2001), Ahmet Kabaklı / Türk Edebiyatı (c. 3, 11. bas. 2002), Hayriye Ünal / Leş Kargaları (Dergâh 161, Temmuz 2003), İsmail Parlatır / Büyük Türk Klâsikleri (c. 9, 2004), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) – Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013). 

KARABİBİK’ten

Karabibik bugün erken kalkmıştı. Tarlasına harım çevirmek için dün Matarlı tepelerinden kestiği pırnal fidanı dalları harman yerinde koca bir yığın halinde durmaktaydı. Sağ elinde ağzı çentikli bir tahra bulunmakta olup geçen seneden beri nadaslı duran tarla içinde ağır adımlarla bu yığına doğru yürümekteydi. Ayağında iri, kalın pençeli, sökük yemenileri kemâl-i zahmetle sürüklemekte, liyme liyme, rengi cinsi belirsiz, muhtelif renkte yamalı dizliğinin deliklerinden iç donunun toprak rengine mail olan rengi görünmekte, bir eski istibdal neferinin kim bilir kaç sene evvel hediyesi olmak üzere malik olduğu ceketi tutar giyilir yeri kalmadığı halde ve bedenini ihâtadan âciz kalmakla beraber yine sırtında bulunmakta; bu ceketin altında kirli gömleğinin göğsü, yakası büsbütün açık kalarak kayış gibi sert ve siyah olan vücudunun göğüs ve bağır kısımlarını hep açıkta bırakmaktaydı. Çenesinde beyazlı siyahlı olmak üzere isbât-ı vücut eden tek tük kıllar dik ve seyrek bıyıkların da inzimâmıyle müdevver gayet esmer, ufarak gözlü olan çehresinin heybetini artırmakta ve bu hey’et-i acîbe insanda tuhaf bir korku uyandırmaktaydı.

Tarlayı otlar bürümüştü. Karabibik burasını babası Koca Osman’ın mirası olmak üzere ele geçirmişti. Tarla o zaman on iki dönümken dört dönümünü Kara Durmuş’a satarak vaktiyle bedel-i nakdî vermişti. Şimdiki halde sekiz dönümden ibaret kalan bu toprak parçasına bile tarla komşusu olan Yosturoğlu göz dikmekte ve bu sebeple aralarında ara sıra münazaât vukua gelmekteydi. Otuz iki dönüm tarlası olanların da el ayası kadar toprağa göz dikmesi münasebetsiz değil mi ya? Kendisi şu kadarcık tarla sayesinde ancak akşamları bir kaşık çorba içecek kadar mal kaldırabiliyor, elinden bu da çıksın da açlıktan mı ölsün? Zaten Yosturoğlu’nun babası da bu toprak hırsından ölmemiş miydi? O vaktin behrinde de babası, himdi kendisi gibi ötekinin berikinin damına tarlasına göz koya koya herkesin canını yakmıştı.

Karabibik yaprakları budanmış fidanlardan bir kucak alarak tarlasının Yosturoğlu tarafındaki an’ına doğru yürüdü, hâlâ tahrayı sağ elinde tutmaktaydı.

Güneş ufk-i şarkîyi teşkil eden tarafta, güya denizden çıkıyormuş gibi bahr-i sefidin donuk, durgun sathından doğru yükselmekteydi. Temre ovası gecenin ayazı içinde uyuşmuş, çiğlenmiş kalmışken güneşin henüz mail ve zaif olarak intişar eden şuââtının tesîrâtı sayesinde ısınmaya başlamıştır. Arkada Mira silsile-i cibâlinin sekiz yüz metre rakımı bile tecavüz eden sivri, çıplak tepeleri karla mestûr bulunmaktaydı. Mevsim şubat ibtidâları olup Karabibik’ten evvel davranmış olanların tarlalarında yarım karış kadar yemyeşil ekinler başkaldırmıştı. Karabibik her sene şimdiye kadar tarlasını sürmüş, harımını kaldırmış da bir karış da ekin almış bulunurdu. Fakat bu sene kör olası hastalıktan göz açabilmiş miydi ya? Sol böğrüne doğru bir tarafına kim bilir nasıl bir kurt musallat olmuştu da İnhal’deki hekim kendisine üç ay, tam üç ay damdan dışarı çıkmaya izin vermemişti. Üç ay bu! Dört duvar içinde tam üç ay oturduğun var mı senin? Hem de acı macı, tuhaf tuhaf ilâçlar da yutmalı. Hekim haa! Seni üç ay dört taş arasında hapsetmekten başka elinden ne gelir! İşte o kurt hâlâ hu tarafta mah! Huracıkta durup oturur.

Karabibik fidan dallarından bir tanesini sol eline aldı; ortasından avuçladı, sol kolunu uzatıp dalı şakulî bir vaziyette tuttu. Bir kere şöyle yukarıdan aşağıya baktıktan sonra sağ elinde tutmakta olduğu çentikli kör tahra ile dalın aşağıya gelen kalın tarafını sivriltti. Tepesinin de fazla kısmını uçurdu. Tuttu dalın sivri tarafını tarlanın anı üzerinde dün açmış olduğu deliklerden birisine sokarak ayağıyle bastı; dalın budağına tahranın tersiyle de hızlıca vurdu. İkinci bir dalı da bu suretle yontup düzelttikten sonra bir adım kadar ötede olan deliğe yerleştirdi. Harımın direklerini teşkil edecek olan bu parmaklığı uzatıp gitmeye başladı.

Bu sırada çiftçiler birer ikişer tarlalarına gelmekteydi. İki tarla ötede Çetecioğlu Mustafa bu sene mahsulünü kaldırdığı tarlayı nadas etmekle meşguldü; çiftini koşmuş, öküzlerin gayet batî olan yürüyüşlerini süratlendirmek, hayvanları doğru yürütmek için kaba, çatallı sesiyle arada sırada garip garip emirler vermekteydi. Daha öte tarafta Boduroğlu Ahmet, harımının dün kim bilir hangi yezit tarafından bozulan tarafını yapraklı dallarla örtmekteydi. Sol tarafta Hatib’in yemyeşil duran tarlasına Kara Ömer’in eşeği girmiş, nazik yaprakcıkları yolmaktaydı. Kara Ömer ise beri tarafta Koca İmam’ın tarlasını nadas eden Deli Ali ile lakırdıya dalmıştı.

Hatib’in ekin ortağı olan Karakâhyaoğlu Ali çavuş öteden seğirterek elindeki kalın boynuz dalıyle eşeğe bir âlâ sopa atmaya, eşek de bu dayağın tesirinden can acısıyle tarla içinde koşmaya başladı. Ali Çavuş’un hiddeti daha ziyadeleşti. Küfürün bini bir paraya. Kabahat eşekte değil sahibi olan eşekte. Herkesin bir sene üstüne alın teri döktüğü ekinleri bir saat içinde eşeğine yedirmek isteyen adam tembel tembel gezmemeli, rast geldiği ağaca masal söylememeli oğlum.

Kara Ömer atıldı. Eşeğini öldürmek mi istiyor? Ekinini çok seven adam tarlasına harım etmeli. Hayvan bu! Aklı mı var? Ali Çavuş hâlâ bağırıyordu:

—Seni gidi kafir hayvan! Mah hoyrat olana hoyratlık!

Kara Ömer koşup Ali Çavuş’un karşısına dikildi. İki adam soluk soluğa bir müddet birbirinin yüzüne baktılar. Kara Ömer bir müddet sonra dedi ki:

—Tarlana ni şekil harım etmiyon?

Ali Çavuş, Kara Ömer’in yüzüne doğru bağırarak dedi ki:

—Nihal edelim? Mah! Alan hoykada durup oturur.

Kara Ömer temashur ederek:

—Nihal edelim? Alan hoykada durup oturur. Hele bunun kubatlığına bak.
Deli Ali aralarına girdi. Kara Ömer burnundan soluyarak merkebine doğru gitti. Merkep bu sefer

Yosturoğlu’nun ekinlerine dalmıştı.

Karabibik tarlasının bir anını bitirmişti. Teşkil ettiği harım direklerinin aralarına aşağıdan yukarıya doğru yapraklı zeytin, pırnal dallarından, dikenler, falanlar örgü yapmaktaydı. Hele bak! Eşeklerini, hayvanlarını salarlar da ümmet-i Muhammed’in ekinlerini çiğnetiverirler. Na böyle üç gün harım etmeye uğraşmalı. Bu hayvanları hergele etseler yavuz değil mi? Mah! Aygır gibi kızanı da alanda durup oturur. Hey Rabbim hey! (…)

NÂBİZÂDE NÂZIM’IN ÖYKÜLERİ’nden

Nâbizâde Nâzım, Tanzimat edebiyatına dahil olmayan, erken ölümü nedeniyle Edebiyat-ı cedide’ye yetişemeyen bir yazar olarak “ara nesil”de yer almasına rağmen, Batı edebiyatını, Emin Nihat ve Ahmet Mithat Efendi gibi bir halet-i ruhiye olmaktan çok bir sistem olarak benimseyişiyle Servet-i Fünun yazarlarının çoğundan daha yenilikçi bir çizgide yer almaktadır; Yâdigârlarım, Karabibik ve Hasba’sına yazdığı önsözler onun, edebiyata şiirle başladığı ve ilkin şiir kitaplarını yayımladığı halde asıl nesir plânında araştıran, sorgulayan ve uygulamalarını Batılı bulgularla, kendi bulguları (kuramı) üstüne yapılandırmaya çalışan bir öykücü, romancı olduğunu göstermektedir. (…)

Nâbizâde, Yâdigârlarım’daki (…) önsözünde, estetik terbiye olarak da isimlendirebileceğimiz, yeni bir okuma, anlama ve değerlendirme terbiyesinin ana hatlarını çizmekte ve buna uygun (esâtîrî olmayan, tabiî ve sade olan) bir yazma eylemini öncelemektedir. (…)

Karabibik’in (…) önsözünde, Emil Zola, Alfons Daudet gibi romancıların eserleri hakkındaki yanlış kanaatleri, onların eserlerinden bir tür yansıma olan kendi “gerçekçi” örneğiyle gidermeye çalışan Nâbi-zâde, yine burada da öncelikle, estetik terbiyeye (olaylara renkli gözlüklerle bakmak yerine kendi çıplak gözleriyle bakmaya, âdetleri ve tabiatı izlemeye, mâkul olmaya) vurgu yapmaktadır. Yine burada, Anadolu’daki mevcut yaşayışa dikkat çekerek, onların hem yaşayışlarının hem de dillerinin keşfini talep etmekte ve bugün yazarın metne mesafesi şeklinde deyimleştirdiğimiz önemli edebî olguyu daha o zamanda öne çıkarmakta ve ayrıca, dille ilgili sözleriyle dil, söyleyiş, yerellik, sadelik konularına dikkat çekmektedir. (…)

Hasba’nın bu önsözünde ise, romanla hikâyenin “tafsîlât” açısından farklı türler olduklarını belirterek, kendi zamanının en cesur tanımlamasını yapmış olmaktadır.

Nâbi-zâde, zikredilen edebî anlayışına ve kuram oluşturma çabasına rağmen bunları Yâdigârlarım, Zavvallı Kız, Bir Hâtıra, Sevdâ, Hâlâ Güzel, Hasba, Seyyie-i Tesâmüh öykülerine yansıtma konusunda tümüyle başarılı olamamış; kimi biçimsel denemelerine (günlük tarzı), ironik yaklaşımlarına, insanî hasletleri yer yer ustalıkla işlemesine rağmen, genelde romantizmden, hissilikten ve ağdalı dilden kurtulamamıştır. Karabibik’inde ise modern hikâyenin, diğer bir söyleyişle “öykü” türünün, geçerliliğini bugün de koruyan birçok özelliğini mükemmel bir şekilde uygulamış, dolayısıyla hikâyeden öyküye geçişte mihenk taşı, “Türk öykücülüğünün ilk yazarı” olma sanını elde etmiştir. 

Karabibik,  bir çift öküz edinmeye çalışan, tek çocuklu, dul bir çiftçinin öyküsüdür. Mekan, Antalya’nın Kaş İlçesine bağlı Beymelik Köyü ile geçici bir süre için uğranılan ya da şöyle bir zikredilip geçilen Matarlı, Temre (Demre), İthal, Köşker, Kadıkum, Kum, Körse, Karabucak (Manavgat), Akdam (Alanya), Çayağzı, Benlikuyu, Dalyan köy ya da beldeleridir.

Nabizâde Nâzım, dilsel oyunlara, diğer bir ifadeyle edebiyat yapmaya kalkışmadan, Karabibik’in evi başta olmak üzere, çevre, mekan ve nesne belirlemelerini de sade bir dille yapmıştır

Nabizâde Nâzım, yazar olarak öyküsüyle kendi arasında belli bir mesafeyi muhafaza etmiş, Karabibik ve onun kızı Huri başta olmak üzere, öykünün diğer kişilerini (Yosturoğlu, Anderya, Yani, Eftelya, Linardi ve Hüseyin) yönetmemiş, onları kendi doğal eylemleri, tutumları ve düşünüşleriyle yansıtmaya çalışmıştır.

Fakir “Karabibik, görünüşte sönük bir hayatı sürdürmesine rağmen, içinde kendisini hayata bağlayan bir kıvılcım taşır. Tarla komşusu Yosturoğlu’yla tarla yüzünden olan çekişmeleri, kızı Huri’yi maddi durumu iyi olanlarla evlendirmek istemesi, bir çift öküz alarak Koca İmam’a muhtaç olmaktan kurtulmaya çalışması, Eftalya’nın kışkırtıcı davranışlarından hoşlanması, borç alırken kurnaz davranarak daha iyi şartlarla tüccar Yani’den para alması onun bu yönüyle ilgilidir. Karabibik’te fakirlikten sonra, ona bağlı olarak ortaya çıkan en belirgin problemlerden ikisi hastalık ve bilgisizliktir. Karabibik "sol böğrüne doğru bir tarafına" yerleşen bir kurttan rahatsızdır. Hekim kendisine ilâçlar vermiş, üç ay evde dinlenmesini söylemiş fakat bunlar bir şeye yaramamıştır. Karısı da tifodan ölmüştür. Karabibik, "hekim ha! Seni üç dört ay taş arasında hapsetmekten başka ne gelir! İşte o kurt hâlâ hu tarafta" diye söylenirken özellikle köy insanının, her şeyden mutlaka pratik faydalar bekleyen mizacını da açığa çıkarır. O, doktordan bunu beklediği gibi, okul da pek konuda işine yarayacağından köylü için bir değer ifade eder. Karabibik’in okulu ve okumayı hatırladığı anlar, çaresiz kaldığı anlardır. Anderya’ya olan borçlarını bilmek istemesine rağmen bir türlü hesap edememesi ve borcunun ne kadar olduğunu bilememesi gibi. Karabibik hikâyesinde, en az yukarıdaki konular kadar önemli başka bir sosyal mesele köylünün devlet daireleri karşısındaki korkaklığı, çekingenliğidir. Buna "yılgınlık" da denilebilir.”

Karabibik'i  bir öykü olarak değerli kılan yazıldığı (yayımlandığı) zamanın hakim tahkiye anlayışında meydana getirdiği yeniliktir. Buna göre:

1-Realist tarz esas alınmış ve adaptasyon yerine özgün telif bir çalışma ortaya konmuştur. Bu yanıyla Namık Kemal ve Ahmet Mithat Efendi’nin adaptasyona dayalı anlatımından, realist bir bakış açısıyla yerli ürün ve yerel konuya, bilinçli bir geçiş yapılmıştır.

2-Edebiyatımızda, asıl karşılığını Refik Halid'in Memleket Hikayeleri'nde bulan, memleket hikayeciliğine Karabibik'le ilk kez el atılmış, yani Anadoluya ait yer ve kişiler anlatılmıştır.  

3-Herkesçe okunabilir, anlaşılabilir, edebiyat yapma kaygısından uzak bir tahkiye dilinin önemli bir örneği verilmiştir.

On üç yıllık kısa ama yoğun yazı hayatından, “ara nesil”den olup da arada kalmayan, edebiyat kubbesinde hoş bir seda bırakabilen Nâbi-zâde Ahmed Nâzım, daha uzun yıllar Türk öykücülük tarihi için “müsmîr” bir fener olmaya devam edecektir.

                                                 (Kuramdan Yoruma Öykü Yazıları, 2006)

Yazar: ÖMER LEKESİZ
FOTO GALERİ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör