Mehmet Zeren

Roman Yazarı, Yazar, Şair

Doğum
01 Ekim, 1952
Eğitim
Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
Burç

Şair ve romancı. 1 Ekim 1952, Mışmış mezrası / Baskil / Elazığ doğumlu. Babasından Hz. Ali Cenkleri ile Yunus Emre’nin şiir ve nefeslerini dinleyerek büyüdü. Elazığ Sürsürü İlkokulu (1962), Tunceli Erkek İlköğretmen Okulu (1969), Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (1978) mezunu. İlkokul üçüncü sınıftan itibaren simit satmak, ayakkabı boyamak, yazları hayvan gütmek gibi işlerde çalıştı. Elazığ’a bağlı Palu ilçesinin köylerinde (1969-79) sınıf öğretmenliği; Elazığ (1979-81), Kastamonu (1981-82), Cide (1982-83) ve İstanbul’da (1983-95) edebiyat öğretmenliği yaptı. 1995 yılında emekliye ayrılarak Hazen Yayınlarını kurdu.

İlk yazıları 1979 yılından itibaren yerel gazetelerde yayımlandı. Daha sonra Doğuş, Erciyes, Türk Folkloru gibi dergilerde yer aldı. Romanları ve ders kitaplarının dışında Elazığ-Harput kültürüyle ilgili araştırma ve inceleme çalışmaları bulunmaktadır. Öz Yurdunda Garipsin adlı romanı 1989 yılında hakkında dava açılarak toplatıldı, 1990 yılında aklandı.

ESERLERİ:

ROMAN: Öz Yurdunda Garipsin I-II-III-IV (1987-88-89-99), Gözyaşları (1987), Vahşet / Filistin Kan Ağlarken (1988), Kurban (1988), Karanlıklar Dağılınca (1988), Kötü (1990), Pişmanlık (1990), Dönüş (1990), Çırpınış (1991), İşkence (1991), Bosna’da Katliam (1993), Aldırma Reis (1999), Gizli El (2004).

DERLEME: Mesnevi’de Geçen Bütün Hikâyeler (1996), Açıklamalı Divan Şiiri (1986), En Güzel Sözler En Güzel Kıssalar (2003), Kur’an’daki Kıssalar ve Hikmetleri (2003), Şark Hikâyeleri (2003).

ŞİİR: Şiire Doğru (1990).

ÇOCUK KİTABI: (Mevlâna’dan Çocuklara Hikâyeler): Sevginin Gücü (1998), Bezirgân ve Papağanı (1998), Aslan Payı (1998), İki Demircinin Farkı (1998), Kör, Sağır ve Çıplak (1998), Üç Öğüt (1998). Ayrıca yardımcı ders kitapları vardır.

KAYNAK: İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas., 2009).

 

GİZLİ EL


  Zelişdüzü Hoşmat tepelerinden başlayarak Suptuman'a doğru oradan da Gülüşkür Köprüsüne ka­dar ilkbaharda yeşil, yazın sarı, kışın ise beyaz bir örtü misali yayılır gider, ta aşağılarla Surptuman'a varınca, birden bire bir ışık gibi söner adeta.

  Zelişdüzü sabahları, bilhassa ilkbahar ve sonba­har sabahları bir uçtan bir uca hafif bir sisle kapla­nır. Bu da Zelişdüzü'nü, bir baştan bir başa geçen, bir yılan gibi kıvrılıp bükülerek aşağılara, özlemle, sabırla, akan Üsük çayının işi gibidir.

  Zelişdüzü bu hafif sisin altında beyazlara bürün­müş utangaç, ama sevimli, sevinç dolu, neşeli bir genç kızı andırır.

  Zelişdüzü'nü kaplayan bu sis güneş doğup iki üç mızrak boyu yükselinceye kadar terketmez; bütün ovayı; aşkla şevkle, özlemle sarar -her yanı- adeta.

  Güneş üç mızrak boyu yükselir yükselmez bu sis tabakası birden kalkar ortadan.  O  zaman insan garip bir rüya gördüğünü sanır ve birden irkilir...

  Baharın son demlerinde Zelişdüzü'nü kaplayan yeşil Örtünün rüzgarda dalgalanışı iyice kendini bel­li eder. Böylece göz alabildiğine uzanan bu düzlük, seyrine doyulmaz bir hal alır.

  Yaz ortalarında, bilhassa öğle vakitleri, o boğucu sıcağın altında bir Ölüm uykusuna yatmış gibidir Zelişdüzü ve o sıralar kocaman sarı bir ayna gibi gü­nün ışıklarını yansıtır gibi olur. Zelişdüzü'nün ölüm uykusuna yattığı bu sıralar, bu boğucu sıcağın altın­da ne bir kuş uçar, ne bir insan yürür, ne de bir bö­cek kımıldar. Sıcağı ganimet bilen karıncalar bu ölü görünüşün tek istisnalarıdır. Sıcağa bayılan karınca­lar koşuşur durur, adeta bu hareketsizliğe isyan edercesine.

  Zelişdüzü'nün karıncaları kocaman kocaman olur, renkleri de diğer karıncalara hiç benzemez. Kızgınca dururlar, tıpkı ısırmaya hazır kızgın bir kö­pek gibi...

  Üsük çayı Zelişdüzü'nde bir yılan gibi kıvrıla büküle akar. Üsük çayı sabır gibidir, sessizdir, uykuda­dır sanki ve yer yer üzgün gibidir...

  Üsük çayının suyu serindir, çünkü tepeleri du­manlarla kaplı karlı dağlardan beslenir. Çayın her iki yanı sazlıktır. Bu sazlıklarda iri iri kurbağalar, koca koca yılanlar olur. Bu koca yılanlar, kurbağala­ra dokunmazlar. Bu da hayrete şayan bir haldir.

  Çayın her iki yanını kaplayan bu sık, bu uzun ve kalın gövdeli sazlıklar Surptuman'a kadar devam eder, ondan sonra seyrekleşmeye başlar. Çınaz köyü­nü geçip Sekrat'a oradan da Seydili'ye doğru kıvrılırken tamamen çıplaktır burada Üsük çayı. Ve Seydi­li'ye varmadan iki kola ayrılarak büyük bir ada mey­dana getirir. Çırıl çıplak boş ve ekilip biçilmeyen bir ada.

  Üsük çayı Zelişdüzü'nün damarlarında dolaşan, ona hayat bahşeden kan gibidir. Zelişdüzü'nün bollu­ğuna bolluk, bereketine bereket katar. Zelişdü­zü'nün toprağı cömerttir. Bire bin verir. Bu bereket­li düzlük de nice zalimler görmüş, nice zulümlere şa­hit olmuş Anadolu topraklarındandır...

  Zelişdüzü'nün insanı da toprağı gibi cömerttir, çi­lekeştir, cana yakındır, saftır, içlidir, çalışkandır; hü­lasa tam bir anadolu insanıdır. Bir karış toprağı boş bırakmaz. Seydili'ye doğru - Murat nehrine karış­madan önce- Üsük çayının etrafını çevirerek meyda­na getirdiği ada hariç.

  Hiç kimse bu adaya bir bel, bir kazma vurmaz, bir karış toprağını işlemeyi düşünmez. Çünkü bu ko­ca toprak parçası uğursuz kabul edilmiştir ve bu uğursuzluk damgasının ne zamana kadar devam edeceğini de kimseler bilmez.

  Bilhassa yaz akşamları, güneş battı mı, hiç kim­se buradan, hele hele bu adadan geçmek istemez, çünkü, burada bu zamanda geçen birçok insanın gö­rüp anlattığı hep aynı şeydir.

  ”Önce bir şimşek çakıyor gibi oldu. Sonra bütün adayı alevler sardı. Ardından alevlerin ortasından gelen insan çığlıkları duyuldu, Sonra yanan insan etinin dayanılmaz kokusu kara bir dumanla birlikte sardı her yanı...

  Bütün gücümü kullanarak koştum ancak kurtar­dım canımı...”

                                                                                                      (Gizli El, 2004)

FOTO GALERİ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör