Mete Tunçay

Profesör, Tarih Araştırmacısı, Siyaset Bilimci, Akademisyen

Doğum
Eğitim
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi

Akademisyen, profesör, siyaset bilimci ve tarih araştırmacısı.. 1936, İstanbul doğumlu. Beyoğlu Atatürk Erkek Lisesi ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (1958) mezunu. Aynı fakültenin Amme Hukuku ve Siyaset Nazariyeleri kürsüsünde asistan oldu. 1961 yılında Özgürlük Kavramı üzerine yazdığı tezle doktorasını verdi. 1961-63 yıllarında Rockefeller bursuyla London School of Economics and Political Science’ta incelemeler yaptı. 1966’da Türkiye’de Sol Akımlar 1908-1925 çalışmasıyla Siyasal Teoriler doçentliğine yükseldi. 1972 yılında fakültedeki görevinden istifa etti. Kültür Bakanlığı Yayımlar Dairesi başkanı ve Millî Kütüphane’de müşavir olarak görev yaptı (1974-77).

1978 yılında döndüğü Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde beş yıl daha öğretim üyesi olarak çalıştı. Sovyet Bilimler Akademisi’nin konuğu olarak Moskova, Leningrad ve Bakü’de; 1979-80’de de Fulbright bursuyla ABD Stanford Üniversitesi’nde araştırmalarda bulundu. 1983 yılında, “1402’liklere” dâhil edilerek Yükseköğretim Kurulu (YÖK) tarafından görevine son verilince bir yayınevinde çalışmaya başladı.  Tarih ve Toplum, Toplumsal Tarih dergilerinin editörlüğünü üstlendi. 1987-88’de Freie Universitaet Berlin’de Carl von Ossietzsky Profesörü oldu. 15 Haziran 1990’da Danıştay kararıyla Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki görevine iade edildi; ancak 18 Eylülde kendisi istifa etti. 1995’te Marmara Üniversitesi’nde, daha sonra da İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Helsinki Yurttaşlar Derneği, Tarih Vakfı ve Abant Platformu yönetim kurullarında yer aldı.

İlk yazısı 1957 yılında Forum dergisinde yayımlandı. Makaleleri ayrıca Tarih ve Toplum, Toplumsal Tarih gibi dergilerde yer aldı. Aralarında Aristoteles, Hume, Lipset ve Popper’in de bulunduğu birçok Batılı yazardan çeviriler yaptı. İletişim Yayınları Atlaslı Büyük Uygarlıklar Ansiklopedisi dizisinin ilki olan İslâm Dünyası’nı (F. Robinson’dan) Türkçeye kazandırdı (1986).

“Mete'yi göğsüne kadar inen sakallan ile ve siyah takım el­bise giydiğinde, hep bir ortodoks papazına benzetmişimdir. Bir bilim adamı olarak bilimin sanattan önce geldiğini, hatta daha önemli olduğunu düşündüğünü biliyorum. Açıksözlü bir insan olduğu için, bunu bana söylemekten çekinmemiştir. Hâlâ mı öyle düşünüyor? Sanmam! Çünkü şimdi, eşi Gönül'ün etkisiyle (yoksa 'iteklemesiyle' mi demeliydim?) ucundan kenarından sanatsal etkinliklerle de ilgilenir ol­muştur.” (Hilmi Yavuz)

ESERLERİ:

Türkiye’de Sol Akımlar I 1908-1925 (1967), Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması 1923-1931 (1981), Eski Sol Üzerine Yeni Bilgiler (1982), Bilineceği Bilmek (1983, bu kitabın sonunda, yazarın o yıla kadar yayımladığı tüm yazı ve çevirilerin bibliyografyası bulunmaktadır), Sosyalist Siyasal Düşünceler Tarihi (antoloji, 2 cilt, 1976), Bilineceği Bilmek (1983), Batı’da Siyasal Düşünceler Tarihi (antoloji, 3 cilt, 2. basım, 1986), Türkiye’de Sol Akımlar II (1925-1936) (1992), Batıda Siyasal Düşünceler Tarihi Yeni Çağ (2002), Batı’da Siyasal Düşünceler Tarihi: Seçilmiş Yazılar (2004), Eleştirel Tarih Yazıları (2005),  Cihat ve Tehcir (2007), BKP'nin Türkçe Yayın Organı Ziya Gazetesi 1920-1923 ve Türkiye (2009), Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası 1920-1923 (Erden Akbulut ile, 2009), Beynelmilel İşçiler İttihadı - Mütareke İstanbulu'nda Rum Ağırlıklı Bir İşçi Örgütü ve TKP ile İlişkileri (Erden Akbulut ile, 2009), 1923 Amele Birliği (2009), Türkiye Cumhuriyeti'nde Tek-Parti Yönetimi'nin Kurulması 1923-1931 (2010), Eleştirel Tarih Yazıları (gazete ve dergi yazılarından seçmeler, 2012),

KAYNAKÇA: Mücellidoğlu Ali Çankaya / Yeni Mülkiye Tarihi ve Mülkiyeliler (c. VI, 1969), İhsan Işık / “Mete Tunçay ile söyleşi” (Yeni Zemin, s. 14, Mart 1994) –Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) - Ünlü Fikir ve Kültür Adamları (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 3, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Batıda Siyasal Düşünceler Tarihi Yeni Çağ (Cumhuriyet Kitap, 31.10.2002), Hilmi Yavuz / Yüzler ve İzler (2006), Neşe Düzel (Taraf Gazetesi, Mete Tunçay ile söyleşi 4 Mart 2010).

Prof. Dr. METE TUNÇAY: DERSİM'DE İSYAN YOKTU

Prof. Dr. METE TUNÇAY: DERSİM'DE İSYAN YOKTU

 

Tek Parti Dönemi Uzmanı Ünlü Tarihçi Prof. Dr. Mete Tunçay: “Türkiye'de bir Atatürk kültü kuruldu. Atatürk tanrılaştırıldı, mevlütü bile yazıldı. Bu, Mustafa Kemal'in kendi sağlığında başladı. O da razı oldu. Bunda onun da günahı var. Atatürk büyüktü, peygamberdi” diyenler bunu İnönü'ye muhalefet için yapıyorlar. İsmet Paşa'ya sen küçüksün diyemedikleri için “Atatürk çok büyüktü” dediler. "

Star Gazetesi'nin sorularını yanıtlayan Prof. Mete Tunçay, Türkiye'de siyasal düşünceler tarihi disiplininin gelişmesinde katkısı çok büyük olan, çok büyük bir düşünür, akademisyen. Sosyalizmin (hatta sosyal demokrasinin) gerçekleşmesi için demokrasiyi gözden çıkarmayı düşünen kimi “sözde sosyalistler”den farklı olarak liberal demokrasiye, açık topluma inanıyor. Herkesin ortak saygısını kazanmış sol liberal bir demokrat. Tarihçiliğin namusuna halel getirmeyen bir tarihçi.

İki ciltlik “Türkiye'de Sol Akımlar” adlı devasa çalışmasının yeni baskısı İletişim Yayınları'ndan çıkınca kapısını çaldık ve Türk sol düşünce tarihinden bugünün neden güçlü bir solun olmadığına, tek parti döneminden Atatürk'e, Dersim'e kadar engin bir deryaya daldık. İnsanın, işi gücü bırakıp öğrencisi olası geliyor. Öyle “tatlı” anlatıyor. İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı olan Tunçay'ın pek çok başka değerli çalışmasının yanı sıra “Türkiye Cumhuriyeti'nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması” adlı çok önemli bir çalışması daha bulunuyor.

 

• Atatürk ve Cumhuriyetin ilk yılları artık daha geniş toplum kesimlerinin de takip ettiği bir tartışmanın öznesi oldu. Yöntem ve üslubu nasıl buluyorsunuz?

 

Teslim etmek gerekir ki; Türkiye'de bir Atatürk tapısı / kültü kuruldu. Atatürk tanrılaştırıldı. Bu Mustafa Kemal'in kendi sağlığında başladı. Bunda biraz da kendi günahı var. Atatürk çok akıllı bir adamdı. Kendisinin bir dizi sözü vardır, “Sana büyük adam diyecekler bunlara inanma” falan diyor kendisine ama beşeri bir şey tabi, kendisinin yaratıcı, kurucu, baba olduğunu söylediklerinde buna razı oluyor. Etrafında bunları söyleyen bir sürü adam var. Kötü manzumeler yazan Behçet Kemal mesela, Atatürk mevlütü diye bir şey yazdı, Atatürk'e peygamberlik izafe etti falan. Bütün bunlar abartmalı şeyler. Atatürk'ün etrafında kurulan şey böyle başladı başka bir yere gitti.

 

İNÖNÜ'YE MUHALEFETLE BAŞLADI

 

• 'Abartmalar' nasıl bir yere doğru gitti?

 

Yıllarca önce Bulgaristan'da geziyorum. Yanımda da Cengiz Hakof adında bir Türk var. Orada tarih profesörü. Ben Kiril harfleri okuyorum ama Bulgarca bilmiyorum. Bir yerde Dimitrov'un adını gördüm. Ne yazıyor burada, diye sordum: “Dimitrov Bulgarya'nın yetiştirdiği önemli adamlardan biridir' yazıyor dedi Cengiz. “Ulan” dedim “Ne kadar kansızsınız. Biz olsak en büyük deriz”. Cengiz de dedi ki “Olmaz, Dimitrov en büyükse, Jivkof eşeğin biri mi demek istiyorsun?” Bu bana müthiş bir aydınlanma olarak geldi.

 

• Ne anlamda?

 

Çünkü “Atatürk çok büyüktü, peygamberdi” diyenler bunu İnönü'ye muhalefet olarak yapıyorlar. İsmet Paşa paralara pullara kendi resmini koydurduğu zaman “sen kim oluyorsun da bunu yaptırıyorsun” dendi. Halbuki her padişahın kendi parasını çıkartması bizim geleneğimizdir. O da çıkartacak. İsmet Paşa'ya 'sen küçüksün' dememek için 'Atatürk büyük' deniyor. Bir süre sonra Halk Partisi bunun farkına varıyor: “Tabi büyüktü, partimizi o kurdu” diye bir yarışma başlıyor. Bir çeşit açık arttırma, çok abartmalı şeyler. Bunlar Atatürk'ün sağlığında başlamış olmakla birlikte asıl İnönü'ye muhalefette yükseliyor.

 

• Sağlıklı bir şekilde nasıl tartışabiliriz?

 

Bu kültten sıyrılmak “Atatürk haindi, faşistti” terimleriyle yapılabilecek bir şey değil. Atatürk de hiç şüphesiz bir takım takıntıları olmakla birlikte iyilik isteyen bir adamdı.

 

• Atatürk'ün takıntıları neydi?

 

Mesela Atatürk'ün bir Arap sevmezliği olduğu muhakkak. Kürtleri de her zaman bir tehlike olarak gördüğünü biliyoruz. Fakat ilginç yanları vardı.

 

MEMLEKETİN SAHİPLERİNİ BİLİYORDU

 

• Neydi en ilginç yanı?

 

Mesela Samsun'a çıktıktan sonra bir böbrek problemi var. Havza'da bir ay geçiriyor. 1919 28 Mayısı ve Haziranın önemli bir kısmı. Orada “memleketin sahiplerine” mektuplar yazıyor. Memleketin sahiplerinin kimler olduğunu biliyor. Çeşitli Kürt aşiret reisleri, şeyhler falan. İşte “sizinle şurada tanışmıştık, söylediklerinizi her zaman saygıyla hatırlıyorum” falan diye yazıyor ama içten içe de her zaman tedirgin. Kendisi de Türk milliyetçisi olduğu için diğer milliyetçiliğin yükselmesinden çekiniyor. Fakat Birinci Mecliste üzerine geldikleri zaman, hiçbir zaman Türk milleti falan diye milliyetçilik yapmıyor. Zaten Milli Mücadele, İslam milletinin mücadelesi. “Biz burada Türk'ü Arap'ı Çerkez'i Kürd'ü hep beraberiz” diyor.

 

POLİTİKAYA İNANMIYORDU

 

• Bu onun iyi bir politikacı olduğunu gösteren bir şey midir?

 

Politik manevra yapmak bakımından iyi bir politikacı ama politikayı sevmeyen bir adam Atatürk. Politika değil, buyurganlık yanlısı. Politika uzlaşı demektir. O ise kimseyle uzlaşmak istemiyor. Ama çeşitli manevralarla onu ona, onu ona oynayıp kendi alanını açıyor. Pek çok örneği var bunun ama politikayı bir değer olarak benimsemiş biri değil. Pozitivist bir tarafı var. Neyin gerekli olduğunu bildiğine inanıyor. Doğruyu biliyorsan onu yerine getirmek senin için ahlaki bir vazifedir. O da biliyor neyin iyi olduğunu, ona inanıyor. O yüzden de buyuruyor.

 

BİR DİKTATÖRLÜK MÜ BIRAKACAĞIM?

 

• Milli mücadele ile ilgili bildiklerimiz ne kadar doğru?

 

Bir takım oransızlıklar var. 1. Dünya Savaşında Osmanlı ordusu 2 milyon kişiyi askere aldı. Ve Avrupa cemiyeti ülkelerinde, Kafkaslarda, Sina'da, Çanakkale'de büyük darbeler yedi. Ermenilerle başlayan sonra Yunanlılarla devam eden Milli Mücadelede sayılar inanılmayacak kadar küçüktü. En çok yüzeli, iki yüz bin kişi. Son derece uzun sürmüş küçük bir şey ama Milli Mücadele ya da İstiklal Harbi, siyasi bir olay olarak önemli. Fakat sonrasında politik sebeplerle Ali Fuat Paşa, Karabekir Paşa ve Rauf Bey ortalıktan siliniyor. Bunlar da muhalefete geçiyor. Ali Fuat Paşayı Çerkes Ethem ile işbirliği yaptı diye Moskova'ya büyükelçi olarak sürüyorlar, Karabekir'in askeri zaferlerini görmezden geliyorlar. Sonra Rauf Bey'e takıyor. Ki Rauf Bey Milli Mücadele'de hep onunla birlikte. Mesela Nutuk'ta en çok yerilen kişi Vahdettin değil Rauf bey.

 

• Muhaliflerini ekarte etmekten dolayı bir rahatsızlık duyuyor mu?

 

Tabi Atatürk zeki bir adam. Fethi Okyar'a Serbest Fırka'yı kurdurtmadan önce Okyar'ın defterine kaydettiği bir şey var. Atatürk ona dert yanıyor, diyor ki “Bütün gençliğim Harbiye sıralarında Abdülhamit'e muhalefetle geçti. Şunları, şunları yaşadık öyle bir durum oldu ki, bugün gözlerimi kapasam arkamda kalacak olan bir diktatörlük manzarasıdır”. Mustafa Kemal'in böyle düşündüğüne şüphe yok.

 

• Bu bir pişmanlık ifadesi sayılabilir mi?

 

Hayır. Pişmanlık değil de daha çok bir hayal kırıklığı. “Ben beceremedim bu işi” demek gibi bir şey.

 

Tek Parti döneminde yaprak kıpırdamadı

 

• 1936 doğumlusunuz...

 

Çocukken 2 buçuk yaşındaki halimle Atatürk'ün cenaze törenini hatırlardım. Üzerimdeki kıyafeti tarif etmiştim de annem doğrulamıştı.

 

• O ilk yıllar, heyecanlı ama kaygılı yıllar. Psikolojisinden de etkilendiniz haliyle?

 

Cumhuriyetin ilk yıllarında herkesi sarmış bir heyecan vardı. Pek çok kişiyi almış götürüyordu. Ama bu ne pahasına oluyordu? Alfabe inkılâbından sonra okur yazarlık yüzde 10'larda geziyor. Ekonomik felaket kötü. Köylünün üretimi para etmiyor. Peşinden benim hatırladığım savaş yılları. Annemin ekmek dilimlerini güneşte kurutup bozulmasın diye saklardı. Şeker, ekmek karneyle. Üniversiteyi bitirdiğim yıllar eleştirel gözle baktığım yıllar. O vakte kadar bunlar verilmiş bunlara uyacaksın, doğru olan da budur iyidir hep iyiye gidiyor...

 

• Merakla ve eleştirel gözle baktığınız yıllardan bugüne ne değişti ülkede?

 

DP'ye gelinceye kadar Türkiye, elli yıldır kımıldamamış bir vaziyette. Her ne kadar benim arkadaşlarım mesela Sina Akşin DP'nin iktidara gelmesini karşı devrim olarak görüyor idiyse de hakikat halinde, köylerin elektriği yok, yolu yok, şehirlerde küçük bir grubun yaşadığı hayatla nüfusun büyük çoğunluğunun hiçbir alakası yok. İlk defa böyle bir entegrasyon DP zamanında başladı. Elektrifikasyon 60'tan sonra gerçekleşti. Benim gençliğimde telefon büyük bir belaydı. Bir tarafa telefon edeceksen santrale yazdırırsın; acele yıldırım bilmem ne diye farklı tarifelerde, beklersin. Teknoloji açısından müthiş bir gerilik vardı.

İkinci Dünya Savaşına İsmet İnönü Türkiye'yi sokmadı. Belki en büyük iyiliği o oldu. Gerçi adamı da 'milletin erkekliğini öldürdü' diye tenkit ettiler. Savaşı girsek iyi olur iyi. Benim elime bir liste geçti. Ayak diremek için “ordunun ihtiyaçları karşılanırsa savaşa katılabiliriz” deniyor. Rauf Orbay heyetinin İngilizlere sunduğu bir liste bu. Toplu iğneye dikenli tele varıncaya kadar her şey var listede. Sadece toplar tüfekler değil. Toplu iğne bile yapılamıyor. Toplu iğne çivi gibi bir şey. Kumaşa saplayınca yırtıyor kumaşı. Ampul diye bir şey yok. Türkiye Tek Parti döneminde hiçbir şey yapamadı. 2. dünya savaşı gelince de onun sıkıntıları boğucu oldu.

 

Dersim'de isyan bastırılmadı halk edeplendirildi

 

• CHP'nin genel başkan yardımcısı Onur Öymen, kendini savunmak için “Ne yani Dersim isyanını bastıranlar faşist miydi” dedi ve bir tartışmayı kapatmak isterken farkına varmadan başka bir tartışmayı başlattı.

 

Milli Mücadelenin başında, Cumhuriyetin ilk yıllarında Bektaşiler Aleviler kesinlikle Mustafa Kemal'i desteklediler. Hele hilafeti kaldırması Alevileri sevindirdi çünkü baskı unsuru gibi görülürdü. CHP Alevilerin partisiydi, bu Dersim'e rağmen devam etti. Alevilerin CHP desteği Demirel zamanına dek devam etti. Hatta bir ara anayasaya aykırı bir Alevi partisi kuruldu. Demirel bu partiye sırf CHP'den bir kısmını kopartır diye izin verdi. Ama Dersim özel bir durum.

 

• Nasıl özel bir durum?

 

Atatürk dönemindeki ayaklanmalara karşı yapılanların hepsine tedip deniyor. Edebe getirme yani bastırma. Ama bir isyan yok. Bir çok yerde “ola ki bunlar ayaklanır” diye önleyici tedbir alınıyor. Şeyh Sait'inkinde önce bir isyan sonra harekat var. Diğerlerinde bir isyan bastırmaktan değil Kürtlerin yola getirilmesinden bahsediliyor. Dersim'den önce ve sonra Kürt ve Türk Alevi cemaatinin büyük kısmı CHP'yi desteklemiştir. Alevilik etnisiteden önemliydi.

 

• CHP Tunceli'den iki vekil çıkarırdı ama 22 Temmuz'da bu olmadı. Aleviler de “CHP'nin arka bahçesi değiliz” demeye başladı. Laikliğin Kemalizmin bekçisi ilan edilip de aynı sistem tarafından görülmemeyi sorguluyorlar” artık.

 

Alevilik kimliği tanınmıyor, böyle bir kabul yok. Bir Alevi toplantısında “Osmanlı, halkı din üzerinden sınıflandırıyor. Ermenileri Gregoryanlar, Katolikler ve Protestanlar diye üç ayrı millet olarak kabul ediyor. Fakat iş Müslümanlara gelince ayrım yapmıyor, Alevi milleti demiyor. Aleviliği geçici olduğunu ümit etmek istedikleri bir sapma diye görüyor” deyince Aleviler “Mete hoca bize sapık dedi” diye itiraz ettiler. Talihe bak ki yanımda Mehmet Ağar oturuyor. Kalktı, hoca öyle demedi, dedi. “Şu hale bak” dedim kendime “beni Mehmet Ağar savunuyor”.

 

Demokrat Parti muhalif değildi

 

• Demokrat Parti döneminde Atatürk'e ve dönemine siyasi muhalefet var mı?

 

DP'de herhangi bir Atatürk muhalefeti yok. Celal Bayar belki en içtenlikli Atatürkçü. Her şeyini Atatürk'e borçlu. 27 Mayıs'ta Atatürk inkilaplarına muhalefet etti deniyor ama bu haksız bir ithamdı. Menderes daha serbestçe 'İstiklal harbi dediğiniz şey, 3,5 sene sürdü 6 aylık işti, halbuki sayılar küçük, ben bunu ast subaylarla da yapardım' gibi münasebetsizlikler etti diye çok kızdılar ama asıl işin sahibi Celal Bayar müthiş bir Atatürkçü. Hatta bir dönem bir Ticaniler put diye Lozan meydanındaki Atatürk heykelindeki kılıcı tutan ip kırmış. Celal Bayar, bir sembol olarak Cumhurbaşkanı sıfatıyla gelip kaynak makinesiyle kendisi tamir etti heykelin ipini.

 

Bu topraklar bir 'federasyon'a gebe

 

• Prof. Halil İnalcık “Türkiye milli devlettir. Yeni Osmanlılıktan bahsediliyor, bu yanlış olur” dedi. Türkiye'nin Osmanlı bakiyesi ülkelerle ilişkileri de giderek gelişiyor, ne dersiniz?

 

Osmanlılık değil ama ben bir 'federatif ülke'ye inanıyorum. Ben görmem ama, insanlık çeşitli gruplaşmalar etrafında bir dünya devletine doğru gidecek. BM son derece sınırlı tecrübe. Muhtemelen eski Osmanlı toprakları üzerinde bir federasyon olacaktır. Türklerin hâkimiyetinde değil Türklerin de, Yunanlıların Bulgarların Sırpların Arnavutların, Kafkasların, Suriyelilerin Iraklıların Ürdünlülerin İsraillilerin de yer alacakları bir federasyon. Bana öyle geliyor ki bu yapıya erişilse var olan problemler daha kolay çözülebilir. Mesela Kürt Türk çatışması bu kadar taraf olursa daha sağlıklı çözülebilir. Ama buna yeni Osmanlıcılık demek yanlış olur. Osmanlıdan önce de burada bu insanlar bin yıl ortak bir yönetim altında yaşadılar, Doğu Roma'da. Bir arada yaşama geleneği var.

KAYNAK: Prof. Dr. Mete Tunçay: Dersim'de isyan yoktu (yenisafak.com.tr, 23 Kasım 2009).

AK PARTİ VE ERDOĞAN YORUMU: 16 YIL DAHA

AK PARTİ VE ERDOĞAN YORUMU: 16 YIL DAHA

 Türkiye’de siyasal düşüncenin, özellikle de sol siyasetin kitabını yazan akademisyen Prof. Dr. Mete Tunçay bu sene 80 yaşında. Tunçay sol akımlarla ilgili derinlikli çalışmalarının yanı sıra tek parti dönemi ve erken Cumhuriyet konusundaki yetkinliğiyle haklı şöhrete sahip bir tarihçi. Toplumsal Tarih dergisinin Tunçay’ın 80. yaşı için hazırladığı dosyada kaleme aldığı yazıda Tanıl Bora şöyle bir hatırlatma yapıyor: “Mete Tunçay’ın ‘palto’sundan çok bahsedildi, Türkiye’nin siyasal tarihi üzerine çalışanların hep onun paltosundan çıktığı çok söylendi...” Akademideki yerleşik anlayışla kavgalı, eleştirel duruşu nedeniyle tepki görmeye alışık olan Tunçay, son 10 yılını soldan gelen ‘İslamcılara yaklaştı’ suçlamalarının gölgesinde geçirse de aldırmadı. Uzun zaman sonra verdiği bu ilk röportajda iğneyi kendine de batırdı, kimseyle ilgili lafını da esirgemedi.

 

ERKEN CUMHURİYET’İN YARATTIĞI DALGA BİZİ BUGÜNE GETİRDİ

 

- 2016 yılını yarılamış Türkiye’nin siyasi bir fotoğrafını çekseniz....

 

Kaç senedir iktidarda AKP? 14 oldu. Daha böyle gidecek gibi görünüyor. Türkiye’de iktidar meselesi olduğu kadar, belki ondan daha önemli bir muhalefet meselesi var. Halk Partisi’nin içinde iyi niyetli insanlar olmakla birlikte onların görünür bir gelecekte iktidar olacağı falan yok. Bunun sebeplerini belki erken Cumhuriyet yıllarında aramak lazım. O zaman Türkiye’de halka zorlanan laikçi siyaset öyle bir tepki yaratmış ki onun dalgaları bizi bugünlere taşıdı. Bunun üstesinden gelinemez. Ben kendim dindar bir insan değilim, tam tersine dinlerin zararlı şeyler olduklarını düşünüyorum. Benim Kemalist laiklikle ilgili itirazım halkta yarattığı tepki duygusu. İşte o tepki duygusu AKP’yi iktidara getirdi, daha uzun süre de iktidarda tutacak gibi görünüyor.

 

- Bugün AK Parti’yi hâlâ iktidarda tutan sadece o tepki olabilir mi?

 

Esas geliş bu diye düşünüyorum. Yoksa ekonomide yapılan bazı şeyler, Türkiye’nin milli gelirinin yükselmesi, yurtdışındaki servetlerin yasallaştırılıp getirilmesi gibi şeyler de var. Bunlar hep katkıda bulunuyor ama asıl taşıyan dalganın bu tepki olduğunu düşünüyorum.

 

- Bir mağduriyet üzerinden iktidara gelmiş olma durumunu çok uzun süre tartıştık. 14 senenin ardından devletin tüm kurumlarına mutlak olarak hâkim olmuş bir AK Parti hâlâ mağduriyet konuşabilecek bir parti midir?

 

Ama hâlâ konuşuyorlar. Hâlâ ‘Tek parti döneminde camilerimizi ahır yaptılar’ gibi laflar ediliyor.

 

- Eskiden ‘Bizim iktidara gelmemiz ya da iktidarda kalmamız dini hassasiyetlerimiz nedeniyle engellendi’ denildiği zaman bunun sahada bir karşılığı vardı.

 

Bugün bu konuşulmasa da herkesin bilinçaltında hâlâ bunun olduğunu sanıyorum. Bunun açık açık konuşulması gerekmiyor.

 

- Toplumsal bellek geçmişi sıfırlamıyor diyorsunuz.

 

Evet.

 

 

ÖNÜNE GEÇİLEMEZ

 

- Biraz önce şöyle bir ifade kullandınız: ‘Türkiye’de halka zorlanan laikçi siyaset öyle bir tepki yaratmış ki onun dalgaları bizi bugünlere taşıdı. Bunun üstesinden gelinemez’. Bunu AK Parti’nin o tepki üzerinden siyaset yapıp başarılı olmasının önüne geçilemez manasında mı söylüyorsunuz?

 

Evet, öyle gözüküyor.

 

- Sizin gibi başta AK Parti’ye kredi açan ve attıkları adımları -özellikle askeri vesayetin geriletilmesi noktasındakileri– Türkiye’nin demokratikleşmesi için önemli aşama gören aydınlar açısından değişen paradigmayı nasıl tarif edersiniz?

 

Bu ülke ne de olsa bir imparatorluğun mirasçısı. Buradaki insanlar Osmanlı İmparatorluğu zamanında çok dinli, çok dilli, çok etnisiteli bir toplumun tabanıydı. O hassasiyet sürüyorsa, o duygular sürüyorsa bu demokrasiye geçişte bir artı olabilir. Ama şimdiye kadar bu pek ortaya çıkmadı. Türkiye’de bir ilkel Afrika devletinde olduğu gibi tepki gösterilmez çünkü biz alışığız. Bizim Rum’umuz da, Bulgar’ımız da, Ermeni’miz de Yahudi’miz de hep olmuştu, biz bunları taşımaya alışıktık. Bu, demokrasiye geçişte de bir karşılıklı hoşgörü yaratabilir diye umuyorduk. Hâlâ bu umut devam ediyor olabilir tabii ama ben daha karamsar hissediyorum.

 

10 YIL ÖNCE 30 YILLIK İKTİDAR DÜŞÜNEMEZDİM ŞİMDİ MÜMKÜN GÖRÜYORUM

 

- Hangi tarihe göre daha karamsar hissediyorsunuz?

 

Herhalde 10 yıl önce, AKP’nin böyle 30 yıllığına iktidarda kalacağını düşünmüyordum. Ama şimdi öyle geliyor ki bugüne kadar iktidarda kaldığı süre kadar daha kalabilir. Her ne kadar bir partiden çok bir tek adam halini aldıysa da....

 

- Sizin bir akademisyen olarak tek partili döneme ilişkin detaylı çalışmalarınızdan ilhamla sormak isterim. Bugün Türkiye siyasetinde tek adam durumundan bahsediyorsanız eğer o halde bir asırda yaşanan iniş çıkışlar adeta bir paranteze alınmış gibi mi? Bugün tek fark halkın onayı mı?

 

Tek partide halkın onayı var tabii.

 

- Ama o zaman CHP’nin bir alternatifi yoktu. Haklı olarak bugün AK Parti ‘Ben seçenekler arasından tercih ediliyorum’ diyor. Milli irade kavramı AK Parti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siyasi dilinin belkemiği. Burada demokrasi açısından nasıl bir açmaz var?

 

Tabii çok sağlam analiz yapmak mümkün değil ama daha çok bazı anekdotlar bana ilginç geliyor. Mesela bir şapka ayaklanması var. Aslında şapkadan başka bir şey giymemeyi âdet edinmenin kanunda 3 aya kadar hapis cezası gibi bir müeyyidesi vardır. Ama şapka nedeniyle insanlar asılmıştır. Bu şapka nedeniyle değil, buna karşı çıkanların hepsi TBMM’nin meşruiyetine başkaldırıyorlar diye ihanet-i vatandan asıldılar. Böyle bir ayaklanma da Lazlar arasında oluyor ve laflar çıkarıyorlar. Halkımız ayaklandı, dindar paşalarımız iktidarı aldılar, İsmet İnönü öldürüldü, Mustafa Kemal yaralı hastanede. Bu bana her zaman dokundu. Her şeyi kurguluyorsun, iktidarı basıyorsun, başvekili öldürüyorsun ama yine de Mustafa Kemal’i öldürmeye gönlü razı olmuyor asinin. Mustafa Kemal gerçekten sevilen bir lider. Durup dururken tek parti diktatörlüğünü icat eden ve uygulayan bir insan değil. Bir dalganın üzerinde geliyor.

 

AK Parti ve Erdoğan yorumu: 16 yıl daha

 

TAYYİP BEY ATATÜRK’ÜN TOPLUMDAKİ AĞIRLIĞININ FARKINDA ONDAN DOKUNMUYOR

 

- O toplumsal dalgayı taşıyan ana unsur nedir?

 

Abdülhamid’in Yunan seferinden beri ilk defa bir varlık göstermiş, ondan önce herkesten yenilgi görmüş bir ülkeye bir kahraman figürü çok iyi geliyor. O da tabii kullanıyor onu. Bugün çocuklar ‘Gazi’ sıfatının kanunla verilmesinin önemini idrak etmiyorlar. ‘Gazi’ sadece kendi döneminde zafer kazanmış padişahlara ve istisnai olarak da bazı komutanlara verilen bir sıfattır. Benim çocukluğumda kuyumcuya gidip de ‘Gazi altını’ isterseniz size ‘Abdülhamid altını’ verirlerdi, çünkü üzerinde ‘El Gazi’ yazar. ‘Gazi’nin Mustafa Kemal ile özdeşleştirilmesi böyle bir geleneğe dayanıyor. AKP’nin ve Tayyip Bey’in onunla karşılaştırılmasına dikkat etmek lazım. Tayyip Bey büyük bir itinayla İsmet Paşa’ya adamakıllı çatıyor ama Gazi Mustafa Kemal’e hiçbir zaman karşı çıkmaya yanaşmıyor. Atatürk dememeye de özen gösteriyor, Osmanlı’daki kodlarla konuşuyor.

 

- Tayyip Erdoğan 2014’te Cumhurbaşkanı seçildiğinde Anıtkabir’deki deftere dikkat çeken bir yazı yazmıştı. ‘Ölümünüzün ardından cumhur ile cumhurbaşkanlığı arasındaki irtibat zayıfladı’ şeklinde bir ifade kullanmıştı. Atatürk’ü Cumhuriyet’in sonraki yıllarından ayıran bir ton kullanmıştı. Neden böyle bir söylem tercih ediyor sizce?

 

Hâlâ orada bir ağırlık olduğunu hissediyor, bence doğru olarak. Çünkü buraya dokulunca, ‘Gazilik falan laftır, o din düşmanı bir adamdır’ falan demesi lazım ki bu kabul edilebilecek bir şey değil. Türkiye’nin genel psikolojisinde kaldırılabilecek bir şey değil.

 

 

BANA GÖRE ATATÜRK ATEİST DEĞİL DEİST

 

- Siz Atatürk’ün din konusundaki tavrını nasıl yorumluyorsunuz?

 

Yabancı gazetecilerle falan konuşurken ‘Ben bütün dinlere karşıyım’ diyor. Dinin bir aldatmaca olduğunu düşünüyor. Arkadaşlarımla bazen tartışıyoruz. Ben onun ate olmayıp, ‘Bir yaradan vardır’a inandığını düşünüyorum. İsimler yanıltıcıdır, dinler yanlış aramalardır ama yine de bir yaradan vardır. Bu agnostiklikten daha öte bir şey, deizm. Atatürk’ün ateist değil, deist olduğunu düşünüyorum.

İnsan benim yaşıma gelince birtakım gözlemler yapmadan edemiyor. Mesela ben 40-50 yıl önce devlet büyüklerinin cumaya gitmeleri gibi bir şeyi düşünemezdim. Şimdi neredeyse gitmemek mümkün değil devlet büyükleri için. Böyle toplu iftarlar falan... Askerler bile camilere şehit cenazesi vesilesiyle topluca geliyorlar, topluca bayram namazı kılıyorlar. Bunlar düşünülebilecek şeyler değildi. Yasak mıydı yoksa bunu yapmaya lüzum mu görmüyorlardı?

 

İSLAM DÜNYASI TÜRKİYE’DEKİ İSLAMİYET’İ HİÇBİR ZAMAN CİDDİYE ALMADI

 

- Siyaset bilimci şapkanızla yanıtlayın lütfen. Böyle bir şeye lüzum var mı peki... Dini inançların siyasal hayatın ana hattında olmasına?

 

Valla 19. yüzyılda bütün dünyada bu işin sonu geldi diye düşünülüyordu. Din denen efsaneler ortadan kalkacak, eli kulağında deniyordu. İşte Marx’lar, Darwin’ler falan. Ama 20. yüzyıla gelindiğinde büyük dünya savaşlarının ardından ne olduysa bütün dünyada bir dine sarılma yaşandı. Tabii Türkiye’de de yaşandı. Tabii Türkiye’deki İslamiyet’i, İslam dünyası öyle fazla ciddiye almamıştır. Bizim hilafetimiz öyle her tarafta alkışlanan bir şey değildi. Türkiye’nin İslamiyet’e bakışı fazla liberal bulunurdu. IŞİD Müslümanlığı Osmanlı tarihinde hiçbir zaman yoktu. Bugün bazı İslamcıların gerçekleştirmek istedikleri şey eskiyi diriltmek değil, yeni bir şey icat etmek.

 

SUUDİ ARABİSTAN BİZE HİLAFETİ GASP ETMİŞ MİLLET OLARAK BAKAR

 

- Türkiye kontekstindeki İslamcıları mı kastediyorsunuz?

 

Evet Türkiye kontekstindekileri söylüyorum. Ama ben Türkiye’de büyük kitlelerde Arap gibi Müslüman olma hasreti olduğunu sanmıyorum. Öte yandan mesela Suudi Arabistan’ın bakışı her zaman bizi öteleyen bir bakış oldu çünkü onlar bize asırlardır hilafeti gasp etmiş millet olarak bakıyor.

 

LAİKLİK KİŞİYE ÖZGÜ DEĞİLDİR TOPLUM YA DA DEVLET İÇİN VAR YA DA YOKTUR

 

- Erdoğan 25 Ocak devriminin ardından 2011’de Mısır’da Müslüman Kardeşler liderliğini ziyaretinde ‘Laiklik kesinlikle ateizm değildir. Ben Müslüman’ım ama laik değilim. Fakat laik bir ülkenin başbakanıyım. Laik bir rejimde insanların dindar olma ya da olmama özgürlüğü vardır’ demişti. 5 sene sonra bugün sizce Tayyip Erdoğan hâlâ yönettiği ülkenin laik bir ülke olduğunu düşünüyor mu?

 

Olmaması gerektiğini düşünüyor galiba. Aslında laiklik kişiye özgü bir nitelik değildir. Toplum ve devlet için var ya da yok denebilir. Kişi ya mümindir ya münkirdir. Laik olmak demek devlette laiklik politikasının uygulanmasını isteme yanlısı olmak demek olabilir. Yoksa ben laikim deyince ben dinsizim manası çıkmaz. Ben dindarım manası da çıkmaz. Hatta belki sahiden mümin olmak laik olmaya da engeldir.

 

DEMOKRASİ İÇİN ŞART SEÇİMLE İKTİDARDAN GİTMEKTİR HEM DE İKİ KEZ

 

- Sık sık Samuel Huntington’un demokrasiyle ilgili tanımına atıfta bulunursunuz. Bir ülkede demokrasi olduğuna hükmetmek için seçimle iktidara gelmek değil, seçimle iktidardan gitmek daha önemlidir. Ve hatta mümkünse iki kere olmalı.

 

Evet, bir kere yetmez diyor. Çünkü biz hep 1950 seçimlerini söylüyoruz. O ise üst üste iki kez olacak diyor.

 

GÜCE TESLİM OLAN AKADEMİSYEN ARKADAŞLARIM BENİ DEHŞETE DÜŞÜRÜYOR

 

- Türkiye’deki Haziran 2015 seçimi bize gösterdi ki seçimle iktidardan gitmek de o kadar kolay bir şey değilmiş. Sonrasında yaşananları pek çok kimse ‘Ne olursa olsun iktidarda kalayım refleksi’ olarak yorumladı.

 

Herhalde o ama bu tablodan tabii AKP mi yoksa Tayyip Bey mi asıl iktidar olarak çıktı? Tayyip Bey’in AKP genelinden daha büyük bir ağırlığı olduğu söylenebilir. AKP tamamen yüzde yüz şartsız Tayyip Erdoğan’a teslim oldu. Benim arkadaşlarım arasında Tayyip Bey’in gücüne tamamen iman etmiş insanlar var, özellikle Sabancı Üniversitesi’nde. Onlar ‘Tayyip Bey’in yaptığı her şey haklıdır, doğrudur noktasına geldiler şaşırtıcı bir şekilde. Mesela Cemil Koçak. Doktorasında ben vardım, çok sevdiğim bir insandır. Tayyip Bey’in yaptığı her şey doğrudur noktasında. Bu bana dehşet veriyor. Ama yalnız da değil. Adlarını vermek istemediğim başkaları da var. Bu kadar okumuş, yazmış, neyin ne olduğunu bilen, çağdaş değerlere yakın insanlar nasıl böyle bir şey söyleyebilirler diye hayret ediyorum.

 

BURAYA GELDİM DİYE BENİ MÜSLÜMAN SANMAYIN DİYE HEP UYARDIM

 

- AK Parti iktidarının ilk döneminde göstermiş olduğunuz tavır nedeniyle sol kesimler sizi ‘AKP yandaşlığıyla’ daha önemlisi ‘sola ihanetle’ suçladılar. Bugün geriye dönük baktığınızda bir özeleştiri yapıyor musunuz?

 

Dönüp kendimi yargılamıyorum. Fethullah Gülen örgütünün yaptıklarını ve onlara yapılanları hiçbir zaman tam olarak anlamadım. Terör örgütü diyorlar. Böyle bir şeye inanmıyorum. Terör örgütü olamaz. Birtakım zenginlerden para toplayıp başka amaçlarla kullanmış falan olabilirler ama terörle bunların bir alakası olmuş olamaz. Çok yakın zamana kadar AKP’nin yöneticileriyle bunlar kol kola idiler.

 

- Bazı çevrelerin sizi ‘Fethullahçı’ ilan etmesinin temel sebebi Abant Platformu’ndaki çalışmalarınız oldu.

 

Evet, ben 3-5 sene bu Fethullahçıların Abant Platformu’nun eşbaşkanlığını yaptım. Benden önce eski Bakan Mehmet Aydın vardı. Bizim yaptığımız Türkiye sorunları üzerine en geniş bir gruptan temsilcilerle tartışmaktı. Bundan hiçbir zaman utanmadım. Bunların çoğunun tutanakları yayınlandı. Hayırlı bir şey olduğunu düşünüyorum. Ama Abant özel bir durumdu. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı ile aynı şey değildi. Ben vakfın üyesi değildim. Ben her toplantıda ‘Buraya geldim diye beni de Müslüman sanmayın. Sizinle birlikte olmayı, meseleleri tartışmayı doğru bulduğum için buradayım. Yoksa kendime Müslüman süsü vermiş değilim’ diye hep vurguluyordum. Çünkü kolaylıkla ‘Buraya geldiğine göre bu herif de kafileye katıldı’ diye algılanabilirdi.

 

- Fethullah Gülen’in kendisiyle tanıştınız mı?

 

Hayır. Zaten uzunca bir süre Abant’la doğrudan ilgisi yoktu. Amerika’daydı. Birkaç kez benim yanımdan telefon ettiler. Televizyonda gördüğüm kadarıyla kendisi bana iyi bir İslam âlimi duygusu vermedi. Aklımda ağlamasından başka bir şey kalmadı diyebilirim.

 

TESETTÜRLÜ KIZLARIN ARTIŞI NEREYE KADAR GİDECEK MERAK EDİYORUM

 

- Şerif Mardin 2007 yılında ‘mahalle baskısı’ kavramını gündeme getirdiğinde, o mekanizmanın adeta bir teşkilat olarak işlediğini söylemişti. Bugün artık mahalle baskısının siyasi bir teşkilat tarafından işletildiğini düşünenlere ne dersiniz?

 

Üniversiteye gelen tesettürlü kızlarla başı açık kızlar aşağı yukarı yarı yarıya. Ama bizim kültürümüzde çok işaretler var. Sen ailende hiç duydun mu bilmiyorum, mesela ‘başı açık orospu’ lafı. Başı açık olan her kadının aslında kötü olduğu kabulü. Bu dehşet bir şey. Acaba o noktaya kadar gider mi tesettürlü kızların artışı? Zaman zaman tabii içimden geliyor ama sormak istemiyorum; ‘Kızım sen niye kapandın? Ölüm korkusu mu? Aileden bir teşvik mi?’ Ben baskıdan çok teşvikler olduğunu düşünüyorum. Ama gözle görülür bir artış var. Gerçi benim korktuğum kadar hızlı artmadı.

 

BUGÜN TÜRKİYE’DE SOLCU OLMAK SİYASETTE LİBERAL OLMAYI GEREKTİRİYOR

 

Sol tarihi hep emek tarihine dayandırıldı. Emek tarihi muhtemelen devam edecek ama artık solun sadece işçi sınıfı üzerinden tanımlanması modası olmayacak. 1980’den beri sendikalar çok güçsüzleştirildi ve apolitik hale geldi. Bir zaman DİSK’in bir anlamı vardı, Türk-İş’in bir anlamı vardı. Şimdi bunlar ücret artışlarını izleyen kuruluşlar haline geldiler. Bunların solun hedefleriyle bir ilişkisi kalmadı. Türkiye’de solcu olmak herhalde siyasette liberal olmayı gerektiriyor. Yoksa herhalde rejimi değiştirmek bugünkü koşullarda gerçekçi değil.

KAYNAK: Cansu Çamlıbel / Yüz Yüze - Fotoğraf: Levent Kulu - AK Parti ve Erdoğan yorumu: 16 yıl daha, hurriyet.com.tr,10 Temmuz 2016).  

Yazar: CANSU ÇAMLIBEL

METE TUNÇAY - NEŞE DÜZEL RÖPORTAJI

METE TUNÇAY - NEŞE DÜZEL RÖPORTAJI

“Atatürk döneminde yargı da içler acısı vaziyette. Yüksek yargıçlar, Atatürk’ün antikomünist nutkunu, Eskişehir tren istasyonunda gece hazırolda dinliyorlar.”

“Milli Mücadele, İslam dini istismar edilerek kuruldu. Din devleti oluyoruz havası yaratıldı. İçki yasaklandı. Atatürk, kanuna aykırı olarak içki içti.”

“Atatürk, orduyu güçlendirmedi. Orduyu, Fevzi Çakmak gibi tutucu birine verdi. Planı, güçlü bir orduya ihtiyaç duymadan, bölgesel paktlarla savaş riskini ötelemekti.”

* * *

NEDEN: METE TUNÇAY
Bugün yaşadığımız bütün çarpıklıkların kökü yakın tarihimizde yatıyor. Zaten bu yüzden yakın tarihimizi öğrenmemiz, bütün gerçekleri bilmemiz, bunları açıkça tartışmamız engelleniyor. Geçmişimiz, özellikle de yakın tarihimiz, eğitimin her aşamasında sansürleniyor, çarpıtılıyor. Gerçeklerin üstü yalanlarla örtülmeye çalışılıyor. Oysa, bugün bir türlü çözemediğimiz temel sorunlarımızın kaynağını, bu ülkede ordunun ve yargının konumunu, Atatürkçülük ideolojisiyle ‘tek parti’ ideolojisinin ilişkisini ancak yakın tarihimizi bildiğimizde açıkça görebiliriz ve düğümleri çözebiliriz. Türkiye’nin önde gelen entelektüellerinden olan siyaset bilimi ve tarih profesörü Mete Tunçay’la yakın tarihimizi, Atatürk’ü, Atatürk’ün dinle, dindarlarla, Kürtlerle olan ilişkisini, orduya, yargıya ve siyasete bakışını, yönetim anlayışını, tek adamlığını, mücadele arkadaşlarının başlarına gelenleri, İstiklal Mahkemeleri’ni konuştuk. ‘Türkiye’de Sol Akımlar’ ve geçtiğimiz günlerde dördüncü baskısı yapılan ‘Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması’ isimli kitaplarıyla Türkiye’nin yakın dönem siyasi düşünceler tarihinin araştırılmasına ve erken Cumhuriyet döneminin anlaşılmasına büyük katkıda bulunan Prof. Dr. Mete Tunçay, halen İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde ders veriyor.

* * *

NEŞE DÜZEL: İki temel kurum, bugün ciddi bir biçimde sorgulanıyor: yargı ve ordu. Cumhuriyet’in kuruluşunda bu iki kurumun yeri nedir?

METE TUNÇAY: Kuruculara tek tek bakacak olursak, Cumhuriyet’i askerler kurdu. Mustafa Kemal Paşa da, İsmet Paşa da, Fevzi Çakmak da askerdi. Zaten Milli Mücadele’de ilk beşten söz edilir. Bir Atatürk, iki Kazım Karabekir, üç Ali Fuat Cebesoy, dört Rauf Bey, beş Refet Paşa. Karabekir ve Cebesoy, Milli Mücadele’ye başlamak için 1919’da Mustafa Kemal’den daha önce Anadolu’ya gittiler ve M. Kemal’e ısrarla gel dediler. Ama M. Kemal tereddüt etti. Karabekir, sık sık onun gecikmesinden bahseder.

M. Kemal, Milli Mücadele’ye niye daha geç katılıyor?

Başka şeylere oynuyor. Mesela İstanbul’da Sadrazam İzzet Paşa’nın hükümetine girmek ve harbiye nâzırı olmak istiyor. “Ben harbiye nâzırı olmak istiyorum” diye de açıkça söylüyor. İzzet Paşa istemiyor. Bu isteği kabul edilseydi, herhalde o zaman Milli Mücadele diye bir şey olmayacaktı. Zira bu durumda Mustafa Kemal’in Anadolu’ya gidip, oradakilerle anlaşıp, Yunanlılara karşı bir hareket geliştirmesi beklenemezdi...

M. Kemal niye çok istediği halde, Osmanlı ordusunun başına getirilmedi peki?

İzzet Paşa istemedi. İttihatçıların tabii kendi kadroları var. M. Kemal de bir zamanlar İttihat Terakki’ye girmiş olmakla birlikte hep yanlış şeylerin arkasına düşüyor.

Nasıl yani?

İttihat Terakki’ye ilk girişinde Cemal Paşa hizbinde yer alıyor. Kendisinden yaşça küçük olan ve haklı olarak hep kızdığı, kıskandığı Enver Paşa’nın hizbinde yer almıyor. Sonra İttihat Terakki’nin genel sekreteri olan Fethi Okyar’ın adamı oluyor. Fethi Okyar bu makamdan düşüp de Sofya’ya sürülünce, “bu belayı da al yanında götür” diye M. Kemal’i de Sofya’ya ateşe militer olarak gönderiyorlar. Sorunuza, Cumhuriyet’in kuruluşunda ordunun ve yargının yerine gelince... Bizde Cumhuriyet’i kuran kadro tamamen askerin içinden çıktı. Bunda şaşılacak bir şey de yok.

Yeryüzünde askerlerin kurduğu başka hangi cumhuriyet var?

Afrika’da var ama... Avrupa’da askerlerin yarattığı bir devleti düşünmek zor. Yunanistan, ancak cuntacı askerlerin kafasını kırdıktan sonra demokratik olarak gelişebildi. Ama Fransa’da ordu, De Gaulle’ün prestiji olmasaydı, darbe yapacaktı. Çok da uzak bir geçmiş değil bu. Cumhuriyet’in kuruluşunda yargının yerine gelince... Yargı hiçbir zaman ön planda olmadı. Kuvvetler ayrılığı ilkesine göre, yargı için ayrı bir kuvvet ve bağımsız dense de Türkiye’nin geçmiş tecrübesinde yargı hiçbir zaman ayrı ve bağımsız bir güç olmadı.

Yargı kime bağımlı oldu?

Öncelikle orduya. 28 Şubat ve 12 Eylül’de yaşananlar da bunu açıkça ortaya koşmuştu. Bakın... Cumhuriyet’in kuruluşunda ordu çok önemliydi. Yeniçeri ayaklamalarından tutun da İkinci Meşrutiyet’te Mahmut Şevket Paşa’ya dek bu önemin bir geçmişi ve geleneği vardı. İlk askerî diktatörlük modelini Hareket Ordusu’nun komutanı Mahmut Şevket kurdu. Enver ve Cemal Paşalar, Birinci Dünya Savaşı yıllarında bu diktatörlüğü sürdürdüler. Nitekim bizim erken Cumhuriyet de geniş ölçüde askerî bir nitelik taşır. Mesela 30 Ağustos 1926...

30 Ağustos 1926’da ne yaşandı?

30 Ağustos, orduda, geleneksel olarak terfilerin yapıldığı bir tarihtir. Milli Mücadele’yi başlatan ve Cumhuriyet’i kuran ‘ilk beş’in dördü olan Kazım Karabekir, Ali Fuat Paşa, Refet Paşa, Rauf Orbay, daha birkaç ay önce İzmir’de Atatürk’e suikasttan ötürü İstiklal Mahkemesi’nde idam talebiyle yargılanmışlardı. Aradan birkaç ay geçti ki, 30 Ağustos 1926’da Karabekir Paşa, Cumhuriyet’in başbakanı İsmet Paşa’yla birlikte birinci ferikliğe yani korgenerallikten orgeneralliğe yükseltildi.

Bundan ne anlamalıyım?

Bir kere, Cumhuriyet’in kurucularının askerlikle ilişkileri sürüyor. Cumhurbaşkanı Atatürk de asker, Başbakan İnönü de asker... Bir taraftan Karabekir asıl isteniyor, diğer taraftan da “paşamız orgeneral olsun” diye terfi ettiriliyor. Hele hele Cumhuriyet’in ilanından üç yıl sonra, Cumhuriyet’in başbakanının kalkıp da orgeneralliğe yükseltilmesi çok ironik oluyor. Bizde, “askerler, Milli Mücadele’yi yaptılar ve Cumhuriyet’i kurduktan sonra üniformalarını çıkardılar” diye hikâyeler anlatılıyor ya... Hayır, üniformalarını çıkarmadılar.

Atatürk’ün, askerlerin siyasete bulaşmasını istemediği ve hatta onlara, “Beyler ya üniformanızı çıkarın, siyasete girin, ya da üniformanızla kışlada kalın” dediği söylenir. Atatürk aslında bunu da mı söylemedi?

Atatürk, askerin kendisine karşı bir politikaya bulaşmamasını istiyor. Yoksa askerin, siyasetin içinde olmasına bir itirazı yok. Üstelik Atatürk’ün kendisi de üniformasını çıkarmadı ki. 1925’te Kastamonu’da şapka nutkunu söylüyor ya... Atatürk oraya mareşal üniformasıyla, ayağında çizmeler, yanında köpeği ve elinde kamçısıyla gidiyor. Kastamonu’da bir ara sivil giyiniyor ve şapka nutkunu söylüyor. Sonra tekrar mareşal üniformasını giyip dönüyor. Kurulan cumhuriyet, demokratik bir cumhuriyet değil.

Kurulan cumhuriyet nasıl bir cumhuriyet peki?

Kurulan cumhuriyet Jakoben bir cumhuriyet. Çünkü bunlar, halk için doğrunun, iyinin ne olduğunu biliyorlar. Halka öyle fazla danışmaya ihtiyaçları yok. Mesela 1946’ya kadarki seçimler iki derecelidir. 1946’ya dek, yurttaşlar gidip de milletvekillerini seçmiyor.

Kimi seçiyorlar?

Birinci seçmenleri seçiyorlar. Onlar, milletvekillerini seçiyor. Çünkü halka güvenilmiyor. “Halk, bütün gerilikleri getiriyor” diye düşünülüyor. Zaten Halk Partisi’nde de bir asker ağırlığı var. Bugün hâlâ tartıştığımız ‘vesayet’ kavramının nasıl oluştuğunu düşünmek lazım tabii. Cumhuriyeti kuranlar...

Evet... Cumhuriyeti kuranlar ne düşünüyorlar?

Bunlar, 19. yüzyıldaki pozitivistlerden etkilendiler. 19. yüzyılda fizik bilimleri ve matematiğin gelişmesi dünyada insanlara, “Bütün soruların cevaplarını bilimden aldık ve alacağız. Din, iman gibi şeyler artık çocukluk hikâyeleridir” duygusunu verdi ve bu pozitivist ruh bizde de yayıldı. Dolayısıyla askerler, sivil yüksek memurlar ve burjuvaziden oluşan egemen sınıf, kamusal doğruyu ve kamusal iyiyi kendisinin bildiğini düşündü. Yargı da bunların peşinden gitti. Halkın taleplerinden korkuldu. Eğer halka soracak olursak, “bunlar kadınların başlarını örter, içkiyi yasaklar falan” dendi.

Cumhuriyet’in kurucuları bu korkularında haklılar mıydı? Halkın kararına bırakılsa, yeni Cumhuriyet, gerçekten bir din devleti olur muydu?

Biz hiçbir zaman din devleti olmazdık. Çünkü imparatorluk geleneğinden geliyoruz. Bazı tarihçiler, Osmanlı’dan teokrasi diye söz ediyorlar. Bu, deli saçmasıdır. Bir imparatorluk, din devleti olamaz. Çünkü imparatorluk çeşitliliği korumak, bütün dinlere saygı göstermek zorundadır.

Osmanlı, şeriatla yönetilmiyor muydu?

Hem evet, hem hayır. 19. yüzyılda Borçlar Kanunu, Ticaret Kanunu gibi Batı kaynaklı o kadar çok kanun kabul edildi ki, şeriat sadece evlenme, boşanma ve mirasla sınırlı hale geldi. Ama şunu da bilmek lazım. Milli Mücadele sırasında içki yasağı kanunu çıkarıldı. Meclis’teki dindarların bir zaferiydi bu. İçki yasaklandı ve Atatürk o dönemde kanuna aykırı olarak içki içiyordu. O gün boyun eğildiği takdirde, dindarların o dönemde daha ileri taleplerinin olabileceği düşünülebilir ama bugün artık böyle bir tehlike yok.

Cumhuriyet kurulduktan sonra yargının ve ordunun işlevi ne oldu?

Cumhuriyet kurulduktan sonra ordu enteresan bir macera geçirdi. Atatürk, orduyu Fevzi Çakmak gibi çok dürüst ama son derece tutucu birine teslim etti. “Her general, bir önceki savaşa hazırlanır” diye bir laf vardır. Fevzi Çakmak da böyle... “Demiryolu olursa, İtalyanlar trenlere biner ve memleketin içine kolaylıkla gelirler. Otobüsle zor gelsinler!” diye Antalya’ya demiryolu yaptırmıyor. Uzun menzilli donanma topları Karadeniz’den Gölcük’ü dövebilecek teknolojiye ulaşırken, Çakmak bunu düşünmüyor ve donanma için Gölcük’ü güvenli bir yer olarak seçiyor. Ayrıca, Harbiye talebesinin gazete okumasına bile izin vermiyor.

Nasıl?

Fevzi Çakmak’ın ölünceye kadar Latin harfleriyle sadece “Fevzi” diye adını yazdığı rivayet edilir. Eyüp mezarlığında şeyhinin ayağının ucunda gömülü olan Çakmak, bütün yazılarını Arap harfleriyle yazmış.

Cumhuriyet’in en önemli devrimlerinden olan harf devrimine, Cumhuriyet’in genelkurmay başkanı mı uymuyor? Atatürk niye ordunun başına böyle tutucu birini getiriyor?

Atatürk’ün bunu istediğini düşünüyorum. Çakmak, 1943’e kadar, 20 yıldan fazla genelkurmay başkanlığı yaptı. Bir İngiliz tarihçi, benim de bulunduğum bir ortamda şöyle demişti: “Abdülhamit akıllı adamdı. Fakat büyük bir hata yaptı. Alman yardımıyla orduyu güçlendirdi ama, subayları yeteri kadar tatmin etmedi ve ordu, onun başını yedi. Menderes de aynı hataya düştü. Amerikan yardımıyla orduyu güçlendirirken subayları o da tatmin etmedi. Atatürk bu hatayı yapmadı.”

Atatürk, orduya nasıl yaklaştı?

Atatürk, orduyu asla güçlendirmedi. Orduyu, Fevzi Çakmak gibi tutucu bir komutana teslim etti. Orduya yatırım çok sınırlı tutuldu. Mustafa Kemal’in kafasında, güçlü bir orduya ihtiyaç hissetmeden, bölgesel paktlarla savaş tehlikesini öteleme planı vardı. Balkan Paktı, Yakın Doğu’daki ilişkilerle, savaşa lüzum olmadan götürmek istiyordu işi.

Atatürk döneminde ordunun durumu böyleydi. Peki, yargının durumu neydi?

Atatürk döneminde aslında yargı da içler acısı vaziyette. Atatürk gece trenle İstanbul’a giderken Eskişehir’e uğruyor. Temyiz üyelerine haber veriliyor, hepsi sabaha karşı saat birde, ikide peronda hazırolda bekliyorlar. Atatürk, komünistler için “bunlar hafif akıllı adamlardır” dediği o meşhur antikomünist nutkunu, işte o gün sabaha karşı istasyonda yargıçlara veriyor ve onları irşat ediyor, uyarıyor, yönlendiriyor. Yargının bağımsızlığını ve konumunu anlatmak açısından bu olay yeterli sanırım.

Atatürk’ün ölümünden sonra, ordu ve yargı Cumhuriyet’i koruyabilmek için nasıl bir rol üstlendi?

Yargının rolü hep ikincil kaldı. Orduya gelince... Atatürk döneminde geri plana itilen ordu, İkinci Dünya Savaşı yıllarında birden bire, “savaşa girecek olursak” diye semirtildi. Dört yüz bin kişilik ordu bir buçuk milyona çıktı. Dolayısıyla ordu, fazladan bir önem kazandı. Harbiye’ye daha fazla öğrenci alındı. Nitekim 1960’ta, 300 generalin 275’i tasfiye edildi. Yani, İkinci Dünya Savaşı yıllarında, askeriye özel bir önem kazandı. İsmet Paşa 1945’te çok partili hayata geçip de 14 Mayıs seçimlerini kaybettiğinde, malum gece Genelkurmay Başkanı telefon edip, ona, “Paşam bir emriniz var mı” diye sordu.

Sonuç ne oldu?

Ordudaki yüksek kademe, bir hafta, on gün içinde, Demokrat Parti iktidarı tarafından emekliye ayrıldı. Demokrat Parti döneminde ordunun açık bir muhalefeti olmadı ama ordunun içinde cuntacılık başladı.1960 darbesinin hazırlıkları 1950’lerin başında başladı. Hatta Samet Kuşçu diye birisi darbe hazırlıklarını ihbar etti.

Darbe ihbarı işe yaradı mı?

Hayır. Adama inanmadılar, “iftira ediyorsun” diye adamı bir de mahkum ettiler. ‘Kızı serbest bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya varır’ endişesinin benzerini, bu ülkenin halkı için duyan askerin ve yüksek sivil bürokratların ‘vesayet’ düşüncesini, ne yazık ki siyasiler de paylaştılar. Başta CHP olmak üzere bir takım siviller de, toplumun mutlaka bir denetim altında tutulması gerektiği görüşünü savundular. ‘Halk serbest bırakılırsa, yarın herkesin tesettüre girmesini ister bunlar’ diye düşündüler.

Bizim cumhuriyetimiz, evrensel ölçülere uygun bir ordu ve yargıyla kurulabilir miydi?

El cevap: hayır. Latin alfabesi, şapka kanunu, halk oylamasıyla yapılamazdı ama başka türlü davranılabilirdi. Artık bugün Arap alfabesine dönmek gibi bir talep ve ihtimal yok. Aslında Hilafet kaldırılmayabilirdi ama artık geçmiş olsun. Halbuki Mecit Efendi halife olarak muhafaza edilseydi, Latin alfabesinin kabulüne bile karşı çıkmayabilirdi. Ki, Cumhuriyet’in en önemli devrimi alfabe değişikliğidir.

Sizce niye alfabe değişikliği en önemli devrim?

Çünkü dinle dil değil ama dinle yazı arasında garip bir ilişki vardır. Müslüman olmakla Arap harflerini kullanmak arasında doğrudan bir bağ var ve bizim devrim bu bağı kırdı.

Bunu bilinçli mi yaptı?

Bilinçli yaptı. Tarık Bin Ziyad’ın, geri dönülmesin diye gemilerini yakma hadisesidir bu. Latin alfabesi tamamen dinle ilişkili olarak getirildi. Hilafet kaldırılacağı zaman bir kamuoyu yoklaması yapılsaydı, cevap muhtemelen “Hilafet kaldırmasın” çıkardı. Düşünün... Türkiye’nin baş tarihçisi olan Enver Ziya Karal, Galatasaray’da talebeyken, Hilafet kaldırılınca talebelerin yemek boykotu yaptığını anlattı. Türkiye’nin en aydınlanmış kesimi bile hilafetin kaldırılmasına “hayır” diyor.

Aslında bugün insanların korktuğu hilafet değil, şeriat. Cumhuriyet’in kuruluşunda oylama yapılsaydı, halk şeriat ister miydi?

Osmanlı din devleti olmamıştı ki Cumhuriyet olsun. Ama Milli Mücadele yıllarında sanki bir din devleti olmaya gidiyoruz gibi bir hava yaratılmıştı. Dinci kesim bu yönde teşvik ediliyordu. Milli Mücadele tamamen İslam dininin istismarına dayanan bir şekilde kuruldu. Çünkü yığınları Türk milliyetçiliği adına harekete geçirmek mümkün değildi. İslam kardeşliğine atıf yapma mecburiyeti vardı.

YARIN:

Milli Mücadele dini nasıl istismar etti?
Neden bizim ordumuz ve yargımız Avrupalı ülkelerden farklı?
Atatürk İstanbul’a niçin küstü?
Rumelililerle Anadolulular arasında bir çatışma mı var?
Cumhuriyeti Sabetaycılar mı kurdu?
Ordu Atatürk’e karşı darbe yapabilir miydi

02 Mart, 23:32 · Şikayet Et

· 

Hüseyin Karataş
2. BÖLÜM ‘Laiklikte, Sabetaycılık etkili oldu’
“Ordunun ilericiliği, bahane. Niye daha ileride olsunlar ki toplumdan? Bütün bu laiklik, Atatürk devrimleri sözleri, halka emretmeyi sürdürmenin bahanesidir.”

“Yeraltı muhalefeti, “Abe diye konuşanlar bizi yönetiyor” diye kızıyor. Atatürk de dahil böyle konuşuyor ve Rumeliliğe karşı Anadoluculuk muhalefeti çıkıyor.”

“Yalçın Küçük, “Sabetaycılık, Selanik’te hâkim oldu. Cumhuriyet’i kuran sivillerin bu Sabetaycı kökeni, laikliği belirledi” deseydi, benimsenirdi.”

* * *

İKİNCİ BÖLÜM
Ünlü siyaset bilim ve tarih profesörü Mete Tunçay’la yaptığımız ve dün birinci bölümünü verdiğimiz konuşmayı, kaldığımız yerden yayımlamaya devam ediyoruz.

* * *

NEŞE DÜZEL: ‘Milli Mücadele’de, insanları Türk milliyetçiliği adına harekete geçirmek mümkün değildi... Milli Mücadele tamamen İslam dininin istismarına dayanan bir şekilde kuruldu...’ dediniz. Milli Mücadele dini nasıl istismar etti?

METE TUNÇAY: Mesela... Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, memleketteki bütün İslam yurttaşları ‘tabii aza’ sayıyordu. Gayrımüslimler ise Cemiyet’e üye olamıyorlardı. Mesela... Hiçbir Osmanlı Mebusanı’nda kürsüden Kur’an okunmamıştı. Büyük Millet Meclisi’nde ise kürsüden Kur’an okunuyor, Hacı Bayram’a Cuma namazına gidiliyordu. Meclis’in açılış günü bile Cuma’ya denk getirildi. Dolayısıyla İslam, Osmanlı’nın Meşrutiyet döneminde sahip olmadığı öneme, Milli Mücadele döneminde sahip oldu.

Dinin kullanılması ne kadar sürüyor?

Askerî zafere kadar sürüyor. 9 Eylül 1922’de İzmir’e girildikten sonra Atatürk Ankara’ya dönüyor. Kendisine “Hacı Bayram’a gidip şükran duası edelim” dendiğinde de, “Benim böyle bir borcum yok” diyor. Mesela... Milli Mücadele yıllarında, ‘İslam milleti’ anlamına gelen, “biz burada sadece Türk değil, Kürdü, Arabı, Lazı, ve Çerkesiyle tam bir birliğiz” denirken, Milli Mücadele’nin kazanılmasından sonra bu milli birlik, ‘Türk milli birliğine’ dönüştürülüyor.

İslamiyet birleştirici unsur olmaktan çıkıyor mu?

Birleştirici unsur Türklüğe çevriliyor. Ancak bu süreç adım adım ilerliyor. Çok kişi unuttu ama... 1922’nin kasımında Saltanat kaldırıldı ve Mecit Efendi halife oldu. Onun halifeliği bir buçuk sene sürdü. Bu bir buçuk senenin dört ayı Cumhuriyet dönemidir. Yani, bizim önce ‘halifeli bir cumhuriyetimiz’ vardı.

Bugün ciddi bir biçimde sorgulanan Cumhuriyet’in iki temel kurumuna dönersek... Neden bizim ordumuz ve yargımız Avrupalı ülkelerden farklı?

Bizim ordunun siyaseti dikte etme imkânı var. Ve, ordu da bunu yapıyor. Aslında ordunun ne kadar laiklik ve ilericilik yanlısı olduğu konusunda karar vermek güç. Ama şu kesin. İlerici ve laiklik yanlısı görünmek, orduya dominant güç olma imkânını sağlıyor. Zaten ordunun istediği de...

Ordunun asıl istediği nedir?

Ordunun istediği de, Türk toplumu üzerindeki egemen konumunu sürdürmek. Bütün bu laiklik ve Atatürk devrimleri vurgusu, topluma direktif vermeyi sürdürmenin bir bahanesi oluyor ordu için. Ordunun ilericiliği bana açıkçası bahane gibi geliyor. Toplumdan niye daha ileride olsunlar ki? Bunlar, öyle felsefe ve metafizik eğitimi görmüyorlar ki. Toplumdan daha ileride olabilmeleri için bir neden yok. Ama Abdülhamit’e Kanun-i Esasi’yi yeniden ilan ettirdikten bu yana, bu ülkede atılacak adımlara hep ordu karar verdi.

Cumhuriyet kurulduğunda toplumun yapısı nasıldı?

Bugün 72,5 milyonluk nüfus var. O gün 12 milyonluk bir kitleden bahsediyoruz. O kitlede muhacirlik, mübadillik, yerlilik, ayırımını da düşünmek lazım.

Niye?

Şunu unutmamak lazım. Teknoloji, medya, iletişim ve ilişkiler bugünkü gibi değildi. Ankara’da cumhuriyet vardı ama Atatürk, İstanbul’a küs idi. Yani İstanbul, Atatürk’ün küs olduğu bir şehirdi. 1927’ye dek Atatürk İstanbul’a gelmedi. Ancak 1 Temmuz 1927’de şehri affetti. O güne dek, İstanbul’a hep kötü gözle bakıldı.

Atatürk İstanbul’a niçin küstü?

İstanbul kendisine karşı muhalefetin, eleştirilerin, gazetelerin olduğu bir yerdi. İstanbul’da bir demokrasi talebi vardı. Mesela 1923’ün son günlerinde, Halife’nin istifa edeceği lafları çıkıyor. İstanbul Barosu Başkanı Avukat Lütfi Bey, Halife’ye “sakın ha istifa etmeyin” diye açık mektup yazıyor. Bunun üzerine İstiklal Mahkemesi Lütfi Fikri’yi yargılıyor ve beş sene hapse mahkûm ediyor. Lütfi Fikri hapishanede özel af için dilekçe veriyor.

Affediliyor mu?

Dilekçesi kabul ediliyor. Birkaç ay sonra hapisten çıkıyor ve İstanbul Barosu onu gene başkan seçiyor. Bu, Ankara’ya posta koymak değildir de nedir? Cumhuriyet’in kuruluşunda toplumun yapısını sormuştunuz... Ona dönersek... Rumelilik ve Anadoluluk hikâyesi de Cumhuriyet’in kuruluşu bakımından çok önemlidir. Rumeli’den Anadolu’ya bir buçuk milyon Müslüman geliyor o dönemde.

Rumelilik ve Anadoluluk ayırımı niye önemli? Rumelililerle Anadolulular arasında bir çatışma mı var?

Olmaz olur mu? Atatürk zamanındaki yeraltı muhalefetinde, “ulan, bizi, ‘abe’ diye konuşanlar idare ediyor” deniyor. Çünkü Atatürk’ün kendisi de dahil böyle konuşuyor ve ortaya bir Anadoluculuk muhalefeti çıkıyor. Unutmayın ki, Cumhuriyet’i kuran kadro, geniş ölçüde Rumeli’de görev almış olanlardan oluşuyor. Zaten Mustafa Kemal’in kurmay subaylığı döneminde iyi subaylar Asya’ya gitmez, Rumeli’ye giderlerdi ve o sırada önemli olan Makedonya’da görevlendirilmekti. Mustafa Kemal, Şam’a ceza olarak gönderilmişti.

Peki, çatışmayı kim kazanıyor? Anadolulular mı Rumelililer mi?

Rumelililer kazanıyor. Bugün AKP, bir açıdan Anadolu’nun intikamı olarak da yorumlanabilir. Yalçın Küçük bir ara, insanların tek tek isimlerine bakıp, ‘dönmelik’ hikâyesini ortaya attı. Eğer Yalçın, “Sabetaycılık, Selanik’te önemli bir gruba hâkim olmuştu. Bunlar, iyi eğitim aldılar ve başkalarını da yetiştirdiler. Bunlar, Cumhuriyet’i kuran sivil kadro içinde çok önemli oldular. Bunların Sabetaycı kökenleri, Cumhuriyet’in laikliğinin formüle edilmesinde etkili oldu” deseydi, bu sözler kabul edilebilirdi ve Yalçın, yararlı bir hipotez getirebilirdi.

Ama yapılan yayınlar ve daha sonra başkaları tarafından da öne sürülen tezler, Cumhuriyet’i Sabetaycıların kurduğuna kadar vardı. Cumhuriyeti Sabetaycılar mı kurdu?

Yok canım. Böyle bir şey söylemenin manası yok. Sabetay kökenli insanların laiklik anlayışımızın gelişmesinde bir etkisi oldu. Ki, bunlar Cumhuriyet’te sorumlu makamlara getirildiler.

Atatürk hukuk konusunda bilgili miydi?

Bir kurmay subay ne kadar hukuk biliyorsa, o da ancak o kadar biliyordu. Mesela Enver Paşa için, “yok kanun, yap kanun” denir. Her yaptığı işin bir kanuna göre yapılmasını istediği için Enver, eğer yapılan işin bir kanunu yoksa, hemen o iş için kanun yaptırırmış. Atatürk’te de böyle bir meşruiyet fikri vardı. Çeşitli konuları Meclis’in onayından geçirmek gibi bir tutumu vardı. Ama şu var! Atatürk’e icazet veren kurumlar, yani onayına başvurduğu kurumlar, aslında kendisinden kaynaklanan kurumlardı.

Anlamadım...

Mesela bir milletvekili, ancak Halk Partisi içindeki bir kurulun kendisini aday göstermesiyle milletvekili seçilebiliyordu. Ve o kurulu da, cumhurbaşkanı tayin ediyordu. Tabii şekilden ibaret bir meşruiyet sistemidir bu.

Böyle bir meşruiyet sistemini benimseyen bir cumhuriyeti nasıl tanımlamak gerekir?

Söyle anlatayım... Atatürk ve yakın çevresi, toplumun neye ihtiyacı olduğunu bildiklerine inanıyorlar. Bu yüzden topluma danışma ihtiyacında değiller. Bütün mesele, kafalarındaki modeli topluma kabul ettirmek. Tek parti dönemi, demokrasiye hazırlık dönemi olarak yorumlanıyor ya...

Demokrasiye hazırlanılmıyor muydu?

Bakın... Özgürlük, aykırı olabilmektir. Özgürlük, hayır diyebilmektir. İsmet Paşa, 1938’de cumhurbaşkanı oluncaya dek, ortada böyle bir özgürlük ve demokrasi niyeti yoktu. Ama 1937’de İsmet Paşa, Atatürk tarafından birden bire başbakanlıktan kenara atılınca, şoke oldu. Atatürk öldükten sonra Cumhurbaşkanı olduğunda, İsmet paşa’nın, Atatürk’ün el atamadığı bir şeyi başarmak, onu geçmek gibi bir derdi oluştu. “Atatürk her şeyi yaptı ama demokrasiyi getiremedi, onu da ben getireceğim” dedi adeta.

Peki ordu, ‘kuruluştaki’ görevini, Cumhuriyet kurulduktan sonra da sürdürdü mü?

Sürdürdü. Mustafa Kemal’e, Meclis namına yetki kullanma hakkı tanınmıştı. Yani, ‘diktatörlük hakları’ tanınmıştı. Böylece M. Kemal’in ağzından çıkan her emir kanun kuvvetindeydi ve Meclis namına yetki kullanma hakkı, üçer aylık sürelerle uzatılıyordu. M. Kemal, 1922’de “artık lüzum yok” dedi ve hak uzatıldı. Sadece, “Başkomutanlık, sonsuz olarak M. Kemal’de kalsın” diye bir karar verildi. Bunu söylerken, Kanun-i Esasi gereğince, başkumandanın padişah olduğunu da akılda tutmak lazım.

Padişahın yetkisi, M. Kemal’e mi geçti bu durumda?

M. Kemal’e geçti. Zaten Cumhurbaşkanı olunca, Atatürk’ün sivil olduğunu düşünmek yanlış. Cumhuriyet’in cumhurbaşkanı mareşaldi ve askerdi. Unutmayın ki, İsmet Paşa da Başbakan’ken orgeneralliğe terfi etti. Atatürk 1927 haziranında askerlikten emekli oldu ve emekli maaşı aldı. İnönü de öyle...

Ordu, Atatürk zamanında da kendisini ayrıcalıklı görüyor muydu?

Başta da dedim ya, Atatürk, Abdülhamit’in hatasını yapmadı. Orduyu güçlendirmedi.

Ordu Atatürk’e karşı darbe yapabilir miydi ki?

Gayet tabii yapabilirdi. Atatürk’ün ruhiyatını çok iyi bilemeyiz ama, muhtemelen böyle bir şeyden endişesi var. Mesela Hint Müslümanlarından gelen paralar meselesi... 1927’de Büyük Nutku söylerken, gazetecilere, “bu paraları millete vereceğim” diyor. Ancak on yıl sonra veriyor ve İş Bankası’na yatırıyor.

Daha önce ne yapıyor o paraları?

Kendi elinde tutuyor. Dışarıdan veya içeriden bir darbe olursa, bu parayı kullanarak kendisine bir başka hayat yaratabileceğini mi düşünüyordu, Atatürk’ün iç âlemini bilemeyiz ama böyle bir endişesi olabilir. Ya da Hintliler, “Hilafeti kaldırdın, bu parayı geri ver” derlerse diye de düşünüyor olabilir. Atatürk, 600 bin lira dolayındaki bu paranın yüz bin lirasını, Büyük Taarruz’dan önce Milli Müdafaa Vekâleti’ne ödünç veriyor ve sonra geri alıyor.

Milli Savunma Bakanlığı’na ödünç para mı vermiş Atatürk?

Savaş için ödünç vermiş sonra geri almış. Atatürk, İsmet Paşa başbakanken ona da para yardımı yapıyor. Bu, İsmet Paşa’nın anılarında var.

Başbakan, sadece devletten maaşını almakla kalmıyor, cumhurbaşkanından da mı para alıyor? Bir ülkenin başbakanını aşağıya çeken bir durum değil mi bu?

“Bu para yetmez, sen bu maaşla idare edemezsin” diye para veriyor herhalde. Tabii, demokratik bir şey değil. Padişahlık gibi bir şey bu. Atatürk’ün bir de bakanları var. Başbakan Celal Bayar da olsa, İsmet Paşa da olsa, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ile İçişleri Bakanı Şükrü Kaya hiç değişmiyor. Atatürk ölüp de İsmet Paşa cumhurbaşkanı olunca, Celal Bayar’a, “Siz, başbakanlıkta devam ediniz efendim” derken, “bu iki adamı da bakanlıktan atın” diyor ve atılıyorlar. Bu arada, İsmet Paşa’nın Atatürk’ten sonra cumhurbaşkanı olması için ordunun parmak oynattığı tahmin ediliyor. Ordu, İsmet Paşa’yı destekliyor.

Orduya bu ayrıcalıklı konumunu kim verdi? Atatürk mü?

Aslında Atatürk, ordunun gücünü iktidara karşı kullanmamasının yolunu sağlıyor. Ve, Atatürk’ün döneminde ordu gücünü iktidara karşı kullanmıyor. Atatürk askere, “Ya üniformayı çıkarıp siyasete girin, ya da orduda kalın” diyor.

Üniformayı çıkarıyorlar mı?

Çoğu orduda kalıyor. Çünkü o sırada, üniformayı çıkarmanın manası, Atatürk’e karşı muhalefete katılmak. Nitekim, daha sonra Takrir-i Sükûn Kanunu geliyor ve muhalefetin kurduğu Terakki Perver Fırka’nın canına ot tıkanıyor. Üniformayı çıkaranlar tasfiye ediliyor.

Takrir-i Sükûn Kanunu neydi?

Bu, dinginliğin sağlanması adıyla getirilen bir kanundur. Şöyle anlatayım... Terakki Perver Fırka hareketi başlayınca, Halk Partisi’nden çözülmeler, istifalar oluyor. M. Kemal, İsmet İnönü’nün askerlikten gelme sertliğiyle insanları ürküttüğünü düşünüyor ve çok daha yumuşak bir asker olan Fethi Okyar’ı başbakan yapıyor. Yani İnönü, başbakanlıktan uzaklaştırılıyor.

O dönemde Atatürk’e karşı ciddi bir muhalefet mi vardı?

Tabii. En büyük problem, başta Yunanistan, kısmen de Bulgaristan ve Girit’ten gelen mübadiller konusunda çıkıyor. Çünkü Türkiye, mübadeleye hazırlıksız yakalanıyor. Yunanistan, Türkiye’den gelen mübadiller için dış krediler alırken, bizimkiler, ağızları yandığı için dış borç istemiyorlar. Bir de o dönemde yolsuzluklar olmuş. Güya giden 600 küsur bin kadar Rumun boşalttığı yerlere, gelen 450 bin Müslüman yerleştirecek ama ne mümkün?

Niye mümkün değil?

Rumların boşalttıkları yerlere, yerel mütegallibe çoktan el koymuş. Rumların malı mülkü güçlü adamlar tarafından kapışılmış. Hatta o sırada Mübadele, İmar ve İskân Vekaleti var. Onun işlemlerine ait Meclis’te sorulan bir soru, gensoruya dönüşüyor. Terakki Perver’in 1925’te Meclis’te ortaya çıkışı da bu yolsuzluk tartışmaları üzerinden oluyor. Kısa bir süre sonra da Genç Vilayeti’nde Şeyh Sait adında bir Nakşibendi şeyhi ayaklanıyor.

Şeyh Sait ayaklanması irtica ayaklanması mıdır, Kürt ayaklanması mıdır?

İkisi birarada bence. Başbakan Fethi Okyar, önlem olarak “yerel sıkıyönetim ilan edelim ve oraya bir miktar asker kaydırmak için bütçeye ek ödenek koyduralım” diyor. İsmet Paşa ise, “hayır bunlarla böyle mücadele edilemez. Zaten asıl mesele sadece o başkaldıran Kürtler değil. Asıl mesele, o havayı yaratan İstanbul’daki soysuz aydınlardır” diyor. İsmet Paşa’nın Şeyh Sait ayaklanmasına koyduğu teşhis bu.

Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında yaşananlar bugün yaşadıklarımıza ne kadar çok benziyor. Öyle değil mi?

Çok benziyor. “İstanbul’daki aydınlar ‘demokrasi’ deyip duruyorlar. Demokrasi isterseniz, başınıza böyle ayaklanma çıkar işte” deniyor. Böylece Kürt ayaklanması, muhalefeti tasfiye etmek için bahane olarak kullanılıyor. İsmet Paşa’nın arzusu üzerine, 1925 mart başında, Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarılıyor.

Ne kadar sürüyor?

Kanun iki seneliğine çıkarıldı ve iki kez uzatılarak 1929’da kaldırıldı. Bu kanun, hükümete, mahkeme kararı gerekmeksizin sonsuz yetkiler verdi. Hükümet her örgütü kapatabiliyor, her yayını yasaklayabiliyor ve her gazeteyi ortadan kaldırabiliyordu.

Takrir-i Sükûn döneminde neler yaşandı?

Meclis biri Diyarbakır’da, diğeri Ankara’da iki tane İstiklal Mahkemesi kurdu. Ankara’dakinin yetki alanı bütün Türkiye oldu.

Ayaklanma Doğu’da olmuyor mu? Niye Ankara’da da mahkeme kuruluyor?

Eee, başka yerlerde de alçaklar olabilir! Bu kanuna dayanarak, Ahmet Emin Yalman’a varıncaya kadar, İstanbul’un belli başlı bütün gazetecilerini toplayıp isyan bölgesine gönderiyorlar. “Demokrasi ve özgürlük isteyerek, Şeyh Sait ayaklanmasını dolaylı olarak desteklediler” diye gazetecileri yargılıyorlar. Bu kanun, sadece muhalefetin canına ot tıkamakla kalmıyor, ülkedeki her türlü özgürlüğün de canına okuyor. Takrir-i Sükûn, çok büyük bir dönüm noktasıdır. Takrir-i Sükûn, erken Cumhuriyet açısından gerçek bir kırılmadır. Cumhuriyet’in ilanı o kadar önemli bir şey değildir. Ama Takrir-i Sükûn öyle mi?

YARIN:
Takrir-i Sükûn’la Cumhuriyet’te ne bitti? Ne başladı?
İstiklal Mahkemesi Savcısı mektupta ne dedi?
Atatürk en çok kimden çekindi?
Nutuk’ta yazılanların hepsi doğru mu?
Atatürkçülük niye çıktı?
Atatürk’ün Kürtlere bakışı neydi?
İsmet Paşa gazetecileri neden asmak istedi?

02 Mart, 23:35 · Şikayet Et

· 

Hüseyin Karataş 3. BÖLÜM
“Takrir-i Sükûn Cumhuriyet’in kimliğini belirledi. Takrir-i Sükûn’dan üç gün önce daha özgürlükçü olan Cumhuriyet, üç gün sonra sonra ‘diktatöryal cumhuriyet’ oldu.”

“Biri eski bakan, iki İttihatçı on beş yıla mahkûm oldular. Halkın içine mahkûm olarak çıkamayız deyip karara itiraz ettiler. Tekrar yargılandılar ve asıldılar.”

“Atatürk’e soruluyor “Doğu’ya okul mu, yol mu?”, “Yol yapın, ordu girebilsin” diyor. Zaten Kürtler Meclis’e gelmesin diye CHP 20 yıl G. Doğu’da örgütlenmedi.”

* * *

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Ünlü siyaset bilim ve tarih profesörü Mete Tunçay’la yaptığımız ve dün ikinci bölümünü verdiğimiz konuşmayı, kaldığımız yerden yayımlamaya devam ediyoruz.

* * *

NEŞE DÜZEL: Takrir-i Sükûn Kanunu, Cumhuriyet’te neyin bitişidir ve neyin başlangıcıdır?

METE TUNÇAY: Cumhuriyet’in ilanı o kadar önemli bir şey değildir. 29 Ekim 1923 sembolik olarak tabii önemlidir ama... Cumhuriyet’in ilanının bir hafta öncesiyle bir hafta sonrası arasında hiçbir fark yoktur. Ama Takrir-i Sükûn’un üç gün öncesiyle üç gün sonrası arasında dehşet bir fark vardır.

Takrir-i Sükûn’un öncesiyle sonrası arasında ne fark var?

Bu kanunun uygulanmasıyla her şey, bütün hayat değişiyor. Cumhuriyet’in kimliği belirleniyor. Meclis’tekiler kuzu gibi oluyor, hükümet ne isterse yapıyor. Takrir-i Sükûn öncesinde daha özgürlükçü olan Cumhuriyet, Takrir-i Sükûn Kanunu’ndan sonra diktatöryal bir cumhuriyet oluyor. Eleştiriler yapabilen bir basın varken, gazeteciler Diyarbakır’daki İstiklal Mahkemesi’ne gönderiliyor. Hatta o sırada genç bir politikacı olan Avni Doğan’a da savcılık görevi düşüyor. Avni Doğan, İçişleri Bakanı’na mektup yazıyor. Ben o mektubu Türk Tarih Kurumu’nun Atatürk Merkezi’nde buldum ve kitabımda kullandım.

İstiklal Mahkemesi Savcısı mektupta ne diyor?

İçişleri Bakanı’na özetle şunu diyor: “İsmet Paşa bu adamların asılmasını, cezalandırılmasını istiyordu. Ama Atatürk’ten başka bir haber geldi. Bunların affedilip işlerine dönmeleri isteniyor. Maalesef aramızdan bazıları sanıklara bunu açıkladı. Size yalvarırım, yukarı tükürsem bıyık, aşağı tükürsem sakal. Biri cumhurbaşkanı, diğeri başbakan. Ne söylerseniz onu yapacağım ben.” Ve, Atatürk’ün istediği oluyor. Gazeteciler özür dileme telgrafı çekiyorlar ve affediliyorlar. Bizde cumhuriyet lafı, demokrasiyle birlikte düşünülür ya... İşte bu doğru değildir. Cumhuriyet sadece devlet başkanlığının, saltanatın babadan oğla geçmediği bir sistemdir. İyi ki Atatürk’ün çocuğu yoktu...

Cumhuriyet’in kuruluşundaki İstiklal Mahkemeleri tam olarak ne tür mahkemelerdi?

Milli Mücadele sırasında asker kaçaklığını önlemek için milletvekillerinden kurulan mahkemelerdi önce bunlar. Yakaladıklarına bazen sopa atar bazen de ibret-i âlem olsun diye bir, ikisini asarlardı. Takrir-i Sükûn’dan sonra kurulan İstiklal Mahkemeleri ise tam bir felaket oldu. Cumhuriyet devrimlerini ilan etme cesareti zaten bu mahkemeler kurulunca gösterildi. İşe, şapkayla başlandı. Rakamlar, saat, alfabe değiştirildi.

Şapka nedeniyle çok kişi asıldı mı?

Türkiye’nin her yerinden 20-30 kişi asıldı. 1926 yılına gelindiğinde... İzmir’de Atatürk’e suikast teşebbüsü ortaya çıkarıldı. Kazım Karabekir ve Ali Fuat Cebesoy dahil olmak üzere muhalefet tutuklandı. Mahkeme başkanı, Karabekir’i serbest bıraktıran Başbakan İsmet Paşa’nın bile tutuklanmasına karar verdi. Atatürk araya girdi de İnönü kurtuldu. İstiklal Mahkemelerinde korkunç şeyler yaşandı.

Atatürk’ün haberi olmadan İsmet Paşa tutuklanabilir mi?

Haberi olmadan olmaz tabii.

İstiklal Mahkemelerinde neler yaşanıyor peki?

Mesela biri bakanlık yapmış olan iki İttihatçı sanık on beş yıla mahkûm oluyorlar. “Biz memleketin içine sanık ve mahkûm olarak çıkamayız. Mahkûmiyet kararına itiraz edelim” diyorlar. İtiraz üzerine yargılama yenileniyor ve bunlar bu kez idama mahkûm edilip asılıyorlar. Kısacası bu süreç, İttihat Terakki’nin hesabını görme sürecidir. O sırada yurtdışında olan Rauf Orbay da Atatürk’e suikast girişiminden on yıla mahkûm oluyor. Ülkeye Atatürk’ün vefatından sonra dönüyor. İsmet Paşa bütün bu eski muhalifleri topluyor ve Rauf Bey Londra Sefiri, Kazım Karabekir de tekrar milletvekili ve Meclis Başkanı oluyor.

Halk, İstiklal Mahkemeleri hakkında neler düşünüyordu?

Herhalde halk dehşet duyuyordu.

İstiklal Mahkemeleri hakkında fikirlerini söyleyebiliyorlar mıydı?

Hayır söyleyemiyorlardı. İstiklal Mahkemelerinin, İskilipli Atıf Hoca örneğinde olduğu gibi ‘zulüm’ denebilecek icraatları var. Hoca, Frenk Taklitçiliği ve Şapka isimli bir kitap yazıyor ve bir sene sonra şapka devrimi yapılıyor. Adamı bir sene önceki kitabından ötürü asıyorlar. Mesela... Bir adamın iki çocuğu asker kaçaklığından yargılanıyor. İstiklal Mahkemesi, adama, “Oğullarından birini idam edeceğiz, birini de askere göndereceğiz. Hangisini asalım, seç” diyor.

Hangi evladın idam edileceği kararını babaya mı verdiriyorlar?

Evet. Adamın bayıldığı anlatılıyor.

Atatürk’ün en çok çekindiği kişi kim?

Karabekir’den de, Orbay’dan da çekineceğini sanmıyorum.

O zaman niye muhalefeti bu kadar sert bir biçimde tasfiye ediyor?

Onların arkasındaki halktan çekindi. Terakki Perver Fırka’nın tüzüğünde, “bizim partimiz efkâr ve itikat-ı diniye saygılıdır” diye bir laf vardı. Bu, irticaya destek olarak gösterildi ama Terakki Perver Fırka aslında liberal bir hareketti. Kazım Karabekir, bazen Cuma’ya gidiyor olsa da, M. Kemal kadar Batı’ya açık biriydi. Cebesoy, kendisiyle ilgili Nutuk’ta anlatılanları yalanlar.

Atatürk, Nutuk’ta Cebesoy için ne diyor?

“Ankara istasyonuna omzunda filintayla çeteci kılığıyla geldi. Koca cephe komutanı Çerkez Ethem’in maiyetine girmiş gibiydi” diyor. Cebesoy, Atatürk’ün ölümünden sonra yayımladığı anılarında, “Bu tamamen yalan. Beni Moskova’ya niye sürdüler biliyor musunuz? Kazım Karabekir Paşa’yla ben, Milli Mücadele için İstanbul’a karşı Doğu’da mücadele etme azmindeydik. M. Kemal ise İstanbul’la ilişkileri yumuşak olan İsmet Paşa’yı ve Fevzi Çakmak’ı kullanmayı tercih etti. Biz olduğumuz sürece M. Kemal İstanbul’la uzlaşamazdı” diyor.

Sizce bunlar gerçek mi?

Ben bu iddiayı inanılır buldum. Kazım Karabekir kendi anılarında, Cebesoy kadar ileri gitmedi. O, Atatürk için sadece, “Onu, Sakarya’da mareşal yaptılar. Aslında o, Sakarya’da ‘çekilme’ emri vermişti. Fevzi Paşa, çekilmeyi erteletti ve sabaha Yunanlılar çekildi. Bizimki mareşal oldu” diyor.

Bazıları Nutuk’a, tartışılmaz, mutlak bir metin gibi bakıyor. Niye sizce?

Nutuk, ne yazık ki 1919-1938 dönemine bir temel çerçeve getirdi. Bu çok sakıncalı şey. Nutuk’a inanacak olursak, Karabekir nankör ve hain biri. Halbuki Karabekir, “Milli mücadelenin ilk zaferi, Doğu’da benim sağladığım zaferdir” diye yırtınıyor. Ama Nutuk’ta Milli Mücadele sanki Birinci ve İkinci İnönü’yle başlıyor.

Ordu, Atatürkçü bir kurum ve herkesin de Atatürkçü olmasını istiyor. Atatürkçülük nedir?

Atatürkçülük, toplumun Batı’daki gibi bir toplum olması için, modernleşmesi için gerekirse toplumun zorlanmasını savunan bir anlayıştır. Çünkü doğrunun ve iyinin ne olduğunu onlar bilirler. Mesela başı örtmek geriliktir. Onun için başı örtmeyeceksin ve başı örtülü karısı olanı orduda tutmayacaksın. Atatürkçülüğe göre, dini gizli yaşayabilirsin ama ibadetini görünür hale getirmeyeceksin. Cuma’ya gitmeyeceksin. Namazını evinde kılacaksın. Düşünün... İsmet Paşa öldükten sonra, onun mütedeyyin bir tarafının olduğu anlaşıldı. İsmet Paşa dini, hiç kullanmadı. Bir yere gittiğinde, “Biraz Allah’tan, Peygamber’den bahset dendiğinde, ‘Allahaısmarladık’ diyeceğiz ya” dedi.

Atatürk, Cumhuriyet’i bir tek parti rejimi olarak kurdu. Tek parti rejimi ile Atatürkçülük arasında nasıl bir bağ var?
Aynı şey. Bulgaristan’da, “Dimitrov, Bulgaristan’ın yetiştirdiği en büyük adamlardan biridir” diye yazıyordu. Tarihçi arkadaşıma, “Bizde olsa hemen ‘en’ kelimesi kullanılır. Siz neden en büyük demediniz” diye sordum. “Olmaz” dedi. “Dimitrov’a en büyük demekle, bu Jivkov eşeğin biridir mi demek istiyorsun?” dedi. Bu cevabı, bana müthiş bir aydınlanma oldu.

Nasıl bir aydınlanma?

Çünkü sonradan gördüm ki, Atatürk’ün büyüklüğü, İsmet Paşa’ya muhalefet olarak ortaya atılıyor ilk defa. İsmet Paşa, cumhurbaşkanı olunca, doğal olarak paraya pula kendi resmini koyduruyor. Muhalifler, “Atatürk büyüktü sana ne oluyor?” demeye başlıyorlar. “Atatürk büyüktü” demek, “sen büyük değilsin” demek oluyor. Bir süre sonra İsmet Paşa ve Halk Partisi uyanıyor ve “tabii Atatürk büyük ve bizim partimizi o kurdu” diyorlar. Böylece bir açık arttırma ve Kemalizm ululaması başlıyor.

Atatürkçülük’te demokrasi, insan hakları yok. Bugün Atatürkçülük dediğimizde ‘demokrasisiz’ bir yapıdan mı söz ediyoruz?

Evet.

Atatürk’ün kurduğu ‘tek parti’ rejimini ordu bugün hâlâ savunuyor mu?

Resmen savunmuyor ama... Orduda, ana muhalefette ve yüksek bürokraside paylaşılan bir anlayış bu. Kökeni ne olursa olsun, ister din eğitimi almış, İmam Hatip’i bitirmiş olsun, ister din eğitimi almamış olsun, üniversiteye hak edenin girmesi gerekir. Ama İmam Hatipliler daha çalışkan çocuklar diye korkuyorlar ve onları bastırmak istiyorlar. Ülkedeki hâkimiyetlerini sürdürmek için de, “biz kontrol etmezsek, dinciler her şeyi değiştirir” diyorlar.

Ordu, Atatürk’ün ölümünden sonra onun bazı konuşmalarını sansür etti mi?

Meclis’te yapılan konuşmalar örtülemezdi ama en azından bazıları öne çıkarılmadı. Mesela Milli Mücadele’nin İslam milletinin mücadelesi olduğu gibi sözlerini öne çıkarmadılar. Aslında çok ilginç bir şey var ve bunun üzerine hiç gidilmedi. 1940 yılına kadar Halk Partisi’nin Güneydoğu’da teşkilatı yoktu.

Bugün de milletvekili yok... CHP Doğu’da niye örgütlenmedi?

Başlangıçta Urfa teşkilatı varmış ve kapatılmış. Düşünün, ülkede tek parti var ülkenin bir bölümünde örgütlenmiyor. Milletvekilleri oralara tayin ediliyor. Mesela Selanikli olan Naci Yücekök Muş Milletvekili yapılmış. Adam Muş’u görmemiş. Bütün bunlar, Kürtleri kontrol etmek için yapılıyordu. Orada parti teşkilatı olsa, partinin kongresine ve Meclis’e Kürtler gelecek.

Atatürk Kürtlere özerklik vermekten ne zaman vazgeçiyor?

Atatürk, Kürtlere, mahalli muhtariyet vermekten söz ediyor. Kendisinin yeteri kadar güçlü olduğunu anlayınca, bundan vazgeçiyor. Mesela Atatürk’e, “Doğu’ya okul mu yapalım, yol mu” diye soruyorlar. “Yol yapın, ordu girebilsin” diyor. Nitekim yol yapılıyor Doğu’ya. Atatürk, Doğu’da bir hayli bulunmuş. Diyarbakır’da evi var. Kürtleri yakından tanıyor. Mustafa Kemal’in özelliği ne diye hep düşünmüşümdür.

Özelliği nedir sizce?

1919’da Samsun’a indiğinde böbrek sancıları tutuyor ve Havza’da kaplıcalara gidip bir ay kalıyor. O sırada ‘memleketin sahiplerine’ mektup yazıyor. Mustafa Kemal, kimin, memleketin sahibi olduğunu biliyor. Doğu’daki Kürt beyleri, şeyhler de var mektup yazdıkları arasında. “Efendi hazretleri sizinle şurada teşerrüf etmiştik. Ben o hatırayı hep zihnimde taşıyorum” türünden mektuplar yazıyor.

Yani...

Bu memleketi hareket ettirecek manivelalar kimlerin elinde Mustafa Kemal biliyor. Onun bu memlekete hâkim olması şaşırtıcı değil. Hangi ipi çekeceğini biliyor o. M. Kemal, bir taraftan da dehşet küstah biri. Fikrinizi sorup, özgür cevap verdiğinizde hakaret ediyor. Ancak ona boyun eğenlere yaşam hakkı tanıyor.

İsmet Paşa boyun eğdi mi?

Herhalde. Eğmediği zaman başbakanlıktan atıldı.

İsmet Paşa’nın orduyla ilişkileri neydi?

O da ilginç. Bir, iki yıl önce çıkan güncesini okurken biraz da irkildim. Büyük Taarruz’u yazıyor ve kendisinin neler yaptığını anlatıyor. Cephe komutanı adam. Biz, bunu o kadar Atatürk’e mal etmeye alışmışsız ki... Aslında Atatürk, Nutuk’ta 19 Mayıs öncesini hiç anlatmıyor. Atatürk’ün Sadrazam İzzet Paşa’nın kabinesinde bakan olmak istediği dönem bu.

Atatürk’ün iki yönü var. Bir siyasetçi, bir de asker yönü değil mi?

Evet ama, siyasette de asker gibi davranıyor, önce karşısındakini bölmeye çalışıyor. Karşısındaki cepheyi bölüp, bir kısmını esir alıyor, öbür kısmını da ortadan kaldırıyor. Mesela sol muhalefete karşı bunu yapıyor. Yeşil Ordu diye bir cemiyet kuruluyor. Atatürk Yeşil Ordu’yu bilmediğini söylüyor ama doğru değil. Bunu başından beri biliyor. Yeşil Ordu’cuların bazılarına, “Bırakın bu Yeşil Ordu’yu, siz düpedüz komünist olun” diyor. Türkiye’de Büyük Millet Meclisi döneminde 17 Ekim 1920’de ilk kurulan parti Türkiye Komünist Fırkası’dır. Yeşil Ordu’yu önce bölüyor, sonra yok ediyor.

Bu ülkede asla kaldırılmayan, memurların dokunulmazlığını sağlayan bir ‘geçici’ yasa vardır. Bu Cumhuriyet’in koyduğu bir yasa mıydı yoksa Osmanlı’dan kalma bir yasa mıydı?

Osmanlı’dan kalma bir yasadır bu.

Neden memurlar, hukukun dokunamayacağı bir konumda tutuldu?

Geleneksel yönetimin gereği olmalı bu. Bugün modernlikten bahsederken, çağdaş demokrasinin temel ihtiyacı olarak, ‘şeffaflığı ve hesap verebilirliği’ öne çıkarıyoruz. Ordu için bu çok zordu.

Devlet görevlilerinin işlediği bilinen ama bu suçlardan yargılanmadığı olaylar oldu mu?

Atatürk’ün son zamanlarında yaverliğini yapan biri vardı. İstanbul’da metresini öldürdü. Deli raporuyla serbest bırakıldı. Birkaç ay sonra da milletvekili seçildi. Bundan daha iyi örnek olur mu?

Bugünkü devlet ve hukuk anlayışımızla Cumhuriyet’in kuruluşundaki anlayışlarımız arasında farklar var mı?

Cumhuriyet’in kuruluşunu, hep bitmiş tükenmiş, işgal altına girmiş bir ülkenin ayağa kalkması diye düşünmek lazım ama... Atatürk’ün zamanında da liberalizm olabilirdi. Tam tersi, Osmanlı Meşrutiyeti’nin ve Birinci Türkiye Millet Meclisi’nin havasından ve o kavramlardan geriye gidildi. Kürt isyanı falan bahane edildi. Şunu bilmek lazım. Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası’ndakiler mürteci değillerdi. O fırka sürdürülebilirdi. Ama çok kötü bir sistem olan terk parti sistemi tercih edildi. Zaman zaman bu sıkıntıyı Atatürk de hissetti.

Neyi hissetti?

1930’da Fethi Okyar’a “Benim gençliğim Abdülhamit istibdadına karşı mücadeleyle geçti. Şu hale bak. Bugün gözümü kapatacak olsam, arkamda bırakacağım şey bir diktatörlük manzarası” dedi.

“Başka türlü olamazdı” deniyor. Olamaz mıydı?

Biraz daha cesur davranabilseydi... Halktan korkmasaydı, olabilirdi. Ama halkın geri olduğunu düşünüyor.

Halktan korkuyor mu?

Karışık bir duygu içinde. Herhalde hem hakir görüyor, kızıyor, hem de endişe ediyor. Mayıs 1919’da Kaplıca’dayken tuttuğu defterde, “Ben bu kadar okumuş yazmış, yüksek fikirlere erişmiş bir adamım. Şimdi kendimi halkın derekesine mi indireceğim? Yok... Yapmam gereken şey, halkı benim seviyeme getirmek” diyor. Halkı kendi seviyesine getirmek, o kadar kolay yapılacak bir şey değil. Bunu yaptığında, diktatörlük falan oluyor işte o zaman. Ama şunu da söylemek gerekir. M. Kemal’in hakikaten büyük bir prestiji var toplum üzerinde. Sürekli dayak yemiş bir toplum, ilk defa zafer kazanmış bir komutanı çok seviyor. Toplum ona tapıyor.

Son soru... Darbecilik neden bizim ordunun yerleşik bir parçası haline geldi?

Sonuç veriyor da ondan. Uzun yıllar Harbiye Nazırı olan Mahmut Şevket Paşa’nın Babıâli Baskını’yla 1913 yılında İttihatçılar tarafından sadrazam yapılması çok önemlidir. Babıâli baskını, darbecilerin 1960 darbesinden önceki, ilk elbiseli provasıdır. Sonra 1960 oldu ve arkası geldi. Ama bundan sonra darbelerin yapılamayacağı görülüyor. Çünkü darbelerin eskisi gibi sonuç veremeyeceği anlaşılıyor.


TARAF, 1-4 MART 2010

 

Yazar: NEŞE DÜZEL

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör