Şair ve
yazar. 13 Nisan 1960, Adana doğumlu. Adana Erkek Lisesi Akşam Okulu 2. sınıf
öğrencisiyken öğrenimini yarıda bıraktı. Değişik işlerin yanı sıra, inşaat
ustalığını emekli olduktan sonra da, 2015’e kadar sürdürdü.
1970’lerin
sonlarından başlayarak şiir ve yazıları, aralarında Milliyet Sanat, Varlık,
Saçak, Sesimiz, Hakimiyet Sanat, Edebiyat Cephesi, Türkiye Yazıları, Dönemeç,
Somut, Cumhuriyet Dergi, Yaşam İçin Şiir, Yeni Düşün, Düşlem, Türk Dili,
Afrodisyas Sanat, Beşparmak, İnsancıl, Patika, Berfin Bahar, Akatalpa, Sincan
İstasyonu, Eliz Edebiyat, Şiirden ve
Kıyı’nın da bulunduğu birçok
dergide yayımlandı.
Koza,
Düşün, Akdeniz, Söylem ve Çağdaş Yaşam
dergilerinin mutfağında görev aldı.
2010 yılı
başlarından sonra Yeni Turunç dergisinde bir dönem “Yayın Yönetmeni” olarak
çalıştı. Şimdilerde, Yaşam Sanat dergisinin “Sanat Yönetmeni” olarak
çalışmalarını sürdürüyor.
İlk şiir
kitabı “Yoklar Sahibi” (1987), ikincisi “Hayatı Yeniden Denemeye”dir (1998).
“Adana Kitaplığı” dizisinden “Hergele Yolu /
İstiklal Mahallesi’nden Tozu Alınmış Yıllar” (anlatı) 2015 Ocak’ında Heyamola
Yayınları’nca basıldı.
2013 –
Kıyı dergisi / Nabi Üçüncüoğlu Şiir Ödülü’ne değer görülen sondan bir önceki
şiir kitabı “Gölgemi Sildin Gölgenden”, şairin 2009’dan sonra yazdığı ve önceki
kitaplarından seçtiklerini kapsıyor.
NotaBene
Yayınları’ndan okura sunulan Kirekör -Adanalı Yazılar- (2016) ise
anı/denemelerden oluşuyor.
Ocak
2018’de yayımladığı “Su Çatlağı”ise, 2011-2017 arasında yazdığı şiirleri
kapsıyor.
Ödülleri:
1977’de
Güney gazetesi, 1978’de Yapıt dergisi, 1984’te Yeni Türkü, 1989’da Çukurova
gazetesi, 2011’de Tay dergisi / İbrahim Yıldız
ve 2017’de Kar dergisi/Raşit Kara Şiir Ödülü’nü kazandı.
ESERLERİ (Şiir):
Şiir: Yoklar Sahibi (1987), Hayatı Yeniden Denemeye
(1998), Gölgemi Sildin Gölgenden (2013
– Kıyı Dergisi Nabi Üçüncüoğlu Şiir Ödülü, 2013), Su Çatlağı (2018).
Anlatı: Hergele Yolu / İstiklal Mahallesi’nden Tozu Alınmış Yıllar (2015).
Anı-Deneme: Kirekör
- Adanalı Yazılar (2016).
KAYNAKÇA: Mustafa Emre / Geçmişten Geleceğe Çukurova‘da Şiir
(1994), TDOE – TDE Ansiklopedisi 2 (2002), İhsan Işık / Resimli ve Metin
Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, 2007,
2018).
DURAN AYDIN
DOĞMADIK GÜNEŞLER PEŞİNDE
Seninle ayrı dilde rüyalar görüyoruz
Ayrı odalarda ağlaşırken
Toprağından sürgün şarkılarda
Yeni ölümler deniyoruz
Bir karanfil elimizde yanarken
Hiç doğmadık güneşler
peşinde
"Ağrımasa bilir miydim
Yüreğimin yerini"
Soğuk bir şehre sensiz yenik
Düşlerin kapısında yıkılmışken
DURAN
AYDIN
SÖKÜL
HÜZÜNLERİ
Uzun sevdalar
boyu
Dilimizde
geçmişten
Türkü yanıkları
İlkyaz
bahçelerinde
Kuşlarıyla gülen
ağaçlar
Yeni mevsimler
özleminde
Kısardık ateşini
Yürek denen
ocakta
Yitik
sözcüklerin
Susardık
karanlık ormanında
Korkuyla bir başımıza
Çoğul
sessizlikte
Yürümezken
nehrimize
Kaya içi suları
Çocuk
dağlarımızın
DURAN AYDIN
AVUCUNDAKİ
SOLUĞUM
Terkisinde
geceyle gündüzün
İzin sürüp peşi
sıra
Yüreciğim çatlar
bir gün
Bunca beyaz
atlar gibi
Dağlarında
n’olaydım
Kayalardan
ormanlara
Eşkıyasın
olaydım
Tek kanatlı
kartal gibi
Uzun bir kışta
tutsak
“Hep acele acele
işi”m*
Avucunda
soluğumca
Bir bakışlık
ömrüm benim
*Can Yücel
DURAN AYDIN
GÖKYÜZÜ BAHÇESİNDE
Yıldızların uykularında
Duyacağı o türküler ki
Parmaklarında sönen karanfili
Gecenin sütüyle sulamakta
Silinmiş bahar resimlerini
Güz bahçelerinde sesin
Aşkın ve umudun duvarında
Yeşererek yazılmakta
DURAN AYDIN
KENDİNE SÜRGÜN
Nasıl ki bazı sevinçlerin
acıya sürgün
Bir kokusu varsa kederin de
Umuda gömülü
Yolculukları var
-Bunu bilirsin
Ve görürsün de dokunmak yakar
düşlerini
Köz kırmızısı kalbimin oyuğundan
Bir top kara ışıktır güneşsiz öyküler
Köreltir yollarını
-Işığınla yıkanır ormanım
Uçuştuğun her rüzgârda
Bana uğrarsın darmadağın
Sesini denediğin uçurumumda yıkık
Asılmış boynuna fermanı eski yaramızın
-Yurdumuz gibi
DURAN AYDIN
OYUNBOZAN
Kuşları eksilen
ağacıyım ömrün
Yapraklarım
paslı bakır
Ayarttığım ölüm
Doğduğum günden
peşimde
Bırakmaz yakamı
Sabahın nehrine
Yüzümü gömeyim
Ayaklarım
dağlara takılır
Yüzükoyun
düşersem
Kirli bir tarih
beni yutar
Ama koyvermez
külüm
Bir güzel öleyim
DURAN AYDIN
YAĞMUR AVLULARI
Mavisiz yalnızlığımda yaşlanalı yüzyıldır
Ellerini cebimde unutmuştun
Onunla ısınıyorum
Taze baharlar yontarken
Ağla ağla bitmiyor
Koynunda uzak kışlardan bir ömür
Yağmur avlularında bu yüzden
Eriklere çiçek aşılıyor
Nicedir denizlerle yüzleşiyorum
ADANA
KİTAPLIĞI’NDAN: ”HERGELE YOLU” (*)
Hasan
AKARSU
Ozan, yazar Duran Aydın, 1960 Adana
doğumlu olup şiirleri ve yazılarıyla tanınır. “Hergele Yolu/ İstiklal
Mahallesi’nden Tozu Alınmış Yıllar” adlı yeni yapıtında, Adana’nın İstiklal
Mahallesi’ni anılarıyla, geçmişiyle günümüze taşırken tarihine de tanıklık
eder.
Adana’nın İstiklal Mahalesi’ni, oradaki
insanların yaşantılarını bir ozanın gözünden tanımak önemlidir. Yazar,
çocukluğundan başlayıp günümüze değin geçen sürede, yaşadıklarını, dinlediklerini,
gözlemlerini şiirsel bir dille anlatır. Adana deyince sıcaklar gelir aklımıza.
1960’lı yılların derme çatma mahallelerindeki “aile boyu sefaletler” ilgi
çekicidir. Hergele Yolu’ndaki yaşam, sinemalar, gazinolar, Meydan Mahallesi,
Oksijen Fabrikası, Maraş Ökkeş’in değirmeni, Hanedan Mahallesi, Karacaoğlan
Caddesi vb yerler yazarın ilk olarak anlattığı yerler arasına girer. Yazar,
çocukluğunda, Hergele Yolu’ndan geçen hayvan sürülerini, hamalları unutamaz. O
yıllarda buzdolabı yaygın olmadığı için kalıp buzlar değerlidir. Horoz sesiyle
uyanmanın güzelliği başkadır. Yazar, babasıyla, ailesiyle ilgili anılarını
ayrıntılarıyla yansıtır. Ölümüne değin at arabasıyla yük taşımacılığı yapan
babasının çektiği sıkıntıları gözler önüne serer. Sövdüğü atını seven, onunla
ağlaşan bir babası vardır. Arabacı Han’daki arabacıların yaşantısı, o yıllarda
ucuz şarap içmeleri, yazarın çocukluğunda çırak olarak çalıştığı yerler,
çocukların faytonlara asılarak eğlenmeleri, Kuran kursuna gidişleri vb önemli
izlenimlerdendir.
Duran Aydın, İstiklal Mahallesi’ndeki
yaşantıları anlatırken yerel sözcüklere yer verir. Halkın kullandığı sözcükler
de anlatıma zenginlik katar. İlkokul, ortaokul, lise yıllarındaki
arkadaşlarını, öğretmenlerini de öğreniriz. Nihat Ziyalan’ın Yılmaz Güney’in
çocukluk arkadaşı olduğunu, Hasan Hüseyin Korkmazgil’in Adana Erkek Lisesi’nde
okuduğunu anımsatır. Köy Enstitülü öğretmen, öykü yazarı Turan Altuntaş’ı, M.
Nuri Ayvalı’yı, ozan Adnan Yücel’i, ozan arkadaşı Mehmet Hameş’i de anar.
Adana’da yaşamış yazarları, sanatçıları anlatılarında öne çıkarır: Hidayet
Karakuş, Özcan Karabulut, Ahmet Erhan, Orhan Kemal, Yılmaz Güney, Demirtaş
Ceyhun, Muzaffer İzgü, Ruhi Su, Turhan-İlhan Selçuk vb hepsinin Adana’yla
ilişkileri vardır. Çetin Boğa, Mustafa Emre, M. Demirel Babacanoğlu, Mehmet
Taşar, Sabit Kemal Bayıldıran, Feyyaz Kadri Gül, Ahmet Erhan vb adlar da
Adana’yla özdeştir artık:”Ahmet Erhan’la ben Akşam Lisesi’nde okumuşuz. Erhan,
gündüzleri aynı okulun kantininde çalışır, geceleri yorgunluktan sınıfta
uyuklarmış…Daha önce de yazdığım gibi onlar da Adana Erkek Liseli” (s.119).
Yazar, çocukluğunda sinemaya duyduğu ilgiden, özellikle Yılmaz Güney’in
oynadığı filmlerden övgüyle söz eder. Yazlık-kışlık sinema ortamlarını
ayrıntılarıyla anlatırken bisiklete binme isteğini ve annesinin tepkisini de
dile getirir:”…Annem; tuz parasıyla bisiklete binen çocuğunu, evinin avlusunda
kovalayarak döven, çaresiz arabacı karısı” (s.49). Yılmaz Güney’in cezaevi
yıllarına değinen yazar, mobilet sahibi olduktan sonra, Yılmaz Güney’in babası
Hamit Emmi’yi görmek için Oymaklı Köyü’ne gidişini, Kayseri Cezaevi’ndeyken bir
görüş günü Yılmaz Güney’le yüz yüze gelişini de anlatır.
Yazar, Eskiistasyonu, maç yaptıkları
mahallenin stadyumunu, İstiklal Ortaokulu’nu, Adana Erkek Lisesi’ni vb öğretmenleriyle
ve bu okullarda okuyup ünlü olanlarla birlikte anlatır. Televizyon
yaygınlaşmadan önce, sinemaya çok gidilen yıllarda, sokaklarda filmlerin nasıl
tanıtıldığını ayrıntılarıyla yansıtır. İstiklal ve Zafer sinemalarının şimdiki
durumlarına da tanık oluruz. Yazar, oralara gidip sokaklarında geçmişteki
düşlerini yeniden yaşamanın hüznünü duyumsatır. İşlenen cinayetleri, cinayet
sonrası yazılan destanların bağrılarak satılmasını, Yaşar Kemal’in Adana
yıllarındaki destancılığını vb anımsatır. Adana, şalgam suyuyla, kebabıyla
gelir gözümüzün önüne. Yazar, Adana’yla ilgili her şeye yer verir. Çayevlerini
(Kalender), kahvelerini (Dutlu Kahve) anılarıyla anlatır. Çocukluğunda,
bilerek, isteyerek kuş lastiğiyle öldürdüğü kumrunun can çekişmesini gördükten
sonra kuş lastiğini sattığı gibi bir daha avcılık da yapmaz. 1980 öncesi anarşi
ortamında işlenen cinayetlere üzülür ve darbe yıllarının sıkıntılarına da
değinir.
Ozan, yazar Duran Aydın, “Hergele Yolu”nu,
bu yörede geçen çocukluğunu, gençliğini anlatırken, çevrede yaşanan olaylara da
ışık tutar. Adana’nın genel havasını, sanatçılarıyla, insanların yaşam
biçimleriyle, bir sanatçı duyarlılığıyla, etkili olarak tanıtır.
(*) Hergele Yolu-Duran Aydın, Anlatı,
Heyamola Yayınları, 2. Basım, mart 2015, 138 s.
Çini Kitap, Bursa, Mayıs-Haziran 2016
“SU ÇATLAĞI”*
Cem BAYINDIR
Yeni
yılın ilk günlerinde elime bir şiir kitabı geçti: Adana’dan değerli ozan Duran
Aydın’ın “Su Çatlağı.”
Çukurova
yazın dünyasında çok bereketli bir yer. Nice yazar, ozanın doğduğu, büyüdüğü,
yapıtlar ürettiği Çukurova bölgesi, gençliğinde babamın da öğretmenlik yaptığı
ve o yöreye duyduğu hayranlığı bana da kalıt olarak bıraktığı ve benim de çok
sevdiğim bir bölge.
Daha
önce babamın öğretmen arkadaşı, genç yaşta yitirdiğimiz Abdülkadir Bulut’un şiirlerinde
de gördüğüm Çukurova-Toros-Akdeniz doğasının, insanının, kuşunun, ağacının,
havası, rengi, ışığı Duran Aydın’ın şiirinde de karşımıza çıkıyor. Her şiirde
gözümde, 1987 yılında ilk kez gördüğüm o Adana tren garına indiğim akşam
saatleri, palmiye ağaçları, yollar, sokaklar, insanlar canlanıyor.
Adana’da
uzun zamandır var olan, Yaşam Sanat
dergisinin “Sanat Yönetmeni” Duran Aydın’ın dört şiir yapıtı var: “Yoklar Sahibi” (1987), “Hayatı Yeniden Denemeye” (1998), “Gölgemi Sildin Gölgenden” (2013) ve “Su Çatlağı” (2017). Ayrıca “Hergele Yolu / İstiklal Mahallesi’nden Tozu
Alınmış Yıllar” (2015) ve “Kirekör -Adanalı
Yazılar-” (2016) ise düzyazı/deneme kitapları.
Ozanın
2010 sonrası şiirlerinden oluşan “Su
Çatlağı” altmış dört sayfa ve yirmi altı şiir içeren küçük boyutlu bir
kitap. İçeriği, insanı Çukurova’nın sıcaklığı ile ısıtan bir büyüklükte,
kocaman bir yer kaplıyor.
Ben sabırsız oluşumdan mıdır bilemiyorum oldum
olası uzun yazı ve şiirlerden hoşlanmam. Ondandır ki Duran Aydın’ın kısa, yalın
ve sanatsal beceri kokan, içerisinde anlamlar duyumsatan güzel Türkçesi ile
üretilmiş sağlam kurgulu şiirlerini beğendim.
Kitabın ilk şiiri bir umut ve aşk şiiri: “Daha Değil”
“Süzülür bir ışık gözlerindeki ormandan
Emzirir çıkmaz
sokakları
Kalbinin karasını
yırtarak mavileşen”
(…)
Bu dizelerden efsunlu bir biçimde içeri
giriyorsunuz ve kitabın sonuna dek bu yolculuk sürüyor. “Kimsesi Bulut” da
ikinci adımı oluyor. “Büyülü Yalan” şiirindeki sözler hem aşkı hem ölümü hem de
yitirmememiz gereken umudu anlatıyor bize:
“Annesiz karanlığın
Sabahları yolunsa da
Kala kala bir yeryüzü kalır sizle
Kanayan her yaradan armağan”
Kitapta beni en etkileyen şiirlerin başında “Yalnız Çocuklara Ağıt” da var:
“Çok katlı yalnızlıklarımıza
Bir de onları ortak
ettik nicedir.”(…)
“Son Horoz”
şiirinde de bu güçlü anlatımı görüyoruz:
“Öncesinde topraktı sokaklar
Çimenlerde boy veren
çocuklardık
Yağmurdan sonraya gökkuşağı terimiz
Şimdi beton kafeslerde
insanlık
Sabahı çağıran son horoz da kesilir yakında
Balkonda renksiz güller esirimiz”
Burada insanın kent kalabalığındaki yalnızlığını
ve tüm şiirlerde olduğu gibi umudun hep var olduğunu, var olması gerektiğini eksiksiz
anlatıyor Aydın. Bu denli kısa şiirde bu
denli geniş bir anlatım, insanın yaşamı sorgulamasını, yüklenilmiş anlama doğru
sağlam adımlarla yol almasını sağlıyor.
“Atık” şiirinde:
“Bir kıvrımında
Birkaç imge kalmış mı
Yaşayan şiir adına” derken
yine şiirseverlerin şiir sanatını somut kavramasına yardım var inceden.
Kitaba adını veren hüzünlü şiir “Su Çatlağı” katledilmiş bir gazeteciye
Hrant Dink’e adanmış:
“Solarak gidiyorlar
Bu diyardan yerimize
‘Alacağım olsun’ diyerek”
“Toprağın Küstüğü”, “Babamın Oğlu Hüseyin”, ödüllü şiiri “Sensiz Bir Kış Ormanında”, “Martıya Kırgın” “Karabiber”, “Gemisi Kayıp”,
“Uzun Uyku”, “Kapısız Gece”, “Son Horoz”,
“Düş Kazası”, “Yağmurun Söyleyemediği”, “Geçmişe
Armağan”, “Düşbozumu”, “Öksüz Dörtlük”, “Erik Ekşiliğinde”, “Benzeşme”,
“Yolda”, “Şehlâ”, Göz Payı”, “Öykü’n”
ise yapıttaki öteki şiirler…
Bu şiirlerin belirgin özelliği, kısa ve öz olması
denli, söz sanatına çok girmeden, kapalı özelliklerin az, insan zihnini
yormadan, yola ışık tutarak okunmasını sağlaması. Savsöz niteliğinde, bilindik,
kalıplaşmış sözlere değer vermeden böyle güçlü yapıda şiirler kurması, hepimizin
anlayacağı, günlük ama zengin bir söz ve tümce dağarcığı ile şiirler üretmesi etkileyici
Duran Aydın’ın.
İncelik, aşk ve duygu kokan şiirlerin yanında
toplumsal yönü de bulunan yapıttaki şiirlerden biri olan “Şehlâ”, Madımak gibi
yakın tarihimizin acı ve kanlı bir olayını aktarırken okuru sanki yangının
içinde kalmış, soluğu sıkışmış gibi bir yoğunluğa sokuyor:
“Unutmak denen kanayışın
Yanar yüzü Madımak’sa
Ülkem dağların şehlâ
bu yüzden
Yarlarından ölüm düşer
Temmuz’a
/… /
Yankır o acı ki çağlayan suda
Kayayı yarar gözyaşı
Düşten düşe uçar ateşkuşları
Bilir nice derindir sevdamız”
“Uzun Uyku”
ve “Göz Payı” gibi aynı düzeyi
tutturamayan şiirler dışında belli bir özgünlüğü ve ağırlığı olan şiirlerin,
çölleşmiş ve birbirini yineleyen kısır yazın dünyası içinde tıpkı yapıtın adı
gibi bir su kaynağı gibi çatladığını, göğe doğru fışkırdığını söylememiz
gerekir.
“Nasıl olsa ölünce ikimiz de
Çok üşüyecektik
yalnızlıktan
Birlikte yandık
sulardan alacaklı” gibi
güçlü yapıda şiirlerin varlığı Duran Aydın’ın ozanlığının gücünü gösteriyor.
Sayfalar dolusu yazılacak anlatılacak izleği ve konuyu, kestirmeden ve sağlam
adımlarla aktarmayı bilen ozan aynı zamanda okuyucunun yüreği, duyguları ve
aklında da devinim yaratıyor.
Duran Aydın ile birkaç kez görüşmüştüm. İncelik,
nezaket, zarafet insanı olduğu konuşmalarından açıkça belli olan ozanın,
kişiliği gibi şiirlerinin de incelik, kibarlık, nezaket içerdiği,
ürettiklerinin bu duygularla yazılmış olduğu ve dilimizi de son derece yerinde
ve ustalıkla kullandığı “Su Çatlağı”nda da bir kez daha kanıtlanıyor.
Arkadaşlarıyla
çıkardığı Yaşam Sanat dergisi,
yazdığı şiirler, kitapları ve kişiliğiyle Duran Aydın’ın kendi yöresinin insanı
Yaşar Kemal’in deyimiyle “İnsan evrende
yüreği kadar yer kaplar” sözünü doğrularcasına “usta ozan yüreği”yle Türk
yazın dünyasında önemli bir yeri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
*Su Çatlağı,
Duran Aydın, şiirler, Aysad Yayınları, Ocak 2018-Adana
Berfin Bahar,
Mart 2017
DURAN AYDIN VE
ÇUKUROVA DÜZLÜĞÜNDE TOROSLAR GÖLGESİ
Hilmi HAŞAL
ŞİİR TUTULMASI
Parmakların el hapsimde
Yalnız ve saydamken
İkimize bir Cumhuriyet
Ah ne özerk
Çocuklarla uçuşun kırlangıç dansı
Çünkü Nisan
Adı üzerinde bir delişmen ay
Tutmuş kapısını yüreğinin
Ah ne güzel
Sesimden ötesine geçit yok
Önce limon çiçekleri sorguluyor sokakta
Sonra bir dal asma filizi
Sınır ihlâli sayıyor menziline düşen her bakışı
Ah ne iyi
Benden sonra düşlerine dokunan yanıyor
Su Çatlağı, s. 48
Yöresel ya da yaygın deyişiyle 'yerel' öğeler, yeryüzü
sanatlarının başat özelliğidir. Kuşkusuz, farklılık, yani nitelik zenginliğidir
de... Her türde varsıllık demektir; çeşni ve çeşit sunulduğu oranda ilgiye ve
yadsınmaz değere sahiptir. Yazılı, görsel ve de işitsel sanat eserinde, yaratım
dönemi, koşulları ve konumu önem arz eder, genel kabule göre... Eserin doğduğu
ortam ve yayım / sunum zamanı, bulunduğu coğrafi bölgenin atlasını içerecektir
büyük ölçüde. Konu şiir olunca, şairin bastığı toprak, aldığı nefes, içtiği su,
paylaştığı söz, arkadaş -dost- çevresi, yediği lokma, ısındığı güneş ve diğer
fiziki nitelikler de metnin ruhuna siner, demek yanlış olmaz. İleti ve imge
yüklü sözcüklerle yoğrulmuş metin, herhalde yaşamın izlerini taşıyacak ve
okuruna yansıtacaktır. Hayat, işlevsel ve devingen süre ile kendini
anlamlandırır, her insanın gözünde. O kapsamda, hayat için tutkular,
tutulmalar, yorulmalar ve tökezlemeler manzumesidir denebilir. Aynı bağlamda
'eser' denen yapıya gölge düşürür hayat... Özü, yapıyı (biçemi – biçimi) kurar...
Günümüz şiiri, kuşkusuz, yoğun söylem ve biçem çeşitliliğiyle zengindir,
yaygındır. Geleneği uzak değilse de şiir / şair niteliği ve de niceliği
bakımından 'kalabalık' ve 'bereketli' sayılır. Şimdi, bulunulan zamandan geriye
bakıldığında, şiir / şair 'antologya'sı serüveninin canlı ve renkli
eklemlenmelerle sürüp gittiği görülür. Serüven, okur birey ile ürünün
buluşacağı şiir-metin dolaşıma girdiğinde başlar. Öylelikle söz söyleme sırası
okura gelir: Bu da, teknolojik olanakların, yaygınlık, tanınırlık hızına,
süresine ve gücüne bağlıdır. Yerelden evrensele uzanan yolu etkin kılarak,
yapıtın başarı düzeyini, benimsenmesini, bir bakıma tescilini belirler. Okurun
önemi azımsanmayacaktır ölçüt bakımından... Her şair-yazar kişinin
biyografyasında, yaşam atmosferi şiir atmosferiyle örtüşür, genellikle...
Haliyle yaşanan koşullar, olaylar, kişiler, ilişkiler, dünyevi çelişkilerden
gelen çatışma ve çekişme ayrıntıları da sanat eserine yansır. İnsan
yaşadıklarından ve okuduklarından etkilenerek yol kat eder, o minvalde... Duran
Aydın'ın Gölgemi Sildin Gölgenden (Aysad Yay. Adana, 2015) kitabı dolayısıyla
derkenar edilmiş izlenimlerden doğdu işbu yorumlama... Ve metne dönüştü:
“Uzağındaki karanlıktan / Ellerinin aydınlığına / Dokunan tünelde / Bırakma
söneyim // Yolunda ölmekse ölmek / Bir sözünle yu beni / Bir şiir de / Benden
sana güzelim” (s.57) diye seslenen dizelerin rüzgârıyla... Adana'ya, bir
“Adanan” olarak ilan-ı aşk eyleyen beyanı okuyunca... Ki Adana, bu satırların
yazarını da dört yıllık ömür dilimi çerçevesinde, yaşam yoluna katmıştır.
Kişisel tarih sayfalarının “Adanus Portreleri” için deneyim, birikim,
bilgilenim zemini olmuştur.
Duran Aydın şiirinin omurgasını oluşturan 'dert küpü'
“Onulmaz Aşkın” içsel sızısıdır ve her kişinin yaşamında, kayda değer alan
tutabileceğini varsayar. Söz konusu 'sızı'da, sıcakkanlı söyleyişin 'yakın
plan' izleği de kuşkusuz, tutkunun doğallığından kaynaklanır... Yerel ile
yerli, coğrafyasına özgü izlek, ses ve çağrışımlar; “Güneyde dokunulmaz
ötelerde / Sütmaviyi gökyüzünden emer /Adanalı Akdeniz / Kıyısında uçuşur yaz
eskileri / Gölgemiz gibi tozarak” (s. 23) betimleme (tasvir) ile açılır
okuruna. Kış mevsimlerinin yaza yakınlığı görülür, söyleyişinden... Duran
Aydın'ın dediğince, “yaz eskileri”dir çoğu günler, “Şubat Mavisi”dir. Şaire
göre, Adana kokan güneş özlemidir gurbet hali... Öyle ki; “Söz acısı vurduğunda
yüreğe / Gurbette ıssız ve sağırsa bir de gece / Hangi dilde yanarsan yan / Dal
ucunda zamansız / Güzel soluyor şiirin // İstiyorsun Adana koksun güneş.” (s. 35)
Hava, koku derken çiçek hikâyesi de eksik değildir anlatılanda... Çünkü şair,
“Kumru Çocuk” şiirindeki kumru, “Babasıyla çıkmış sokaklara” demektedir ve
oradaki kıyaslama / karşılaştırma Adana'ya özgü örnek sahnedir. Bebeleri
arkadaş belleyen bir incelik, bir duyarlılıktır “Şubat Mavisi” dizelerinde
akan...
Şiir ölüme, kıyıma ve katliama karşıdır. Savaşla gelen
ölüme isyan etmek ise her aklı başında insanın doğal tepkisidir. Duran Aydın,
şiirinin ruhuna söz konusu isyanı katmış. İnsani tepkiyi dile getirmiş; “Kanlı
bir koşudan geldi bir gece şiir / Yaralıydı yıkıntıydı aşk gördüm o zaman //
İpinceydi ölüm kılıç gibi yel gibi yalnızlık gibi / İnilerdi dağlar durmazdı
Seyhan dilsizdi gökyüzü / Gül soygunlarındaydık mor ışıklı bahçelerde kaygulu /
Çoksesli çürümeydi kıyılarda o kumların bir adı // İlençti gece gördüm kandı
ağlıyordu / Ay dondu kaldı ıpıssız oralarda öylece” (s.107) diyerek odaklanılan
kaos ve gerilim üzerinden... Ancak bir yandan da hayata bağlılığın işareti;
“Çünkü bilmelisin çağların / Unutulmuş çağlayanında / Sevdayla / Damardan /
Aramızda kan bağı var” (s. 106) dizelerinde sergilenmiş. Sıradan yaşantı
ayrıntıları, sıradan olaylar ve olgular, insan portreleri, Duran Aydın
söyleyişinde ad / yer bulmaktadır. Dahası, dikkat çeker, pastoral vurgu örneği;
“-Denize rengini veren / Bir özlemdir şimdi / Avucumuzda solan” (s. 71) demiş
dizelerle... Yalın söyleyiş, işlevli, abartısız, eksiltmeli anlatım, kolay
anlaşılma öğelerini de sunar okurun dikkatine.
Çukurova'da “limon çiçekleri” yazın habercisi, turunç
mevsiminin diriliş - uyanış göstergesidir adeta... Lirik bir mevsimdir, şiirsel
toprak ve doğa - insan uyumu... Sözcüklerle oluşturulan 'senkron'u algılayıp
anlamlandırmak kalır okuyana. Şiirin işlevini sorgulatmayı unutturur... Çünkü
Duran Aydın'ın şiir kişisi, doğduğu, yaşadığı coğrafyayı içselleştirmiş
'yazı'sında... Şiir, anlatı gergefine Çukurova iklimini ve bereketini, sıcağı,
nemi ve yaylaya kaçış halleriyle sermiştir. Orada, her sözcükte Adana'yı
hissetmek olanaklıdır. Olanaklıdır zira “onulmaz sevda” ile doğaya bağlı
insanların kaygısı ve umudu çizilmiş.
Yaşanmışlığın belgesi “Çoğaltılmış Mektuplar”dır güncelliği
kucaklayan nesnellik ve; “Onulmaz aşkın / Ve kederimizin / Isırgan rüzgârında /
Sonsuz rengin bir gece / Kuşatır kendi karanı” (s. 81) dizelerinde belirir.
Şiirin okuyanı ile yazanını yan yana getiren ayrıntıdır daima, ortak 'nabız'
olup buluşturur ikiliyi... Çarşılar, sokaklar, kırlar var oluş atlasıdır. Ömür
muhasebesi orada, “Dahası hiç ağlanmamış çocukluklar denerim” (s. 78) dileğine
evrilir ki ömrü olumlamayı, yarına güzellemeyi içerir toplamı... Anlatılacaklar
hiç bitmeyecekmiş gibi sürüp gider 'yazı' umudu!
Sevmenin, sevgiyi beyan etmenin somut karşılığı mıdır şiir?
Yaşamı “Şiir Tutulması” ile özetlenen duruş / bakış eylemi için, okurun
diyeceği olur mu bilinmez ama şair; “İnsan mutluyken güzeldir” dizesiyle aşkı
savunmuş. Gerçekçi, yalın söylemle paylaşmış. Duran Aydın şiirindeki betimleme,
gönderme ve nesnel karşılıklardan yararlanma çizgisi, sözcüklerin gücünden
beslenir. Aşkı anlatan her olgu, şehirden, çarşıdan, sokaktan edinilen
ayrıntılar, söyleyiş sadeliğine ve biçemine katkıdır orada. Doğanın ve zamanın
sunduğu “güzel” öğelerin yaratıcı eyleme dönüşme süreci de umut ile zenginleşir
zira “güzel”e övgü, şair refleksinin dışavurumudur. Aşk içinden, olağan
dileklere çiçek açtıran, güncellik algısını da damıtan estetik bilinci,
“özerk”, “iyi” ve “güzel” erdemlerini buluşturur. Yer, mekân Adana ve Çukurova,
iklim, sıcaklıkla özdeşleşmiş ruh hali, insan karakterine, hal ve hareketlerine
sinmiş. Çağın, yaşanan dönemin ve coğrafyanın söz mayalanmasında yadsınamayacak
payı, etkisi görülür o nedenle... Gerçekliği “Çiçek Eken Ölü” imgesindeki
yansımada; “Çürüyen taşın ışığında / Yürürüz / Şarabın zehrini alır / -Sözler
ki acı” (s. 44) dizeleriyle duyguya / düşünceye eklemlenir. İnsan - zaman -
yaşam izlerinin nesnelliğe bürünmesi diye de okunabilir sözlerin acısı... Neden
olmasın?
Sofya, Ekim 2017
Eliz Edebiyat, Ekim-2017
ADANALI
“KİREKÖR” YAZILAR VE DURAN AYDIN
Zafer DORUK
Derlerdi de ‘kulağasmazdım’; “Adanalının
Adana’dan uzakta yaşaması zordur.” Adana’da görmeye alıştığınız ilişki
biçimlerini, yaşam tarzını hiçbir yerde bulamazsınız. Suyunu, sıcağını, kanalda
çimdiğiniz günleri, Kıyıboyu’nun tozlu yolunu, bağlara giden dar patikaları, erik,
kayısı bahçelerini; yerken, dikenleri ellerimizi dalayan Hintincirlerini özlersiniz...
Cibinlikli, haymalı damları, tulumbalı avluları; çaylı, günebakan çekirdekli muhabbetleri,
sokak düğünlerini, kuşçuları, gönlü geniş kabadayıları, portakal bahçelerini,
pavyon âlemlerini, kebabı, şalgamı, bici biciyi, şırdanı, eskilerin ‘kerhane
tatlısı’ dedikleri halka tatlıyı, Toroslardan kamyon kasalarında getirilip
bıçkıyla (testere) kesilerek topak topak satılan karları; eylülde, evlerin
önlerinde imece usulüyle salçalık biber temizleyen kadınları; daha sayılacak o
kadar şey var ki… Giderek, Adana’ya duyduğunuz özlemi beslemek tek avuntunuz
olur…
Duran Aydın’ın deneme kitabı ‘Kirekör’(*), böylesi duygular
içindeyken geçti elime. Adana’ya gittiğimde hava yağmurluysa, Duran’la buluşuruz.
Yağmurluysa diyorum, çünkü Duran’ın ekmek teknesi oto yıkama dükkânı yağmurlu
havalarda iş yapmaz, kapalıdır; Duran da arkadaşlarına ve kendisine ayıracak
zaman bulur. (Söz konusu işyeri Ekim 2016’da devredildi.) Ortak konuşma konumuz
genellikle eski Adana olur. Çocukluk,
ilk gençlik yıllarımız, yazlık sinemalar, ‘dünyanın en güzel bakan adamı Çirkin
Kral Yılmaz Güney’, Atatürk Bulvarı, sekiz yazlık sinemanın bir arada bulunduğu
Sular Alanı, Hergele Yolu, faytonlar, at arabaları, İstiklal Mahallesi,
Karasoku’nun dar sokakları, Taşköprü, Kalekapısı, Tepebağ… Turan Altuntaş, Nuri
Ayvalı, Nevzat Sıkık, Mustafa Emre, Mehmet Taşar gibi Adanalı yazar ve şair
arkadaşlarıyla Küçüksaat’teki eski ‘Niğde Hanı’nda, ‘Bebekli Kilise’nin
önündeki ‘Halk Eğitim Merkezi’nde toplanıp ilkin ‘Koza’ dergisini, sonrasında ‘Düşün’
ve ‘Akdeniz’ dergilerini çıkardıkları, edebiyat konuştukları
günlerdeki heyecanı anlatır Duran.
Kirekör’ü okurken, eski Adanalı
yıllar, eski mekânlar birer birer canlanıyor gözümde. Bugün Adana’nın kuzeyi
hızla değişip modernleşirken, güneyindeki mahallelerde, “Ötürük, büllük, çillik, taman, irişkin, urup, harhut, üllüz, saplıcan”
vb. ‘Kirekör’de karşılıkları, ne
anlamda kullanıldıkları açıklanan eski yerel sözcükleri duymak hâlâ mümkün. Orhan
Kemal’in romanlarında yer aldığı gibi, Adana’ya özgü yaşam tarzını sürdüren bir
halk hâlâ var oralarda.
Duran Aydın -elbet kendince nedenleri
vardır- edebiyat dünyasından bir süre uzak durdu, mutfağına girmedi,
etkinliklerine katılmadı, hiçbir edebi oluşumun içinde bulunmadı. Bu süreçte yazdı
mı bilmiyorum, ama geçimlik vaktinden artırıp okuyarak değerlendirdiğine
eminim, çünkü sonrasında yazdığı birbirinden güzel şiir ve denemeleriyle bunun
böyle olduğunu gösterdi. İyi bir şair olmasının yanında iyi de bir kol
emekçisidir, Duran. Geçimini Türkiye koşullarında şiir yazarak sağlayacak değil
ya; atadan babadan kalma bildiğim bir mal varlığı da yok; karo döşer, duvar
örer, sıva yapar, araba yıkar. İşi dolayısıyla da türlü insanla karşılaşır. Günümüzün
modern Adana’sıyla Orhan Kemal Adana’sının ortasında, işçi-memur orta halli
insanların kendi halinde yaşadıkları bir mahallede oturur, sıcak yaz
gecelerinde, evinin damındaki haymada, bol yıldızlı lacivert göğün altında şiir
düşünür, sivrisineklerden korunmak için ‘hayma’ya
kurduğu cibinliğin içinde uyur.
“Ana
caddelerde, şatafatlı apartmanların arasında, ‘zengin mahallelerinde’, ezilmiş,
küçülmüş, ürkek ve yabancı yürürüm. İçinden geldiğim mahallelerdeyse, huzuru o
yaşam biçiminin yoksul ama süzme içtenliğinde bulurum.” diye yazar,
ardından Ataol Behramoğlu’nun bir sözünü anımsatır: “Şiiri sizin yazmanızdan çok, onun kendisini size yazdırdığı mucize
anlar vardır.” O da, yaşadıklarının arasından kendisini yazdırmak
isteyenleri, yazılası olanları seçer, onları dizelere, satırlara dönüştürür. Yazdıklarındaki
sıcaklık ve içtenlik de sanırım bu birebir yaşanmışlıktan geliyor. Neyin
yazılıp neyin yazılmayacağını, ışığı nereye tutacağını biliyor, hayat yüklü
küçük ayrıntıları, hepimizi ilgilendiren şeyleri, bakıp da göremediklerimizi
görüyor…
Duran Aydın’ın, ‘Yoklar Sahibi’, ‘Hayatı
Yeniden Denemeye’ ve ‘Gölgemi Sildin
Gölgenden’ adlı üç de şiir kitabı bulunuyor.
Bu kitaplarının arasında bence öykünün derin sularına giren denemeleri de var,
ama Duran Aydın deneme yazmayı sevdiği için öyküye gönül indirmez. Kirekör: Kir tutmayan, kir göstermeyen
anlamında. Eskilerdeki kadar sık kullanılmasa da bu sözcüğü Adana’da bilmeyen
çok az. “Biraz kum grisini andırır,”
diyor Duran ve kirekörü evine bir süreliğine komşu olmuş bir kumrunun öyküsüne bağlıyor.
‘Fallik bir kumru’dur, anlatılan. Adana’nın yerel dilinde yer alan ‘Fallik’ sözcüğünün Latince bir sözcük
olan ‘Fallus’ sözcüğüyle hem biçim
hem de anlam yönünden bir akrabalığı olduğu kesin. Sözcükler tarih içinde
birbirleriyle etkileşerek çeşitli kültürlerin birbirine eklemlenmesinin somut
örneğini oluşturuyorlar. Dr. Can Güngen, ‘Lacan’cı
Eksik ve Fallus Üzerine’ adlı yazısında, ‘Fallus’ sözcüğü hakkında şöyle diyor: “Fallus, Lacan’cı terminolojide iktidarın simgesidir. Penis ile olan benzerliğine rağmen
kastedilen biyolojik bir organ değildir. Fallus, penis denilen fazlalığa
sahip olan küçük çocuğa ‘büyük öteki’nin vaat ettiği türden her şeydir: Kadın,
iktidar, statü, güvenlik, bütünlük, içerilme vb. Öte yandan ‘fallus’ bir
gösterendir. Yukarıda örnek verdiğim gibi toplumsal hayatta bir şeylere sahip
olmayı gösterir.”
Duran Aydın da bizim Adanalıların ‘Fallik’ sözcüğünü hangi anlamda
kullandıklarını şöyle açıklıyor: “Bölgede
daha çok, pıtı pıtı yürüyen, saçları kırmızı kurdeleli küçük kız çocuklarını
severken kullanıldığı gibi; büyümüş, serpilip gelişmiş, ama biraz ‘yangın’,
biraz ‘yollu’, ‘fingirdek’, önüne çıkan her erkeğe ‘iş veren’, tam olarak daha
‘olgunlaşmamış’, ufaktan ‘orospu adayı’, ‘vittirivizzik’ kızlar için de kullanılan
kenar mahalle kökenli bir sözcük.”
Böyle öykü lezzetinde denemelerden biri
olan ‘Fallik Kumru’nun kahramanı, kirekör
renginde bir kumrudur. “Yumurtaların
üzerine mısmıl oturmayıp onları yağmurda yaşta bırakıp giden,” anlatıcı yazarın
eşi tarafından bu davranışı nedeniyle ‘fallik’ olarak nitelendirilen bir anne
kumru... Duran Aydın’ın birçok denemesinde olduğu gibi bu denemesinde de Sait
Faik öykülerindeki anlatıcının o sıcak ve içten sesini duyarız. Aynı sesi, ‘Kuşlar Şairi Gözünden Anlıyor’ adlı, kısa
öykünün sularında gezinen denemesinde de duyarız. Bu kez oto yıkama dükkanının
önünde gezinen serçelerdir yazarın esinlendiği. Daha doğrusu, içini dökme
bahanesi. Geçim derdiyle şiirin kesişme noktasındaki serzeniş demeli belki de. “İyi de, bunca işi kim yapacak, düşünmez
arkadaşlar (kuşlar). Yağmurun
caddeleri çamurçorba bulamaçlaması işimize yarıyor. Bi güneş, bi yağmur,
eşittir iş. Paspas çırp, çay ver, vakumlu süpürgeyle araçların içinden
atılacakları al, falan filan!”
Bir öykünün, bir romanın ya da bir anlatının,
tohumun toprağa düşmesi örneği imgelemimize düştüğü, yüreğimize dokunduğu bir
an vardır, insani bir sorundur, yazılası bir durumdur, bir süre orada beslendikten
sonra filizlenir, dal, budak, yaprak verir, meyveye durur. O artık ilk haliyle
değildir, kendisini bize yazdıran her neyse onu da içinde barındıran estetik
bir yapı/ yapıttır, apayrı bir dünyadır. Şiir dünyası da böyle değil midir, onun
da bir arka bahçesi yok mudur, orada yaşananların; bir sözcüğün, bir durumun,
bir anımsamanın, bir karşılaşma, bir aydınlanma an’ının şiire göz kırpan bir öyküsü
olamaz mı? Olduğunu düşünenlerdendir Duran Aydın da. ‘Sokak Kuşu’ adlı şiirinin, imgelemine nasıl düştüğünün öyküsünü
yazar. Kafes kuşunu hepimiz biliriz de, serçe, kumru, sığırcık gibi kuşları
niteleyen ‘sokak kuşu’nu ben ilk kez Kirekör’deki ‘Bir Şiir ve Öyküsü’ adlı denemede duydum: Yeni yürümekte olan torun,
bir an odadan kaybolup geri dönünce, şairin kızı Sıla’nın anneannenin sorusuna
verdiği yanıttan: “Kafesteki kuşla
gülüşüyor, ben de ‘sokak kuşları’yla oynuyor sandım.” Şair de duymamış ki, “İrkiliverdim birden!” diyor. “Kızım
farkında olmadan iki sözcükle Ataol Behramoğlu’nun sözünü ettiği mucize an’ı
ayağıma kadar getirmişti: Sokak Kuşları…” İşte bir karşılaşma an’ının
öyküsü ve bir şiirin mucizeye dönüştüğü an…
Kimi zaman yağmurlar, “yarısı yaz günü günlük güneşlik, yarısı kömür
karası bulutlarla zemheri göğünü aratmayacak koyu gölgeli bir havada yağıp
geçiveren, iri taneli ‘çakal yağmuru’na”
dönüşür. Adana’ya özgü bir adlandırmadır ‘çakal
yağmuru.’ Şairi oturduğu bir bankta yakalar ve belki de ayak seslerini
duyduğu bir şiirin öyküsünü yazdırır: “Bugün,
işte koca Adana’da kimselerin haberi olmadan; sokaklarda, parklarda, şurada
burada bir edebiyat dergisi ya da kitap okuyan, ara sıra bir şeyler yazdığını
sanan, sıra dışı bir emekli olmanın verdiği ayrıcalıkla, kanal boyunca zırnık
güneş geçirmeyen, deliksiz gölgeli ve iç içe geçmiş dut ağaçlarının altında bir
bankta akıp giden, geçip giden, yok olup giden Seyhan’ın sularını izlerken,
aniden tutuluverdim bu ‘çakal yağmuru’na...”
‘Ulucami Güncesi’ adlı denemesinde,
şair, sanki bir fotoğrafı kısa bir öyküye dönüştürmüş. Sıkı bir gözlem gücü,
anlatımındaki Orhan Kemal edası, dildeki tutumluluğu, yoğunluğu ve anlatıcı-yazarın
aktardığı Adanalı bir deyimle, “kodu mu oturtan” gücü, kısa öyküye yerinde bir selam olmuş.
Duran Aydın, Türkçeyi önemseyen, dil
işçiliğine özen gösteren bir şair, zaman zaman denemelerinde bu konudaki
görüşlerini dile getiriyor. ‘Sözcükçüler
Ölmesin’ adlı denemesinde, köydeki yengesinin, “Giden kış biber ektiydim, bitmedi” tümcesinden yola çıkarak eskiden
Çukurova’da çok sık kullanılan ‘Bitek’
sözcüğünü anımsatıyor: “Yengemin
tümcesindeki bitmedi sözcüğü, elbette ki o bitkiden elde edilecek ürünün hiç
oluşmadığı anlamında kullanılıyor. Sözcüğü bir başına ele aldığımızda
‘bitek’teki verimli, doğurgan, bereketli anlamını veremeyeceği kesin.” Şiirin
sözcüklerle, öykü ve romanın tümcelerle yazıldığını anımsatarak, “Kılçıklı, kırılgan, bulunduğu dizeyi
yabansıyan sözcükler, sığındıkları şiirleri de rahatsız ederler” diyor.
Duran Aydın; Yılmaz Güney’i, onun ‘Umut’
filmini, ‘Boynu Bükük Öldüler’ adlı romanını; Yaşar Kemal’i, Abidin Dino’yu,
Nihat Ziyalan’ı, Osman Şahin’i, Hidayet Karakuş’u, Ahmet Fazıl Göktuğ’u,
Hüseyin Atabaş’ı, Ahmet Özer’i, Turan Altuntaş’ı ve daha birçok yazarı, şairi
anıyor, anılarını, mektuplarını bizimle paylaşıyor, haklarında bilmediklerimizi
gün ışığına çıkarıyor, edebiyata, edebiyat dünyasına değgin düşündüklerini
kendi yaşam deneyiminin süzgecinden geçirerek zenginleştiriyor.
Ben, zengin içerikli bu kitaptan, ‘Adanalı
Yazılar’ın bazılarından tadımlık söz ettim. Adana’yı, Adana’dan gelip geçmiş
değerleri, yaşamayı sürdüren güzellikleri, kültürel mirasından kaybolmaya yüz
tutmuş olanlarını doyumluk olarak Kirekör’de, Duran Aydın’ın akıcı, içten,
öyküsel bir üslupla yazdığı denemelerinde bulabilirsiniz.
(*) Duran
Aydın; Kirekör - Adanalı Yazılar-
Notabene
Yayınları; 160 sayfa/ 1. basım Ocak 2016, Ankara
Kurşun
Kalem dergisi,
Ekim-Kasım-Aralık
2016