Berna Moran

Eleştirmen

Doğum
23 Ocak, 1921
Ölüm
31 Ekim, 1993
-
Eğitim
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü
Burç

Eleştirmen (D. 23 Ocak 1921, İstanbul - Ö. 31 Ekim 1993). Dedesi Ali Kâmi Akyüz, İsmail Safa ile şair Ahmet Vefa’nın kardeşi, romancı Peyami Safa’nın amcasıdır. Ortaöğrenimine İngiliz High School’da başladı, Robert Kolej ve Darüşşafaka Lisesinde okudu, İstanbul Işık Lisesini bitirdi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü (1945) mezunu. Üniversiteyi bitirdiği yıl kendi bölümüne asistan oldu. Doktorasını mezun olduğu üniversitede kürsü başkanı Prof. Halide Edip Adıvar’la başladığı “John Donne ve Dinî Cephesi’nin Tekâmülü” konulu teziyle (1950) tamamladı. Ford Vakfından bir yıllık bursla Cambridge Üniversitesinde (1950-51) doçentlik çalışması yaptı. 1952’de İngiliz Filolojisi Bölümünde asistan olan Tatyana Hanım ile evlendi. Doçentlik çalışmalarını Cambridge Üniversitesinde “On Yedinci Asır İngiliz Edebiyatında Tabiat Anlayışları” adlı tezle (1956) tamamladı.

1958’de eşiyle birlikte Atatürk Üniversitesi İngiliz Filolojisi Kürsüsünü kurmak üzere iki yıl için Erzurum’a gitti. Burada üç dönem ders verdi. 1964’te “Türklerle İlgili İngilizce Yayınlar Bibliyografyası” adlı araştırmasıyla profesörlüğe yükseldi. Batı’da geliştirilen edebiyat kuramları ile eleştiri yöntemleri üzerinde çalıştı. Batı düşünce tarihiyle ilgilendiği için disiplinler arası bir yaklaşımı edebiyat araştırmalarına uyguladı. Bu çalışması sonucunda kürsüde eleştiri dersi programa alındı. Sonradan Edebiyat Kuramları ve Eleştiri (1972) adıyla kitaplaşacak olan ve eleştiri tarihini bir bütün olarak tanıtıp yorum­layan kitabı, eleştiri dersi notları idi. Berna Moran, 1981’de emekliye ayrıldı.. Emekli olmadan bir yıl önce Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümünde başladığı On Yedin­ci Yüzyıl İngiliz Edebiyatı ve Eleştiri Kuramları derslerini 1984’e kadar sürdürdü. Karaciğer kanseri sonucu yaşa­mını yitirdi. Karacaahmet Mezarlığında toprağa verildi.

İlk olarak 1960’lı yıllarda, Batı kuram ve yöntem bilgilerini Türk edebiyatı­na uyguladığı eleştirilerini yayımlamaya başladı. Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış adlı üç ciltlik kitabında toplanacak olan eleştiri yazılarının çoğunu, Yeni Ufuklar, Yeni Dergi, Birikim, Çağdaş Eleştiri, Yeni Düşün, Gösteri, Adam Sanat, Çağdaş Türk Dili dergi­lerinde yayımladı. Metne özgü, içsel öğeleri çözümleyici, nesnel, eleştirel ve bilimsel bir bakış açısı getirdi. Yaptığı çözümlemelerde, bir roman üzerine eleştirel bir bakışla ne söylenebilecekse, onlar mevcuttur. Zengin ve kuşatıcı eleştirel sonuçlara ulaştı. Romanın kurgusu, anlam katmanları, olay örgüsü, romanın meselesi hangi eleştirel yöntemlerle ele alınmayı gerektiriyorsa, ona uygun olan eleştiri yöntemini uyguladı. Bu anlamda kendini yöntemle sınırlamadı. Onun kendine has yöntemi, uzun ve titiz bir çalışma, sağlam bir değerlendirme, sunuşta senteze ulaşma olarak özetlenebilir. Eleştirisinde en baştan beri Batı edebiyatındaki başarılı roman tekniklerinin Türk edebiyatındaki romancıların eserlerine nasıl yansıdığını göstermeyi önemsedi.

Nazan Aksoy’un yaptığı tasnife göre, Berna Moran’ın eleştirel çözümlemelerinin temel nitelikleri ve başlıca özellikleri şunlardır: 1. Anlatı sanatının nirengi noktalarından bakış a) Türk edebiyatındaki daha eski anlatı geleneklerinin daha sonraki dönemlerin romancılarınca nasıl kullanıldığı, b) Türk romancısının Batı’daki edebiyat gelenekleri ile anlatım tekniklerinden nasıl etkilendiği, c) Aynı dönemin metinlerindeki paralellikler ile farklılıklar; 2. Romanların ana sorunsalını yaratan ideolojilerin metinlerin anlatım örgüsü içinde nasıl şekillendiği, bir başka deyişle, ideolojinin edebî söylem içinde nasıl somutlandığı; metin çözümlemesinde metin-ötesi ilişkilerin, yani tarihî, siyasî, iktisadî vb. söylemlerin göz önüne alınması, edebiyat eleştirisinin çeşitli bilim/bilgi dallarıyla alışverişe girecek biçimde uygulanması; 3. Eleştiri yöntemlerini, belirli bir kurama kuralcı bir tutumla bağlanmadan, inceleme konusu eserin belli bir yönünü aydınlatma amacıyla kullanma çabası; 4. Hem ayrıntılardan bütüne, hem de bütünden ayrıntılara doğru gelişen bir “yakın okuma” alışkanlığı.

Berna Moran; Aziz Nesin’in, “hiç bilmediğimiz, az bildiğimiz ya da parça pürçük bildiğimiz edebiyat kuramlarını, eleştiri yöntemlerini yetkin bir sistematikle sunulmuş olarak bu kitapta buluyoruz” diyerek övdüğü Edebiyat Kurumları ve Eleştirileri (1972) adlı kitabıyla 1973 TDK Ödülünü, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış I (1983) ile de deneme-tenkit dalında Türkiye Yazarlar Birliği 1984 Ödülünü aldı.

“1972’de Edebiyat Kuramları ve Eleştiri kitabı çıktı. Bu kitap çok uzun bir hazırlığın ürünüydü ve ülkemizde büyük bir boşluğu doldurdu. Eleştiri kuram ve yöntemlerini mükemmel bir sistematikle sunan bu kitap, alanında hâlâ tek kitaptır. Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış’ın üç cildine gelince bu çalışması Berna Moran’ın karşılaştırmacı yöntemi nasıl uyguladığına çok iyi bir örnektir.” (Jale Parla)

 “Berna Moran, Türk romanın doğuşundan 1990’lı yılların sonlarına dek, yaklaşık yüz elli yıllık serüvenini otuz beş kırk roman incelemesini esas alarak ve bu romanların konu, teknik ve sorunsalları bağlamında kendilerinden önceki, dönemlerindeki ve kendilerinden sonraki daha birçok Türk romanlarıyla da ilgilerini kurarak, yine bu romanların düşünsel, kültürel, tarihsel ve toplumsal olarak da ortaya çıkışlarını sağlayan koşulları bütün yönleriyle inceleyerek, bir edebiyat tarihi anlayışı ve yöntemiyle olmasa da, belki de çok daha yararlı bir çözümleme, inceleme ve eleştiri yöntemiyle yüzyılın sonunda topluca ortaya koydu.(…) Kuram ve eleştirinin başlangıcından beri bütün gelişmelerini izleyerek eleştirel altyapısını son derece sağlam kurmuştur. Onun kuramsal yetkinliği, metin okurluğunu da, çözümlemeciliğini ve eleştirmenliğini de yetkinleştirir. Bütün bunlarla birlikte, ulaştığı sonuçları, verdiği yargıları da bir o denli önemli kılar. Eleştirel bakışının ve çok yönlü eleştirel yaklaşımının zenginliği, eleştirmen kimliğini daha güvenilir hâle getirir.” (Hüseyin Su)

“Edebiyat kuramlarında anlattığı çeşitli yöntemlerden çıkardığı kendi yapısına uygun eleştirel yöntemle ve edebiyat bilgileriyle Türkiye’nin roman geleneğini inceler. Yöntemini bilinçli olarak biraz eklektik tutmuştu, çünkü sanat ve edebiyatın tek bir açıklama tarzına sığmayacak kadar zengin ve karışık olduğuna inanırdı. Her esere aynı (tek) yöntemle yaklaşmaktansa, her eserin ortaya attığı sorulara en iyi uyan yöntemlerle yaklaşmayı tercih ediyordu. Bir yanda çok ‘deklare’ olmayan bir Marksizm vardı; I.A. Richards sonrası gelişen esere yakından bakma disiplinini hiçbir zaman elden bırakmadı. Gene Wayne Booth sonrası roman eleştirisinin vazgeçilmez avandanlığı haline gelen ‘anlatıcı’nın yerini, tarzını vb. tespit etmeyi de hiç ihmal etmedi.” (Murat Belge)

 “İstanbul Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı kürsüsündeki eleştiri derslerinden derlenmiş olan ‘Edebiyat Kuramları ve Eleştiri’, yalnız bu konuyla ilgili üniversite öğrencilerinin değil, eleştirmenlerimizin de bütün edebiyatçılarımızın da okumaları gereken değerli bir el kitabıdır. Çünkü kitabın konusuna değgin bütün kuramlarla eleştiri yöntemleri birarada derli toplu verildiğinden, bildiğimizi sanıp da bütünüyle bilmediğimiz edebiyat kuramlarını, eleştiri yöntemlerini yetkin bir sistematikle sunulmuş olarak bu kitapta buluyoruz. Kitap, anlatılan konuları açıklamak için, Türk edebiyatından örnekler verildiği bölümlerde çok daha ilginç olmaktadır.” (Aziz Nesin)

ESERLERİ:

İNCELEME: Türklerle İlgili İngilizce Yayınlar Bibliyografyası (1964), Edebiyat Kuramları ve Eleştiri (1972), Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış (3 cilt, Ahmet Midhat’tan A.H. Tanpınar’a, 1983; Sabahattin Ali’den Yusuf Atılgan’a, 1990; Sevgi Soysal’dan Bilge Karasu’ya, 1994), Edebiyat Üzerine (2004).

ÇEVİRİ: Kral II. Richard Faciası (W. Shakespeare’den, 1947).

HAKKINDA: Atilla Özkırımlı / Türk Edebiyatı Ansiklopedisi (c. 3, 1982), Jale Parla / Zenginleştiren Bir Okuma (Cumhuriyet Kitap, 7.9.1990), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (6. bas. 1999), Zeynep Ergun / Kalıcılığı Yakalamış Bir Bilim Adamı Berna Moran - Murat Belge / Edebiyata Adanmış Bir Yaşam (Cumhuriyet Kitap, 28.3.2002), Hüseyin Su / Eleştiriye Adanmış Bir Hayat (Hece, Mayıs-Temmuz 2003).

12 MART ROMANININ AMACI VE YAPISI’ndan

Türkiye'de sol 1960'lara kadar küçük bir aydınlar zümresinin ayak­ta tutmaya çalıştığı tabandan yoksun bir hareketti. Henüz kapitalistleşmenin emeklediği bu dönemlerde, doğal olarak, sözü edilir bir işçi sınıfı da yoktu. Ancak kapitalizmin gelişmesiyle sınıflar oluşmuş, toplum­sal çelişkiler daha keskinleşmiş ve ezilen sınıflar daha bilinçli bir duru­ma gelmiştir.

1960'lı yıllar halk kitlelerince özgürlükleri ve hakları konusunda bir uyanışın yaşandığı yıllardır. Kuşku yok ki bu uyanışın ve buna bağlı ta­leplerin ileri sürülmesine olanak sağlayan (sonradan egemen güçlerin 'lüks' diye nitelendirdikleri) 27 Mayıs Anayasasıdır. Bu Anayasa, basın özgürlüğüne, yargının bağımsızlığına, sendikal haklara, üniversite özerkliğine ilişkin yasalarla en azından sosyalist teorinin geniş zümrelerce tanınması ve pratiğe geçirilebilmesi için gerekli ortamı hazırladı. Bu yıllar sosyalizm ile ilgili bir faaliyetin çığ gibi büyüdüğü, yabancı dil­lerden kitapların çevrildiği, sol teorinin dergilerde hararetle tartışıldığı ve Türkiye İşçi Partisi'nin Millet Meclisi'nde 15 sandalye kazandığı yıllardır. Sosyalist akımın bu süratli gelişimi ve 16 Haziran'daki işçi yürüyüşü fincancı katırlarını korkutmuş ve egemen güçlerin karşı saldırıya geç­meleri için bir neden daha oluşturmuştur. Bu işçi yürüyüşü bir ihtilal provası sayılmış, ama aslında devrime soyunan, artık şehir gerillasına başlamanın zamanı geldiğine inanan üniversite gençliği olmuştur. Ne ki halkın destek vermediği, halktan kopuk bu radikal devrimci gençlerin şehir gerillası romantik bir küçük burjuva girişimiydi. Gerçi yiğitçe, öz­veriyle, inanarak çarpıştılar ama ne işçi sınıfına ne de halka dayanan bu hareketin kendisi yanlıştı ve yenilgiyle sonuçlanmaya mahkûmdu.

Egemen güçler 1960'lardan beri gelişen solu ezmek için gençlik ha­reketlerini bir gerekçe olarak kullanmak hesabı içindeydiler ve hatta aralarına provokatörler yerleştirerek solu eyleme kışkırtmaktan geri kalmadılar. Sonuçta 12 Mart darbesi bir 'balyoz' gibi indi; insanlar ko­valandı, tutuklandı, işkence gördü, hapse atıldı, kimi gençler asıldı.

Toplumda yaşanan böylesine büyük bir sarsıntının edebiyata yansı­maması düşünülemez. Onun için 12 Mart dönemini konu edinen, etme­se de, anlattığı kurmaca dünyada ona yer veren romanlar yazılmış ol­ması doğaldır.

Şu listeye bakalım bir. Erdal Öz, Yaralısın (1974); Çetin Altan, Bir Avuç Gökyüzü (1974); Füruzan, 47'liler (1974); Tarık Dursun K., Gün Döndü (1974); Sevgi Soysal. Şafak (1975); Samim Kocagöz, Tartışma (1976); Adalet Ağaoğlu, Bir Düğün Gecesi (1979). Adını saydığımız bu yazarların hepsi o dönemi yaşamış, bir kısmı harekete katılmış bir kıs­mı da tutuklanmış, hapse atılmış sanatçılardı.

Neyi iletmeye çalışıyorlardı yapıtlarında? O dönemde Türkiye'nin bü­yük kentlerinde, özellikle Ankara'da ve İstanbul'da diyebiliriz ki iki ayrı dünya oluşmuş gibiydi. Bunlardan biri cezaevlerinin, karakolların, sıkı yönetim ve kontr-gerillanın kapalı dünyası ve orda yaşananlardı. İkin­cisi bu dünyanın dışında kalan halkın günlük dünyası. Yazarlar cezaevindeki yaşam koşullarını, işkenceyi, zorbalığı yazmakla okura, iyi ta­nımadığı acımasız bir dünyanın kapılarını aralamış oluyorlardı. Okur yabancısı olduğu bir dünyaya ait gerçekleri anlatan romana, sırf yeni bir şeyler öğrendiği için bile ilgi duyar. Kaldı ki 12 Mart romanlarının konusu okur için yalnız yeni ve ilgi çekici değil, çarpıcı ve sarsıcıydı da. Bu durum 12 Mart romanlarının kimi özelliklerini belirler. Söz konu­su kapalı dünyayı okura açmak isteyen yazarın, romanın başkişisi ola­rak, egemen güçlerin zorbalığını, karakolları, cezaevlerini tanıyan, iş­kenceyi bilen birine ihtiyacı vardır. Onun için bu yapıtların hemen hep­sinde baş kişi emniyet kuvvetlerince yakalanmış bir devrimcidir. Daha önceki devrimci yaşamı romanda anlatılmaz, ya da kısaca geçiştirilir.

12 Mart romanlarının bu özelliği, ortak başka bir özelliği beraberin­de getirir. O da roman baş kişilerinin edilgin kişiler olmalarıdır. Bunlar sayısız kolları olan büyük bir yaratığın karşısında çaresiz durumdadır­lar. Genelde roman kahramanları etkinlikleriyle olaylara yön veren, hiç değilse olay örgüsünün gelişiminde kararlarıyla rol oynayan kişilerdir. 12 Mart romanlarında ise devrimci genç, başına gelenlere katlanmak zorunda olan bir solcudur. Olaylara yön veren ise karşı güçlerdir. Bu romanlarda acımasız yaratığın kollarından biri devrimcinin evinin kapı­sından içeri uzanır ve onu yakalar götürür. O andan itibaren devrimci genç edilgin duruma düşer.

Örneğin Yaralısın’da roman kahramanının evi basılır, kendisi de göz­leri bağlı olarak götürülür. Nasıl bir eyleme katıldığını açıklamaz Erdal Öz. Romanın sonuna kadar bu gencin başına gelenleri izleriz: Sorgula­malar, insanlık dışı muameleler, bitmeyen işkenceler vb. Bu roman ki­şisinin edilgin olmaktan başka şansı yoktur. Katlanmaktır yapabildiği tek şey.

Çetin Altan'ın Bir Avuç Gökyüzü'nde cezaevinden yeni çıkmış ünlü bir solcunun evi, karpuzcu, dondurmacı kılığındaki polisler tarafından çevrilmiş sürekli gözetlenmektedir. Büyük yaratığın üst düzeydeki kol­ları ise korkunç bir komplo kurmaktadırlar. Amaç adamı yurt dışına kaçmaya zorlamak ve kaçarken yakalayıp onu mahvetmektir. Adamın güya dostu olan, bu komplonun mimarıyla baş savcı ve hastane baş he­kimi, adamın moralini bozmak için onu bir umutlandırır bir düş kırık­lığına uğratır, kedinin fareyle oynadığı gibi oynarlar onunla. Ördükleri ağın içine düşen devrimci adam çaresizlik içinde bocalar, ama kaçmaktansa yeniden uzun süre yatacağı cezaevine girmeyi yeğler. Bu roman­da da adamın eylemciliği, neden hapse girmiş olduğu açıklanmaz.

47'liler'de Emine ile Haydar evde basılırlar ve gözleri bağlı olarak gö­türüldükleri kontr-gerillada Emine'ye uygulanan işkence sayfalar boyu tüm ayrıntılarıyla anlatılır. İşkencecilerin gaddarlığı iyice belirtilerek. Gerçi yakalanmadan önce İstanbul Üniversitesinde öğrencilerin sağ-sol çatışmalarına katıldıkları sahneler vardır romanda ama yazar bunları kısa geçer. Ayrıntılarıyla anlatılan episod kontr-gerilladaki tüyler ürper­tici işkence faslıdır. (…)

Görüldüğü gibi bir zamanlar şu ya da bu şekilde harekete karışmış olduğunu anladığımız bu devrimcilerin, romanda, yakalandıktan sonra­ki yaşamları ele alınmakta, etkin oldukları günler değil edilgin oldukla­rı günler anlatılmaktadır. Çünkü yaptıkları değil, onlara yapılandır önemli olan. Başarısızlığa uğramış devrim hareketi arka plandadır, ön plana çıkarılan ise egemen güçlerin keyfi davranışları, zorbalıkları ve yaptıkları zulümdür. (…)

                                                                       (Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış-3, 1994)

BERNA MORAN: EDEBİYATA ADANMIŞ BİR YAŞAM

Berna Moran'ın kariyeri üzerine sık sık düşünmüşümdür. "Kariyer" derken, ne zaman ve nasıl doçent oldu, profesör oldu gibi bir şeyi kastetmiyorum elbette. Berna Moran'ın "Kariyer"i aslında hayatıdır. Bu hayat edebiyata adanmıştı. Ama "Edebiyat" da, içine her şeyi alan, neredeyse hayatın kendisi kadar büyük bir şey. Dolayısıyla Berna Moran'ın hayatında, edebiyatta olan her şey vardı. "İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü"... Berna Bey buradan bütün Batı edebiyatina ve edebiyat (sanat) eleştirisi dünyasına girdi. Genç yaşlarındayken, bugün bize epey "dıdısının dıdısı" görünecek konularda bazı akademik yazılar yazdı ve bunları uluslararası akademik dergilerde yayımladı. Erken yaşlarında yazdığı tezler 17. yüzyıl veJohn Donne üzerine idi. Berna Bey'in Donne ve çağdaşlarının akılla duyguyu özel bir biçimde bir araya getiren şiirlerinden yalnız estetik bir zevk almadığını, bu birlikteliği kendisi için bir yaşama ilkesi haline getirdiğini düşünüyorum. Sonra tuhaf bir şey yaptı ve bir bibliyografya hazırladı: Türklerle İlgili İngilizce Yayınlar. 1969'da basılan bu çalışmayla sanki Türkiye'ye doğru yola çıkıyordu. (…)

Her esere aynı (tek) yöntemle yaklaşmaktansa, her eserin ortaya attığı sorulara en iyi uyan yöntemlerle yaklaşmayı tercih ediyordu. Bir yanda, çok "deklare" olmayan bir Marksizm vardı; I.A. Richards sonrası gelişen esere yakından bakma disiplinini hiçbir zaman elden bırakmadı. Gene Wayne Booth sonrası roman eleştirisinin vazgeçilmez avandanlığı haline gelen "anlatıcı"nın yerini, tarzını vb. tespit etmeyi de hiç ihmal etmedi. Sonunda Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış'ın üç cildi de tamamlandı. Üçüncü ciltte konuyu bugüne getirmişti. "Kariyer" derken işte bu çok dedi toplu, içinden derinlemesine tutarlı gidişatı kastediyorum. Bu üç ciltlik eserin birinci cildi 1983'de yayımlandı (ama kitabı oluşturan yazılardan bazıları, hatta birçoğu, daha yetmişlerde yazılmışti). O yıllarda, "ulus-devlet" kavramı ve Cumhuriyet'in ya da Cumhuriyet öncesinin bu kavram çevresinde tarihi bizler için birinci derecede öncelikli bir teorik araştırma nesnesi değildi. Ulus-devletle ilgili konular Türkiye'de olduğu kadar dünyada da, şimdiki gibi ısınmamışti. Sözgelişi, biz daha PKK sürecini hayal edecek durumda değildik ve Benedict Anderson henüz "Hayal Edilen Toplumlar"ı yazmamışti. Ama 1989'dan sonra bunlar ve benzeri konular gündemimizi belki biraz da hoyratça değiştirdi; başka konuları kovalayarak oraya yerleşti başka sayfalar. Tarihimizin bu gerilerde kalmış sayfalarım gereğince sindirmeden çevirmiş ve başka sayfalara geçtiğimize inanmıştık. Ama 1989'da çevremizde düşen ya da yırtılan perdelerden görülen manzaralar, bizim de bütün bir on yılımız (1980-90), o sindirilmemiş sayfalara geri dönmemizi gerektirdi. Doksan ile ikibin arasını ulus-devlet, "ulusal egemenlik", "ulusal kimlik" gibi sorunları tartışarak- ama herhangi bir çözüme ulaşmaksızın- geçirdik. Halen de durduğumuz yer bu nokta. Batı'dan öğrenilen roman tarzında eser verme çabası, geçen yüzyılın sor çeyreğine girerken başlamıştı. Berna Moran, Namık Kemal ve Ahmet Midhat Efendi'den Nabizade ve Recaizade'ye bu "genç" romancı "yaşlı" Osmanlılar ele alır. Ve Batı'da romanın doğduğu kaynaklarda bu erken çabalarda görüler kaynakları karşılaştırır. "Fransız" romanının taklit ile başlayan bu yazılarınız Batı romanının tiplerini ve kalıplarını mı kullandılar?" sorusunu sorar. Cevap kullanmadıklarından çok, kullananladıklarıdır. Sorun sadece kültürlerin, toplumsal ortamların farklı olmasıyla sınırlı değildir. Taklit etmemek gibi bilinçli bir tavırda da söz konuşu değildir. Sorun bu dönemdeki Osmanlı yazarının evrensel düzeyde bir romanı henüz kurgulayabilecek bir durumda olmamasıdır. Hançerli Hanım gibi masalların ötesine geçememiştir. Onun için bütün bu "romanlar", hemen, ne kişilerin, ne de olayların gerçek olduğu bir ahlaki masala dönüşmektedir. Aynı zamanda propagandist bir özellikleri vardır. Roman, bu görüşlerim topluma sunmak için kullanmak zorunda oldukları bir araçtır. (…)

Aydın sınıfın kendi de bu değerler arasında bir denge bulmada bocalar hale gelmişti; ne tam olarak Batı değerlerim kabul edebiliyor ne de eski değerlerle yetinebiliyordu. Yakın çevremizdekiler Bu durumun bugün de değiştiğim söyleyemiyoruz. Romanın kendisi başladığı yerde durmadı. O zamandan bu zamana dünya çapında birçok yazar yetişti. Ama toplum ve bir kısım seçkinleri bu kadar çabuk davranmadı. Berna Moran, çok uzun uzadıya olmamakla birlikte, Türkiye'de başlayan romanı Batı'daki bazı arketipler veya temalarla karşılaştırır. Onun yapmadığı bir şeyi, bu konuda hepimiz aynı bilgi eksikliğinden muzdarip olduğumuz için, hâlâ yapabilmiş değiliz: kendimizi yakın çevremizdekilerle karşılaştırmak... İlk Yunan romanları nasıl şeylerdi? ilk Bulgar romanları neye benziyordu? Bunların da öyle "doğuştan Batılı" olduğunu sanmıyorum. Ayrıca, doğum tarihlerinin de bizdekinden çok eski olması için neden yok. Ulus-devlet, kendisi ve ideolojisiyle, 19. yüzyıla özgü bir fenomendir. Şimdi, yirmincidendir sonrakine geçmişten yaşamaya başladıklarımız, 1800'lerde olanları bu bilgilerin ışığında yeniden gözden geçirmeye davet ediyor. Tabii büyük güçlük dil sorunu. Bütün bu ruhsal edebiyatları kim okuyacak? Muhtemelen, bir ulusal edebiyat açısından en can alıcı sayılacak kitaplar, "kötü edebiyat" oldukları için çevrilmemişlerdir de. Bu zorluğu aşmak için ne yapılabilir, pek düşünemiyorum... Bir çare, bazı ortak çalışmalar yürütmek olabilir. İlk ağızda Balkan edebiyatlarına değindim ama şüphesiz onunla sınırlı değil bu; Ortadoğu'nun incelenmesinden de ilginç sonuçlar çıkacaktır mutlaka. Bu gibi konular, geniş anlamında "Karşılaştırmalı Edebiyatın ve "Kültürel incelemeler" gibi disiplinlerin alanı içine giriyor. Hayatı boyunca Batı, ama öncelikle İngiliz Edebiyatı ile Türkiye arasında ilginç bir ilişki kuran ve yürüten Berna Moran bu alanda da bir öncüydü.

                                                  (Cumhuriyet Kitap, sayı: 632, 28.3.2002)

Yazar: MURAT BELGE
FOTO GALERİ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör