Şair ve yazar (D. 1 Haziran 1940,
Ankara – Ö. 7 Haziran 1987, İstanbul). Tam adı Abdurrahman Cahit Zarifoğlu’dur.
Babasının görevi nedeniyle Siverek’te
(1947) başladığı İlköğrenimini, memleketi olan Kahramanmaraş İsmet Paşa
İlkokuluna devam ederek Necatibey İlkokulunda tamamladı. Ortaokulun birinci
sınıfını Ankara’nın Kızılcahamam ilçesinde okudu. İkinci sınıftayken
Kahramanmaraş Lisesinin orta kısmına geçti. Lisenin son sınıfında edebiyat ve
matematik derslerinden bütünlemeye kaldı. Bu nedenle, 1955’te başladığı lise
öğrenimini ancak 1961 yılında bitirdi. Lisede beklemeli olduğu yıllarda
Kahramanmaraş’ın Pazarcık ilçesinde vekil öğretmenlik (1958-59) yaptı. Bir yıl
sonra tekrar Kahramanmaraş’a döndü ve Hizmet gazetesinde çalışmaya
başladı.
Cahit Zarifoğlu, lise öğrenciliği
yıllarında edebiyatla son derece ilgili bir arkadaş grubunun içindeydi. İlk
şiir ve yazı denemeleri yerel gazete ve dergilerde yayımlandı. Şiir ve
hikâyeleriyle Türk edebiyatında yer tutan Rasim Özdenören, Alaaddin Özdenören,
Erdem Bayazıt ve Mehmet Âkif İnan Maraş Lisesinden arkadaşlarıydı. Burada
başlayan birliktelikleri, hayatlarının ileriki yıllarında Diriliş, Edebiyat
ve Mavera dergilerinde sürdü. 1956-59 yıllarında Yenilik, Yeni
Ufuklar, Seçilmiş Hikâyeler, Türk Sanatı, Varlık, Yeditepe,
Dost, Pazar Postası gibi dergileri izleyen bu grup, Maraş’ın
Sesi gazetesinin sanat sayfasını hazırlayarak orada etkili yazı ve
eleştiriler yayımladılar. Bu arkadaş grubu,
Kahramanmaraş Lisesinin yayın organı olarak, Hamle dergisini (1952-56,
9 sayı) çıkardı. 1956 yılında kapanan Hamle’yi 1958 yılında
tekrar çıkardılar. Ayrıca, Kahramanmaraş’ta çıkan Engizek, Hizmet,
Gençlik ve Maraş’ın Sesi gazetelerinde ikişer kişilik gruplar
hâlinde sanat sayfaları hazırladılar. Cahit Zarifoğlu, Alaaddin Özdenören’le
birlikte Hizmet gazetesinin sanat sayfasını hazırladı. Zarifoğlu, 1960
yılında çıkışına ön ayak olduğu İnkılâp gazetesinde yaptığı haberlerin
yanı sıra günlük yazılar yazdı, sanat sayfası hazırladı. Bu sayfada yazdığı
yazılar, çok sonraları, Yaşamak (1980) kitabında topladığı günlüklerinin
ilk örnekleridir.
Cahit Zarifoğlu, lise
öğrencisiyken Kahramanmaraş Güreş Kulübünde bir süret güreşle meşgul oldu. Lise
son sınıftayken uçmak onun için tam bir tutkuya dönüştü. 1958 yılında katılmaya
hak kazandığı bir planör kursuna, annesinin izin vermemesi üzerine, gizli
olarak katıldı. Eskişehir yakınlarındaki Türkkuşu Kampında yaz boyunca kurs
görerek, “Türk Hava Kurumu Türkkuşu / Millî Model Uçak (B) Sertifikası” aldı.
Jet pilotu olmak istediyse de kulağında çıkan rahatsızlık nedeniyle Hava Harp
Okuluna giremedi.
1961 yılında liseden mezun olan
Cahit Zarifoğlu, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve
Edebiyatı Bölümüne girdi. Kısa bir süre Vefa Öğrenci Yurdunda kaldı. Buradan,
Erdem Bayazıt’tın boşalttığı, Eyüp’teki tek odalı bir eve geçti. Daha sonra
ağabeyi Sait Zarifoğlu’yla birlikte kaldı. 1962 yılında, yaz tatili için
geldiği Kahramanmaraş’ta, tek sayı yayımlanabilen Açı (1 Ağustos 1962)
dergisini çıkardı. Dergide Cahit Zarifoğlu’nun yanı sıra Rasim Özdenören ve
Erdem Bayazıt da birer çalışmasıyla yer aldı.
Üniversite yılları maddi
imkânsızlıklar içinde geçti. Birçok işte çalıştı. Bu yüzden üniversiteyi on yılda (1961-71) tamamlayabildi. 1964
yılında Yol dergisinde düzeltmen olarak çalıştı. 1967 yılında, Sezai
Karakoç’un günlük yazılar yazdığı Bâbıâlide Sabah gazetesinde teknik
sekreterlik yaptı. Aynı yıl dil kursu için iki aylığına Almanya’ya gitti. 1968
yılında Migros şirketinde kısa bir süre tercümanlık, 1969-70 yıllarında Hakimiyet
gazetesinde teknik sekreterlik yaptı.
Alman şairi Rilke üzerine
hazırladığı mezuniyet tezi bilimsel bulunmayarak reddedildi. Tezini,
arkadaşlarının önerisi ile, ileri sürdüğü görüşleri bazı tanınmış kişilerden
alıntılar gibi göstererek kabul ettirdi. Üniversiteyi bitirdiği yıl girdiği
doktora sınavını kazandı, ancak bursu bulamadığı için okulu bırakıp çalışmak
zorunda kaldı. Kısa bir süre Dalaman Kâğıt Fabrikasında muhasebeci olarak
çalıştı. Aynı yıl altı yedi ay kadar Touring Otomobil Kurumunda çalıştı.
1972-73’te, İstanbul’da, Özel Bilir Kolejinde bir ders yılı Almanca
öğretmenliği yaptı. 1973 yılında Goethe Enstitüsünün açtığı dil kursuna
katılmak üzere tekrar Almanya’ya giderek iki ay orada kaldı. 1967 ve 1973
yıllarındaki Almanya seyahatlerinde otostop yaparak Avrupa’yı dolaştı. Bu
gezinin izlenimlerini günlüklerinde yazdı. 1973-75 yıllarında askerlik görevini
yedek subay olarak İstanbul Tuzla, Sarıkamış ve Kıbrıs’ta tamamladı (Nisan
1975). Askerlikten dönüşünde Makine Kimya Endüstrisinde memuriyete başladığında
(1975) otuz beş yaşındaydı. 1976 yılında mütercim sekreter olarak TRT’ye geçti.
Aynı yılın 19 Ağustos’unda, Van müftüsü Kasım Arvas’ın kızı Beraat Hanım’la
evlendi. Nikâh şahidi Necip Fazıl Kısakürek’ti. Bu evlilikten Betül, Ayşe
Hicret, Ahmet ve Arife adında dört çocuğu dünyaya geldi. 1983 yılında TRT
İstanbul Radyosuna atandı.
Üniversite öğrenimi için gittiği
İstanbul’da Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’la tanışan Cahit Zarifoğlu, yazı
hayatı boyunca lisedeki arkadaş grubuyla birlikte hareket etti. Mart 1966’da
yeniden çıkmaya başlayan Diriliş dergisi, Cemal Süreya’nın Papirüs
dergisi, Memet Fuat’ın Yeni Dergi dergisi ile Türk Dili ve Soyut
gibi dergilerde şiirleri yayımlanan Cahit Zarifoğlu, asıl başlangıcını 1965
yılında, haftalık Yeni İstiklâl gazetesinde, Rasim Özdenören’in
yönettiği sanat sayfasında yaptı. Burada Abdurrahman Cem ve Cahit Zarifoğlu
imzalarıyla peş peşe on üç şiiri çıktı. Bu şiirlerin tümünü 1967 yılında
yayımladığı ilk kitabı İşaret Çocukları’na aldı. İlk sayısı 1976 yılında
çıkan Mavera dergisine kadar şiir ve yazılarını ağırlıklı olarak Diriliş
ve Edebiyat dergilerinde yayımladı. Edebiyat çevrelerinde ilgiyle
karşılanan ilk kitabı İşaret Çocukları (Aralık 1967)’nı, İnsan Yayınevi
adını verdiği bir yayınevinden kendi parasıyla çıkardı. Kitabı yeterince
dağıtamadığı için büyük bir kısmı elinde kaldı. Eylül 1973’te çıkan ikinci
kitabını (Yedi Güzel Adam), Türk şiirinde modern epiğin başarılı
örneklerinden biri sayanlar oldu.
1977’de üçüncü kitabı Menziller’i,
Aralık 1985’te dördüncü kitabı Korku ve Yakarış’ı çıkaran Cahit
Zarifoğlu, şiirini temelde İkinci Yeninin kazanımları üzerine kurdu. İkinci
Yeniyi birebir tekrarlamak yerine kendi yeniliğinin peşine düştü. Alışılmadık
sözdizimiyle, imge ve bütünlüğe verdiği önemle, başarıyla kullandığı bilinç
akışı ve geriye dönüş (flashback) teknikleriyle şiirimize kendi orijinalliğini
getirebilen şairlerden biri oldu. İşaret Çocukları hakkındaki ilk yazıyı
Sezai Karakoç yazmıştı. Ece Ayhan, şiirde yapı sorununu en iyi kavramış şair
olarak Cahit Zarifoğlu’nu gösterdi.
Zarifoğlu; Aralık 1976’da Rasim
Özdenören, Erdem Bayazıt, Mehmet Âkif İnan ve Alaaddin Özdenören’le birlikte Mavera
dergisi ve Akabe Yayınlarının kurucuları arasında yer aldı. Bu grup,
kendilerinden önceki Diriliş ve Edebiyat dergilerinin düşünce
çizgisine bağlı kalmakla birlikte, bu dergilerden ayrıldılar. Zarifoğlu, Mavera’da
1978 yılında başlattığı ve yaklaşık dört yıl sürdürdüğü “Okuyucularla”
köşesinde ve Vedat Can imzasıyla Zaman gazetesinde hazırladığı
“Dokuzuncu Sütun”larla geniş bir kesime edebiyat ve sanatta yol göstericiliğe
soyundu. Üslûp itibariyle, soğuk bir eleştirmen havasından uzak, mektup
sıcaklığında, sohbet edercesine yazdığı bu yazılarda şiir anlayışına ilişkin
önemli ipuçları verdi. Mavera dergisinde
değişik bölümler hâlinde yayımlanan günlüklerini Yaşamak adlı kitabında
bir araya getirdi.
Şiirleri İngilizce ve Arapçaya
çevrilen Cahit Zarifoğlu; Yeni Devir, Millî Gazete ve Zaman
gazetelerinde Ahmet Sağlam, Abdurrahman Cem ve Vedat Can gibi takma adlarla günlük
yazılar yazdı. Son yıllarında çocuk edebiyatına yöneldi. Çocuklar için yazdığı
kitaplardan Yürekdede ile Padişah adlı eseriyle 1984 yılında Türkiye
Yazarlar Birliği Çocuk Edebiyatı Ödülünü kazandı. ,
Cahit
Zarifoğlu İçin Ne Dediler?
“İşaret Çocukları yeni bir
hikmeti arar gibidir. Yaşamaya dayanak olan bir hikmeti. (…) Çocukluktan,
hatıralardan ve yaşama parçalarından getirilen dayanaklar, birer
hikmet denemeleri olarak şiiri sürdürür; ama en sonda onlar da
yıkılırlar. Böylece, her şiir, yeni bir şiire gebe olarak
son bulur. Hatta bir yandan masalsı tarihimize, bir yandan
sanatsı felsefeye, bir yandan da sanat içi avuntuya çıkılır. Anne
ve baba, çocuklar, kadın ve erkek, sevgili çağrılır bu
hesaplaşmaya. İki düşünce veya hikmet çizgisi arasına sıkıştırılan küçük
diyaloglar işte bu çağrılanların sorgusunu yansıtırlar.” (Sezai Karakoç)
***
“İyi şairdi. İlk
şiirleri de iyiydi. (…) Zarifoğlu’nun şiiri başlangıçta benimkiyle Sezai
Karakoç’unki arasında kendine yer arar. O ara bana daha yakın olduğunu
söyleyebilirim. Giderek kendini buldu. İsimler sözlüklerinde ve
ansiklopedilerde onun ‘gizemci’ olduğu çok kesin bir biçimde
söylenir. Bence o kadar değil. Ya da Zarifoğlu’nun ayırıcı
özelliği orada değil. İşaret, onda, aynı zamanda sorudur.
Maraşlı delikanlı tavrını hiç bırakmaması, onun bir inançtan çok bir
afiye, bir gösteriye ilişkin olmasından kaynaklanıyordu. Mahallesini
çok seven ve oradan gelen dayanışma duygusunu bir silah gibi de görmeye
başlayan çocuk. Zarifoğlu’nun şiirinde çok şey serüven duygusundan
doğmuştur. Serüvenin kahramanı kendisidir.” (Cemal Süreya)
***
“Cahit Zarifoğlu, benim
için sahip olduğumuz itikadi müşterekten, kişisel dostluğumuzdan önce de
değerli bir şairdi. Onu 1966 yılında ne dediğini bilen, yaptığı
işi ciddiye alan ve düşünceleri uğruna fedakarlığı göze almaktan çekinmeyen
biri olarak tanıdım. Sonraları bu düşüncelerim değişmedi. Cahit,
insan ilişkilerinde (günün moda tabiriyle söylersek) çifte
standart uygulamayan bir sağlamlıkta yaşadı. Müstear isim olarak seçtiği
Ahmet Sağlam bir bakıma müstear da sayılmayabilir. (…) Ömrü içinde bütün
şairlerin başına gelen onun da başına geldi. Yani gerçek atılımının
hangi istikamete yöneldiğini anlamakta çoğu insan yetersiz kaldı. Cahit’in
böyle yetersizlikler karşısında hep olgun bir tavırla anlaşılamamanın iyi
taraflarını seçip benimsediğini gördüm. Kendi şiir seviyesi ile kıyas
edilemeyecek ortamlarda o yine de anlamayanlara anlayacakları kadarını
sunmaktan geri durmadı.” (İsmet Özel)
ESERLERİ:
Şiir: İşaret
Çocukları (1967), Yedi Güzel Adam (1973), Menziller (1977),
Korku ve Yakarış (1985), Şiirler (Bütün şiirleri, 1989).
Çocuk
Kitabı:
Serçekuş (1983), Ağaçkakanlar (1983), Katıraslan (1983), Yürekdede
ile Padişah (1984), Motorlu Kuş (1987), Küçük Şehzade (1987),
Kuşların Dili (Feridüddin Attar’ın Mantık At’tayr’ından
sadeleştirme, 1988), Gülücük (1989), Ağaçokul (1990).
Hikâye: İns (1974),
Hikâyeler (Bütün hikâyeleri, 1996).
Günlük: Yaşamak (1980).
Roman: Savaş
Ritmleri (1985),
Anne.
Deneme: Bir
Değirmendir Bu Dünya (1986), Zengin Hayaller Peşinde (1999).
Oyun: Sütçü
İmam (1987).
Söyleşi: Konuşmalar
(Bütün eserleri no: 3, tsz).
KAYNAKÇA: Sezai
Karakoç / İşaret Çocukları (Bâbıâlide Sabah, 1968; Sütün-I içinde 1969),
Ebubekir Eroğlu / İşaret Çocukları ve Sonrası (Yönelişler, Eylül 1981), Cahit
Zarifoğlu Özel Sayısı (Yedi İklim, Temmuz-Ağustos 1987), Cahit Zarifoğlu Özel
Sayısı (Mavera, Eylül 1987), İsmet Özel / Şair Öldüren Rejim (Millî Gazete,
10.6.1987), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar
Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli
ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2007)
– Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 2, 2013) -
Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Cemal Süreya / 999. Gün (1991),
Nurettin Durman / Şair-i Maderzad: Cahit Zarifoğlu (Yedi İklim, Ağustos 2000), Osman
Dindar / İşaret Çocukları Birinci Merhale: Estetik (Yedi İklim, Haziran 2003), Ali
Haydar Haksal / Zarif Şair Cahit Zarifoğlu, Mehmet Erdoğan /
Eleştiri Denemeleri (2014).
).
Şiirler
yazmıştım. Ama şimdi, şiir uzak. Uçuşup duran, üst üste gelip birikmeyen şeyler
var, içim dolu bunlarla. Biliyorum ki şiir bunlar. Ve şiirin kendindeki huzursuzluk
bu. -Çoğu kez şiirin şairden bağımsız olduğunu düşündüm. Bu nedenle olacak şairliğime
hiç sahip çıktığım olmadı. Yazdığım şiirlerle ilgili sorularla karşılaştım mı
çok rahatsızım. Gide gide her türlü şiir sorusuna kızıyorum. Nerdeyse “dokunmayın
şiire” diyeceğim. Çünkü şiir yaptığımız bir şey değildir. (Ah bütün eşya öyle
değil mi?) Şiir kendisi var. Bir raslantıyla değil, tersine bir özel iradeyle
çıkıyor yeryüzüne. Barajdaki su, kendine bırakılmış kanallardan akar. İnsan bütününün
arkasında bekleyen şiirin aktığı kanallar değil mi şair? Şairler olmasaydı,
şiir üzerimizden aşar, hayatı besliyemez, seliyle öldürürdü. -Şair şiirin
aleti olmalı. Çekici. Birbirine sahiplik ve uyum düzeni içinde çalışmalı ki şiirin
zararlı tortuları yeryüzüne gelmesin. Çünkü onun bünyesinde de insandaki gibi
ihtiraslar var biliyorum. -Şair şiirin bu ihtiraslarını arkadaş edinirse,
tahtını bırakıp bir sokak kadınının arkasından giden bir kral gibi, halkının
başını utanca eğdirir. Kötü şair çiviye değil aynaya vuruyor. O zaman kırık parçalar
içerisinde çehremizi dilimlenmiş görüyoruz. -Diyorum ki şiirle mücadele
esastır. Ama bunu belli etmemeli. (Örneğin zorlanmış şiir, alet edilmiş şiir.)
Şiirin iyi tabiatı ve iyi zamanında ona çekiç ol ve onu kendi hâline bırak.
Kendi
şiirlerimi bir okuyucu gibi okurum. Özellikle yayımlandıktan sonra. Başka
şairlerin getirdikleri şiirleri okuduğum gibi. Ben de şiirimin bir
okuyucusuyum. Tabii öteki okuyucularla önemli bir farkım vardır: Onlar
okuduklarıyla vehmederler. Şiirden aldıkları, büyüttükleri kendi içlerindeki
bir kabiliyettir. Gördükleri eğitimle ve meslekleriyle de ilgili olarak
çoğalmış veya eksilmiş hatta bitmiş bir kabiliyet. (Okul kitaplarındaki birkaç gazel,
kaside, koşma ve İstiklâl Marşı’ndan başka şiir okumamıştı. 1950'lerden sonra
rahatlıkla politikaya atıldı. Bakan, belki hatta başbakan bile oldu. Pek
yaşamadı.) Bense anahtarı yalnız bende bulunan bir odaya girer gibi okurum
kendi şiirimi. Onun hatıraları bendedir.
Zıtların
ortak düşman karşısında yaklaşmaları gibi, inanışları farklı da olsa, şairler
arasında gizli bir dayanışma vardır. Ortaktırlar. Ne var ki bunun mahiyetini
anlatmazlar. Televizyon aletinin resmi nasıl getirdiğini anlatamaması gibi.
Açıklamaktan perdelenmişizdir. Oysa resmi ileten dalgaların ve aletin hatıralar
edindiklerini arifler bilir.
Sanmayın
ki hep yüceltiyorum şiiri. Zorlaştırmıyorum da. Sadece ne olduğunu ve bizim ne
olduğumuzu bildirmeye çalışıyorum. Kötü şiirin, isyankâr şiirin, teslimiyetçi
şiirin hâllerini bilirsiniz. Bunların oluşunu, toplumun yapısıyla ve şairin
yaratıcı katındaki yeriyle açıklamak mümkündür desem, deminden beri
söylediklerimle çeliştiğim düşünülebilir. Ama çelişki yok, öyledir Düşünün ki
bütün oluşlar ilâhi takdir icabıdır ve hepsinin de bizim gördüğümüz kadarı ile
sosyolojik bir açıklaması vardır. Yeni doğan çocuklar büyüyüp konuştukça, harfleri
ve kelimeleri ana babaları ve çevrelerindeki insanlar gibi telâffuz etmedikçe
büyümezler. Her yörede başka bir şekilde söylenir kelime. Oysa kelime bunların
hiçbirisi değildir. O esasını bilmediğimiz şiir gibi vardır ve bizim duvarlarımızın,
perdelerimizin arkasındadır.
Sinek
vızıltılarını rahatlıkla duyan ve bunu beslenmesinin ve hayata devamının
başlangıcı yapan kurbağa, bir iki metre ilerisinde gürleyen sahra topunu duymaz.
Hayatta bunu bilmekten başka bilgi edinememiş biri bile Allah’ı hemen tasdik
mevkiindedir. Aksi oluşlara ve daha neleri bildikleri hâlde aksine yönelenlere
hayret ederim. Büyük hayret ederim ve bu sırrın karşısında büyük korku
duyarım. -Ve varlığımın derinliklerinde taşıdığım “Olmak” hevesimi düşünüp
korkuyorum. Bu hevesimin iradesi bulunsaydı ve kendi buyruğu ile var olabilseydi,
rezil ve perişandım. -Korkumuzun nedenini araştırmak istemedim. Biliyorum ki
oraya erişemeyiz. Ve biliyorum ki ne kadar korksak yine de az korkarız.
Biliyorum ki bizi korku duyacağımız düşünce ve varlıklardan saklıyor yaratan.
Korkumuz onların sezinlediğimiz etkilerinden ileri geliyor. Onları, o sesleri
duysaydık, gerçeklerini düşünebilseydik, onlarla yüz yüze bırakılsaydık hemen
ölürdük. Yaşasak bile akıl sahibi kalmazdık. Ve o zaman tebliğe muhatap
olamazdık. Bunları düşünüce korkuyorum. Hayretim büyüyor ve sır ve sırrın sahibini
biraz daha idrak ediyorum. Ve görüyorum ki yeni idraklerim yeni perdelerdir.
Vardıkça hedefin uzaklığı büyüyor. -Şimdi geç kaldığımın telâşıyla ruhen
çırpınıyorum. Her secdenin ele geçmez bir fırsat olduğunu anlıyor ve “secdede
olmadan secdede olmak”larımı ah vah ile anıyorum. Utanç içerisindeyim.
Şiirle
başlayıp, şiirin uzanabildiği yerlere kadar ilerledik.
(Ah
şiiri bir de yazılan şeylerden ibaret saymasak.)
Günlük
hayatta bile “şiir gibi” deriz. Asırlardır insan içine vuran şiirlerin
ötesindedir “şiir gibi” derken işaret edilen bile. Şiir, o ana şiir damarı,
tıpkı insan gibi, yaratana doğru gayret etmektedir. Bütün kainat ve içerisinde
ecdadımız ve geleceğimizle biz, evinden kaçmış gibi, yeniden yuvaya, O'na,
eşyanın ve mânânın tek mirasçısına varmaya çabalıyoruz. Yıldızlar bu nedenle,
içine yüzlerce dünya sığacak kadar büyük, saatler bunun için çalışıyor, ay bu
yolculuk içinde ikiye yarıldı.
Şiir
tarafından ihmal edildiğim bütün zamanlarda, kendi hâlime, yalnızlığıma zalimce
bir hayranlık duyuyorum. İçim kabarıyor, bıraksalar da ıssızlarda başım önümde,
kendime gömülerek dolaşsam. Yüzüm uçsuz bir çöle dönük dursam, korksam. Hemen
arkamda kentler, yeşillikler, insanlar ve ilişkiler olsa bile. Yazdığım bütün
şiirleri benden çalmışlar gibi özlüyorum. Onların sahibi olmadığımın bundan
daha inandırıcı delili olabilir mi? Hiç olmazsa yalnız bana ait bir tek şiirim
bulunsaydı. Var olmak hevesim işte böyle başkaldırıyor. Fakat masum olmasına,
bağışlanabilmesine çalışıyorum. Onu eğitiyorum. Onu okşıyarak yatıştırıyor ve
kalın parmaklıkları aralıyarak ağına düştüğü insanperestlikten özgürlüğe
kurtarıyorum.
(Yaşamak, 1990)
Uzun bir geçmişimiz var
Hiç yorulmadan
En azından bir kere
eğlenceli beşik
ha biz varız
ha biz maskeli balo
Saygıya durup üstün bir gecede
Bir sır payı katlayıp
sade bir kahveden
Keyifsiz bir detayın hükmüyle
ha biz yokuz
ha biz seferde
Ya bu kez ölenleri
görmeliysek
Ya sen kuş olup gitmeliysen bir trenle
Parka dolalım
Park bizi alır önce
Seyrimizden bir sabah kazanır
Eğri fakat daha çok eğrilmez bir şoförle
Sayısız rampaya katlanır
ya güneşten daha zengin
sofraya diz çökeriz
ya sen kuş olur gidersin bir trenle
Oysa sergimize kuşlar gelir
uzanır.
(İşaret Çocukları, 1988)
I.
Bu insanlar dev midir
Yatak görmemiş gövde midir
Bir yara açar boyunlarında
Kolkola durup bağırdıklarında
-Yar
kubanın olam
Dağlar
önüme durmuş
Ki
dağlanam
Çekip pırıl pırıl mavzerler
çıkardılar oyluk etlerinden
Durdular ite çakala karşı yarin kapısında
1.
Yedi adam biri bir gün
bir kan
gördü
gereğini
belledi
yari alsa
koynuna
Ayırmaz kanı yanından
Beyaz haberlerim var kardeşlerim
-Bir güzel
ince gelin
Kabartır göğsünü toz duman içinde
gelinliği durur çıkartıp bıraktığı yerde
İçerlerden bir taşlı tarladan
Kaynayan nehrin gözünde
unutmuş gelin alınlığını
Avuçları sıcacık yumulu beline dayalı
Kalın
bilekli badem topuklu
Seyirtir o ince gelin
g r e
v l i'lere şifalar götürmek için
Beyaz haberlerim var
kardeşlerim
-Gölgesiz
meydanlara
aklı
yağmalayanlar arasından
yayılırsa karanlık fısıltılar
ya da
güzel dışlı yapay çiçekleri
Muhtemel bir genç kızın
Başına
atılırsa
Yedi adamdan biri
Bir gün bir kan göreni
Kabukları soyulmuş
Taze devrilmiş bir ağaç gibi
Çeker çıkarır kendi kadınlarından
Fırlar yataklarından tatlı uykudan
Çıplak yalın ve güzel adaleli
O er alarak
Seyirtir danseder gibi
-Önce sağlam olmalı arkam
O ince gelin
Berilir hemen ardında erin
1000 yıl durmadan en atmış bir çınar gibi
G i d i y o r dansöz gibi
Yere ve göğe açık avucunda o kan
O işlem onda
güvercin ve sevap
Onlarda en
ağrımalı yara
Ve yollanıyor o güvercin onlara
Güvercin değişiyor gittikçe ondan
Güvercin değişiyor vardıkça onlara
+ ve aman ne uzun sürüyor bir düşman öldürmek +
Yedi adam artık bir kan
göreni
Varıyor dengede
Kuğu gibi sarkıyor onlara
akıyor
onlara
şiirler
söylüyor ve mısralarında
işlek çelik
kümeleri
ve kalkıyor
her bir ulaşmasında
iki yanında
sülüs ve vav gibi
bir vuruşta
öldüren elleri
-Karanfil
serpercesine
Bir kez daha
vurdum ya Allah diye açtığım yaralara
-Güzelin düşmanı güzel olur
Güzelin yari
güzel olur
O varıyor tüm meydanlara
Kanı okşayarak ve kabartarak
Kanı
okşa ve kabart
Ve
sonra sabah kahvaltısında
İçinden
geçirmekle varsın sofrana
Çocuklarımızın ellerinde büyüyen gagalı şeylerin
Tanrının buyruğu ile ortaya çıkarttığı
Gürbüz bir yumurta
(Yedi Güzel
Adam, 1973)
Kızgın
veya sıkıntılı olduğunda bile yüzünde hiç kötücül ifade olmazdı. Bu cümleyi
yazışımın onu sevenlere (Sevmeyeni var mıydı?) şirin görünme gayesi taşımadığını
yine onu sevenler bilir. Art niyet taşımadığından emin olarak konuşabileceğiniz
ender insanlardan biriydi. Sanatçı kişiliği de bu bakımdan şaşırtıcı
sayılmalıdır. Çevresinde hiçbir zaman çoğu sanatçıda gördüğümüz kaprisli,
geçimsiz veya kibri çağrıştıran istiklâl havasını estirmemiştir. Buna mukabil
müstakil ve sanatçı konumunu her zaman hissettirerek yaşadı.
Üniversite
eğitimimiz sırasında hem ayrı şehirlerde, hem de ayrı kamplarda bulunduğumuzdan
birlikteliğimiz hiç olmadı. Şiirin bir saygınlık ortamı varsa, yalnız orada
beraberdik o dönem. Daha sonra kamplarımız ve oturduğumuz şehirler müşterekti.
Ankara'da bizim evdeki ilk karşılaşmamızda bana üzerinde Kıbrıs haritası,
içinde iki Kıbrıs parası bulunan bir bozuk para çantası armağan etmişti.
İstanbul'da bir süre birbirine yakın evlerde oturduk. Nedense bu ayrıntılar
şimdi daha bir belirginlik kazanıyor. Bazı kavrayış alanlarında daha derinleşmeye
âdeta beni icbar ediyor.
Yaşarken,
Yaşamak adlı bir cilt tutanak yayımladı. Bunu bizim kuşağımızdan tek yapan
o galiba. Sanki bunu yalnız onun yapması gerekliymiş, sanki buna yalnızca o lâyıkmış
gibi bir duygu taşıyoruz şimdi. Cahit Zarifoğlu 1960 sonrası arayışlarının mihverinde
duruyor hâlâ. Daha ilk kitabı İşaret Çocukları'nda şiirdeki çok yönlü
arayışları kendi gücü oranında bir mecraya sokmayı bilmişti. Bununla kendinden
sonra yazmaya başlayan birçok şairi etkiledi. Zarifoğlu'nun hayat içindeki
arayışları da özgün ve etkileyicidir. Yalnız kendinden daha genç olanların
değil, yer aldığı kampta yaşı ondan büyük seçkinlerin de dikkatini çeken bir
kişiliği, bir tür "tahtı" vardı. Sezai Karakoç'un ve Fethi Gemuhluoğlu'nun
Cahit Zarifoğlu’ndan söz ederken her zaman özenli bir ifade kullandıklarını hatırlıyorum.
Siyasi
olayların akış hızının Türkiye'de "insan" meselesini ne ölçüde yalama
hâle düşürdüğü Cahit Zarifoğlu hatırlanınca daha kolay anlaşılıyor. Çünkü
Cahit hem şiirini, hem yazdığı çocuk hikâyelerini ve hem de ilişkilerini hâlâ zararını
gördüğümüz duygu ve değer erozyonuna muhalif olarak büyütmüş ve geliştirmişti.
Anılırken onun her insanda tohumu bulunan özveriye, toksözlülüğe, varoluş
sevincine nasıl merhametle kol kanat gerdiğinin unutulmayacağını biliyorum.
Onu gülerken de, ağlarken de gördüm. Ne çok şair, ne çok insandı!
(Yeni Şafak, 7.6.1995)
Cahit
Zarifoğlu’nun şiire dair düşünceleri derli toplu değildir. Günlükleri, gazete
ve dergi yazıları ile Mavera
dergisinde yayımlanan “Okuyucularla” bölümündeki değerlendirme notları arasında
dağınık vaziyettedir. Dağınıklık onda hem biçim hem de içerikle ilgilidir. Onun
yazıları ve şiirini bir kalıba sokmak mümkün değildir. Geldiği gibi yazar ve
savruk görünür. İlginçtir, bütün bunlar onun düşünce ve şiirinde müspet bir
durumdur. Ondaki görünür dağınıklık, derindeki değişmez ve sabit temel kaygıya
durup durup kement atmaya benzer. Farklı zamanlarda ve çeşitli açılardan ele
alınan ve anlatılmak istenen konu hep aynıdır: İnsanın derin yalnızlığı!
Cahit
Zarifoğlu’nun günlüklerinden oluşan Yaşamak
adlı kitabı en az şiirleri kadar önemlidir. Bu kitapla sadece günlük türüne çarpıcı
yenilikler getirmekle kalmaz, nesirle şiir arası inşa ettiği kendine özgü dille
yeni bir anlatı türünün temellerini atar. Yaşamak,
somutla soyutun, enfüsî ile afakînin birbiriyle kaynaştığı geleneksel irfan ve
hikmet dilinin çağdaş bir versiyonudur. Cahit Zarifoğlu’nun dili, postmodern
akımların denemeye çalıştığı, ancak geleneğe ve hayata uzak düşen dil gibi
değil, tamamen içeriden ve yerlidir. O, dil tutumunda geleneğe ve hayata karşı
ne eklektik ne de yabancıdır. İslâm tasavvufunun özlü ve hikmetli söyleyişinden
beslenerek kendine zengin çağrışımlı bir dil havzası oluşturmayı başarmıştır.
Bu yüzden Yaşamak, onun şiiri için
âdeta bir arka bahçe hükmündedir ve Yaşamak’taki
üslûbu ile şiiri arasında çok özel bir yakınlık vardır.
Cahit
Zarifoğlu müthiş bir gözlemcidir ve gözlemlerini büyük bir ustalıkla aktarır.
Nesneleri, mekânları, olayları, ilişkileri hiçbir incelik ve ayrıntıyı
atlamadan ve yeni anlamlar yükleyerek anlatır. Anlattığı kelebek, bildiğimiz
kelebekten çok başkadır. Bir ardıcı, yöresinin tarihine ve kültürüne tanıklık
eden büyük bir kahraman olarak destanlaştırır. Açlık duygusunu Knut Hamsun
dâhil, ondan daha etkili hiç kimse anlatmamıştır sanırım. (1) Yere düşen bir
çocuğa annesinin müdahalesi, onun anlatımıyla muhayyilemizde ölümsüz bir tabloya
dönüşür. Sonra askerlik anıları, Avrupa seyahatleri, babasından aldığı
mektuplar, teyzesinde gördüğü öte dünya inancı, Fethi Gemuhluoğlu ve Necip
Fazıl’la ilgili hatıralar, İsmet Özel’le ilginç bir şekilde tanışması... Daha
birçok konu Yaşamak’ta ele alınır.
Cahit
Zarifoğlu, Yaşamak’ta yer alan bir
günlüğünde “Varlığımın derinliklerinde taşıdığım ‘olmak’ hevesimi düşünüp
korkuyorum.” der. Bu, yaratılışın sırrını anlamaya çalışmaktır ve şiire buradan
başlar. Şiiri bazen inancının, dünya görüşünün terazisine koyar ve bununla bir
çeşit öz eleştiri havasına girer. Ancak bu konuda düşünceden daha çok duyguyla
hareket eder: “Şeriata uygun sanat ve şeriata uygun eleştiridir asıl olan.
Henüz hiçbir detayı üzerinde bilinçle durmadığım fevkalâde güzel ve güven dolu
bir yargı bu.” O, inanca bir güvenlik alanı olarak bakar ve varlığın anlamını
burada arar. İnanç değerlerine içtenlikle bağlıdır. Yaşantısıyla bu değerler
arasında zaman zaman çelişkiler olmuş olabilir, fakat inancıyla düşüncesi
arasına hiçbir şeyi sokmaz. Düşünce dünyasında kuşağının yaşadığı aşağılık
kompleksine kapılmaz.
“Çoğu
kez şiirin şairden bağımsız olduğunu düşündüm. Bu nedenle olacak şairliğime hiç
sahip çıktığım olmadı. (...) Şiir kendisi var. Bir rastlantıyla değil, tersine
bir özel iradeyle çıkıyor yeryüzüne. (...) Kendi şiirlerimi bir okuyucu gibi
okurum. Özellikle yayımlandıktan sonra. Başka şairlerin getirdikleri şiirleri
okuduğum gibi. Ben de şiirimin bir okuyucusuyum. Tabiî öteki okuyucularla
önemli bir farkım vardır: Onlar okuduklarıyla vehmederler. Şiirden aldıkları,
büyüttükleri kendi içlerindeki bir kabiliyettir. Gördükleri eğitimle ve
meslekleriyle de ilgili olarak çoğalmış veya eksilmiş hatta bitmiş bir
kabiliyet. (...) Bense anahtarı yalnız bende bulunan bir odaya girer gibi okurum
kendi şiirimi. Onun hatıraları bendedir.”
Buradaki
“özel irade” kavramı, Cahit Zarifoğlu’nun şiir görüşünün temelini oluşturur.
Ona göre şiir, ilhamla irade arasında, ilhamdan çok iradeye yakın bir kaynaktan
doğar. Rastlantısal değil, bilinçli bir eylemdir. İlhamı önemser, ama oturup
onu beklemez. Âdeta çağırır onu. Bundan dolayı şiir, bir yönüyle şaire bağlı,
bir yönüyle de ondan bağımsızdır. Yine burada şiir karşısında okurun konumunu
pasif gören bir yaklaşım dikkati çekmektedir. Ancak böyle bir karşılaştırma,
şiir-şair ilişkisinin şiir-okur ilişkisinden daha güçlü olduğunu göstermek için
yapılmıştır. Şairin şiirini kendinden bağımsız görmesi ise şiirin oluşum
sürecinden ziyade zahirî yapısıyla ilgili bir durumdur. Zira sanatçı eserine
karşı ne kadar bağımsız olursa olsun eseri, bir yönüyle içinde devam
etmektedir. Şaire göre bunun adı “var olmak hevesi”dir. “Yazdığım bütün
şiirleri benden çıkmışlar gibi özlüyorum. Onların sahibi olmadığımın bundan
daha inandırıcı delili olabilir mi? Hiç olmazsa yalnız bana ait bir tek şiirim
bulunsaydı. Var olmak hevesim işte böyle başkaldırıyor.” (2)
Şiiri
“özel irade” kavramıyla açıklayan Cahit Zarifoğlu, onu aynı zamanda bir gönül
işi olarak görür: “Sanırım şiirin evi kalptir ve kalple yazılmalıdır. Zekânın
rolünü inkâr ediyor değilim. Bilâkis mutlaka gereğine inanıyorum.” (3) Neticede
onun şiir görüşünün özü şudur: Şiir özel iradeyle, bilinçle ve kalple
yazılmalıdır.
Cahit
Zarifoğlu, şiiri hayatın içinden süzer ve kurgulanmış bir şiiri onaylamaz:
“Şiirin, en zorlama imajlarının bile hayatta karşılığı olmalıdır ya da bizde
karşılığı varmış duygusunu uyandırmalıdır. Aslında bu ikincisi bile şuurumuzla
ve bütün duygusal uzanabilmelerimizle erişemediğimiz ve fakat var olan ve
hayatımız olan o gizlilerle ilgilidir. Hayat pazarımızda bir maldır. Bu
çizgilerin dışına çıkınca bir şiir, bir mısra, çok basit de olsa onu
duyamayız.” (4) Bu sebeple “Bir insan şair olmadığı hâlde nasıl şiirler
yazıyor, bunu bir türlü anlamıyorum.” diyerek şiirin sadece biçimden ibaret
olmadığını, biçim başarısının onu kurtarmaya yetmediğini; şiirde kelimelerin ve
biçimin ötesinde bir sıcaklık, bir ruh aradığını her fırsatta dile getirir. (5)
Bir Değirmendir Bu Dünya’da daha çok güncel konulara ilişkin gazete/dergi yazıları yer
alır. Bu yazılarda Müslümanların ve İslâm dünyasının içinde bulunduğu temel
sorunlara değinir. Ayrıca kitabın bir bölümü şiire/edebiyata dair yazılara
ayrılır. Cahit Zarifoğlu’nun bu bölümde toplanan yazıları, onun şiirle ilgili
düşünceleri açısından bir manifesto niteliğindedir.
“Uyan Şairim Uyan” başlıklı yazısıyla şiire
yeni anlam alanları açan Cahit Zarifoğlu, şaire büyük bir misyon yükler. Ona
göre şair; uyarıcı, uyandırıcı ve hatırlatıcı kimliğiyle hem sosyal hem de
ilâhî bir rolü üstlenmelidir. Böylece şiire bireysel veya dar çevre etkinliği
olarak bakmadığını göstermiş olur:
“Bak
bahar geldi. Tabiat doğudan batıya doğru uyanıp diriliyor. Sen de ey şair,
uykudan uyan ve şimşek gibi çakan şiirlerinle bütün uyuyanları kaldır. Ölen
duyguları canlandır, unutulan görevleri hatırlat. Dikkatle bak, bir tomurcuk
daha açtı, ağaçların içinde öz su boruları genişledi, balıklar suları
neşelendirdi, gök gürlemeleri duyuluyor ve kış uykusuna yatan yaratıklar bile
güneşli kayaların üzerine birikiyor. Haydi ey şair, sen de uyan ve şimşek gibi
çakan şiirlerinle insanları uyandır, ölen duyguları canlandır, unutulan
görevleri hatırlat. Bununla da kalma, uyuşup kaldığın izbeden ayrıl, insanların
arasına karış ve onların öbek öbek toplandıkları ağaç diplerini, tarlaları,
çölleri, yemek meclislerini, sohbet halkalarını şereflendir; insan
zihinlerinden, kalplerinin sokaklarından, bazen bir atlı, bazen hülyalı bir
âşık, bazen bir meczup, bazen bir dert kirpisi, bazen bir düş, bazen bir vaha,
bazen bir yıldırım, bazen bir yumruk... gibi geç. Fakat hepsinde bir uyarıcı
ol. Attığını muhakkak vur. Dalga dalga aslan yelesi gibi saçlarınla, çakmak
çakmak bakışlarınla, sesinin gür tonuyla, bir ana gibi yumuşak yalvarışlarınla
ve küçücük sevgi dolu yalanlarla, sözü bir sakız gibi çiğnemeden, doğruyu ikiye
bölmeden, namertliğin ve riyanın arkasından seyirtip yere sererek, şereflileri
tutup kollarından kaldırarak, şiir tomarları elinde olarak geç en iri kayaların
zirvesine, hayran ve bekleyen gözlere, sözlerin en kalbe işleyenini duyurmak
için açılmış kulaklara, ister fısıldayarak, ister kulak zarlarını patlatan
gürlemelerle, ister müzikli şiirlerin lirik gür pınarlarını akıtarak, şöyle ya
da böyle, uyandırarak, sadece uyandırarak, ölen duyguları canlandırarak,
unutulan görevleri hatırlatarak, sen de doğudan batıya, uyanan tabiatla, açan
çiçeklerle, eteklerin uçuşarak es. Rüzgârın eğsin dalları, şerre uzanan el
donakalsın, harama uzanan baş şaşalasın; ekmek, boğaz, istekler, hevesler rafa
kalksın, gözler seni izlesin, yollar sana çevrilsin, ilgiler gelişini kutlasın.
Onlara
ilk hamlede, bildikleri kelimeleri, şimdiye kadar aşinası olmadıkları şekilde
kullanmayı öğret.
Sen aşk
deyince, bilsinler ki artık o, şimdiye kadar bildikleri değildir.
Sen
görev deyince, ellerindeki görev demetleri buruşsun. Başlarının üzerinde ilâhî
nazarın bir tek an bile eksik olmadığını yaşamaya başlayarak, gerçek bir
sorumlulukla belleri ikiye katlansın. İçlerinde nedametin güçlü alevi yanmaya
başlasın. Ve tövbe sancakları açılsın.” (6)
1970’li
yılların ikinci yarısı ve 1980’li yılların başı gençlik için tehlikelerle dolu
bir dönemdir. Bu yıllarda okullar ve sokaklar teröre teslim olmuş, insan hayatı
değersizleşmiş, toplumun huzur ve güveni kalmamış, siyaset iflâs etmiştir.
Dolayısıyla Türkiye, içeride huzurunu ve dışarıda itibarını kaybederek tam
anlamıyla köşeye sıkıştırılmış vaziyettedir. Ardından gelen 12 Eylül 1980
askerî darbe yönetimi ise başka bir terör estirmiş, inanç ve düşünce
özgürlüğünü yasaklamış ve Türkiye’yi dünyaya kapamıştır.
İşte
Cahit Zarifoğlu tam bu dönemde geliştirdiği özel ilişki yöntemleriyle gençliğe
yol göstermiş ve yeni bir umudun tohumlarını yeşertmiştir. Mavera’ya bir mektep hüviyeti kazandırarak genç yazar adaylarıyla
yakından ilgilenmiş, bu amaçla binlerce mektup yazmıştır. Böylece düşünce ve
edebiyatın kaybolan saygınlığını artırmaya çalışmıştır. Bir ağabey-öğretmen
olarak o, tek başına bir mektep ve tek başına bir eylem adamıdır. Bu bağlamda Mavera dergisine ve Yeni Devir gazetesine kattığı ruh bunun açık bir göstergesidir. (7)
Nisan
1978-Kasım 1981 arasında yaklaşık dört yıl süren Mavera’nın “Okuyucularla” bölümündeki değerlendirme notları, hem o
dönem gençliğinin bir sosyolojik fotoğrafı, hem de Cahit Zarifoğlu’nun şiire
dair düşüncelerinin bir pratiğidir. Ağabey-öğretmen kimliğiyle muhatabına hemen
her konuda yardımcı olmaya çalışan Cahit Zarifoğlu, hikâyeci ve şair birçok
genç yeteneğin edebiyat alanında kendisine bir yer bulmasında öncü rol
üstlenmiştir. “Şiir öğrenilmez, böyle düşünürüm. Ama şiirin araçları
öğrenilebilir. Bu dildir ya da şiir zevkidir. Bunlar eğitimle olabilir.” der ve
bu yolda elinden geleni yapar. “Okuyucu başarılmış bir mısranın yorumunu
istemez. Okuyucu şairin hatırı için değil, kendi hatırı için (neredeyse) okur.
Yani şiire okuyucu payı bırakmalısınız.” diyerek, genç şair adaylarına saf
şiirin ne olduğunu gösterir. Gençliğe bir taraftan da gönül eğitimi vermeye
çalışır. “Mutlak güzelliğe az meyleden gönlünüzü kınarken, sakın gizli bir
gururun eline düşmüş olmayın.” sözüyle gençliği gizli tehlikelere karşı uyarır
ve onların ruhsal gelişimine katkı sağlar. (8)
“Okuyucularla”
bölümü, aynı zamanda onun hayatına dair bilinmezlere de ışık tutar. Meselâ
Eskişehir’den yazan bir okuyucunun mektubunu cevaplandırırken kendine dair şu
ilginç anekdotu anlatır: “Şiiriniz, bana bir zamanlar Eskişehir yakınlarında
İnönü kasabasında planör kampına katılışımı, oraya katılmak için evden
kaçışımı, oradaki uçuşlarımı, kamp hayatımızı, sonra Türkkuşunda öğretmen pilot
olmak için aldığım teklifi jet pilotu olacağım diye reddedişimi ve sonra
Eskişehir Hava Hastanesindeki muayenelerde kulaktan kaybedince doktor Albay
İzzet’in karşısında 18 yaşın gayreti ile hüngür hüngür ağlayışımı, Maraş’a
batık bir gemi gibi dönüşümü ve o yıllarda yazdığım bütün hikâyelerde hep Sema
(!) adlı bir kızla bir jet pilotunun aşkını anlatışımı hatırlattı.” (9)
Mavera, Cahit Zarifoğlu Ankara’dan ayrılıp İstanbul’a yerleştikten
sonra (1983) hem mektep hüviyetini hem de iddiasını kaybetmiştir. Demek ki Mavera, tek başına Cahit Zarifoğlu
demekti! Onun aradan çekilmesiyle dergi yöneticisiz kalmış ve belli bir süre
yayın hayatına devam ettiyse de işlevini tamamlayıp kapanmıştır. Cahit
Zarifoğlu’nun öncülüğündeki Mavera,
toparlayıcı ve birleştirici bir dergiydi. O, dergiye ayrı bir ruh ve heyecan
katıyordu. Eylem adamı kimliğiyle dergiyi omuzlamış ve ona bir misyon
yüklemişti: “Etrafa gülücükler dağıtarak akan, kenarında papatyalar açan o
sevimli derecik olmak değil işimiz. Bazıları bir kaynaktır, biz akış olmak
istiyoruz. İştiraklerle, kabararak, akarak, dekorları yıkarak.” (10)
Cahit
Zarifoğlu, edebiyatımızda ağabey-öğretmen kimliğinin son temsilcisidir. Necip
Fazıl, Sezai Karakoç ve Nuri Pakdil gibi gençliğe ağabey-üstatlık yapanlar bile
onun kadar doğrudan veya tam bir ağabey-öğretmen olamamıştır. Cahit Zarifoğlu,
gençliği kendi eserini icra sürecinde eğitmeyi denemiştir. Böylece gençliğe,
önce kendine güven duygusunu kazandırmıştır. Ağabey-üstatlar gibi gençliğe
kitle muamelesi yapmamış, onlarla bire bir ilgilenmeye çalışmıştır. Bu
yüzdendir ki Cahit Zarifoğlu ile temasa geçen her genç kısa zamanda kimlik ve
kişilik sahibi olmayı başarmıştır. Evet bu mektep, ağabey-üstat mektebinden
sayıca daha çok ve daha kaliteli insan yetiştirmiştir. Ne yazık ki ondan sonra
ağabey-öğretmen kimliği hem ehil bir temsilci bulamamış, hem de sosyal
şartların değişmesiyle büyük ölçüde işlevini yitirmiştir.
1. Knut
Hamsun, Açlık, çev. Behçet Necatigil,
Varlık Yayınları, 1976.
2.
Cahit Zarifoğlu, Yaşamak, Akabe
Yayınları, 1980.
3.
Cahit Zarifoğlu, “Okuyucularla”, Mavera,
S. 17, Nisan 1978.
4.
Cahit Zarifoğlu, “Okuyucularla”, Mavera,
S. 34, Eylül 1979.
5.
Cahit Zarifoğlu, “Okuyucularla”, Mavera,
S. 42, Mayıs 1980.
6.
Cahit Zarifoğlu, Bir Değirmendir Bu
Dünya, Nehir Yayınları, 1986.
7. 3
Ekim 1981’de, daha önce defalarca mektuplaştığım Cahit ağabeyle tanışmak üzere
yanımda babam olduğu hâlde Mavera’nın
Selânik Cad. 52/27 Kızılay-Ankara adresindeki yönetim yerine gittik. Burada Mavera’nın önde gelen yazarlarının
çoğuyla tanışma fırsatı buldum. Birkaç saat hemen her konuda sohbet ettik. En
çok Cahit ağabey ve ben konuştuk. Ancak onun Cahit Zarifoğlu olduğunu kalkarken
anladım. Çünkü o, hep böyle yaparmış!
8.
Cahit Zarifoğlu, “Okuyucularla”, Mavera,
S. 18, Mayıs 1978.
9.
Cahit Zarifoğlu, “Okuyucularla”, Mavera,
S. 41, Nisan 1980.
10.
Cahit Zarifoğlu, “Okuyucularla”, Mavera,
S. 49, Aralık 1980.
Eleştiri Denemeleri (2014)