Öykü ve roman yazarı (D. 15 Ağustos
1919, İstanbul - Ö. 13 Temmuz 1986). Kitaplarında kullanmadığı soyadı
Çeliker’dir. Kimyager Mahmut Kâmil Bey’in oğlu, şair Cemal Süreya’nın
bacanağıdır. Antalya İlkokulunda (1932) ve Kırıkkale Askeri Sanat Lisesinde
okudu. İstanbul Pertevniyal Lisesindeki öğrenimini yarıda bırakarak (1935)
Zonguldak Kömür İşletmelerinde, Divriği, Devrek ve Merzifon madenlerinde memur
olarak (1937-46) çalıştı. Askerliği sırasında Ceza Yasasının 141. ve 142.
maddelerine muhalefetten tutuklanıp bir süre Zonguldak’ta hapis yattı.
İstanbul’a dönerek 1951-60 yılları arasında Belediye Eğlence Yerleri kontrol
memurluğu görevinde bulundu. Bir süre de Basın İlan Kurumu Genel Müdürlüğünde
çalışarak buradan emekliye ayrıldı.
İlk şiir ve öykülerini 1933’te
yayımlamaya başladı. Psikolojik çözümlemelerin öne çıktığı bir anlatımla öykü
ve romana yöneldi. Tolstoy’dan esinlenerek yazdığı “Mum” adlı öyküsü Yücel
dergisinde S. Toprak imzası ile (1936) çıkmıştı. Kendi adıyla yayımlanan
ilk öyküsü “Alınyazısı” 1937’de Yeni Adam dergisinde çıktı. Daha
sonra Ses, Tan, Yeni Adam, Yedigün ve Yeni Edebiyat dergilerinde
yayımladığı öykülerinden sonra bir süre edebiyat dünyasında görünmedi. 1958’den
1980’e kadar ise sürekli olarak Yelken, Yeditepe, Dost, Yeni Dergi, Yeni
Ufuklar, Güney, Varlık ve Türk Dili gibi dergilerde yazdı.
Mehmet Seyda, klâsik Batı
romanının etkisinde, insanın iç dünyasını derinlemesine ele alırken, bireyin
duygu dünyasını cinsel dürtüleri ekseninde, gözlemlerine de dayanarak gerçekçi
ve çarpıcı bir biçimde işledi. Yaşam deneyimi ve gözlemlerini kullanarak,
özellikle öykülerinde yarattığı sahicilik duygusuyla sevildi. 1970 TRT Sanat
Ödülleri Yarışmasında Başarı Ödülü alan romanı Yanartaş ile ünlendi. Yer
yer belgesel özellikler taşıyan iki ciltlik bu büyük çalışmasıyla Zonguldak ve
çevresindeki “kömür ocağı” gerçeğine ışık tuttu. Bu roman, Uzun Mehmet’in
taşkömürünü bulması rivayetiyle, 1829’dan 1940’lı yıllara kadar Zonguldak Kömür
İşletmelerinin belgelere dayanan tarihi niteliğindedir. Bu tarih çerçevesinde Yanartaş,
kömür madeni işçilerinin yaşamı ve çalışma koşullarına tanıklık eden, belgesel
nitelikte ilk roman olma özelliğiyle Türk edebiyatında ayrıcalıklı bir
konumdadır. Mehmet Seyda, sonraları geçim zorluğu nedeniyle; James Sullivan,
Necdet Ası, Ömer Sakıp, Mim-Sin, Özcan Çeliker, S. Toprak, Toprak imzalarıyla
mizah ve magazin öyküleri ile polisiye romanlar ve politik yazılar da yazdı.
Aldığı ödüllerin
çokluğuyla da ünlü olan Seyda, Ne Ekersen ile 1958 Yunus Nadi Roman
Armağanında üçüncülük, Başgöz Etme Zamanı ile 1964 Sait Faik Hikâye
Armağanı, Bir Gün Büyüyeceksin ile 1964 Doğan Kardeş Çocuk Romanı Armağanında
birincilik, Yanartaş ve Şehzadenin Başıdır ile 1970 TRT Sanat
Ödülleri Yarışmasında iki başarı ödülü; İhtiyar Gençlik ile 1971 May
Yayınevi Edebiyat Ödülü, İçe Dönük ve Atak ile 1974 TDK Roman Ödülü; üç
oyunuyla 1968 Milliyet Gazetesi “Günümüz Dili ve Hayatına Uygun Karagöz
Oyunları” konulu 6. Karacan Armağanında ikincilik ödülünü aldı.
ESERLERİ:
HİKÂYE: Zonguldak
Hikâyeleri (1962), Beyaz Duvar (1962), Başgöz Etme Zamanı
(1963), Oyuncakçı Dükkânı (1964), Garnizonda Bir Olay (1968), Anahtarcı
Salih (1969), Kör Şeytan (1974), Bana Karşı Ben (1976), Kapatma
(1980).
ROMAN: Yaş Ağaç (1958),
Ne Ekersen (1958), Cinsel Oyun (1960), Bir Gün Büyüyeceksin
(1966), Sultan Döşeği (1969), Köroğlu (1969), Nemrut Mustafa
(1970), Süeda Hanım’ın Ortanca Kızı (1970), Yanartaş (1970), İhtiyar
Gençlik (1971), İçe Dönük ve Atak (1973), Gerçek Dışı (1976),
Mavi Siyah Aşk (1989).
ÇOCUK KİTABI: Cumhuriyet
Öncesi Yazarlardan Çocuklara Hikâyeler (1978), Düşleme Oyunu (1979),
Bastıbacak Ermiş (1979), Deli Ali (1979).
DİĞER ESERLERİ: Bir
Açıdan (denemeler, 1969), Türk Romanı (Kemal Tahir’in Devlet Ana
romanı üzerine bir açık oturum tutanağı, 1969), Edebiyat Dostları (29
yazarla röportaj, 1970), Çocukluk Yılları (anılar, 1979).
HAKKINDA: Fethi Naci /
100 Soruda Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme (s. 339-343, 1981), Seyit K. Karaalioğlu
/ Resimli Türk Edebiyatçılar Sözlüğü (2. bas. 1982), Atilla Özkırımlı / Türk
Edebiyatı Ansiklopedisi (1982), Ömer Lekesiz / Yeni Türk Edebiyatında Öykü - 3
(1999), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), Fethi
Naci / Ant Dergisi Anıları (Cumhuriyet Kitap, 8.3.2001), TBE Ansiklopedisi
(2001), TDE Ansiklopedisi (c. 2, 2002).
"Akıllı
kızdır benim kızım; durur durur, turnayı gözünden vurur. Bak göreceksin"
derdi amcam.
"Görürüz..." derdi babam, "bütün kendi haline bırakılmış kızlar
gibi, günün birinde ya zurnacıya, ya davulcuya varmazsa bana da adam demesinler!"
Anneme
gelince; eğer oyun oynamak için bir arkadaşına gitmemişse, ona gelen
arkadaşlarıyla beziğe kendini o değin kaptırmış olurdu ki, "Ha.. evet..
tamam tamam!" dediği zaman, bunu kime niçin söylediği, ayrı görüşler
taşıyan amcamla babamdan hangisini desteklediği anlaşılamazdı.
Zaten bir şeyin iyi anlaşılmasını istemezdi annem; yarım, kopuk, belirsiz,
kırılmış şeylere daha çok ilgi duyardı. Onun, aslında hiçbir şeye karışmayıp,
üstümüze kanat germiş durumda her şeye karışır gözükmek özelliğini iyi - kötü
artık hepimiz bilip öğrendiğimiz için, o ne derse desin, oturduğu yerde ne gibi
sesler çıkartırsa çıkartsın, bunlara pek aldırmazdık.
Babama
göre, annemin en anlaşılabilir, açık seçik sözü; "-Cavit bugün gene hiç
şansım yok, bana azıcık para ver!" deyişiydi. Yerinden ok gibi fırlayıp
yardıma seğirtirken, "Tabiî, tabiî.." derdi babam, "bir gün
senin şu şans denen mereti haklayıp yere sereceğine o kadar inanıyorum
ki.." Annemin gözbebeklerinde çocuksu sevinçler uçuşurdu. Babamın en olumlu
davranışı, kocalığını ve erkekliğini muhteşem bir şekilde ortaya koyuşu, gık
demeden cüzdanını kendisinin buyruğu altına verdiği zamanlarla sınırlıydı
herhalde. Gözlerimin önünde tutkunca babama bakardı annem. Elleri birbirine
değerdi hafiften. Çok iyi anlaşırlardı, çünkü birbirlerini çok az görürlerdi.
Amcamın
evde dinlendiği günler babam sabah karanlığı işe, annem şansını yenmeğe
koşardı. Doğum günlerimde onlara kart atar, sofrada buluşmalarını sağlardım.
Büyük bir zevkti bu bana. Birbirlerini uzun süredir görmemiş iki ahbap gibi
karşı karşıya gelmeleri, sevgi ve ilgiyle süzmeleri, "-Biraz şişmanlamış
buldum seni, bu göbeği ne yap yap erit.. -Haklısın şekerim, saçlarında hafif
kırlar görüyorum, azıcık da süzülmüşsün.." demeleri, sevgilerinin
artmıyarak ve eksilmeyerek, bir bakıma hiç tavsamadan, kıyamete dek süreceğini
ispatlıyan şeylerdi. Erkek olsaydım, Tanrının bana, anneme benzer bir kadın
vermesini isterdim; ama kadın olduğum için, her zaman, babamı andırır adamlar
düşündüm. Biraz alaycı, biraz hoşsohbet, biraz hoşgörür, biraz hoşgörmez,
eşine, işine, yuvasına ve çocuklarına bağlı bir erkek..
Freud
bulup çıkarmasaydı, görünen gerçek kılavuz istemezdi gene de; eğer analarını
babalarını çok sevmişlerse, erkek çocuğun ölçüsü anne, kızınki babadır çünkü.
Benimkisi tastamam "baba" idi diyemiyeceğim. İlk ağızda böyle
görünüyor, kendimi iyice tartamadığım dönemlerde bana öyle geliyordu ama,
değil. Giderek işin içine amcam da girdi.
O amca ki, çok küçükken dizlerine oturtarak bana kurt-kuzu, ayı, peri
padişahının kızı ile keloğlan masallarının en tatlılarını anlatmış, doğum günü
sofrasına çağrımı almadan elinde bir paketle damlamış, sabahleyin açık öğleden
sonra yağışlı havalarda okul kapısına muşambamı getirmiş, ağabeysine bakıp
bekârlığı seçmiştir.
Bütün
bunlara dayanılmaz ve tadına doyulmaz birtakım şeyler bulduğum içindir ki,
Akademiyi bitirince, bezlerimi, fırçalarımı ve boyalarımı derleyip toplıyarak
soluğu iki gözlü, ama çok ışıklı bir çatı katında almıştım. Tam bir gerçekçi
mi, yoksa gerçeküstücü müyüm pek bilemem ya, iki armutla bir kılıç, babamın
kuzu tüyü kalpağı ile annemin kulaklarında, boynunda, ellerinde taşıdığı
taşlar, amcamın bastonu yan yana, iç içe bu resimlerimde.
"-Nedir
bu resimdeki anlam?"
"-Vallaha
ben de pek iyi bilmiyorum."
"-Şaşırtırsın
insanı."
"-Oh,
sahi mi, sahi mi? Şaşırtabilir miyim ben insanları?"
"-Elbet.
Ama para vermiyorlar, değil mi?"
"-Vermiyorlar."
"-Vazgeç
öyleyse. Anlaşılabilir şeyler çiz.. Bir göl, gölde bir sandal, ulu ağaçlar
arasında elele yürüyen iki kişi. Doğayı bütünleyen iki insan!"
Annem
huyu gereği pek ses çıkarmadı gidişime, her şeyi kötü açıdan alan babam huyu
gereği sızlanıp homurdandı; "-Evin içinde su mu çıktı?" diyordu.
"Soldaki büyük, boş odada kurabilirsin atelyeni."
Amcamsa,
"-İyidir iyidir bir kızın azıcık başına buyruk olması" dedi. "Kişiliğini
anca böyle kazanır."
Ters
ters bakıştılar babamla. Sonra babam omuzlarını silkeledi. Bir şart ileri
sürdü: Para sıkıntısı çektiğim zaman inat etmiyecek, hemen eve dönecektim.
Böyle söylemekle, sanırım, amcamın kesesini açmağa zorladığını kestiremiyordu.
Bir
kıyıya çekti beni amcam "-Göreyim seni" dedi, "baktın iyi
resimler çizemiyorsun, iyi bir koca bul kendine. O da o demektir. Ve bulmadan
sakın bu keçi inatlının karşısına çıkma. Ben bilirim, ne bildiğinden caymaz şey
olduğunu, seni de beni de rezil eder sonra!"
"-Başımın
çaresine bakacağım elbet.." dedim.
Enseme
hafif yollu bir şamar atıp, "-ha şöyle!" dedi amcam.
Altı
ay sonraydı. "Bulduğum"la vardık dayandık kapıya. Kapının önünde:
-Dur
bi dakka, dedim.
-Ne
var?
-Kendine
çeki düzen ver azıcık. Şu tulum gibi pantalonu, üstünden sarkan ceketi neden
giyersin bilmem ki..
O.
K. durdu. Yürek çarpıntısından titreyen parmaklarımla, buruş buruş ceketi
sağdan soldan çektim aşağıya. Boyunbağını düzelttim. Parmaklarımı tarak yerine
kullanarak, kabarmış saçlarını yatıştırdım, taradım onu. İnceledim:
-Tamam.
Hadi şimdi çal zili.
Çalmağa
kalkmadan açıldı kapı.
-Tramvaydan
indiğinizi gördüm de.. dedi babam. Girin girin.
O.K.
önce, ben arkada, babama değmekten sakınarak daldık içeriye. (…)