Latife Tekin

Roman Yazarı, Öykü Yazarı, Yazar

Doğum
Eğitim
Beşiktaş Kız Lisesi

Roman ve öykü yazarı. 1957, Karacafenk köyü / Bünyan / Kayseri doğumlu. Dokuz yaşındayken ailesi ile birlikte İstanbul’a yerleşti. İlk ve ortaöğrenimini İstanbul’da gördü. Beşiktaş Kız Lisesi (1974) mezunu. Kısa bir süre İstanbul Telefon Başmüdürlüğünde çalıştı (1976-77). Bu kurumdan ayrıldıktan sonra yazarlığı uğraş edinerek, çalışmalarını aynı şehirde sürdürdü.

Köyden kente gelen bir ailenin hayatını masalımsı bir anlatımla yazdığı ilk romanı Sevgili Arsız Ölüm (1983) ilgiyle karşılandı. Bu romanda, 1960’larda başlayan köyden kente göçü, gecekondu bölgelerine yerleşen insanları anlattı. Bu romanın yayımlandığı dönem, Latin Amerikalı yazarların art arda Türkçeye çevrildiği bir dönem olduğu için onda Marquez etkisi olduğu ileri sürüldü. İkinci romanı Berci Kristin Çöp Masalları; mizah tonu, anlatım ve konu açılarından ilk romanıyla benzer çizgidedir. Bu romanda yazar, Çiçektepe çöplüğünde gecekondularda yaşayan insanların doğayla ve belediyeyle mücadelelerini kara mizahla ve yalın bir dille anlattı. Gece Dersleri, 1980 öncesi devrimci bir örgüt içindeki ilişkileri ele aldı. Bu kitabın, Latife Tekin’in yazarlığında bir kırılma noktası olduğu söylendi. Yazar, sonraki kitaplarında görülecek bir dilsel çeşitliliğe ilk kez bu kitapta yer verdi. Nurdan Gürbilek’in ifadesiyle, “Bir onarımdan çok bir savaş, bir intikam kitabıdır.” Gece Dersleri. Dili soyut bir kitap olan Buzdan Kılıçlar’da kendi ifadesiyle yoksulluğun ne olduğunu anlamak ve anlatmak oldu başlıca kaygısı. Yoksul insanlardan yola çıkarak tüm insanlığa bakma ihtiyacı duydu. Bu kitapta, mizahla hüzün iç içedir.

Yazarın sorunsalı  Aşk  İşaretleri’nde dildir. “Dili, dünyayı anlamlandırmak için kullananların bunu yapamayan insanlar karşısında bir güç ve iktidar ele geçirdiklerini söylemek istiyorum.” dedi. Ormanda Ölüm Yokmuş romanı da yazarı için kopuş sayılabilecek bir romandır. Orta yaşın biraz üstünde, sevgilisi tarafından terk edilmiş bir ressamla, sevgilisi yakınlarda ölmüş bir kadının arkadaşlığı çerçevesinde, yazarlığında temel kaygı olan yazı-yazar ilişkisini çözmeyi amaçladı. Roman karakterleri, insana dair her şeyin üzerinden, ayrılığın ve ölümün verdiği duygu halleri içinde insanın, doğanın durum ve oluşlarının yeniden bir anlam, yeniden bir yoruma kavuşması, bunlarla hayatlarının yeni bir başlangıç kazanması arzusunu açığa vurdular. Yazar bu romanıyla, daha önce işlediği yazı ve yoksulluk temasından uzaklaştı. Unutma Bahçesi adlı son romanında, unutma ve hatırlama kavramları üstüne eğildi, böylece insan ilişkilerinin vahşiliği, iktidar ve güç üstüne odaklandı. Birbirlerinden rol çalan kahramanlarıyla, belleğin ve toplumsal rollerin şiddetli ağırlığını irdeleyen Latife Tekin belki de daha çok unutamamanın kitabını yazdı. İnsanlığın geçmişini unutması ve aynı felaketleri yeniden yaşamasındaki sakatlığın bu unutmayla bağını anlattı. İnsanların teker teker sergilediği davranışları toplum olarak aynı anda ve aynı şekilde sergilemediğimiz için aynı sıkıntıları, sorunları, felaketleri ve olumsuzlukları hep birlikte yeniden yaşadığımızı gösterdi.

Latife Tekin tüm eserlerinde, Murat Belge’nin ifadesiyle Şeker Ahmet Paşa’nın tabloları gibi, anlatının içinde durdu, anlatısını bu teknikle biçimledi.

Berci Kristin Çöp Masalları, Berji Kristin: Tales from the Garbage Hills adıyla John Berger tarafından kaleme alınan bir önsözle İngiltere ve Amerika’da, Ayşe Saraçgil çevirisiyle İtalya’da, Ali Semizoğlu çevirisiyle Fransa’da yayımlandı. Liberation gazetesi kitabı “Genç Türk yazar Latife Tekin’den toplumsal günlük ile destan arasında, İstanbul’daki bir gecekondunun kuruluşu: Berci Kristin Çöp Masalları” başlığı ile sundu. Kitap, Almanya, İsviçre ve Hollanda’da da satışa sunuldu. Buzdan Kılıçlar adlı romanı Alfred Depeyrat tarafından Fransızcaya çevrildi, Stock Yayınları tarafından Fransa’da yayımlandı. Atıf Yılmaz’ın yönettiği “Bir Yudum Sevgi” adlı filmin (1984) senaryosunu yazdı. Bu film 22. Antalya Film Şenliğinde Altın Portakal Ödülünü aldı, Uluslararası İstanbul Sinema Günlerinde (1986) En İyi Film seçildi. Latife Tekin ayrıca, Unutma Bahçesi ile, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 2005 Sedat Semavi Edebiyat Ödülünü kazandı.

“Gerçekten de Sevgili Arsız Ölüm’ü incelediğimizde, zaman ve mekân, betimleme, olay örgüsü ve karakter gibi temel roman öğelerine yeni bir yaklaşım denendiğini ve bu konuda halk edebiyatından yararlanmaya çalışıldığını görürüz. (...) Sevgili Arsız Ölüm özgünlüğünü kısmen geleneksel hikâyemizin özellikleriyle, modern romanın özelliklerini kaynaştırmasına borçlu bence.” (Berna Moran)

“Lâtife Tekin, ‘Toplumcu’ ve ‘Köycü’ denilen romancılar gibi, bu göçen ve dışlanan köylülerin dertlerini, meselelerini açıkça yazmaz. Bir sosyolog gibi de ele almaz; olaylara bir doktrin açısından katılıkla baktığı da söylenemez. Vak’a ve kişilerini az çok fantez bir havaya dökerek, biraz ‘gizemli’, biraz da mizahlı ve masalımsı üslûpla kaleme alır.

“İşte Lâtife Tekin’i, ‘eski’ ve ‘güdümlü’lerden ayırarak ‘yeni’ yapan, ilgi çekici kılan bu tarz ve üslûbudur. Ne var ki, bu ‘yeniliğini’ kınayarak: ‘Niçin Orhan Kemal’ler, Bekir Yıldız’lar, Fakir Baykurt’lar gibi olmadığını’ sorgulayanlar ve ayıplayanlar da vardır. Bunlar arasında Yalçın Küçük başı çekiyor. Alev Alatlı’nın Aydın Despotizmi (1986) bu konuda okunmalıdır. Bazıları ise, Lâtife Tekin’in yenilik ve özelliklerini yok sayarak, onu Orhan Kemal’in bir ‘izleyicisi’ gibi görüp o sebeple övmüşlerdir.” (Ahmet Kabaklı)

“Bu romanıyla bir kez daha Latife Tekin, aslında yeni bir başlangıcın, yeni bir acemiliğin, yeni bir tazeliğin yazarı olduğunu hatırlatıyor. Ormanda Ölüm Yokmuş, saptamaların cenderesinden kolayca kaçabilecek bir çevikliği de taşıyor. Ne söylesem bir eksik... Kendimi kendim susturayım, en iyisi...” (Mahmut Temizyürek)

“Latife Postmodernist ya da yapısalcı olduğu için değil, çöp tepelerindeki yaşama aşina olduğu için böyle bu. Her şeyin geçici, derme çatma, yasadışı, kaypak ve tümüyle güvenceden uzak olduğu bir ortamda takma adların, öykülerin, söylentilerin, tekerlemelerin, dedikoduların, şakaların, atışmaların bir tür yuva oluşturabileceğini çok iyi biliyor. Rüzgar, toz, rüzgar. Yine de masallar, çatılardan çok daha iyi bir korunak unutuluşa karşı.” (John Berger)

ESERLERİ:

ROMAN: Sevgili Arsız Ölüm (1983), Berci Kristin Çöp Masalları (1984), Gece Dersleri (1986), Buzdan Kılıçlar (1989), Aşk İşaretleri (1995), Ormanda Ölüm Yokmuş (2001), Unutma Bahçesi (2004).

ÖYKÜ: Gümüşlük Akademisi (1997).

HAKKINDA: Onat Kutlar / Sevgili Arsız Ölüm’ün Bize Hazırladığı Birkaç Tuzak Üstüne - Murat Belge / Sevgili Arsız Ölüm (Gösteri, Ocak 1984), John Berger / Söylentinin Gürültüsü (Cumhuriyet Kitap, 11.2.1993), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), Mahmut Temizyürek / Ormanın İçe İşleyen Sessizliğinin İzinde (Virgül, Sayı: 47, Ocak 2002), Ahmet Kabaklı / Türk Edebiyatı (c. 5, 11. bas. 2002, s. 865-866), Özer / Latife Tekin-Unutma Bahçesi (Varlık Kitap, Aralık 2004) - Latife Tekin Kitabı (2005).

SEVGİLİ ARSIZ ÖLÜM’den

Dirmit o günden sonra hep sözcüklerden bir yorgana sarındı. Sözcüklerden bir yatağın üstünde uyudu. Sözcük­lerden yapılma bir sandalyenin üstünde oturdu. Atiye gün­leri sayılı binlerce sözcük oldu. Huvat sözcük dolu şişelere baktı. Nuğber sözcük bekledi. Zekiye sözcük ağladı. Seyit bembeyaz takma sözcükten dişleriyle güldü. Mahmut di­lini dişlerinin ardına dayayıp sözcük çaldı. Halit sözcükleri duvarlara vurdu. Dirmit ne yana bakacağını, hangi birini yazacağını şaşırdı. O şaşkın şaşkın dolanıp gezinirken bu­lutlardan sözcük yağdı. Musluklardan sözcük aktı. Akan sözcük, yağan sözcük, bakan sözcük, susup oturan sözcük. ağız üstü divana kapaklanan sözcük Dirmit'in kafasının içinde bir toplu kargaşaya dönüştü. Ama bir türlü şiire dö­nüşemedi. Dirmit günlerce onca sözcükten ne kadar uğ­raştıysa bir ikinci şiir yazamadı. Hırsından deliye döndü. Kendine cezalar verdi. Kendine şiir yazmadan uyumayı, yemek yemeyi, su içmeyi, gülmeyi yasakladı. Yasaklara ağlamayı, konuşmayı, helaya gitmeyi kattı. Bir kendini boş kâğıdın başına zincirle bağlamadığı kaldı. Ama yasak­ları artırdıkça daha beter oldu. Kafasının içinde sözcükler tepinmeye, çırpınmaya başladı. Her biri iğne olup beynine saplandı. Yasakları Dirmit'e acı verdi. Şiir vermedi.

Dirmit onca yasakla da şiir yazamaynca bu defa ken­dini yarışa soktu. Bir zaman güneşle yarıştı. Güneş doğar doğmaz kağıdı önüne koydu. Güneş batmadan şiir yazması için kendine emirler savurdu. Güneş dönüp battı. Dirmit bir öfkeyle boş kağıdı yırttı. Güneşe yenildi. Ayla yarışa kalktı. Ay, şiir olmadan soldu. Sonunda Dirmit şiir yaz­manın bir yolunu buldu. Sözcükleri tek tek kafasının içinden alıp yüreğine koydu. Yüreğini “Güp! Güp!” attıran sözcüğü hemen kâğıda yazdı. Yüreğini attırmayan sözcüğü yüreğinden çekip aldı. Dirmit o günden sonra yüreğine kul köle oldu. Yüreği ne yap dediyse onu yaptı, yüreği nereye git dediyse oraya gitti, yüreği ne dediyse onu dedi. Yüre­ği kafasıyla zıtlaştıysa o da zıtlaştı. Yüreği taştıysa o da taştı. Yüreği çirpındıysa o da çırpındı. Yüreğiyle birlik oldu. Dersi defteri boşladı. Yüreğine sözcük koydu, yüreğin­den sözcük aldı. Cinci Memet ben doğmadan bana çentik koydu demedi, annem tesbih elinde arkam sıra dolanıyor demedi, şiir üstüne şiir yazdı. Koca bir defterin yaprakla­rının önünü arkasını şiirle doldurdu. Atiye'den defteri kö­şe bucak kaçırdı. Defteri damlara bacalara çıkardı. Atiye' de uyku düzen bırakmadı.

Atiye, “Bir defteri var anam bu kızın, bir de kendi, diye diye, evin içinde defterin peşine düştü. Yatakların al­tına, yastıkların içine baktı. Damı, banyoyu didik didik aradı. Defteri bir türlü eline geçiremedi. Sonunda defterin yerini bulmak için rüyaya yatmaya başladı. Rüyadan kalk­tı. Tahminlediği her yeri yokladı. “Şu kızın defterini elin­den al, elime ver yarabbim!” diye dualar etti. Son son ru­hunu teslim aldıkları gün gözleri açık kalırsa getirip def­teri karnına koyması için Dirmit'e vasiyet üstüne vasiyet etmeye başladı. Dirmit'in şiir bulan yüreği taş kesildi. “Uzaktan olsun görsün, merakını biraz olsun yensin!” de­medi. “Radyoyu kırdınız, çamuru ağlattınız, defterime mi geldi sıra!- dedi. Atiye'ye defterin ucunu bile göstermedi. Atiye, sonunda, “Defterin yüreğini tüketsin.” deyip Dir­mit'in yakasını bıraktı. Bir zaman ağzına defter lafı alma­dı. Dirmit, Atiye'nin defteri unuttuğunu sandı. Defteri gi­dip merdiven oyuğundan çıkardı, çantasına koydu. Koy­duğu gün Atiye defteri buldu. Alıp başka yere sakladı. Dirmit, akşama kadar evin içinde, “Defterim! Defterim!” diye çarpındı. Atiye, “Aran yat, geberesice!” deyip tesbihi­ni eline aldı. Dirmit'in ağlamasını, yalvarmasını umursama­dı. Defteri akşama kadar ortaya çıkarmadı. Akşam herkesi başına topladıktan sonra, getirip defteri ortaya attı. İlkin Dirmit'in defterinden ne vakitten beri huylandığını, Dir­mit'in deftere olan düşkünlüğünü, deftere anadan baba­dan daha çok kıymet verdiğini saydı döktü. Ardından bir ana olarak merak edip deftere bakmak istediğini, ama defteri bir türlü ele geçiremediğini söyledi. Huvat defteri eli­ne aldı. Evirdi çevirdi. “Oku bakalım lan!” deyip Seyit'e verdi. Seyit, Dirmitin şiirlerini bağıra bağıra okumaya başladı. O okurken Dirmit öfkesinden bir ağıt tutturdu. Seyit okumayı bırakıp, “Bunlar ne ki bunlar için ağlıyor­sun, kız!” diye terslendi. Üşenmeyip Dirmit'in yanına gidip başına dikildi. Defterin sayfalarını gözünün önünde fırıl fırıl çevirdi. Sonra, “Gözünün yaşına yazık değil mi?” de­yip defteri yırttı. Kaldırıp attı. “Sende akıl varsa ben eşe­ğim,” diyerek çekilip divanın üstüne yattı. Atiye oğlunun defteri yırtan ellerinin dert görmemesi için bir tesbih dua okudu. Elini soğuyan yüreğine çaldı. Huvat, “Şiir senin ne­yine, kız!” diye nasihata başladı. O nasihata başlar başla­maz Mahmut'u bir gülme aldı. Benim gitarım kırıldı, kızın şiirleri yırtıldı ne var bunda gülünecek demedi. Güle güle yerlerde uğundu. Bir karnını tuttu, bir kaldırıp ken­dini divanın üstüne attı. Onun gülmesi ötekileri aldı. Mah­mut'un arkasından hepsi birden gülmeye başladı. Onlar güldü, Dirmit ağladı. Dirmit ağlarken yataklar serildi. Her­kes yatağına çekildi. Dirmit sabaha kadar onların hırıl hı­rıl öten nefeslerinin sesini dinledi. Durmadan, “Şiirlerim! Şiirlerim!» diye İnledi. Sabah boynunu büküp çantasını eli­ne aldı. Uykusuz gözlerini yere dikip evden çıktı. Yol bo­yunca başına un gibi incecik bir kar yağdı.

Dirmit kederinden köpek karının yağmasına sevineme­di. Kar ince ince üstüne döküldükçe bir küskünlükle omuz­larını silkti. Köpek karı iki adımda bir ak bir perde oldu. Dirmit'in yoluna durdu. Ona yağdığına neden sevinmedi­ğini sordu. Dirmit, köpek karına, akşam olanları anlattı. Kar öfkesinden tozuyup, savruldu. “Gel benimle!” deyip Dirmit'in elinden tuttu. Onu iki yanı ağaçlık upuzun bir yola çıkardı. Dirmit, yol boyunca, elleri havada, bağırarak yürüyen sıra sıra bir dolu insan gördü. Bir merakla yüzünü kara döndü. Kar Dirmit'in elini bıraktı. Ona, kalabalığın arasına karışmasını, avazı çıktığı kadar bağırıp içini bo­şaltmasını söyledi. Dirmit, önce ağızları öfkeyle açılıp ka­panan, yumrukları hırsla sallanan insanların arasına gir­meye çekindi. Ama içindeki bağırma isteğini yenemedi, koşup sıralardan birine girdi. Yanında, önünde, arkasında ba­ğırarak yürüyen İnsanlara baktı. Hiçbirini tanıyamadı. Çok sonra kalabalığın arasında, yüzü hiç gülmeyen, ders arala­rında tek başına bahçede gezinen öğretmenini gördü. Şa­şırdı. Birden onun yanına koşmak, nereye gittiklerini, ni­ye gittiklerini sormak istedi. Ama okuldan kaçıp kalabalı­ğın arasına girdiği için öğretmenin yanına gitmekten kork­tu. Yanında yürüyen kendi boyundaki oğlanın kolundan tuttu. Oğlana ne diye bağırdıklarını, nereye gittiklerini sor­du. Oğlanın bir tek, “Öğretmenler İçin,” dediğini duydu. Gerisi kalabalığın sesinde boğuldu. Dirmit öğretmenlere ne olduğunu anlayamadı. Bir merakla sıraların içinde öğret­menini arandı. O şaşkın şaşkın aranırken yanındaki oğlan, elini kaldırması, bağırması için Dirmit'e işaret etti. Dirmit önce ne bağıracağını bilemedi. Yanında, belinde yürüyen insanlara kulak kesildi. Kulağına toplu bir çığlıktan baş­ka bir şey gelmedi. Bir zaman adımlarını çığlıklara uydu­rup yürüdü. Ne diye bağıracağını düşündü. Karın, bağır, içini boşalt demesini hatırladı. Dudaklannı araladı. Elini yumruk edip kaldırdı. Yüreği heyecandan “Güp! Güp!”    at­maya başladı. Utançtan yanakları kıpkırmızı oldu. Geri­sin geri yumruğunu çözüp elini indirdi. Derin derin soluyup yüreğinin çırpınmasını dindirdi. Dilini ısırıp kuruyan ağ­zını ıslattı. Sonra içinden taşıp gelen, durdurmaya gücünün yetmediği incecik sesini kalabalığın sesine kattı. Bağırma­ya başladı:

— Şiirlerimi yırttılar! Şiirlerimi yırttılar!

 

(Sevgili Arsız Ölüm, 1983)

LÂTİFE TEKİN HAKKINDA

Lâtife Tekin'i önceki köy kökenli yazarlardan ayıran özelliklerde iki türden kaynağın da payı olduğuna inanıyorum. Önce, açıklaması kolay olanı, tarihî-toplumsal koşulları ele alalım. Latife Tekin de "ümmî" bir yazar değil (böyle bir şey zaten imkânsızlık derecesinde zordur); O da geçmiş eğitim aygıtından. Ama onun eğitiminin koşulları, köy enstitüsünden çok farklı; ayrıca eğitim aygıtının dışındaki hayat, bilinç, ideoloji, çok farklı. Bu nedenle olsa gerek, egemen ideolojinin kalıplarına devşirilmeden kalabilmiş Latif Tekin. Kendi köye bakışını, köy yaşantısını-yaşayışını, daha üstün olduğu dogmatik bir biçimde kabul ettirilen öteki sorunsalla değiş tokuş etmek zorunda kalmamış. Ama bu, "bakir" ve "doğal" bir bakış tarzına sahip olabildiği için olguları olduğu gibi verebilmiş olması demek değildir elbette. Böyle "bakir" ve "doğal" bir göz yoktur. Sorun, Latife Tekin'in (ayrıntılarını bilemeyeceğimiz, kendisinin de bilemeyeceği) bireysel koşullarında köyün kendisine verdiğini kendi bilincine temellük ettiği estetik biçimlerle en "mutlu" şekilde birleştirebilmesi. Bu, genellikle yeni bir toplumsal oluşum içinde gerçekleşen bir durumdur. Milliyet Sanat'ta bu konuda yazdığım kısa yazıda söylediğim gibi Latife Tekin altmışlar boyunca süren köyden kente göçün içinde yetişmiş ve bütün bu sürecin özgün seslerinden birini -önemli birini- çıkarabilmiş bir yazar.

Dolayısıyla Tekin'in zaman zaman fantastikleşen tekniğini "fantazi" olarak göremiyorum. Fantazi bir "oyunu", çoğu zaman hattâ bir "kaçış"ı akla getirir. Sevgili Arsız Ölüm'ün fantastiği ise toplumsal kökenleri belli, gerçekliğin bir düzeyinin ta içinin ürünü olan bir fantastik. Gerçekliğin belirli toplumsal koşullar içinde algılanmasını resmediyor roman: bir ideolojik üretimin sanatsal yeniden üretimi.

Aynı nedenle bir taklit de değil (çokça sözü edilen Latin Amerika romanı konusu). Tersine, sindirilmemiş bir ödünç teknik olan "gerçekçilik"ten daha yerli ve özgün bir teknikle otantik bir kültürün özünü açabiliyor. Burada çeşitli Latin Amerika romanlarından etkilenme sözkonusu ise, ben bunu, yukarıda söylediğim gibi, Türkiye'nin değişen kültürel koşullarının, özgün bir içeriğin dile getirme araçlarını arayan genç bir Türk yazarına sağladığı estetik biçim seçenekleri arasından biri olarak görüyorum.

Romanın insan bireyselliğini araştırdığını görmüştük. Ama Batı romanında oluşmuş, yüksek derecede karmaşık bir bireyselliği araştırdığını da görmüştük. Böyle bir karmaşık bireysellik özgül toplumsal-tarihî gelişmelerin sonucudur. Kısacası, aristokratik incelmeden geçmiş burjuva toplumlarında görülen bir fenomendir. Bu tür bir sanatsal araştırmayı köylü tiplerine v.b. uyguladığımızda, aynı sonucu elde etmek mümkün değildir. O bireysel bilince içinden bakmak, şimdiye kadar hep olageldiği ve Lukacs'ın da söylediği gibi, dıştan bakan natüralizmden farklı bir sonuç üretemedi. Bu, büyük ölçüde romancının nesnesine bildiği kalıplar içinde bakmaktan vazgeçmemesinden ileri geliyordu: Goriot Baba'nın iç dünyasını bir köylüde aramanın çelişkisi. Türk romanında ilkin Yaşar Kemal, şimdi de Latife Tekin, köylünün iç dünyasını bu tip bir bireysellikte değil, köylülüğün genel bilinçlilik biçimlerinde arıyorlar. Bu biçimler ise, yazının başında incelemeye çalıştığım "Batıcı-ilerlemeci" sorunsalın, "rasyonalist" ve "aydınlanmacı" özellikleriyle, zorunlu olarak dışladığı, görmezlikten geldiği bir gerçeklik âleminin ürünleridir.

Gene yukarıdaki benzetmeyle, Sevgili Arsız Ölüm, ormanın içinden görülmesinin romanı. Bu bir kısıtlama sayılabilir mi? Bence bir anlamda sayılabilir. Ama her tekniğin, gerçekliğe bir belirli açıdan bakmak anlamına geldiğini, dolayısıyla başka açılan dıştaladığını da unutmamalıyız. "Bilinçlilik akışı" gibi bir tekniği seçen bir yazar da bir şeyleri daha yakından, dolaysızca verdiği için başka şeyleri vermemeye razı olacaktır. Nitekim, otobiyografik yanı ağır basan bir roman olduğu yazarınca da kabul edilen Sevgili Arsız Ölüm, roman kahramanı Dirmit "ormanın dışına" çıkmak üzereyken sona ermektedir. Çünkü o teknik, Dirmit'in ulaşacağını varsaydığımız noktada artık mümkün değildir. Ormanın dışına Latife Tekin çıkmıştır. O nedenle ormanın içini bu kadar iyi verebilmektedir.

Ama bir romanın tekniği, o tekniği oluşturan sorunsalla özdeş değildir, ondan daha dardır. Sorunsal, sorunsalın yazarın zihninde eriştiği bütünlük, bir yeni roman çerçevesinde yeni bir teknik daha üretebilir ve üretmelidir. Onun için bu noktada sözü yeniden Latife Tekin'e bırakmak, onun başlattığı bu çizgiyi nasıl sürdüreceğini beklemek gerekiyor.

 

(Toplum ve Bilim, Sayı 25/26, Bahar-Yaz 1984)

 

Kaynak: Murat Belge / Edebiyat Üstüne Yazılar (1994)

Yazar: MURAT BELGE

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör