Şair, yazar,
ressam. 20 Haziran 1941, Yenice / Çanakkale doğumlu.
Tarihçi Yusuf Kemal Tengirşenk,
dedesinin kuzeni; yazar Safiye Erol ve ilk kadın yargıçlardan Süreyya Erol,
dedesinin kardeşi; Topkapı Sarayı müdürlerinden Bekir Şükrü Egeli, enişteleri;
Cemal Süreya’nın günlüklerinde kendi yakıştırması olan “Dük Cebeci” takma adıyla sık sık andığı
emekli vali yardımcısı Ercüment Gençer (Ö. 2002) eşi; tiyatro sanatçısı Haldun
Dormen, baba tarafından akrabasıdır.
İlk ve
ortaöğrenimini babasının görevi nedeniyle yurdun değişik yerlerinde yaptı.
Manisa Kız Meslek Lisesi’ni bitirdi (1959).
Unicef ile Sağlık Bakanlığı’nın birlikte düzenledikleri bir yıllık bir
kursa katıldıktan sonra İzmir / Karşıyaka Çocuk Yuvası’nda çalışmaya başladı (1964).
“Koruyucu Aile” kurumunu ülkemizde ilk kez kuranların arasında yer aldı.
1967 yılında,
kaymakam Ercüment Gencer ile evlendi. Eşinin çalıştığı yerlerde mesleğini
yapabileceği kurumlar olmadığından bir süre işinden zorunda kaldı. 1976 yılında
Kastamonu Çocuk Yuvası’nda yeniden açılmaya başladı. 1982 yılında çalışmakta
olduğu İl Sağlık Müdürlüğünden ayrılarak Elazığ Cüzam Hastanesi’ne geçti ve Cüzamla
Savaş Derneği’nin kadınlar kolunu kurdu. Bu arada “Işığa Doğru” adı bir oyun yazıp sahneledi. Çalışmalarını İstanbul Cüzamla
Savaş Derneği’nde sürdürdükten sonra, 1987 yılında SSK Sosyal Tesisine geçti ve
1995 yılında buradan emekli oldu… Bu arada resimle ilgilendi, birçok karma
sergiye katıldı ve dört de kişisel sergi açtı. Tiyatroyla da ilgilenerek
oyunculuk, sunuculuk yaptı ve oyunlar yönetti, 1998 yılında CUMOK Tiyatro
Kulübü’nü kurdu.
Kıvılcımer, edebiyatla ilgili
olarak, şiir dinletileri ile radyo ve televizyon izlencelerine katıldı. Cemal
Süreya Kültür Sanat Derneği’nin yönetiminde yer aldı (2008). Öykü, şiir ve denemeleri
2000 yılından itibaren Güzel Yazılar,
Türk Dili, Şiir Ülkesi, Simge Bahar,
Şair Çıkmazı, Hayal ve Kar dergileri
ile Cumhuriyet gazetesinde
yayımlandı. Canım Sıkılıyor (2010)
adlı bir öykü kitabı vardır.
Fügen Kıvılcımer hakkında ne dediler?
“Öykü sanatında hüzün silsilesi bir kadın imgesi varsa ve öykü
tarihinden söz edilecekse Fügen
Kıvılcımer adından söz etmemek eksiklik olurdu. En az otuz yıllık bir
birikimin edebiyat görgüsüyle damıtılarak, bin bir sabırla, nakış nakış
işlenerek yazılmış bu sahici öyküleri nasıl görmezden gelebilirdim ki? Fügen Kıvılcımer’in ‘Canım Sıkılıyor’ adlı öykü kitabında sinemanın görselliğini, tiyatro sanatının bütün
inceliklerini de bulmanız mümkün. Asil bir Türkçenin şiirli balına banarak
yazıyor.” Öykülerindeki o nefis dil, sanki şarabın kanıyla yıkanmış. Okurken
başımızın dönmesi bundan! (Engin
Turgut)
ESERLERİ:
Öykü: Anlatırsam Belki Geçer (2012), Canım Sıkılıyor (2010).
Roman: Karanlık
Sığmıyor Geceye (2017).
Şiir: Varsın Özlüm Beklesin Bizi (2015).
Antoloji: Kömür Yarası - Soma Şiirleri Antolojisi (2016).
KAYNAKÇA:
Kar Sanat Kültür Dergisi (Eylül- Ekim 2010), Aslı Durak (Papirüs, Ocak- Şubat
2011), Hasan Akarsu (Türk Dili Dergisi, Ocak- Şubat 2011), Kadir İncesu /
Söyleşi (Kadıköy Gazetesi, 20-26 Mayıs 2011), Feyza Hepçilingirler / Dil
Dünlüğü (Cumhuriyet Kitap Eki, 7.4.2011), Mustafa Şerif Onaran / Değiniler
(Cumhuriyet Kitap Eki 14.7.2011), Engin Turgut / Fügen Kıvılcımer ve Canım
Sıkılıyor (Cumhuriyet Kitap Eki
23.12.2011), Bilgi Formu (2016), Fügen
Kıvılcımer kitapları (idefix.com – sozculitabevi.com 03.02.2019).
Ece Ayhan’ın anısına
“Sabah
uyandığımda denizi görmek istiyorum” derdim sürekli. Sanki dünyayla aramdaki
uyumsuzluğu azaltan bir köprüydü deniz. Annem de bir tutku gibi algıladığı bu
isteğime özenle yaklaşır, denize bakan bir evde oturmam için dua ederdi çoğu
kez. Sayrılığı nedeniyle konuşamadığı zorlu günlerinde ise “sağ ol” yerine bu
dileğini ellerini dua edercesine kaldırarak yinelerdi. Acımasız bir kışa dönen
yaşamı, bedenini terk eden kaslarına yenik düşmüş ve ardında üstesinden nasıl
geleceğimi bilemediğim bir boşluk bırakarak yitmişti.
Görmeden bakan son bakışının ve çektiklerinin
görüntülerine, o bu dünyadan gitmemiş gibi doğan güneşe, çalan telefonlara,
dahası çaldıramadığım, bir daha asla arayamayacağım telefonun suskunluğuna
dayanamıyordum. İçimde kopmuş bir zincirin halkaları, amaçsız bir yolculuğa
çıktım. Her gittiğim yer halkalara yenilerinin eklenmesinden öte bir işe
yaramıyordu. Önce yıllardır olmazsa olmaz gibi alıştığım “ben gidiyorum” ve
“salimen geldim” tümcelerini artık kime söyleyecektim? Sonra, hediyelik eşya
mağazalarından, kime armağan alacaktım? Ağrıyan midemi ve türlü yakınmalarımı,
gözlerini aça aça kim dinleyecekti? Daha birçok ayrıntı içimi acıtıyor, yaz
ortasında üşüyerek dolaşıyordum.
Denize bakan, küçük balkonlu pansiyon odasını
gördüğümde heyecanlandım. İri gövdesini begonvillerin sardığı, az yapraklı
palmiyenin hemen yanından görünüveren deniz, annemin dualarını anımsatıyordu.
Burada birkaç gün kalırsam onu da hoşnut edeceğime inandırdım kendimi. Küçük
balkonlu odaya hemen yerleştim. Balkonda ak dokuma örtüsüyle insanı yazmaya
çağıran bir masa vardı ve bu çağrı, acıma akan bir suydu sanki… Yaşadığım, tüm
ayrılıklar sonsuzla çarpılıp annemin yokluğunda toplanmıştı… İnanamıyordum.
Gerçekten durmuş muydu yaşam saati? Oysa ne çok özen gösterirdi. Yaşamın içine
doğru aksatmadan kurar, geri kaldığında bile hep ileri gittiğine inanırdı.
Benim yaşam saatimse, onunkiyle çakışır, çatışır, tüm çabalarıma karşın fena
halde etkileşirdi. Sayrılığının son günlerinde çektiği acılara dayanamayıp
“anne ne olur artık kurma, durdur şu saati” diye umarsızca yakarırken üstüme
kapanan karanlık gökyüzü geldi usuma.
Güneşe bakamadım, ellerimle örttüm yüzümü…
Balkonun altında sandalyelerini gölgeye göre
değiştirerek öylece oturan adamlara baktım. Konuşmalarından birlikte yaşlandıkları
anlaşılıyordu. Nasıl da rahattılar boşluklarında. Annemin hiç öyle oturmadığını
düşündüm. Evini, yüreğini insanlara açışı, telefonun hiç susmayan sesi, dolup
taşan konuklar, kalabalık yemek masaları, kahve falları, yardımına koştuğu
hastalar, yaşlılar geçti gözlerimin önünden. Sonra, sayrılığıyla gelen
ıssızlığı, sessizliği, çekilenleri yeniden yaşadım.
Alev alev o küçük balkona taşıdığım boğuntuyu, engin
mavilere dağıtmak istercesine denize baktım. Yaşama “evet” der gibi içime aktı
deniz. Koştum yanına vardım, yıkamak için acımı…
Balıkçıların ağları toplayışlarını izledim. İşlerine
gösterdikleri özen, Küçük Prens’i ve tilkinin ona söylediklerini çağrıştırdı.
“Gülünü böyle önemli kılan, uğruna harcadığın zamandır.” Bir türlü üstüme göre
biçip dikemediğim zamanı düşündüm. İmrendim balıkçılara.
Yürüdüm kıyı boyunca. Evlerin balkonlarında,
bahçelerinde çiçekler renk renk ve mutluydular. Ya annemin menekşeleri! Onların
şimdilerde kimsesiz uyandıkları sabahların hüznünü, yıllanmış hüznüme kattım.
İnsanlar kumsalları, çay bahçelerini doldurmuşlardı.
Dinlencedeydiler ve dinlencede olmanın gereklerini yapıyorlardı. İşlerine,
evlerine döndüklerinde anlatacaklardı nasıl eğlendiklerini. Gerçekten
eğleniyorlar mıydı?
Onların gözünde ben de dinlencedeydim. Her yana
taşıdığım yalnızlığıma güneş ve mavi bulaşmıştı bir kere. Denizin üstündeki
birahaneye girdim. Ağrıyan mideme boş verip inadına bir bira istedim.
Ertesi ve daha sonraki günlerde kapandım denize bakan
küçük balkonlu odaya. Dinlenceye çıkmayı hep ayni davranışları yinelemek olarak
belleyenlerin esintisi dışarıda kalmıştı. Odanın sessizliğinde kendimi
zamansızlığa bıraktım. Unutulmuş, unutulmamış seslerle çıktığım düş
yolculuklarında yine de ayarını tutturamadığım zamanlaydım.
Ancak bir şeyler yemek için dışarı çıkıyordum.
Bunların birinde, (daha öncesi salt selamlaştığımız) pansiyon sahibi:
- Siz de yazar mısınız? Dedi. Şaşırdım.
- Yazmaya
çalışıyorum. Ama kendime yazar diyemiyorum henüz. Neden yazar olduğumu
düşündünüz?
- Sizin odada bir
şair uzun süre kalmıştı da, o da sizin gibi odasından pek çıkmazdı. Kimi kez
daktilosunun sesi buraya kadar gelirdi.
- Adı neydi?
- Unuttum, ama
bu yakınlarda öldü. Gazetelerde, televizyonlarda boy boy resimlerini görünce
anladım önemli bir adam olduğunu.
Geçtiğimiz günlerde ölen önemli şair kimdi diye uzun
süre düşünmeme gerek yoktu.
- Ece Ayhan olmasın?
- Tamam,
hatırladım, evet oydu. Kim olduğunu bilebilseydim keşke ah!
- Ne yapardınız?
- Ne yapmazdım
ki? Buraya arkadaşlarıyla gelmişti. Arkadaşları gittikten sonra o, yedi ay
kaldı burada. Yani yazı, kışı burada geçirdi. Kışın odasına soba filan
kurmuştuk. Hoş sohbet adamdı. Arada bir yanımıza gelirdi, konuşurduk.
Dertlerimizi dinler, yazın kazandığımız parayla kışı geçirip geçiremediğimizi
filan sorardı. Bazen da onu yemeğe çağırırdım. Yalnız bir adamdı. Böyle
yalnızlık nasıl çekilir diye şaşardım. Ama o memnundu sanki halinden. Ah!
Arkadaşlarının saygılı tavırlarından olsun anlasaydım ya önemli biri olduğunu.
- E, sonra ne
oldu?
- Ne olacak, bir
gün kimseye haber vermeden, borcunu ödemeden gitti. Önce anlamadım, eşyaları
buradaydı nasılsa. Bir iki gün dönmesini bekledim. Sonra bir arkadaşım onu
İzmir’e giden bir otobüste gördüğünü söyledi. Çok öfkelendim. Eşyalarını
bodruma atıp odayı boşalttım.
- Yazdığı bir
şeyler kalmış mıydı?
- Kalmaz mı?
Kimisi şiir, kimisi düz yazı bir sürü yazılmış kâğıt vardı.
- (heyecanla) Ne
yaptınız onları?
- Çok kızmıştım.
Benim oğlana gösterdim. O da bir iki satır okudu. “Baba hiçbir şey anlamadım.
Ne yaparsan yap” dedi.
- Sakın yırttım
demeyin!
- Ne yazık ki
yırtıp çöpe attım. Ama öyle bakmayın! Nasıl bilebilirdim. Ayrıca şiirden filan
anlamayan biri de değilim. Faruk Nafiz Çamlıbel’i, Yahya Kemal’i, Nazım
Hikmet’i çok okudum zamanında. Ama bununki hiç onlara benzemiyordu.
- Yani, okudunuz
değil mi?
- Okudum
okumasına gelgelelim hiçbir şey anlamadım açıkçası.
- Çok üzüldüm
inanın. O yırtıp attıklarınız öyle değerliydi ki anlatamam.
- Öyleymiş ne
yazık ki! Sonra…
- Sonrası da mı
var?
- Var ya, Bir
gün arkadaşı olduğunu söyleyen biri geldi, borcunu sordu. Tek kuruşunu eksik
bırakmadan ödedi. Öyle ayrıldığı için özürlerini ve selamını iletti. Eşyalarını
ve yazılarını istedi. Eşyalarını (biri hariç) bodrumdan çıkarıp verdim. Hepsi
küf kokuyordu. Adam” bunlar önemli değil” ille yazıları diye tutturdu.
Utancımdan yırtıp attığımı söyleyemedim. “Hiçbir şey yoktu” dedim. Adam “Nasıl
olur, burada çok güzel yazdığını ve birçok şiiri olduğunu söyledi” dedi ve
ekledi “Bak, saklıyorsan yapma bunu, istersen bedelini ödeyeyim, lütfen ver onları”
diye adeta yalvardı. Ne yapabilirdim? Olmadıklarını yinelemekten başka? Adam
inanmadı. Beni, polisle, yargılatmakla
tehdit etti. Üzgün ayrıldı. Ben de çok üzülmüştüm. Bunca zamandır bu işi
yaparım, hiç böyle bir iş gelmemişti başıma.
İstediğinize sorun, hepsi benim ne kadar dürüst bir insan olduğumu
anlatacaktır. Öfke mi desem, cahillik mi desem artık bilemiyorum.
Gerçekten pişmandı. Olan olmuş, güzelim şiirler
yitmişti.
- Artık “keşke” ,demenin de, üzülmenin de bir yararı yok, diyebildim.
- Bakın ne
diyeceğim, şiirlere “yoktu” dediğim için
daktiloyu da çıkaramadım ortaya. Adam da sormadı zaten. Aşağıda küflenen o
daktiloyu size versem alır mısınız? Eski filan ama belki işinize yarar. Hı alır
mısınız?
Aldım. Acımı,
ayarını tutturamadığım zamanı, güneşi, maviyi, denize bakan küçük balkonu ayni
yere koydum. Döndüm evime.
Kimileri “salonun görünen bir köşesinde anı olarak
sakla bunu” dediler. Oysa ben, annemin bir armağanı saymıştım onu. İçimin
gecesine bir ışık sızmıştı. Artık o daktilonun tuşlarından bakacaktım denize.
dokunsanız
güz yapraklarının bakır
külleridir kıyamet
ey! anılar çöplüğünden
yıldızları tırmalayan
ha taştı ha taşacak ırmak
ey! Ayvazovski cinnetine
kanayan günbatımı
söyleyin kapısı var mı ölümün
bunca yılın ürpertisine açacak
dokunmayın
kıyısını döven dalgalara
yürekte eskimiş eksiklere
bir bir arşınladığınız takvimlere
dokunursanız
iç çeker bir uzun yol gemisi
bir ses çınlar kırık dökük
küflü bir kan sızar derinlere
suyu kucaklayan bir bıçaktır her dize
dokunsanız
içinizdeki vahşi şehir
sonsuz ve yazısız bir uykuda
yakıp tutuşturur kendini
2008
Yetişemiyorsun kendine
Bir yanın hep beş kala
Bir yanın beş geçe
Öbür yanın bir başka
Dağılmış pazar yeri için
Uyandığın güneş beş kala
Gece yıldızlar beş geçe
Zaman ellerinde tutam tutam saç
Taramak isterken yolduğun
Yüzün eksiklikleri saklayan bir yara
Nasıl da kendine benziyorsun
Gölgenin içinde gölge gibi duran
Nasıl da ülkene benziyorsun
Sırtını çöl bitkilerine yaslayan
Dersliklerde çocuklar beş kala
Renkli camın tükürdükleri beş geçe
Kimine göre tarihin sonu
Kimine sanal paralar, aşklar
Dağ bilmese gök bilmese ağaçlar bilmese
Her şey her şeye beş kala
Ekim 2009
“Anılar dedi ihtiyar anılar
Bugün
Anılar düş değeri kazanıyor
Bugün hava güzel”
Bugün hava güzel değil Cemal Süreya. Ülkenin içine sürüklendiği açmazları görebilseydin; kim bilir neler yazar, neler yapardın, kestiremiyorum. Aklıma Muzaffer Buyrukçu ile birlikte Turgut Özal’ı Kadıköy Meydanında intihar etmeye çağırışınız geliyor.
Bir gün “ Beni de aranıza alsaydınız” diye takılmıştım. Sen de “ Hiç olur muydu? Bu magazin meraklısı basın senin boy boy fotoğraflarını basar, bizim içtenlikli çağrımız da güme giderdi. Gelseydi gerçekten intihar edecektik. Birdenbire karar vermiştik ama çok ciddiydik bu konuda” demiştin.
Arkamda gönül rahatlığıyla yaslanabileceğim bir ağabey “ bir umuttun bir misillemeydin yalnızlığa” dizesinde olduğu gibi durmana karşın hep soyadınla birlikte seslendim sana. Oysa “ keşke yalnız bunun için sevseydim seni” diyemeyecek kadar çok neden vardı seni sevmemde… Öncelikle her sorunumu paylaşabileceğim bir dost, çiçek dolu şapkandan dökülen zekâ parıltılarıyla zenginleşen masalar… Hangisini sayayım?
Kadıköy İskelesinde ya da vapurunda karşılaşmalarımızın coşkusunu mu? “Hadi kız gel seninle bir çete oluşturalım. Gelişigüzel, ayaküstü kurduğumuz dostlukları kâğıda döküp paylaşalım” diyerek beni yazmaya zorlamalarını mı? “ Yazdıklarını getir bir göz atayım” diye ısrarlarını mı? Ben göstermemekte direnirken Somerset Maugham’ın her şeyden elini eteğini çekerek Roma tarihine merak salıp yıllarını o konuda bir kitap yazabilmek uğruna tüketirken ölüveren avukatın öyküsünü anlatışını ve “ Sence anlamlı bir yaşam mı bu?” diye soruşunu mu? “ Yaşamını inandığı bir işte tüketmiş, bence anlamlı” diye yanıtladığımda “ Peki sen yazdıklarına inanıyor musun?” diyerek parıltılı gözlerinle yüzüme baktığında öylece kalakalmışlığımı mı? “ Bak bu giyim şeklin ve makyajın senin gerçek kişiliğini maskeliyor. Bana kalırsa sen değiştirmelisin bu görünümünü” diye dostça uyarılarını mı? Resim sergisi açılış kokteyllerini varlığınla nasıl renklendirdiğini mi? Hele Bafralı ressam Erol Bilgin’in Romans Sanat Galerisindeki sergi açılışlarının birinde bir elinde Bafra’nın fasulye turşusu, öbüründe yine oranın balkaymak dondurmalı külahı, önünde rakı bardağıyla poz verişini mi? Hangi birini anlatsam? Şimdilerde “ biz yeni bir hayatın acemileriyiz” sense hâlâ “ minibüs şarkılarında güllerdesin” ve yüreklerimizde…
Seninle ilk kez Ankara’daki Mülkiyeliler Lokalinde karşılaşmıştık. Yetmişli yılların başlarıydı sanırım. Eşimin fakülte arkadaşı olduğunu, ona dik yürüyüşü nedeniyle(Dük de Cebeci) adını taktığını o gün “Merhaba Dük” dediğinde öğrenmiştim. Daha sonra bana da “ Düşes de Cebeci ” derdin. Anadolu’nun ekinsel sınırlılığından ansızın senin masanda oluvermek çölde vahaya rastlamak gibi bir sevinç, bir artağanlıktı. Sonraları İstanbul’da sıklıkla yinelenmesine karşın senin masalarında hep aynı duyguyla gönenmenin tadı “tarifsiz uzatırdı” hoşnutluğumu. Arif Damar’ın “Şimdi burada olacağıma sıradan insanlarla örneğin balıkçılarla olmayı yeğlerim” sözlerini anlayamazdım bir türlü… Arada sırada şair arkadaşlarınla darılır, konuşmazdınız. Örneğin; Tevfik Akdağ, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Arif Damar, Ece Ayhan gibi… Bir kere de ben darılmıştım sana. Mühürdar Sanat Galerisi sahibi Avni Öztüre’nin bir sözünü uluorta söyleyiverdin diye… Kısa süren dargınlığım, yine Kadıköy vapurunda rastlaştığımız bir gün şakaların, esprilerinle sonlanıvermişti.
“Saatler uzun günler kısaydı” ve senin “ölümü siyah bir kâkül gibi alnına düşür”menden kısa bir süre önce beni aradığını öğrenmiştim çalıştığım kurumun santralinden. Zorlu günlerden geçiyordum. Ayrıca sen oradaydın, o masalarda, Kadıköy İskelesi ve vapurunda… Bugün, yarın ararım derken sen “nice hüzünlerden yaprak yaprak” deyip “ Masmavi bir örtü gibi bırakarak gölgeni/ Geçtin resim çeken söğütlerin içinden”
Seni hiç beklenmedik bir zamanda yitirmenin acısı ve arayışına karşılık verememenin ezikliği içinde “yırtılan ipek sesiy(m)le” şiirlerini seslendirmeye çalışıyorum o gün bu gündür.
Dük de Cebeci’nin Mülkiyeliler Birliği dergisindeki yazısında “Severken ve hüzünlenirken Doğulu, düşünürken Batılı, acılara koşarken dünyalı bir insan soylusu yani başka başka yerlerden görünen parçalarıdır o” diye nitelediği senin yokluğun” hüznün kuşlarını canıyla beslemeyi” sürdürüyor
Ah keşke “ Mutsuzluğunu yeterince hak etmek için geri dönüp kilometrelerce ‘yürüyebilsen’ ” diyorum.
Kural da neymiş
Bozdum çizgilerini seksek oyunun
Sonra da köşeleri
Aktı gürül gürül uğultulu sularda
Birbirine dolanarak düşlerim
Deli gönüllüydü yosunlar
Sormadılar köklerini
İşim gücüm çember
Kilitli
Şöyle bir bakılan ağaç
Çiğnenen toprak
Şöyle bir tutulan el
Kavrulurken için için
Şöyle bir değen rüzgâr
Kitaplardaki ağıt
Renkli camda acı
Şöyle bir
İçimde bir gerili yay
Ok nişanlı kalbime
“Savunmanı
yapsana! Kaç dakikadır ülkenin gidişatından, yanlış yargı sisteminden söz edip
duruyorsun. İşimizi mi öğreteceksin? Senden sonra ifade vereceklerin sürelerini
çalıyorsun. Savunmanı yap!”
“Üç yıldır
tutukluyum. Son aylarda ise, tek kişilik hücrede kalıyorum ve hala suçumu
bilmiyorum. Nasıl savunma yapabilirim?”
Sabah 6.30 da kalkıp yollara düştün. Yine de sabah
duruşmasına yetişemedin. İtiş kakış bir kuyruktasın. Herkes onca yolu göze alıp
duruşmayı izlemeye gelmiş. Görevliler içeri almıyorlar. Doluymuş. “Özellikle
yapıyorlar” diyor birisi. “Hoşlanıyorlardır bu sıkış tepiş halimizden” diyor
bir başkası. Camdan, içeri girebilmiş olanların bazılarını görüyorsun. Çay,
kahve gibi şeyler içiyorlar. Rahatlar.
Kapıdaki yığılmayı aralayarak görevlilere ulaşmak için izin istiyorsun.
“Hoop nereye?”
“Görevlilere bir şey söyleyip yerime döneceğim.”
“Ne söyleyeceksin?” (Öfkeleri burunlarında)
“İçeride duruşmayı izlemeyen, oturanlar var. Onları
dışarı…”
“Ooo! Çoktan söylendi. Yapamıyorlar. Yerinize geçin.”
“Kaç saattir buradayız biliyor musunuz?”
“Özür dilerim. Söylendiğini duymadığımdan. Ama
haksızlık değil mi bu.”
“ Hangi haksızlıktan söz ediyorsunuz?”
“Zaten haksızlığın tam ortasında değil miyiz?”
Kimi “Doğru” diyor. Kimi gülüyor. Kimi de başını
sallıyor. Hepsi sıkıntılı. Kolu kırmızı bantlı içerideki grubun sorumlusu
olduğunu söyleyen adam:
“Duruşma öğleden sonraya kaldı.”
“Ama sabah olacaktı!”
“Yok yok öğlen sonrasına sarktı.”
Boşuna itip kakmışız” der gibi ezik bakışlar
atıyorsunuz birbirinize.
Yavaşça dağılıyor kenetlenmiş kalabalık.
Yağmur çiseliyor. Gökyüzü puslu. Nerval’ in deyişiyle
‘kara güneş’. Güz kapıyı çalmış. Ama görkeminden hiçbir iz yok bu ıssız, çorak
yerde. Ne hüzün yüklü bulutlar, ne göçmen kuşlar geçiyor üstünüzden, ne de
dökülen yaprakların renk cümbüşü… Yalnızca ruhsuz birkaç bina… Ayaklarının
altında cıvık toprak… Her solukta genizleri yakan, bakışları yalazlayan ağır
bir yanlışlık ve yalnızlık kokusu…
Aklında “ Eylül toparlandı gitti işte/ Ekim filan da
gider bu gidişle/ Tarihe gömülen koca koca atlar/ Tarihe gömülür o kadar”
dizeleri. Tarihe gömülen koca koca atları, haksızlıkları, çekilen çileleri,
zindanlarda çürüyenleri, inançları için ölenleri ve hiçbir zaman “ çeliğe su
verilemediğini ” düşünüyorsun.
Yurdun ve kentin çeşitli yerlerinden koşup gelmiş
“sevgileri acıyan” insanlara bakıyorsun. Gözlerindeki öfkeli ışık içini
vuruyor. Hayır! “o kadar” olamaz diyorsun. Yağmur giderek hızlanıyor. Şemsiyeni
açıyorsun. Birden, aylardır koğuşlarda, hücrelerde kapalı kalanların yağmurlarda
ıslanmayı nasıl özlemiş olabileceklerini düşünüyorsun. Kim bilir daha ne çok
ayrıntı vardır özledikleri? Kapatıyorsun şemsiyeni.
Sırılsıklam ıslanıyor utancın…
Tutuklulara destek olmak adına kurulmuş çadırları
geziyorsun, soğuktan ve yağmurdan korunmak için yöreleri kum torbalarıyla
çevrilmiş. İçlerinde sıra sıra yer yatakları, battaniyeler. Başka bir çadırda
plastik yemek masaları, sandalyeler. Ve “hapiste aydın kalmayana kadar nöbet
tutacağız” diyen yürekli insanlar… Hücrelerde ömürleri soğurulanların, çadırda
kalanlara “Sesleriniz bizi avutuyor,
güçleniyoruz.” diye yazdıkları mektuplar geliyor aklına. Bu iç gücü verenlerin
hepsine sarılıp kucaklamak geçiyor içinden. Daha önce ziyaret etmemiş olmandan
utanıyorsun. Bir yanın, bu güzel, özverili insanların arasında olmayı nasıl da
istiyor. Boyunlarında asılı nöbetçi kartlarıyla dolaşanlara nasıl da imrenerek
bakıyorsun.
Ne oldu
sana? Deliliğini dinginlerken özünü de mi yitirdin? Nasıl bir varlık olmaya
başladın? Kurulu düzene başkaldırdığın, sırt çantana her bir şeyini atıp
eylemlere, mitinglere koşturduğun zamanlar çok mu gerilerde kaldı? Kurulu
düzenin bir parçası mı olmaya başladın? Yoksa Ortaçağı yaşamakta direnen
halktan umudunu mu kestin? Ya da sıcak evin, rahat döşeğinde miskinleşen kendinden
mi? Sakın yılgınlık deme! “Yakışmıyor sana / yağmur sonrası bulut
duruluğu”
Durup durup babanın son yıllarını anımsıyorsun.
Hani yorgun kollarına ağır geldiği için gazetenin sayfalarını tek tek ayırıp
gün boyu okumaktan bıkmayan baban… Böylesine ısrarla okumasını anlayamaz “Neden
okuyor? Bir şeyler yapamadıktan sonra neye yarar okudukları” diye küçümsediğin
baban. Şimdiden babanın o yıllardaki yaşına mı geldin? O zamanlar kendini ne
sanıyordun sahi? Gürül gürül akacak bir ırmak mı? Zaman hızla ıssızlaşarak
akıyor önünden. Yavaşça solup dökülen yapraklar gibi siliniyorsun mevsimlerden.
Boşuna tırmalıyorsun beyninin duvarlarını. Yine boşuna arıyorsun çocukluk ve
gençlik düşlerinde, karşı duruşunu kahramanca savunan seni… Belki de
yaşlılıktır bu. Ayak uyduramamak yüreğinde koşan atlara... Tamam, yaşlılıksa yaşlılık... Ne anlatıp duruyorsun
böyle? Herkese ne, senin yaşlanmandan maşlanmandan? Kendi kendinin bulaşıcısı
olup çıktın. Hala bilemiyorsun geliyor ve gidiyor insan. Sen böyle dipsiz
uçurumlara bakarken, birileri gerilere doğru sessiz, yavaş yavaş, derinden
değiştiriyor ülkeni.
.
Göğsünde
bir panik, öğlen sonrası duruşmayı kaçırmamak için ivedi adımlarla kapıya doğru
yürüyorsun. Kuyrukta çenen düşüyor.
Onaylandıkça daha yüksek çıkıyor sesin.
“Adaletin temelini yıkıyorlar. Yok. Hak aramanın
temelini desem daha uygun olacak. ‘Adalet’ sözü öfkelendiriyor beni”
Acı acı gülümsüyorlar.
“ Yalnız
adaletin mi? Her şeyin temeli yıkılıyor. Cumhuriyetle hesaplaşıyorlar” diyor
arkandaki. Ön sıradan biri “ Dikkat! Kapıda kamera var, izliyorlar” diye
uyarıyor. Susuyorsun. Yanakların kızarıyor. Utanıyorsun…
Telefonunu, bozuk paralarını, yarım simidini,
fotoğraf makineni kapıda bırakıp içeri giriyorsun. Dışarının yağmuru ve
soğuğundan sonra içerinin sıcaklığı iyi geliyor. Tam rahatlayacakken
öğreniyorsun kolu kırmızı bantlı adamın yalan söylediğini. Beklediğiniz
oturumun sabah görülüp bittiğini. Kızamıyorsun. “Zaten hepsi aynı davanın
sanıkları” diyor, o adamın da kalbinden geçenleri okumaya çalışıyorsun. Duruşma
salonuna, insanlığın kalbine doğru yöneliyorsun.
Cezaeviyle iç içe kocaman bir salon. Bölümlere
ayrılmış. Karşıdaki yüksek kürsülerde üç yargıç ve sol taraflarındaki kürsüde
bir savcı oturuyor. (O sayfalarca iddianameyi yazan savcılardan biri mi diye
merak ediyorsun.) Onların önünde sırtlarını görebildiğiniz tutuklu sanıklar.
Arkalarında tutuksuz sanıklar. Yanlarında ise avukatlar ve basın için masalar.
En geride de izleyici sıraları. Kimin, neyi, niçin ‘temsil’ edemedikleri bu
zalim çağda, kıstırılmışların o tedirgin ormanına doğru ilerliyorsun.
Yüzlerine televizyonlardan aşina olduğun, yeşil
yakalı cüppeleriyle avukatlar dolaşıyor. Bir sanık, kundaklanan yıllarının
boğazına dolandığı yerden konuşuyor. Seçtiği sözcükler, değindiği konular,
kurduğu cümleler aydın ve birikimli bir kişi olduğunu gösteriyor. “Ülkem”
diyor. Yargı, uzun tutukluluk, eğitim, parası olana sağlık, cezaevi
koşullarında sağlık… Duruşmada değil de bir panelde filan konuşuyor gibi…
Nerdeyse yasaklanan evrim kuramından da söz edecek…
Basına ayrılmış masaların çoğu boş. Şık giysili genç
kızlar, genç erkekler masalarına şöyle bir ilişiyor, birbirleriyle fısıldaşıyor,
girip çıkıyorlar. İki eski kadın gazeteciden başka dinleyen ve not alan yok.
Anlaşılan burada yaşanılan haksızlıkların, dramların haber değeri kalmamış.
Kanıksanmış.
Üç yıldır tutuklu olduğunu söyleyen sanık hala
delillerin toplanamamış olmasından yakınıyor yakınmasına ama asıl derdi ülkenin
hali. Sıkıntıya bulanmış sözlerle sıkıntıdaki ülkesini savunuyor. Ayrı kaldığı çoluğunu
çocuğunu, eşini, işini, kayıp yıllarını soyluca içine gömmüş. Öyle ki,
sözcüklerle resmini çiziyor hızla ilerleyen bataklığın.
“Burası siyasi bir mahkeme değil” diye
gürlüyor mahkeme başkanı.
Aynı anda bir homurtu yükseliyor izleyenlerden.
Başkan kimden yana dönüyor, gözdağı verircesine bir şeyler söylüyor.
Homurtulardan anlamıyorsun.
Oturduğun yerden yargıçların yüzlerini, mimiklerini
seçemiyorsun. Duruşları, uyarıları fena halde sıkıldıklarını, dinlemediklerini
düşündürüyor. Bir an Kafka’nın ‘Dava’ sı çağrışıyor kafanda. Ardından
iletişimsizlik üzerine absürd bir oyun… Sanki hiç gelmeyecek olan ‘Godot’yu
bekliyorsunuz.
Adam, kim bilir ne koşullarda, ne zorluklarla
hazırladı bu konuşmasını? Basın oralı değil, yargıçlar dinlemiyor. Gergedanlaşan
halkın hiç umurunda değil. Ya sen? Dinledikçe yazıklanmaktan öte ne yapıyorsun?
Yine utanıyor musun?
Sanıklar ve izleyenler arasındaki bölüm başlarında on
beş dakikada bir nöbetçi erler değişiyor. Omuz hizasında ayrılmış bacakları,
donuk bakışlarıyla yontu gibi duruyorlar. Acaba dinliyorlar mı? Yoksa
memleketlerinin dağlarında, ovalarında, geride bıraktıklarında mı akılları? Ah!
Hiç olmazsa onlar dinleseler.
Duruşmaya ara veriliyor. Tutuklular ve izleyenler
yaklaşık on koltukluk ara önünde karşılıklı diziliyorlar. Selamlamalar,
öpücükler, sıkılmış yumruklar ve seslenmeler… İzleyenlerin kırık gülüşlerinin
tersine tutuklular tertemiz, pırıl pırıl giysileri, kravatları, güleç
yüzleriyle sanki “zulmün uğuldayan tezgâhından” geçmiyor gibiler. Beş adım boyunda
üç adım enindeki hücrelerini inançla nasıl genişlettiklerini, nasıl “ yaşamakta
ayak direttiklerini”, nasıl
“karıştıklarını dünyanın kalabalığına” diye düşünürken üst üste
koyuyorsun hüznü, elemi ve gönenci. Öte yandan “ kadınlara kıyım kulübü” nün sanıklarına
takım elbise giyip kravat taktıkları gerekçesiyle “iyi halden” cezalarında
indirim yapabilen sisteme öfkeleniyorsun. Damarlarında usul usul dolaşan yine o
utanç.
Uzun dönüş yolunda herkes suskun. Sözün tükendiği
yerdesiniz. Yarın hiç buraya gelmemiş gibi sürdüreceğiniz o olağan yaşamınızın
ezikliğinde. Yine gazeteler, televizyonlar palavralarını “serseri bir kurşun” anlayışında
manşet yapacaklar. Yine yeni tutuklamalar, kadın cinayetleri, parasız eğitim
istedikleri için yerlerde sürüklenen gençler, biber gazları, hastanelerde rehin
kalanlar, acılar içinizde fırtınalar estirecek. Hangi biri için ne yapmanız
gerektiği çıkmazına takılıp utanacaksınız…
En çok da sen! Bu bozguna yakından bakıp uzağında
kalan sen! “Meydanlara çıkıp kendimi yaksam bile nasıl olsa öbür gün unutulur”
gibi nedenlerle başkaldırılarını evin duvarları içinde yaşayan sen…
Bir ara gözlerini kapıyorsun. Uykuyla uyanıklık
arasında elinde terazisiyle dimdik duran o güzel kızı görüyorsun. Birden içinde
olduğun araç mı sarsılıyor yoksa kızın altındaki zemin mi anlamıyorsun.
Terazinin bir kefesi sağa doğru eğilmeye başlıyor. Kız tökezliyor, yine de
düzeltmeye çalışıyor, başaramıyor, kefe eğildikçe eğiliyor, eğiliyor, kızı da
çekmeye başlıyor. Kız daha fazla direnemiyor. Kefeden yana dengesi bozulurken
terazi elinden düşüp kırılıyor. Dehşetle gözlerini açıyorsun.
“Terazi kırıldı!”
“Ne terazisi?”
“Hani Adalet. Hani hak aramayı temsil eden o güzel
kızın terazisi.”
“Ha! O mu?”
(gülüyorlar)
“Kızım yeni mi gördün? Terazi çoktan kırıldı.”
Arkalardan bir ses:
“Terazisi kırılan bir toplumun vay haline!”
İçinde bir taş plak dönüyor. Hüzzam sesinde utanç…
Bir ömrü tüketiyorsun. Bu utanç hangi boşluğa yağar?
FÜGEN KIVILCIMER yıllardır
biriktirdiği öykülerini “canım sıkılıyor” adlı kitabıyla somutlaştırıp okura
ulaştırdı.
Kıvılcımer, öykülerini
yaşadığı duygu durumundan yola çıkarak yazıyor. Bu nedenle sahicilik ve
samimiyet duygusu okuru hemen avucuna alıveriyor. “belki de sabahlar uzlaşma
için yaratılmıştır” diyen yazar aslında kendisiyle, yaşamla didişen bu nedenle
de pek uzlaşmayan gözlemci bir tavır sergiliyor. Bazı öykülerinin birinci tekil
şahıs ağzından yazılması anı, ya da kendini anlatan, yazan biri izlenimi
uyandırsa da anlatılanlar okuru kendi öyküsüne götürerek, ortak
duygulanımlara farklı bir pencere açıyor. Bu nedenle öyküler sanki bir
dejavu duygusu yaratarak okura yakın ve tanıdık geliyor. Yazar bir kahramanını
şöyle konuşturarak aslında bu konuya açıklama getirmiş:
“-Bak, öykülerin okunsun,
beğenilsin istiyorsan içlerine benim gibi etli, canlı karakterler koy, onlara
söylettir söyleyeceklerini. Birbirine benzeyen sızlanmaları tek kişi,
yani hep sen anlatınca kendini tekrar etmiş gibi oluyor. Aaaa!
Neden gülüyorsun öyle katıla katıla? Komik bir şey mi söylüyorum?
-( yanaklarımı tutup gülmemi
durdurmaya çalışırken gözlerim dolu dolu) Canm , kızma ama çok hoşsun
daha önce de söyledim, ben kendimi anlatmıyorum, bu bir kurgu. Ayrıca ben sana
bir isim bile vermedim. Sen nasıl etli canlı bir karakter olabilirsin ki? Ama
artık yeter! Bırak öyküme devam edeyim. Çok zaman kaybettirdin.
-Şurada, biz bizeyiz, valla
kimselere söylemem, hadi ne olur söyle. Öykülerde hep kendini anlatıyorsun
değil mi?”
Ben de –aynı öyküsündeki
kahraman gibi- bazı öykülerini keşke birinci tekil kişi ağzından yazmasaydı
diye düşündüm ama yukarıda da değindiğim gibi, kendini anlatıyor etkisi vermek
Kıvılcımer’in bilinçli bir seçimi. Yazarın gözleri, yüreği ve aklı dünyada olan
bitene açık bunun için de Irak saldırısından küreselleşmeye, yolsuzluklardan
işçilerin sendikasızlaştırılmasına, kültürsüzlük üreten eğitim sistemine kadar
birçok konuya değinmiş. Bilgi birikimini öykülerinde yansıtırken
konulara dokunup geçerek iz sürmeyi, düşünmeyi ve derinleştirmeyi okura
bırakmış.
”Gazete okuyor, paranın ve
cehaletin bileşkesinde ülkenin gidişatına, televizyona bakıyor, kendine aydın
diyen satılmışlara, nafakalarının ardındaki çoğunluğun duyarsızlığına,
bilgisizliğine canı sıkılıyor. Sonra sol örgütlerin kısık seslerine, kendi
suskunluğuna sıkılıyor. Başkalarının yanında, yani sıkıntısını gizlediğinde
zincirden boşanmış gibi hafifliyor, çılgınlaşıyor. Yalnız kalır kalmaz da
Sisifos’un yazgısı gibi can sıkıntısının kucağında buluyor kendini”
Kıvılcımer’in asıl ustalığı
şiirsel imgeleri, hayata ait saptamaları öykü dilini bozmadan kullanması.
Örneğin:
“zaten pişmanlıklarla büyüdün,
suçluluklarla yaşlanıyorsun”
“bir gün yanlışlıklardan bir
mezar taşı koyacaklar başucuna”
“asıl suçlu dudağındaki
kırmızı ruj. Nereden bilsinler o kırmızının hangi kırılganlığı örttüğünü? Gülde
göz kamaştırıcı kırmızı, senin dudağında neden eğreti bir yosma?”
“gökler genişler, umutlar daralırken…”
“kumsalda elinden tutmuş,
bütün “sen”lerinle kucaklamıştı seni. Nereye gidersen git varamadığını sanıyor,
geçtiğin bütün köprüleri atıyordun. İşte uzun yolculuğunun sonunda alnına düşen
ince ayar bir hilal!”
“ Eve geldiğinde, her günün
sonunda olduğu gibi arayışların yorgunuydu. Azlıklarından korkup rolden role
girerken, adam onu nasıl anlayabilir, tanıyabilirdi? Acaba arayacak mıydı?
Ararsa buluşacak mıydı? Ha bire kendisine takılıp tökezlerken, adamın
anlamasının, aramasının ne önemi olabilirdi ki?”
Kıvılcımer’in öykülerinin başkahramanı iç sesi. Bu nedenle de içe bakmalar durağından yola çıkıp derine işleyen öyküler yazmış. Üstelik kitabında kendi yaptığı kadın resimlerine de yer vermiş. Kadın öyküleri, kadın resimleri, kısaca bir kadının kadına ve dünyaya bakışını yansıtan “canım sıkılıyor” öykü severlerin ilgisini çekecek bir ilk kitap olarak sizlerle buluşmayı bekliyor. Ben de merakla yeni öykülerini bekliyorum.
(Canım Sıkıılyor – Fügen
Kıcılcımer -Artshop Öykü Dizisi 2010)
Fügen Kıvılcımer’in yıllardır beklenen “Canım
Sıkılıyor” adlı öykü kitabı geçtiğimiz günlerde nihayet çıktı da can
sıkıntımız bir nebze olsun azaldı. Öykücülüğümüzün kıvırcık, kızıl saçlı ve çok
renkli bir kadınıdır o! Kendisini yirmi beş yıldan beri tanırım, hem güzel
yazar, hem iyi şiir bilgisine sahip olduğu kadar, güzel de şiir okur ve resim
sergileri açabilecek kadar da boyayı oldukça harika kullanır. Erol Bilgin,
Hasan Kavruk, Burhan Uygur ve Cihat Burak’ın da çok
sevdiği, neredeyse âşık oldukları bir edebiyat insanıdır.
On bir öyküden oluşan ve kendi çizimleriyle de
bezenmiş bu kitabı aslında çok önceleri çıkmalıydı. Ama olsun, nasıl olsa bir ‘ilk
kitap’ gibi durmuyor zaten. Bu yerinde duramayan öykücümüz Fügen
Kıvılcımer ‘yaramaz ve haylaz’ bir çocukluk dönemi geçirmiş, yaşadığı
hayatlar, okuduğu onca kitaplar, çocuk yuvalarında çalışırken yoksulluğa ve sefalete
tanık oluşu, Türkan Saylan’la tanışması ve cüzamla savaş derneğinde bir
dönem kadın kolu başkanlığını üstlenmesi hayata bakışını ve yazma tutkusunu
derinden etkilemiştir.
Fügen Kıvılcımer’in öykülerini okurken, arka
fonda asi ve asil bir denizin ruhumun kıyılarına çarpan dalgaların sesi ve sis
yüzlü kadınların hüzünlü nefesi duyuluyor. Kendi öykülerini kaybetmişler için
yazıyor sanki. Hayatın kalbini yoklayarak yazmak zor iştir. ‘Kişiye özel’
öyküler değil bunlar. Her bireyin kendinden bir şeyler bulabileceği öyküler
olmasının yanı sıra, edebiyat görgüsü ve zevkinin alnından öperek, bizleri
hakikat olanın şarkısına, hayat olanın düşlerine itina ile götürüp, usulca
bırakıyor bizi orada, kendimizle!
“Canım Sıkılıyor” adlı öykü kitabını okurken insan
olmanın, insan kalmanın, devrimci bir duruşun baş döndürücü güzelliğini
yaşamanız mümkün. “Asıl suçlu kırmızı ruj” mudur, bunu pek bilemesek de
öykücünün dünya ile kendi arasındaki sıkışmışlığını, uyumsuzluğunu, yalnızlığını
sezebiliyorduk. Çalışma odasının bir köşesinde Ece Ayhan’ın kullandığı
daktilosuna bakıp hüzünlenmemek elde midir? Öykücü Fügen Kıvılcımer, “can
sıkıntısı yılında” doğduğunu söylüyor.
“Canı sıkılan kukumav burcu” bu öykücümüzü
daha yakından tanımak için, otobüse binin, “Göğe Bakma Durağı”nda inin,
bu durağın karşısında Dario Fo caddesini göreceksiniz, hemen Cemal
Süreya sokağına sapın, karşınıza Lorca kahvesi çıkacaktır. Şimdi
soluklanın biraz. Beckett size balkondan el sallayacaktır. İşte o
balkonun altında ‘avlu’ adında bir meyhane bulunur. Meyhaneye girin, kendinize
bir kadeh rakı, kavun, beyaz peynir söyleyin. Herkes oradadır ve birazdan Edip
Cansever de gelecek size eşlik edecektir. İşte ‘masa’ kurulmuştur artık.
İşte o zaman sizde ne ‘can sıkıntısı’ kalır, ne de intihar fikri. İncir
çekirdeğinin üzerine bile aşk şiirleri yazasınız ve boyanız kalmamışsa pancar
turşusuyla resim de yapasınız gelir.
Hem şair hem ressam olan Henri Michaux’un bir
sözünün tam yeridir şimdi. “Güneş yoksa buzda olgunlaşmasını bil!”
Bu öykülerin acı çekmesi, dil sancısı geçirmesi, olgunlaşması gerekiyordu.
Öykücümüz bunu başarmıştı ve bu yüzden bir ‘bayram’ sevinci ve bir
lunapark şenliği başlıyordu. Can rüzgârıyla yazılmış, yazıya kalp ve dil
katılmış ve yazar o kadar çok kırılmış ve yanmış ki, bir cam ustası olup çıkmış
sonunda. Yazdığı öyküler fazla camdan ve okuyanın kalbinde ‘şangır’ diye ses
çıkartıyor.
Öykü sanatında hüzün silsilesi bir kadın imgesi varsa
ve öykü tarihinden söz edilecekse Fügen Kıvılcımer adından söz etmemek eksiklik
olurdu. En az otuz yıllık bir birikimin edebiyat görgüsüyle damıtılarak, bin
bir sabırla, nakış nakış işlenerek yazılmış bu sahici öyküleri nasıl görmezden
gelebilirdim ki? Fügen Kıvılcımer’in “Canım Sıkılıyor” adlı öykü
kitabında sinemanın görselliğini, tiyatro sanatının bütün inceliklerini
bulmanız mümkün. Asil bir Türkçenin şiirli balına banarak yazıyor. Öykülerindeki
o nefis dil, sanki şarabın kanıyla yıkanmış. Okurken başımızın dönmesi bundan!
Deneyim, hayal ve gözlem gücüne inananlardan. Birini
dışarıda tutmadan yazma eylemine girişmiyor ve öykünün gücüne, büyüsüne aşk ve
tutkuyla sarılarak, “içindeki deli tayı dizginleyerek” en iyi bildiğini
titizlikle yazıyor. “Can sıkıntım görünmeyi sevmiyor” diyenlerden. Haz
ve hikmet, nesir ve nazım arasında koşmayı seviyor. Hem kendisinin hem
kahramanlarının içine bakmaktan zerre kadar kaçınmıyor. Fügen Kıvılcımer
dans ederek yazıyor sanki! Kendine katlanarak ve kıvranarak, zamanı, hayatı ve
yalnızlığı didikleyerek kuruyor öykülerini. “Uzun bir rakı sofrasıydı”
bütün yaşadıkları. Bu kitabı için “kırılganlıkların kitabı” demek, hiç
de boşa söylenmiş bir söz olmayacaktır. Özellikle "masa" adlı
öyküsü şiirli ve sihirlidir. O 'masa'da her an ne olacağı belli olmasa da şiir
dinleyeceğimiz kesindir. Zaten şiirin okunmadığı hiçbir masaya 'masa'
denilmeyeceği bilinirdi, yazar bunu bilirdi, bilirdik. 'Çavlan' kokan bu
sahici öyküler 'kendi sesinden yorulana kadar' yazılmayı bekliyordu. Öykücü
kendi gölgesine basanlardan bile çığlık atar! Öykücünün öksürdüğü her yerde,
'can sıkıntısı' çağında, hepimiz bir soru işareti değil de neyizdir?
Fügen
Kıvıılcımer'in öykülerinde ve yaptığı tablolarında 'kadın sorunsalı’
daima ön planda olmuştur. Öykücü Fügen Kıvılcımer içindeki devrim
ateşini hiç söndürmemiş, nice hayatların peşine düşmüş bir rüya evidir ve
nerede bir aşk, sosyalizm ve özgürlük eylemi varsa, yazar o evden kendisini
sokağa fırlatır atar! Çünkü her şey bir umuda sarılmak içindir onda!
Öykülerinde
'yarım kalmışlık duygusu' göze çarpar. Kendine yetişememek sıkıntısı ağır
basar. Hep canı sıkılır. Turgut Uyar'ı fazla sevmesi ve onun birçok
şiirlerini ezberlemesi belki bu yüzdendir. Çünkü canım şairim Turgut Uyar'ın
da canı sıkılırdı. Fügen Kıvılcımer sadece öykü ve şiir yazmıyor. Resim
de yapan ve çizen aynı zamanda inanılmaz güzel sesiyle harika şiirler okuyan
"güz göğünün kırık mavisi" bir yazarımızdır. Kitabına, her
öyküsüne pür dikkat kesilelim, ne kadar titiz ve incelikle yazdığını, hiçbir
detayı atlamadığına tanık olursunuz. Tiyatrocu yanından da söz etmiş miydim
bilmiyorum? Hayatı, insanlığı ve kan emici bir sistemi sorgularken bile,
kendisini acımasızca eleştirmekten korkmadığı gibi, bundan da gocunmayan 'içi
ve dışı birbirine karışmış' ruhu asla çölleşmemiş, yakasında Deniz Gezmiş
rozetli, ağır yaralı bir kedinin kalbiyle de konuşan çağdaş bir ikinci yeninin
gerçek bir "Göğe Bakma Durağı"dır o!
Öykücümüz 'bir
kuşun iç darlığıyla' yazıyor. Yazarımız Osmanlı tokadını fazla yemiş. Bu yüzden
çağdaş olanın kendi sesiyle, yıllardır biriktirdiklerini edebiyat tadıyla
damıtmıştır. Zaten kendisi de büyük bir edebiyat kuşağından gelmiştir. Yazmaktan
ve yaşamaktan yorulmaz ama anlamsız seslerden yorulduğunu hissettiği için öykü
yazmaya hüküm giymiştir adeta! Bu güzelim öyküler, yüzünde maskeyle dolaşan ve
kalbi taş kesilmişler için yazılmış. Fügen Kıvılcımer, öyküyle nişanlı,
resimle söz kesmiş, şiirin elinden tutan, edebiyatın kalbine aydınlık ruhunu
iliklemiş, incinmelerin yol arkadaşıdır ve bir onurdur onunla yan yana
yürümenin güneşli yolculuğu…
(Engin Turgut
/Cumhuriyet Gazetesi Kitap Eki /
23.12.2011)
Asıl
suçlu dudağındaki kırmızı ruj. Nereden bilsinler o kırmızının hangi
kırılganlığı örttüğünü? Yine nereden bilsinler sabahları yüzünü yıkar yıkamaz o
ruju sürdüğünü? Gülde göz kamaştıran kırmızı, senin dudağında neden eğreti bir
yosma? Gençliğinde de az uğraşmamışlardı örgüt arkadaşların. “Beni böyle kabul
edin” diye yırtınmış, zorlu bir savaş vermiştin. O zaman vazgeçemediğin kırmızı
rujundan, şimdi mi… Hadi canım sen de! Yemek yerken silinmiştir. Tuvalete gidip
tazelemeli… Yanlış yorumlarsa! Ayy! Nasıl yorumlarsa yorumlasınlar, yürü!
* Masa, sayfa 9
Sabah uyandığımda denizi görmek
istiyorum derdim sürekli. Sanki dünyayla aramdaki uyumsuzluğu azaltan bir köprüydü
deniz. Annem de bir tutku gibi algıladığı bu isteğime özenle yaklaşır, denize
bakan bir evde oturmam için dua ederdi çoğu kez. Sayrılığı nedeniyle
konuşamadığı zorlu günlerinde ise “sağ ol” yerine bu dileğini ellerini dua
edercesine kaldırarak yinelerdi. Acımasız bir kışa dönen yaşamı, bedenini terk
eden kaslarına yenik düşmüş ve ardında üstesinden nasıl geleceğini bilmediğim
bir boşluk bırakarak yitirmişti.
Denize Bakmak, sayfa 14
*
Kar
yağıyordu. Son yıllarda hemen eriyiveren kar bu kez tutmuş ve İstanbul, görkemli
bir beyazlığa bürünmüştü. İnsanlar tanıdık kış görüntülerini yaşıyorlardı.
Yani, geciken otobüsler, duraklarda üşüyerek bekleşenler, tıkanana yollar… O,
bir avuç sisin içinde, yüreğindeki gümbürtünün eşliğinde yürüyordu. Ne çok
sevdiği karın yağışını, ne İstanbul’un görkemini, ne de yaşananları görüyordu.
Kar, acıtan bir yol bulmuş beynime yağıyordu sanki. Gözlerinin altında
morluklar, kış güneşinin solgunluğunda, içinde nedensiz bir ölüm korkusu, kendi
kendine söyleniyordu : “Kalan eşyalarımı alacakmışım ha! Hangi eşyalarımı… Beş
para etmez donlarımı, sutyenlerimi mi? Neyim kaldı orada, aşkımdan, emeğimden
anılarımdan başka? Telefonda ‘gelip
alabilirsin’ diyen buz gibi sese karşın, ne umuyorum, ne bekliyorum, neden
gidiyorum bugün o eve? Sonsuzmuş gibi görünen beraberliğimizden arta kalanları
toplamaya mı? Ah akılsız kadın ne kaldı toplanacak, ha, ne kaldı? Öldüremediğin
tutkun mu, kadınlık gururun mu? Hep üzülecek nedenler arar, dahası, yoktan var
ederdin. Al işte, al sana gerçek bir
acı… Nasıl baş edeceksin ha, nasıl? Unutarak mı? Hiç sanmıyorum o güzelliği, o
ruhsal ve tensel uyumu yaşayıp unutabilmeyi. Onsuz yaşamak… Bomboş, ruhsuz ve
sürekli kanayarak… Bir de onu, bir başka kadınla el ele, kol kola gördüğünü
düşün. Hele ona süzgün, sana domuz gibi bakan, o kıskanç karılardan biriyse
yanındaki…” Birden, çiğ bir acı ruhunu ısırdı. Suçluluk duygusuyla üşüdü. Bütün
bu olasılıkları, geleceği tümüyle usundan çıkarmak, şu anın içinde yitip gitmek
istedi… “Nasıl öngöremedim boşlukta böyle asılı, bu denli umursamaz kalacağımı?
Neydi o hırçınlık, ödün vermez tavırlar, tartışmalar. Tamam, ben düşüncesiz ve
yanlış davrandım. Ya onun yaptıkları, söyledikleri yenilir yutulur gibi miydi?”
Anılarda Öl(dür)mek sayfa 38
*
Az sonra yağmur başlayacaktı. Gri bulutlar
yoğunlaşmış, öğle sonu olmasına karşın ortalık kararmıştı. Kadın şemsiyesini
unuttuğu için kendine kızıyor, eve nasıl döneceğini düşünüyordu. “Taksiye
binsem dünyanın parası, üstelik taksi de bulunmaz yağmurda. Acaba izin istesem,
kalkıp gitsem ayıp olur mu? Olur ya, o kadar yoldan geldi adam. Ne yağmur ne
şemsiye… Yine içine kaçıp saklanmak istiyorsun anlaşılan. Artık çok geç, hem
bak, senin arayıp da bulamadığın konular, daha ne istiyorsun, otur oturduğun
yerde” ikircikliğinde adamı yarım yamalak dinliyordu. Adam, coşkuyla konuşuyor,
sanattan, insanın ruhsal iniş çıkışlarından, çelişkilerinden söz ediyordu.
(…)
Adam ayrı bir konuya geçmiş, postmodernizmle kapitalizmin ilişkisini
anlatıyordu. Kadın damdan düşercesine : -Sizce, kendine rağmen yaşamak ya da
yaşayamamak nasıl olur?
Kendini Karşılamak, sayfa 44- 45
*
Pazar
alışverişlerini erken bitiren ev kadınları, aşksız sevişmelerin ağırlaştırdığı
naylon torbalar taşıyor, ölmüş düşlerini terliyorlardı… Bakışlarında bahardan
yoksun bir güneş, akıllarında kaç lira harcadıkları, hangisini önce
pişirecekleri, o turfanda meyvelere çok para verip vermedikleri… Başlarına
vuran baharla okul kaçkını oğlanlar, kızlar aylak aylak dolaşıp gülüşüyorlardı.
Nasıl olsa geçmek nedir bilmeyen “bol zamanlar dönemi”ndeydiler.
(…) Az önce okulu kırmış çocukları,
pazardan gelen ev kadınlarını gördüğümde; kendi öğrencilik yıllarımı,
yapılmamış ödevlerimin bulantısını, (…) babamın kafama inmeye hazırlanan elini,
ev kadınlığım döneminde ise ev içlerinde daralan ruhumu anımsamış , “dikkat
tehlike var” tabelasının önündeymiş gibi ürpererek kaçmak istemiştim… Kim
bilir, belki de o çocukların tamamlanmamış ödevleri yoktu, erinçle aylaklık ediyorlardı.
Ev kadınları da sevinçle taşıyorlardı aldıklarını, işlerini bitirip, gideceği
komşusunda yiyecekleri pastaları, börekleri, edecekleri laklakları, gece ise
aşkla sevişeceği erkeğini düşünüyor olabilirlerdi. “Ya sen! Yüzün eskidi, tenin
kırıştı, hep bir eksiğin ardında koştun. Yaşamla, kendinle oynadığın sonsuz bir
körebe oyununda kırılıp dökülerek yok olacaksın. Hadi bir değişiklik yap,
rahatla, gir şu kahveye” diye içimden geçirirken bir masaya oturmuştuk bile.
Canım Sıkılıyordu, sayfa 20
Fügen;
kentli, okuryazar seviyesi yüksek, yazının gizine ulaşmış bir öykücü. Kitapta
yer alan mekânların, kişilerin, yan kişilerin ve ilişkilerin büyük bir bölümünü
biliyorum.
Fügen’le yaklaşık çeyrek yüzyıldır tanışırız, arkadaşlık ederiz. Buna karşın,
bana ‘yeni’ geldi Fügen’in öyküleri. Yeni duygular, yeni alanlar duyumsarım
yazdıklarında.
Fügen, öncelikle şairlerin
dostudur. Hemen bütün İkinci Yeni şairlerini tanır. Cemal Süreya’nın, Ece
Ayhan’ın, Tevfik Akdağ’ın dostudur. Arif Damar’ın dostudur, Ahmet Necdet’in
dostudur. Daha pek çok şairin, farklı anlayışlardan, farklı kuşaklardan pek çok
şairin dostudur; benim de dostumdur.
Fügen’in şairlerin yanı sıra
ressamlarla da yakın diyaloğu olmuştur. Burhan Uygur’un, Erol Bilgin’in, Cihat
Burak’ın ve daha pek çok önemli ressamın arkadaşıdır. Onun tanıdığı, arkadaşlık
ettiği ressamların bazılarıyla benim de arkadaşlığım vardı. Örneğin Burhan
Uygur’u hem insan hem şair olarak severdim. Portremi yapmıştı ve birkaç desen
çizmişti benim için, bunları muhafaza edemediğime üzülüyorum. Ancak şu da bir
gerçek ki iyi ve sağlam dostluklar, iyi birer sanat eseridirler ve hiç
kaybolmuyorlar.
Kısaca Fügen; şiirle, resimle,
tiyatroyla iç içe yaşamış, bu çevrelerin içinde devinmiş bir entelektüeldir. O;
sabah gazetesini alacak, aylık kültür sanat edebiyat dergilerini alacak, günlük
gazetelerin kitap dergilerini alacak, gündemdeki kitapları, ama içeriği ve
anlamı olan kitapları alacak, okuyacak, düşünecek, olanı biteni
sorgulayacaktır.
Sanatçılarla ve dolayısıyla sanat
çevresiyle yakın iletişimde, ilişkide olan bir insan olarak ‘sanat ile sanatçı’ , ‘delilik ile delirmek’
, sorunsalına yaklaşır ve şu kuşatıcı soruyu sorar : “Delirebilseydin kurtulur
muydun?” Üstelik bunu olağan bir zamanda, her günkü sıradan sıkıntılar,
sorunlar içinden sorar.
Okumadan yazan insanlar tanımışımdır. Sergiye
gitmeden resim yapan, sergi açmaya kalkan ve açan insanlar tanımışımdır. ( Bunu
söylerken hani manken kızlardan biri adı Tülin Şahin miydi neydi işte o, “ Hiç
kitap okumadım ama bugünlerde kitap yazıyorum!” demişti ya onları kastetmiyorum
elbette) .
Bunları gördükçe, Fügen’in
‘kitapsız’ oluşu beni üzmediği gibi, öykülerini kitaplaştırmasının beni
sevindireceğini biliyordum. Öyle de oldu.
Fügen böyle dolu dolu yaşayan biri.
Bu yaşantının tanığı olan biri olarak elbette ki ondan iyi şeyler üretmesini
beklemiş ve istemişimdir. İşte bu oldu!
Fügen Kıvılcımer “Canım Sıkılıyor”
adlı öykü kitabında gerçek bir öykü şöleni sunuyor bize. Yazımın başına
paragraflar aldım öykülerinden. Bunu şunun için yaptım: Yazımın ‘arkadaşa övgü’
yazısı olarak algılanmasını istemediğim için. Birkaç öyküsünden aldığım
paragraflar bile okuyucuya, yazar ve öyküsü hakkında ipucu verecek
niteliktedir. Anahtar niteliktedir hatta. Çünkü yazarın öykülerini iyi bir
işçilikten geçirdiğini görüyoruz; aynı zamanda iyi bir ustalık da görüyoruz
öykülerinde.
Fügen Kıvılcımer’in öyküleri
öncelikle tematik bir bütünlük taşıyor. Rastgele konu seçimleri, sıçramaları
olmadığı gibi sarkan tek bir öyküsü, tek bir paragrafı, tek bir sözcüğü yok. O
öykü dünyasını yani yazı dünyasını kurmuş bir insan. Yukarıda da konu ettiğim
gibi yazarın dünyaya bakışı, insana, insan ilişkilerine bakışı sorgulayıcı,
eleştirel bir yaklaşım taşıyor. İnsan ilişkilerine, kadın erkek ilişkilerine,
bütün bir aile ilişkilerine bu noktadan giriş yapıyor. Kimi zaman duygusallık
ağır basıyor bazı öykülerinde; ancak bu diri bir duygusallık; yazar ardından
hemen bir sorgulayıcı tavır ediniyor. Masa adlı öyküdeki paragrafa bir bakalım:
Yazar bir rujdan nerelere kadar gidiyor ve nasıl kırılgan? Ancak bu
kırılganlık, diri bir kırılganlık. Toplumun genelinde görülen tutuculuk,
kınayıcılık, yazarın öykü kişisine / kişilerine zorluklar yaşatıyor elbette.
Ama öykü kişileri, bu ellerine fırsat geçtiğinde her türlü yalana ve yanlışa
hazır bu ikiyüzlü, maskeli yaratıklara pek de aldırıyor değiller. Yalnızlık
yaşıyorlar, anlaşılamamanın kederini yaşıyorlar; ama kendilerinden geri adım
atmıyorlar. Kısaca Fügen diri bir kırılganlığı yazıyor. Denize Bakmak adlı öyküdeki
paragrafa bakalım ki öykünün ilk paragrafıdır bu. Bir paragrafta ve konuları
birbirine karıştırmadan, birbirinin içinde boğmadan ne çok şey anlatıyor Fügen
Kıvılcımer.
Öykülerde önem verdiğim bir
başka yan; yazarın hem kendıne hem de hayatımızı zorlaştıran ‘yarı aydın’ /
‘olmamış’ insan kalabalığına bile anlayışla yaklaşması. Daha doğrusu bütün bu
taslak kalabalığın gene de bir ‘insan’ kalabalığı olduğunu, bir ‘insan’ taslağı
olduğunu atmosfer olarak okuyucuya sezdiriyor. Hem eleştirisini getiriyor hem
de onları anlamaya çalışıyor. Bu hümanist tutum benim önem verdiğim bir
tutumdur.
Öykülerini okudukça, iyi ki geç
kaldın Fügen, diyorum.
Öykülerini okudukça,daha önce
neredeydin Fügen, diyorum.
İyi şeyler karşısında böylesi
çelişkileri yaşarız hep. Sanat dediğimiz, edebiyat dediğimiz biraz da
birbiriyle çelişen parçaların, bir dil, bir söylem, bir uyum içinde
bütünleşmesi değil midir?