Romancı (D. 5 Mayıs 1895, İstanbul - Ö. 16 Ağustos 1945,
İstanbul). Tam adı Mahmut Esat Yesari olup Miralay Fahrettin Bey’in oğludur.
İstanbul Lisesinde okurken fark edilen resim yeteneğini geliştirmesi için
Sanayi-i Nefise Mektebine (Güzel Sanatlar Akademisi) verildi (1914). Ancak
Birinci Dünya Savaşı başlayınca yedek subay olarak Çanakkale Cephesi’ne gitti.
Savaştan sonra İstanbul’a dönerek basın hayatına girdi. Çok sayıda gazete ve
dergide yazarak hayatını kalemiyle kazandı. Yakacık Sanatoryumunda veremden
öldü. Çamlıca’daki aile mezarlığında toprağa verildi.
Karikatürleri, mizah yazıları, tiyatro eleştirileri ve hikâyeleri Gıdık
(1910), Diken (1918-19), Yarın (1921-22), Reşat Nuri Güntekin ile
birlikte çıkardığı Kelebek (1923-24) ve 1934 yılından itibaren daha çok Yedigün
dergilerinde çıktı. Sade bir dille yazdığı hikâye, oyun ve romanlarıyla,
özellikle Çoban Yıldızı (1925) romanıyla tanındı.
“Mahmut Yesâri’nin vücudunu çok hırpalayan coşkun ve nizamsız bir
hayat tarzını sevmesi, ruhunun yalnız beden denilen mahbese değil, bütün bir
cemiyet ve dünya yapısına karşı yarı şuurlu isyanının da neticesidir. Yarı
şuurlu, çünkü tam olsaydı, bu köpürüş, onun mizacında ısırgan bir istihza ve
eserinde romantik bir merhamet halinde kalmıyacak, ya sosyal ideallerin
meşalesi halinde bir heyecan, yahut onları bir fikirler nizamı halinde
sistemleştiren bir tefekkür bünyesi doğuracaktı. Kendi kendinden başka yakacak
şey bulamıyan bu ateş, ocağını yıkarak söndü. Hedefini tâyinde zorluk çeken her
ruh isyanının kaderi.
“Roman anlayışlarımız çok ayrı olduğu için görüş ve inşa tarzından
ziyade kendisini san’atkâr ve insan yapısile sevdiğim Mahmut Yesâri’nin ölümü,
Türk edebiyatını ve gazeteciliğini benzeri az bulunur bir rikkat ve fazilet
örneğinden mahrum bıraktı.” (Peyami Safa)
“Durmaksızın yazdığı romanları bilhassa yerli ve popüler roman
seviyemizde bir terakki kaydetmiş mahsullerdir. Bunlar arasında Çoban Yıldızı,
Ak Saçlı Genç Kız ve bilhassa Su Sinekleri ve Tipi Dindi isimli eserleri,
roman edebiyatımızın üzerinde ehemmiyetle durabileceği; cemiyet hayatımızın
kuvvetli, realist sahneleriyle dolu verimleridir. Umumiyetle aşk maceraları,
kadın-erkek yakınlaşmaları etrafında yazılan bu romanlarda hissi ve romantik
sahnelerden ziyade, mütelevvin bir cemiyetin hayatın karikatürize eden, meraklı
ve realist özellikler vardır.” (Nihad Sami Banarlı)
“Babıâli kalemleri vardır. Günlerine yetişmeye çalışan, yazı
emekleri sömürüldüğü için bir yerine iki yazmak zorunda kalan, gerçekçi
tutumlarıyla dikkati çekseler de, çalışkanlıklarını özenle destekleyemeyenler;
Mahmut Yesari. Bu insanın ürünlerinin gereğince olgunlaşmaması, şüphesiz onun
suçu değil, içinde bulunduğu ortamın zorlayıcı etkileri yüzündendir,
yakınılır.” (Rauf Mutluay)
“Mahmut Yesari’nin iddiasız, çekimser bir tevazu ile ortaya
koyduğu eserlerinin, Cumhuriyet’ten sonra yetişen nesillerin roman zevklerinin
yükselmesinde etkileri olduğu bir gerçektir. Eserlerinde bazen salon
romanlarına has eski tipler ve bölümler, tefrika romanlarına has forma doldurma
amacıyla şişirilmiş bölümler bulunmakla birlikte, onun, çoğu zamanlar çağının
toplum sorunları üzerinde durduğu, halkın yaşayışına yöneldiği de
görülmektedir. Yazarlığının dikkate değer yanı, konuları ve tiplerinin çok çeşitli
olmasıdır. Onun, çalışma, araştırma, gerçekçi gözlem gücünü gösteren bu yanı,
hemen her eserinde kendini gösterir.” (Tahir Alangu)
ESERLERİ:
ROMAN: Çoban Yıldızı (1925), Çulluk (1927),
Pervin Abla (1927), Ak Saçlı Genç Kız (1928), Geceleyin Sokaklar (1929),
Bağrıyanık Ömer (1930), Kırlangıçlar (1930), Su Sinekleri (1932),
Bahçemde Bir Gül Açtı (1932), Kalbimin Suçu (1932), Ölünün
Gözleri (1933), Sevda İhtikârı (1934), Aşk Yarışı (1934), Bir
Kadın Geçti (1934), Kanlı Sır (1935), Yakut Yüzük (1937), Dağ
Rüzgârları (1939), Tipi Dindi (1939), Sağnak Altında (1943),
Bir Aşk Uçurumu (1943), Gece Yürüyüşü (1944).
HİKÂYE: Yakacık Mektupları (1938).
OYUN-TEMSİL (İstanbul Şehir Tiyatrosunda oynandı ve basıldı): Ayrı
Oda, Çürük Merdiven, Sancağın Şerefi, Asrî Hülyalar, Soyulan Hırsız (1928),
Karga ile Tilki (1928), Sütten Ağzım Yandı (1932), Kâhya Kadın (1931),
Sürtük (1937), Antika Tablo, Fener Nöbeti (1939), Hanife Hanım
Hizmetçi Arıyor, Kaplıca Oteli (1939), Müthiş Bir Hastalık (1939),
Pencereden Pencereye (1939), Bir Hayal Kırıklığı (1961), Hasbahçe
(1961), Kazma Kuyuyu (1961), Tavsiye Mektupları (1961), Serseri
(1964).
ÇEVİRİ: Kayıp Yüzünden Kazanç (1936), Yalı Uşağı (M.
Pagnol’dan, oyun, 1940), Erkek Güzeli (1941).
KAYNAK: Nihat Sami Banarlı / Resimli Türk Edebiyatı
Tarihi (1948), Tahir Alangu / 100 Ünlü Türk Eseri (1974), Rauf Mutluay / 50
Yılın Türk Edebiyatı (1976), Peyami Safa / Objektif: 6-Yazarlar Sanatçılar
Meşhurları (1976), TDE Ansiklopedisi (c. 8, 1976-98), Atilla Özkırımlı / Türk
Edebiyatı Ansiklopedisi (1982), Seyit Kemal Karaalioğlu / Resimli Türk
Edebiyatçılar Sözlüğü (1982), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü
(18. bas. 1999), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (gen. 6. bas.
1999), Feridun Andaç / Edebiyatımızın Yol Haritası (2000), TBE Ansiklopedisi
(2001), Mehmet Nuri Yardım / Edebiyatımızın Güleryüzü (2002), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli
Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas., 2009).
Hastanenin arka tarafındaki köşkün
balkonunda dokuz, on yaşlarında bir çocuk duruyordu.
- Misafir mi var? dedim. Muhasebeci,
balkona, şöyle bir göz attı:
- Ha! Dün akşam geldi, hasta... Ve
sesini yavaşlatarak yürüdü:
- Annesi, bıraktı gitti... çocuk...
ağlıyor.
Çocuk, kendisini konuştuğumuzu
sezmiş gibi, içeri girmişti.
Akşamüstü, ortalık kararırken,
bahçede dolaşan muhasebeci, kederle içini çekiyordu:
- Çocuk, çok ağlıyor... Ne yapmalı,
bilmem ki...
- Elden ne gelir? -Hiç!
Ertesi sabah, çocuğu, köşkün sol
tarafındaki sundurmaya konmuş büyük kanarya kafesinin önünde buldum.
İdare kâtibinin cins kanaryalarını
koyduğu bu kafes, kapakları kapanınca büyük erzak dolabına, kapakları açılınca
da cins tavuk yetiştirilen kümeslere benziyordu.
Kanaryalardan döl almak isteyen
idare kâtibi, kafesin altı bölmesine dişili erkekli çiftleri kapamıştı. Kafesin
yukarı bölmesinde, geçen yıl eşi ölen beyaz dişi kanarya ile. başka bir dul
kanarya kalmıştı. Bu iki garip kanaryacık, aşağı kattaki mutlu çiftlerin
cikciklerini, çırpınışlarını duyuyor, boynu bükük ötüşüyorlardı.
Çocuk, kafesin karşısındaki yeşil
bahçe kanapesine oturmuş, kuşlara dikkatle, merakla bakıyordu. Yanına
oturduğumu görünce sordu:
- Neden bu iki kuş ayrı?
Baktım; üst
kattaki iki garip kanaryayı gösteriyordu. Çocuğa anlatamayacağımı aklım
kesmişti:
- Ben de bilmiyorum. Kuşların
sahibesine soralım, dedim. Çocuk, öğrenmek istiyordu:
- Bunlar aynı cins kanaryalar değil
mi?
- Onu da bilmiyorum, yavrum!
- Peki, bunları niye ayırmışlar?
- Bilmem!
Çocuk, bilgisizliğime acıdı mı,
nedir; fazla sormaktan vazgeçti, sustu. Biraz sonra, idare kâtibi görünmüştü:
- İşte, dedim. Kanaryaların
sahibinden sor: Çocuk, hemen ona döndü:
- Bu iki kuşu niye ayırdınız?
O sırada, kafesin içindeki küçük
yuvalardan birinde duran bir dişi kanaryaya bir erkek kanarya gagasıyla yem
veriyordu; idare kâtibi, keyfe gelmişti:
- Bak, dişisini nasıl besliyor...
Artık yavrular çıkana kadar, böyle besler. Çocuk, daha dikkatle doğrulmuş
bakıyordu:
- Buradaki kuşlar; hep ana-baba,
değil mi?
İdare kâtibi, kafesin içindeki kuru
dal ağacın çevresinde kanat çırparak ötüşen kanaryalardan gözlerini
ayıramıyordu:
- İçlerinde ana da vardır, baba da
vardır. Çocuk, sesi burkularak tekrar sordu:
- Peki, o iki kuşu niye ayırdınız?
İdare kâtibi, neden yanıtlamadı,
bilmiyorum. Çocuk artık sesini çıkarmadı.
Onun, yuvadan ayrılmış kuşları
düşündüğünü ve akşam köründe uyurken, rüyasında onları göreceğini sanıyorum!
Akşam, ortalık kararırken, çocuk,
muhasebe odasına girmişti. Muhasebeciden bir zarfla kağıt istedi, sonra, yazı
makinesinin önünde durdu:
- Yazabilir miyim? Muhasebeci güldü:
- Eğer yazmak biliyorsan yaz.
Çocuk, ayakta, kağıdı makineye koydu
ve yazmaya başladı; ben köşkün önündeki seti dolaşırken, yazı makinesinin bir
saat kadar tıkırdadığını duydum.
Tıkırtılar kesildi; çok geçmedi,
muhasebeci yanıma geldi:
- Çocuk yine ağlıyor.
- Elden ne gelir?
-Hiç?
Sabah, güneş ışıldarken çocuğu
bahçede gördüm, yüzünde ve gözlerinde akşamın karartısı, karanlığı yoktu.
Artık kafesin karşısında durmuyor, konca döken fidanların çevresinde
dolaşıyordu.
Muhasebe odasında, yazı makinesinin
yanında bir zarfla bir kâğıt gözüme ilişti: "Anneciğim... anneciğim...
anneciğim..."
Çocuğun dün akşam yazdığı mektup
olacak. Muhasebe odasında duramadım, çıktım.
Çocukla dost olduk. Bana soruyor:
- Geçen gün gelen o sarışın bayan
sizin bayan mı?
- Evet...
- Bana, çocuk gazeteleri getirdi.
-
Hoşuna gittiyse tekrar getirir.
- Ne zaman gelecek?
- Yarın!
-
Benim annem de, öbür gün gelecek... Bana, film getirecek... Eğer annem
gelmezse, kadeşim gelecek...
Köşkün sağındaki büyük odaya
girmiştim, çocuk da yanımda idi, duvarda asılı barometreye bakıyordum:
- Hava değişik... Yağmura doğru
gidiyor... Yağmur mu yağacak? Aman yağmasın!
Çocuğun annesinin ya da ablasının
geleceğini unutmuştum:
-
Muhakkak değil... belki... yağmur yağmak olasılığı var.... rüzgâr,
bulutları dağıtırsa yağmur...
Çocuk, elimden çekti:
- Bahçeye çıkalım. Bahçede gökyüzüne
bakıyor... Muhasebeci bağırdı:
- Çocuğum, gir içeri... rüzgâr
fazlalaştı, üşürsün.
- Üşümüyorum... üşümem...
Esen yelin, çocuğa umut verdiğini
muhasebeci nerden bilsin! Akşam yine ortalık karardı...
Çocuğun sesi çıkmıyor... Muhasebe
odasının yanındaki odada, sessizce oturuyor. Baktım, gözlerinden küçük
damlacıklar düşüyor.
- Oldu mu bu ya? Ağlamayacaksın!
Öbür gün annen gelecek... Çocuk, cebinden çıkardığı mendille gözlerini
kuruladı:
- Sabahları iyi, hem çok iyi!.. Ama,
bu saatler yok mu? Bu saatler çok fena!
Çocuğa ne yanıt verebilirim? Akşam
garipliği mi nedir -Kendi kendime- eski, unutulmuş bir şarkıyı tutturdum,
söylüyordum.
Yanımda çocuğun sesini duydum:
- Yarın sizin bayan gelecek...
(Mehmet Hengirmen, Türk
Öykülerinden Seçmeler, 2000)
Dedeleri bir tek vav da bütün bir
yazı sanatinin cilveli sihrini yaratan adamlardı. Solaklığı üstünlük haline
koymuşlar ve sülâlelerini bu damga ile meşhur etmişlerdi.
Mahmut, işte bu Yesari'lerdendir.
Onu, ilk defa yarı lokanta, yarı gazino, meyhanemsi bir yerde gördüm. Ben
girdiğim vakit, Yesari ve arkadaşları epey yol almışlar, bir hayli
tütsülenmişlerdi. Taşkın neş'eleri, yüksek kahkahalariyle herkesi kendilerine
baktırıyorlardı. Arada sırada kulağıma çarpan ince nükteler, tatlı kinayelerden
anlıyordum ki bunlar, gelişigüzel bir akşamcı kafilesi değillerdi.Yesari'nin
gür, inadına siyah ve uzun saçları, ikide bir kulaklarından aşarak yüzüne
dökülüyor, kızarmış burnunu, gülen geniş ağzını ayrı ayrı bakan gözlerini
örtüyordu.
Henüz çok genç olduğu halde
alnında derin çizgiler belirmişti. Arasıra bakışlarında kuyulaşan kara bir
uçurum görür gibi oluyordum. Kahkahalar, çılgın bir neş'enin taşkınlıkları
arasında bu bakışlar, meclisden, masadan, bu ispirtolu havadan ayrılarak galiba
başka âlemlere dalıyordu. Dikkat ettim, onları eğlendiren şey, bir masada tek
başına içen bir adamdı. Üstü kapalı sözlerle ona sataşıyorlar ve katıla katıla
gülüyorlardı. Bir aralık adamcağız yerinden biraz ayrıldı. Yesari'nin gözleri
parladı ve meze tabaklarından bir karides alarak, tek başına içenin kadehine
koydu.
Meselenin alt tarafını
anlatmıyacagım. Zaten maksat, Yesari'yi kendine lâyık bir dekor içinde
takdimdi. Bu kadarı yeter. Bu vak'adan epey sonra, bir gün Reşat Nuri ile
birlikte Vakit'e geldiler. Tanıştık. Dağınık, fakat hoş bir konuşması vardı. Meğer
bizim Toplu İğne ve Ömer Rıza ile dostlukları pek eski imiş. Şakalar, nükteler,
fıkra ve hikâyeler birbiri arkasından söküldü. Benim de onunla dostluğum, bir
günde hattâ birkaç saat içinde hayli kıdem peyda etti. Senli benli olduk.
Bu derbeder yaşayış içinde,
Yesari'yi bir kelebek gibi havai sananlar, aldandılar. O, kelebek zevkiyle arı
çalışkanlığını birleştirmenin yolunu bulmuştu. Bir taraftan hikâye yazarken,
bir yandan da gazetelere tefrika yetiştiriyordu. Yalnız bazen tefrikaların
arasına uzun, sürekli cünbüşlerin yorgun aksayışı girerdi. Böyle günlerde
matbaaların telefonları durmadan işler, Yesari'yi en son kimin, nerede gördüğü
araştırılırdı. Olgun tevazuu, gönülsüz efendiliği, yaldızsız, uysal, lâubali
yaradılışı onu bütün tanıdıklarına sevdirmiştir. Nazını da seve seve çekerler.
Eserleri üslûb, tahkiye sanatı,
plan bakımlarından ilk bakışta biraz Reşat Nuri'yi andırır. Fakat dikkatle
bakınca, ikisinin menşurlarındaki ayrılık hemen belirir. Reşat'da masum duygulu
kahramanlarla karşılaşırız. Yesari, daha çetin bir realist kalemle işler.
Yaralı bir nokta görünce, titreyip çekinmez. Bilâkis, yaranın üstüne vura vura
çalışmaktan hoşlanır. Bu, ikisinin arasındaki müşahede sahasının bambaşka
oluşumdadır. Yesari, İstanbul gecelerini, İstanbul geceleri içinde İstanbul
sokaklarını yaman enstantanelerle zaptetmiştir. Doğrusunu isterseniz, bu
zabitin fetihleri andıran büyük çaplı bir hali var.
Onun anlattığı sokaklardan her
gün, her gece binlercemiz geçeriz. Ama hiçbirimizin gözünde bu sihirli adese
yoktur. Sokaklar, ona, hepimizden sakladıkları sırlarını birer birer vermişler.
Göğüslerini açarak dertli derinliklerini göstermişler. Tenha, sapa bir sokak,
kara, nemli bir duvar, kapalı perdelerinin çatlaklarından ışık dilimleri sızan
bir pencere, sallanan bir adam, buğulu camlar, yorgun yosmalar, rüzgârın
getirdiği kopuk cümleler, hep ayrı ayrı şeylerdir. Fakat bu dağınık, bu parça
parça dökülüşün altında, ince bir mimarî, bir mozayik mimarisi var. Bu başka
başka renkte, başka başka hacimde görüş, seziş, kavrayış kırıntıları, bir araya
gelince, hayatın bütün bir parçası doğuyor.
Yesari, tılsımlı bir imbik gibi,
bu ışık ve renk damlalarını süzmüş. Başladığı gün belki ne çapta bir şey
başaracağını pek düşünmemişti. Fakat gitgide bu yolun onu çıkaracağı yüksekliği
anladı ve itinası arttı. Bu sahada Mahmut'a güç yetişilir. Birçokları
observasyon avcılığına çıkmışlar, yorulmuşlardır. Fakat eserlerine koydukları
müşahede harcı, bayağılıktan kurtulmadı. Fikret'in:
Yaşamak
ayrı, görmek ayrı demek
mısraıyla anlatmak istediği şey de işte budur. Birçok insanlar, bir
yerden körlerden daha beter bir müşahedesizlikle geçerler. Realite, eşya ve
hâdiselerin üstünde değil, içinde yaşar. Kabuğu delip öze inemeyenler, yalnız
etiketleri görürler ve realizm yaptıklarına inanırlar. Ne yazık ki bu kuvvetli
istidadın hayli zamandır yeni bir eser verdiğini görmüyoruz. Gerçi hastalık
çekti. Epey yattı ve yorgunluk, kendisine yasak edildi. Belki dinleniyordur.
Yarın belki taze bir kuvvetle tekrar aramıza dönecek.
Umuyorum ki Yakacık misafirliği,
ona dıştan içe geçmenin imkânlarını da vermiştir. Eğer İstanbul'un bir parçası
gibi, ruh ikliminin de bir köşesini aynı kuvvetle yaşatırsa, en güzel eserini
bulmuş olacaktır.
(Edebi Portreler, yay.
haz. Beşir Ayvazoğlu, 1997)