Gazeteci,
yazar, edebiyat araştırıcısı. Yedi çocuk yetiştiren Nasri ve Sabriye Yardım’ın
altıncı evladı. 23 Nisan 1960 tarihinde Siirt merkezde doğdu. İlk ve orta
öğrenimini tamamladıktan sonra 1980’de girdiği İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden 1985’te mezun oldu.
İlkokul
yıllarında edebiyata duyduğu ilgi zamanla arttı. İlk şiiri, 13 yaşında iken bir
İstanbul gazetesinde yayımlandı. 1980’de Köprü dergisinin Menkıbe
Yarışması’nda “Hasiye Nine” isimli yazısıyla birincilik ödülü kazandı. Bazı
yayınevlerinde musahhihlik, redaktörlük ve editörlük çalışmalarını üstlendi.
1979 yılında basın mesleğine girdi. Yeni
Asya, Doğuş, Tercüman, Türkiye, Hürriyet, Bizim
Gazete, Haber Fatih, Orta Doğu, Yeniçağ ve Milat
gazetelerinde çalıştı. Kültür sanat sayfaları hazırladı, yazılar yazıp
röportajlar yaptı. Türkiye Çocuk dergisinin haber müdürü oldu.
1979
yılında başladığı basın hayatını muhtelif gazetelerde 23 yıl devam ettirdi.
Buralarda muhabir, musahhih, redaktör, editör, röportaj yazarı, servis
yönetmeni ve köşe yazarı olarak çalıştı. 1 Eylül 2001 tarihinden 1 Şubat 2016
tarihine kadar Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı’nda çalıştı ve Kubbealtı
Akademi Mecmuası’nın Yazı İşleri Müdürü olarak görevini tamamladı.
Hâlen Milat
gazetesinde haftada üç gün köşe yazısı yazıyor. Damla Yayın Grubu bünyesinde 29
Mayıs 2016 tarihinde İstanbul’da kurulan Mihrabad Yayınları’nın Genel Yayın
Yönetmeni olarak görevini sürdürüyor. Fatih
Kerem (1990) ve Ömer Faruk (1995) isimli iki oğul babasıdır.
Türkiye
Yazarlar Birliği (TYB), Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC), İlim Edebiyat
Eserleri Meslek Birliği (İLESAM), Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği (TDED) gibi
derneklere üye oldu.
Edebiyat
Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği (ESKADER)’ni sekiz arkadaşıyla 4 Mart
2008 tarihinde kurdu, kurucu başkanlığını yaptı, uzun yıllar yönetti.
İmzasının göründüğü dergiler arasında Türk Edebiyatı, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Biyografi Analiz, Sarmaşık, Hece, Yediiklim, Defne, Size Aktüel, Sur, Bizim Külliye, Kitaphaber, Divanyolu ile Şehir ve Kültür de bulunuyor.
Kahraman
Yayınları’nın 44 kitaptan oluşan İslâm Klasikleri’nin, Boğaziçi Yayınları’nın
yayımladığı Şairler-Yazarlar dizisinin, Hikmet Neşriyat’ın 30 kitaptan meydana
gelen Türk Klasikleri serisinin ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından
neşredilen ‘Fethin 550. Yılında İstanbul Şiirleri-Yazıları’ isimli eserin
editörlüğünü yaptı.
İstanbul
Yayıncılık’ın kurucuları arasında yer aldı. Yaşayan ve vefat etmiş pek çok
şair, yazar ve sanatçı hakkında toplantılar düzenledi, bu programlarda
konuşmacı ve yönetici oldu. İstanbul Şehir Tiyatroları Edebî Kurulu’nda iki
dönem görev aldı.
1 Ocak
2017 tarihinden itibaren TRT İstanbul Kent Radyosu’nda Haldun Hürel ile
birlikte Pazar günleri “İstanbul Masalları” isimli kültür sanat programını
sunuyor.
Çeşitli
kurumlar için “Yazı ve Editörlük Kursları” başlattı. Birlik Vakfı MTTB’de ve H
Yayınları’nda bu dersleri veriyor. Web sitesi: www.mehmetnuriyardim.com.tr Elektronik posta adresi: [email protected]
Bugüne
kadar pek çok projeyi hayata geçiren Mehmet Nuri Yardım’ın çocuk kitapları Nar
Yayıncılık’tan, diğer kitapları Çağrı Yayınları ve Mihrabad Yayınları’ndan
çıkıyor. Telif eserleri yanı sıra bazı edebiyatçıların eserlerini de yayıma
hazırlamıştır.
Ahmet Haşim ve Ziya Osman Saba’nın mezarlarının kayıp oluşuyla ilgili haberi (Mezarı Kayıp Şairler) dolayısıyla ‘2000 Yılı Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Kültür Sanat Başarı Ödülü’ne lâyık görüldü. Kayıp İstasyon isimli kitabı dolayısıyla da Türkiye Yazarlar Birliği tarafından “biyografi” dalında “2005 Yılının Yazarı” seçildi. 10 Ağustos 2006 tarihinde kurduğu ve yönettiği www.sanatalemi.net sitesi, TYB tarafından 2007’de “elektronik yayıncılık” dalında Türkiye’nin en iyi sitesi olarak ödüllendirildi..
ESERLERİ:
Araştırma-İnceleme-Röportaj-DenemeHikâye:
Unutulmayan
Edebiyatçılarımız (3. Bas., 2004),
Dersimiz
Edebiyat (3. Bas., 2006),
Halk
Türkülerinden Seçmeler (2006),
Aşina
Çehreler (3. Bas., 2007),
Safahat’tan
Seçmeler (2008),
Kayıp
İstasyon (2. Bas., 2008),
Romancılar
Konuşuyor (3. Bas., 2013),
Halim
Selim Efendi (2. Bas, 2013),
Bâbıâli’de
Hayat (2014),
Edebiyatımızda
Hüzün (2. Bas., 2014),
Şiirimizden
Portreler (4. Bas., 2015),
Kalem
Efendileri (2. Bas., 2015),
Edebiyatçılarımızın
Çocukluk Hatıraları (9. Bas., 2016),
Ziya
Osman Saba Sevgisi (3. Bas., 2016),
İstanbul’un
100 Yayınevi (2016),
İstiklalden
İstikbale (2017),
Kediname
(2020).
Yazı
Masası (2021).
Mizah:
Tarihimizin
Güleryüzü (7. Bas., 2013),
Edebiyatımızın
Güleryüzü (8. Bas., 2014),
Mizahın İzahı
(3. Bas., 2016).
Biyografi-Monografi:
Yahya
Kemal Beyatlı (Cem Atlı adıyla, 1986),
Mustafa Necati
Karaer’e Armağan (ortak, 1997),
Sait
Faik Abasıyanık (3. Bas., 2002),
Ziya
Osman Saba (3. Bas., 2002),
Ziya Nur
Aksun Kitabı (ortak, 2004),
Refik
Halit Karay (3. Bas.. 2005),
Ömer
Seyfeddin (3. Bas., 2005),
Yunus
Emre (2006),
Cahit
Öney Hayatı, Eserleri, Hatıraları (2007),
Mehmet
Âkif Ersoy Hayatı ve Eserlerinden Seçmeler (2007),
Safiye
Erol Kitabı (2. Bas., 2010),
Günümüzün
Karacaoğlan’ı Mehmet Zeki Akdağ (2015),
Ziya
Osman Saba Sevgisi (3. Bas., 2017),
Cancağızım
Ömer (2020),
İstiklal
Marşının Bülbülü Mehmed Akif Ersoy (2021)
Çocuk:
Çocuklar
İçin İslâm Tarihi (44 kitap, 1998),
Doğu
Klasikleri (10 kitap, 1998),
Karagöz
ve Hacivat (Cem Atlı adıyla, 1985),
Keloğlan
Çanakkale Savaşında (2007),
Romancı
Olacak Çocuklar (4. Bas., 2015),
Şair
Olacak Çocuklar (4. Bas., 2014),
Türk
Mânilerinden Seçmeler (2006),
Türk
Ninnilerinden Seçmeler (2006),
Yazar
Olacak Çocuklar (4. Bas., 2013),
Yıldızlarla
Uyumak (3. Bas., 2015).
Yayıma
Hazırlık:
Safahat
(1996),
Yunus
Emre Divanı (2. Bas., 2005),
Altın
Işık - Ziya Gökalp (2006),
Bize
Göre – Ahmet Haşim (2006),
Çağlayanlar
– Ahmet Hikmet Müftüoğlu (2006),
Ömer’in
Çocukluğu – Muallim Naci (2006),
Yalnız
Efe – Ömer Seyfeddin (2006),
Yûnus
Emre - Seçme Şiirler (2006).
KAYNAKÇA: Neleri Okudular? (Zaman, 26.12.1986), Sevinç Çokum /
Unutulmayan Çocukluk (Türkiye, 24.7.1998), Ahmet Özdemir / Tanzimattan Günümüze
Edebiyatçılarımızın Çocukluk Hatıraları (Bizim Gazete, 22.7.1998), Ömer Lekesiz
/ Romancılar Konuşuyor - Mehmet Nuri Yardım (Hece dergisi, Ocak 2001), İhsan
Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001,
2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli
Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas.
2007) - Ünlü Fikir ve Kültür Adamları (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 3,
2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), M. Nuri Yardım /
Edebiyatımızın Güleryüzü (2002), Ahmet Cemil Bedir / Kelâm ve Kalem - Mehmet
Nuri Yardım (Hece dergisi, Mart 2002).
Üç akşam önceydi. Bir televizyon
kanalında Çanakkale konuşuluyordu. Popüler bir yazar şunu söyledi:
"Çanakkale Zaferi''nin dualarla kazanıldığını söylüyorlar. Bir savaş,
dualarla kazanılmaz. Topla, tüfekle kazanılır." Hayret ettim, dehşetle
irkildim. Bir insan, duaya, maneviyata nasıl bu derece karşı olabilir.
Türkiye''de yaşamış, bu topraklarda büyümüş, kulağına Ezan-ı Muhammedî okunmuş,
Müslümanlığın hâkim olduğu bir iklimde yetişmiş bir aydın Türk''ün
mukaddesatına nasıl tavır alabilir? İnanılacak gibi değil. Aslında yazarın bu
duruşu, basite alınacak ferdî bir davranış olarak görülmemeli. Türkiye''de son
yıllarda insanımızın manevî güce ihtiyaç hissetmeden de
"çılgın"lıklar sergileyebildiği anlayışı dayatılıyor. Bu çok yaman
bir aldatmaca, çirkin bir kandırmacadır. Açıkçası maddeci bakışla metafizik
dünyamız karartılmaya, Türk''ün çelikten inancı yüreğinden sökülmeye, temel
dinamikleri örtbas edilmeye çalışılmaktadır. Ama hiç kimse boşuna
heveslenmesin. İnkâr edenler çıksa da Çanakkale ve ardından İstiklal Savaşı
dualar, manevi telkinler ve moral desteğiyle kazanıldı. Camileri tıklım tıklım
dolduran Müslüman Türk milleti buradan aldığı güçle, donatılmış olarak cepheye
koşmuş ve cihana meydan okumuştur. Sadece maddî güçle olsaydı, yedi düvelin
silahı da, askeri de bizden kat be kat fazla değil miydi? Demek ki, onlarda
bulunmayan farklı bir silah vardı bizde. Bu da açık ve net ifadesiyle söylemek
gerekirse iman gücüydü.
Çanakkale fotoğraflarını
seyrettiğimde şerefli milletimizin yüksek karakterini hatırlar, gözlerim
yaşarır; iki fotoğrafı ise unutamam. Birinde, iki Mehmetçik lime lime olmuş
kıyafetlerle, ama vakarla yürüyor. İkincisi mahşeri hatırlatıyor. Asiltürk
dostumdan gelen bu mânâlı fotoğraftaki askerlerimizin, "Çanakkale''de
Bayram Namazı"na durduğu belirtiliyor. Şafakta onbinlerce Mehmetçik huşu
içinde namaz kılıyor. Rablerinin huzuruna çıkmışlar, az sonra da şehadet
şerbetini içecekler. Ve bir dörtlük: "Yakarışa, geçivermişti hepsi de
birden, / İçini döküyordu Hakk''a herkes derinden; / Kuduruyordu mütegallipler
kederinden / Ve emindi Mehmetçik yarınki zaferinden."
Biz eskiden sadece destan
yapardık. Ama şükürler olsun ki, efsanelerimizi yazmaya da başladık. Son
yıllarda yayıncılar en çok yakın tarihle alakalı eserler yayımlıyor. Çanakkale,
Sarıkamış ile Milli Mücadele ve İstiklâl savaşına dâir eserler kapışılıyor.
Yani cihana hükmetmiş, inancıyla en büyük medeniyeti kurmuş olan Müslüman Türk
milletin evlâtlarının yeniden dirilişinin ve ayağa kalkışının unutulmaz hikâyesi
dilden dile anlatılageliyor. Çanakkale''ye dâir ilk güzel romanı kaleme alan
yazarımız, şüphesiz ki Mustafa Necati Sepetçioğlu''dur. Yazarımız, "...Ve
Çanakkale Geldiler", "...Ve Çanakkale Gördüler" ile "...Ve
Çanakkale Döndüler" seri romanlarında, imanın tekniğe nasıl meydan
okuduğunu gösteriyor. Ölüme aşk ve şevk ile koşan kahraman delikanlıların nasıl
bir ruh sahibi olduğunu anlatıyor. Romanlarıyla nesillere tarih şuuru veren
Sepetçioğlu''nun hem Çanakkale kitaplarını hem diğer bütün eserlerini İrfan
Yayınları''ndan edinmek mümkün. "Şu Boğaz Harbi" (Gonca) ise Ekrem
Şama''nın eseri. Metin Martı''nın yayıma hazırladığı "Çanakkale
Hatıraları" (Arba) dört komutanın hâtıralarından oluşuyor. Orhan
Bayrak''ın "Çanakkale Savaşları" (Bir Harf Yayıncılık) da bu sahada
önemli bir inceleme olarak dikkat çekiyor. Bir diğer önemli eser, İsmail
Bilgin''in "Çanakkale İçinde Vurdular Beni" (Erdem) adını taşıyor.
Bölgeyi çok iyi bilen, derin araştırmaları ve zarif üslûbuyla takdir edilen
Bilgin, romanında "vatan için, millet için, Kur''an için çarpışan"
serdengeçtiler neslinin göz yaşartan menkıbelerini âdeta yaşatıyor. "Son
Kahramanlar" (Timaş) ise Recep Şükrü Apuhan''ın eseri. Apuhan,
Sarıkamış''ta, Gazze''de, Galiçya''da, Yemen''de, Medine''de ve Kurtuluş
Savaşı''nda kanlarını oluk oluk akıtan şehit ve gazi Mehmetçiklerin insan
havsalasını zorlayan kahramanlıklarını bize hatırlatıyor. Vehbi Vakkasoğlu''nun
"Bir Destandır Çanakkale"sinde altı asırda üç kıtaya hükmeden şanlı
Osmanlının son zaferini ve İstiklal harbimizin habercisini sunuyor okura.
"Yedi Düvel"in "hasta adam" dedikleri Osmanlı Türkü''ne son
darbeyi vurmak isterken kazdıkları kuyuya düştükleri yeri işaret ediyor.
Yüzbinlerce şehidin kanıyla sulanan aziz ve mübarek vatan toprağının kokusunu
hissettiriyor. Düşmanın bile kahramanlığını, insanlığını övdüğü Mehmetçiğin
yazdığı destanı coşkuyla dile getiren "Bir Destandır Çanakkale"
(Nesil) büyük takdiri hak ediyor. Ve Mehmed Niyazi''nin gönüllere akıveren ve
bir destan tadında okunan, Türkiye''de tarih şuurunu yeniden canlandıran ve
Çanakkale sevgisini milletimizin gönlünde bir çıra gibi tutuşturan
"Çanakkale Mahşeri" (Ötüken) romanı. Hâlâ okumayan varsa, Çanakkale
Zaferi''ni zor idrak eder; onun bir savaştan ziyade heyecan, iman, aşk, tutku,
silkiniş, diriliş, hamle, tavır, irade, gayret meselesi olduğunu kavrayamaz.
"Çanakkale Geçilmez",
şair Fahri Ersavaş''ın, büyük emeklerin, uzun araştırmaların sonucu derlediği
bir şiir antolojisi. Şaheserler güldestesi. En güzel duygular, en manidâr
heyecanlar... Yüreklerdeki asaletin, ruhlardaki samimiyetin mısra mısra şiire
dökülüşü. Ve, Çanakkale''yi en mükemmel şekilde tasvir eden, o heyecanı bize
taşıyabilen büyük şair Mehmet Âkif''in ölümsüz mısraları: "Sen ki, a''sâra
gömülsen taşacaksın.. Heyhat, / Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât.. /
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber, / Sana âguşunu açmış duruyor
Peygamber." Çanakkale artık bir şehir veya savaş adı değil, Müslüman
Türk''ün sembolüdür. Çanakkale artık Türkiye''dir.
Kültür sanat sitesi: www.mehmetnuriyardim.com
Yeni Çağ, 18.03.2006
Doğumunla aydınlandı dünya,
gelişinle nura boyandı her yer. Suskunlar bekleşmede şimdi. Diller çözüldü
birer birer. Yürekler açıldı sonsuzluğa. Ve yüzyıllar sonra sana sevdalı bir
şair, Mehmet Âkif bülbül olup coştu söyledi: “On dört asır evvel, yine böyle
bir geceydi, / Kumdan ayın on dördü bir öksüz çıkıverdi! / Lâkin, o ne hüsrândı
ki; hissetmedi gözler, / Kaç bin senedir, hâlbuki, bekleşmedelerdi!”
Herkes hissedebilir miydi seni?
Herkes anlayabilir, sevebilir miydi? Aşkı tatmamış, sevgiye kanmamış olanlar
kâinatın yaradılış sebebini nasıl görebilir? Gözler körleşmişse, dudaklar
kilitlenmişse, ruhlar kararmışsa, benizler sararmışsa, akıllar küçülmüşse,
hisler donmuşsa seni nasıl idrak edebilir o insanlar? Çamur deryasına batanlar,
kuyularda dolananlar, zifiri karanlığa alışanlar sana nasıl inanır, ışığını
nasıl fark edebilirdi?
Ayyıldızlı bayrağımızı
şiirleştiren Mevlânâ gönüllü Ârif Nihat Asya’nın “Naat”ı ne kadar muhteşemdir?
Her mısraı inci mercan gibi ışıl ışıl parlar müminlerin yüreğinde: “Seccaden
kumlardı.../ Devirlerden, diyârlardan / Gelip göklerde buluşan / Ezanların
vardı!”
Aşk nedir, sevgili kim? Seven
biziz, sevilen nerde? Beşer aşkına değer mi süzülen hicran yüklü gözyaşları?
Bir sevgili ki, bütün beşeriyete âşık. Herkesi kurtarmak sevdasında. Bir
sevgili ki, aldığı ilahî vahyi ne bahasına olursa olsun tebliğ etmiştir
insanlığa. Çöller engel olamamış ona. Her kum tanesi aşka gelip ilahilerle
eşlik etmişlerdir bu kutlu yolculuğa. Kervanlar koyulmuş yola, elçiler çıkmış
göreve, krallar dâvet edilmiş Hakka. Birken kırk, kırkken bin, binken yüzbin,
milyon ve milyarlar. Gaye, Allah’ın rızası, yaradılanın kurtuluşa ermesi.
Acılar kâr etmemiş bu çelik
iradeye, zulümler engel olamamış soylu ideale? Sevdiklerine seslenmiş önce. En
yakınlarından başlamış çağrıya. Dâvet imana, yani kurtuluşa. Şairler Sultanı
Necip Fazıl asırlar sonra haykırır insanlığa: “Solmaz, solmaz; bu bir renk... /
Ölmez, ölmez; bir âhenk... / İnsanlık; hevenk hevenk, / O’nun ümmetinden ol!”
Ezel takdir etmemişse, berat levh-i mahfuzda yazılmamışsa “ümmet” olmak kolay
mı? Peki dâvâ adamına dikenler kâr eder mi, işkenceler durdurur mu onu mukaddes
yolculuğundan? En yakınlar uzak dururken kendisine, ona kuşlardan bir ordu
kurdurmaz mı yaratan?
Güller açıldı sen geldin diye,
gazeller söylendi ulu meclisinde. Mihraplar, minberler, minareler duaya durdu.
İlahiler coştu kapında. Hasan Basri gibi bülbüller şakıdı rengarenk bahçende:
“Sevdim seni hep cânlara cânan diye sevdim / Bir ben değil âlem sana kurbân
diye sevdim.” Muhsin İlyas adlı bağrı yanık derviş “Na’t-ı Şerif”inde “Bir gönül
mevsimi kapına geldim” dedikten sonra mısralarla inledi, ey sevgili peygamber:
“Zamanın dilinden gönlüme aktın, / Kaç hamı pişirdin, erittin, yaktın, / Beni,
benden aldın, bana bıraktın, / Sevgilim, Sultânım, Efendim benim...”
Nağmeler seni terennüm ettikçe
güzelleşti, kitaplar seni anlattıkça mânâ kazandı. Ay, ağaç ve cümle kâinat
mucizene şaştı. Taşlar bile dile geldi, taçlandı. Şiirler mısra mısra sevginle
mânâ kazandı yüzyıllardır. Tarladaki yaşlı kadının gönlünde adın saklı.
Mektepteki öğrencinin yüreğinde derin sevgin var. Bütün sevgililer, birbirini
sevenler sana bağlı candan. Çünkü sen sevgililer sevgilisin. Ey, “Güzel ahlâkı
tamamlamak için” gönderilen. Kâinatın yaratılış sebebisin sen. Allah’ımızın
“habibi” olmak makamların en büyüğü. Dudaklar adını anmıyorsa neye yarar,
yürekler sevdanda dolu değilse niçin atar? Bir avuç genç “Bir İnsan Olarak
Hazret-i Muhammed”i sunarken insanlığa “Tanıyan sever” dediler. Çok doğru, seni
gerçekten tanıyan sever. Çünkü sen sevilecek birisin. Kendisi için değil herkes
için yaşadın Muhabbetin ve merhametin timsâli bir ulu rehber oldun. Yusuf
Sancaktar’a kulak verelim: “Kişiliği ve niteliği her ne olursa olsun hiçbir
insan O’nun kadar sevilmedi. Hiçbir faninin ölümü geride kalanları O’nunki
kadar yakmadı. Hiçbir yaratılmış vefatının üzerinden bu kadar uzun zaman
geçmesine rağmen hâlâ bu kadar diri ve sevgili olamadı.” (Dosteli Derneği
Yayınları, 0 216 3551128-29)
Şairler yüzyıllar boyunca fani
sevgililerin peşinden koşup durdu. Besteler nâçiz bedenler içindi. Bir hayale
ömür tükettiler ardınsıra. Darbelerden sonra hakikî aşka dönüştü mecazi
tutkular. Hâlbuki ezelî ve ebedî sevgililer vardır. Ki onlar, kırmaz, üzmez,
incitmez. Sezai Karakoç bu ‘büyük ilahi aşk’ın sırrına eren talihli
sanatkârlardandı ve şiirler üstü bir şiir yazdı: “Ey sevgili / Uzatma dünya
sürgünümü benim / Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır / Mezarlardan bile
yükselen bir bahar vardır / Aşk celladından ne çıkar madem ki yâr vardır /
Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır / Hep suç bende değil beni yakıp yıkan
bir nazar vardır / O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır / Sakın kader
deme kaderin üstünde bir kader vardır / Ne yapsalar boş göklerden gelen bir
karar vardır / Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır / Yanmışsam
külümden yapılan bir hisar vardır / Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır /
Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır / Göğsünde sürgününü geri
çağıran bir damar vardır / Senden ümit kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar
vardır / Sevgili / En sevgili / Ey sevgili”
Ey gerçek sevilen! Muhabbete lâyık
olan! Sevgililer sevgilisi! Yüce Peygamber! Seni çok seviyoruz! Sana candan
bağlanan bu mazlum ümmeti mahşer gününde şefaatinden mahrum eyleme! Hepimize
merhamet eyle!
Kültür sanat sitesi:
www.mehmetnuriyardim.com
Yeni yaptığım rengarenk uçurtmamı uçuruyordum gökyüzünde.
Simsiyah bir maden parçası gördüm bir anda. Önce uçurtmamı parçaladı karaltı,
sonra da peydahlandı tepemde. Kendimi kaybetmişim. Derin uğultuların, feryat
figanların ve yakıcı çığlıkların ardında burada, hastanede açtım gözümü. Bu
koğuşta ne çok yatan varmış. Kadın erkek, genç yaşlı, bizim gibi çocuklar.
Doktorlar, hemşireler nasıl da koşuşturuyor ordan oraya. Sol kolum kopmuş,
bacaklarımın altı yok. Yüzüm kan revan içinde. Bir daha top oynayamayacağım
demek arkadaşlarımla. Olsun, zaten ben artık dünyayı da, yaşamayı da sevmiyorum
ki. Cennetteki annemi ve babamı özledim. Ama dünyayı kirleten siz büyükleri
asla affetmeyeceğim!
Hâlbuki henüz doymamıştım misket oynamaya, topun peşinden
daha koşturacaktım oysa. Okuyacağım o kadar güzel hikâyeler, şiirler, romanlar
vardı ki. Ama buna izin vermediniz siz. Kına yakın kanımızla kızıllaşan
ellerinize. Üç ahtapot devlet, şeytan üçgeni oluşturdunuz. Batısından Doğu’suna
anlı şanlı ülkelerin yöneticileri, sizler de sesinizi çıkarmadınız. Zulme rıza
gösterdiniz. Tepemizden gülleler, füzeler, bombalar uçurdunuz günboyu. Geceleri
rüya bile göremedik korkunuzdan. Sapan taşlarımızla direndik, tanklarınıza
karşı bedenlerimizi siper ettik. Ama siz acımadınız, ezip geçtiniz bizi. Bugün
Gazze’deyim, Beyrut’tayım. Adım Yasir. Dün Grozni’de Şamildim, Bosna’da
Aliya’ydım, Bakü’de Elçibey’dim, Güneydoğu’da Mehmet’tim, Kerkük’te Rıza,
Afganistan’da Ahmet, Türkistan’da İsa Yusuf’tum. Bağdat’ta Hüseyin, Keşmir’de
İkbal’dim. Her cephede bir parçamı kopardınız, bir uzvumu kesip alttınız acımasızca.
Hep direndim onurumla size karşı. Gözyaşlarımı görmediniz, sesimi duymadınız.
Çünkü körleşmiş, sağırlaşmıştınız.
Sahte barış projeleriniz sizin olsun. Kinden ve öfkeden
örülü dünyanızı sevmiyorum. Siz masumiyeti de katlettiniz. Keyfinize bakın
bundan sonra. Yazlıklarınızda zevklenin, yatlarınızda eğlenin, konforunuza aman
dikkat edin. Yeni cihazlarla donatın villalarınızı. Sonra mabetlerinizde günah
çıkarın. İnsan diye, adam diye dolanın ortalıkta. Kalbi huzur içinde olan siz
Müslümanlar! Sıcak yaz akşamlarında coca cola’larınızla serinletirken içinizi,
benim yarı vücudumdan sıcak bir şey akıyor durmadan. Kanımı durduramıyorlar.
Medeniyet bu mu? Çocukları katletmek mi sizin
uygarlığınız? Henüz açılmamış goncaları orakla biçmek mi insancıllığınız? Ey
dünyalı büyükler, sizin hiç mi çocuğunuz olmadı. Hiç mi sarılmadınız yavrunuza.
Acıma duygunuz gelişmedi mi, merhametten bu kadar mı yoksunsunuz? Hâlbuki ne
güzel dünyalar vaat etmiştiniz. Ne güzel nutuklar atardınız barıştan, sevgiden,
özgürlükten yana. Çağdaş bir dünyayı kurarken çocukları hiç mi hesaba
katmadınız.
Canım acıyor anne. Korkmuyorum aslında ölümden. Çünkü
sevdiğim sizler Cennettesiniz. Bir çok arkadaşım da öldü zaten veya ağır
yaralandı. Yaşamanın ne tadı var bundan sonra. Artık tarlalarda
koşturamayacaksam, bahçelerde hür kuşlar göremeyeceksem, mescitlerimizin
halıları üstünde uzanamayacaksam, ne anlamı var hayatın. Gözyaşlarım kurudu
ağlamaktan, bedenim hiçbir şey hissetmiyor. Taşlaşmış bir dünyanın ilgisiz ve
sevgisiz büyüklerini anlamıyorum. Suyumuzu bile kestiler, çorak topraklarımıza göz diktiler. Yeşil
alanlarımıza el koydular umarsızca. Birkaç çadırımızı çok görüp başımıza
yıktılar. Şimdi sığınacak ne yerimiz var, ne yurdumuz. Hastane köşelerinde
inlerken, ölümü bir kurtarıcı gibi bekliyoruz.
Seni de çok özledim baba! Sana sarılmaya, sana sığınmaya
o kadar ihtiyacım var ki. Çok hoyrattı insanlar. Acımasızdı. Hayasız bir akın
düzenleyip kıydılar her birimize. Sana kavuşacağım için o kadar mutluyum ki.
Çocukluğumda âşık olduğum nazlı bir şehirdi Diyarbakır. Bu âşinalık devam edip geliyor. 1965 yılı olmalıydı. Rahmetli büyük yengemi gelin olarak almak üzere yola çıkmıştık ailece. O taş ve esrarengiz evlerde gece uyurken akrep korkusu yaşamıştık. Buna rağmen kısa misafirliğimizde bile biz çocuklar, târifsiz heyecanlar duymuştuk. O rüyalara karılmış çocukluk hülyalarını, çocuk romanım Yıldızlarla Uyumak’ta anlattım. Gönlümde taht kuran illerden biri oldu Diyar-ı Bekir. Onu hiçbir vakit unutmadım. Ulu, Nebi, Hüsrevpaşa, Ali Paşa, Behram Paşa, Melek Ahmet Paşa, Nasuh Paşa, Hazret-i Ömer ve Fatih Paşa (Kurşunlu) camileriyle, sahabe türbeleriyle bu heybetli ve haşmetli şehir, zarif bir il olarak gözümde ve gönlümde serpildi, büyüdü. Bir büyülenme miydi yoksa benimkisi bilemiyorum, zira şimdi de her gidişimde çok garip bir hayal dünyası içine girer, bu ziyaretlerden destansı bir tat alırım.
Bu hislerle hatırladığım Güneydoğu’nun incisi Diyarbakır bugünlerde yürekleri paralayan acı haberlerle gündemde. Yine de bir başka şekilde anmak istiyorum bu güzel şehrimizi. İhsan Işık’ın beş ciltlikDiyarbakır Ansiklopedisi ile. Ömrünü kıymetli araştırmalara, ansiklopedik eserlere hasretmiş bir ulu yüreğin sahibidir İhsan Işık. Bilgi, resim, gravür ve fotoğraf hazinesi bu üstün esere de çok emek vermiş. Mesudiye Medresesi, Sarı Saltık Türbesi, Özdemiroğlu Osman Paşa Türbesi, Hasan Paşa Hanı…. Bitmiyor ki! Devam ediyoruz: Artukoğulları Sarayı, Dicle Köprüsü, Eğil Kalesi, Osmaniye Kalesi… Şehrin meşhur surları, Urfa Kapı, Mardin Kapı. Ve adına türküler yakılan ilçeler, kasabalar, köyler. Çerşik, Cüngüş, Ergani, Hazro, Lice.
Diyarbakır’da manevî iklim hâkimdir. Sur’da teröristlerin saldırılarından kaçıp başka şehre göç eden yaşlı vatandaşımızın göğsünde, kesesiyle Kur’an-ı Kerim duruyordu. İlçeler de tarihî zenginliklerle dolu. Silvan Selahaddin Camii, Silvan Kalesi önemlidir. Adına türküler yakılan Malabadi Köprüsü’nün, Silvan Köşkleri ve Konakları ile Mira Mezarlığı görülmelidir. Sahabe Sultan Sa’saa Türbesi, Taceddin Mescidi, Hasan Paşa Hanı, Sultan Şücaeddin Türbesi, Allame Subh-i-î Amîdî. Kafkas Kartalı Şeyh Şamil’in adının bir mahalleye verilmesi ne kadar güzel. Dilan Sinemaları’nda bugüne kadar kim bilir kaç yüz bin seyirci, o karanlık, izbe, loş salonlarda hayal dünyalarında dolaştı?
Bediüzzaman’ın yakın talebesi Mehmet Kayalar, çocukluk yıllarımın efsane kahramanıydı; Diyarbakır’ın fikir ve iman kalesi, yılmayan Serdengeçti’siydi. Sezai Karakoç “Hâtıralar”ında Diyarbakır’dan uzun uzadıya bahseder. Kudsi Erguner’den, Celâl Güzelses’e, Hâmid Aytaç’tan Süleyman Nazif’e, Ali Emirî Efendi’den Cahit Sıtkı Tarancı’ya, Ziya Gökalp’tan Nejat Diyarbekirli’ye pek çok sanatkâr, aydın, edib ve ilim adamı bu şehrin semasındaki bazı yıldızlardır. Meselâ o muhteşem “Bir bahar akşamı rastladım size / Sevinçli bir telâş içindeydiniz / Derinden bankıca gözlerinize/ Neden başınızı öne eğdiniz?” naif şarkısının güftekârı Fuad Edip Baksı da Diyarbakır’lıdır. Değerli edebiyat hocaları Kemal Eraslan ve Şakir Diclehan da. Ansiklopedide yüzlerce isim, eser var. Şairler, yazarlar, ressamlar, hattatlar, devlet adamları, bestekârlar. Yüksek bir medeniyetin, kuşatıcı bir kültürün merkezidir Diyarbakır. Cemal Yeşil “Diyarbekir” dörtlüğünde hasretini hissettiği şehri, şöyle dillendirir: “Bir şey… Ne o cami, ne bu sur çemberidir, / Görsem, dediğim şey ne de bayram yeridir. / Bir şey, babamın çocukluğundan kalma, / Bak, dense yeter, onun ayak izleridir.” Sezai Karkoç ise “Alın Yazısı Saati”nde bizi efsunlu bir şehrin mahalle aralarında ve ara sokaklarında dolaştırır: “Bize mahsus görüntüler Diyarbekir / Ulu Cami Peygamber Camii, Süleyman Camii / İçkale Aslanlı Çeşme / Dar sokaklar kapı içinde kapı uygarlık bu / Kendi uygarlığımız / Yenilememiz gereken / Ve diriltmemiz” Hisar şairi Munis Faik Ozansoy ise, Kaybolan Dünya’da şehre sevdasını şu mısralarla ortaya koyar: “Ey ozanlar yetiştiren belde / Seni yıllarca görmeden sevdim / Toprağın var bütün vücudumda / Sende yatmakta en uzak ceddim / Doğunun tacı ey güzel yurdum / Yaşadım bir ömür hayalinde / Seni düşlerde seyredip durdum / Kehkeşanlarla süslenen Dicle.”
Daha önce de yazdım. Keşke Milli Eğitim Bakanlığı her ilimizde “Şehir Dersi” okutsa. Meselâ Diyarbakır’dan başlansa ve Diyarbakır Ansiklopedisi, bu güzel şehrimizin bütün okullarında ders kitabı olarak okutulsa. O zaman belki de bu kadar acı yaşamayacaktık. Zira şehrini seven insanını sever. Bölgesine bağlı olan ülkesine de muhabbet hisleri besler. Diyarbakır’ın hüzünlü evladı Cahit Sıtkı, “Memleket İsterim” diyor. Katılıyoruz: “Memleket isterim / Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun; / Kuşların çiçeklerin diyarı olsun / Memleket isterim / Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun; / Kardeş kavgasına bir nihayet olsun. / Memleket isterim / Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun; Kış günü herkesin evi barkı olsun. / Memleket isterim/Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun”
31.01.2016
Milat
BİYOGRAFİLER
MEHMET NURİ YARDIM
Biyografinin, bugünkü deyimle özgeçmişin eski karşılığı, tercüme-i hâl, çoğulu ise teracim-i ahvâl'dir, yani hâllerin (durumların) tercümeleri demektir. Biyografi, ünlü kişilerin hayatlarını anlatan yazı ve kitaplardır. Hayat hikâyesi karşılığında da kullanılır. Osmanlı Türkçesi terkibiyle Tarihçe-i hayat (hayatın tarihçesi) şeklinde ifade edenler de vardır. Biyografilerin ille de ünlü kişiler için yazılması gerekmiyor. Hayatında önemli işler yapmış, mühim görevlerde bulunmuş kişiler hakkında da değerli biyografi yazıları veya kitapları yazılabilir.
Biyografiler, bir makale sınırında tutulabileceği gibi bir kitap büyüklüğünde de olabilir. Bu biyografik eserlerde askerlik, sanat, bilim, politika, eğitim, sanayi gibi alanlarda toplumun sevgisini kazanacak başarılara ulaşmış kişilerin doğumlarından itibaren hayatları etraflıca anlatılır. Bu nitelikleriyle biyografiler, eğitici bir değer taşırlar. Genelde başarı hikâyeleridir. Genç kuşaklar bunları okuyarak hayatları için çeşitli dersler alır, yaşanmışlıklardan ibret kaparlar.
Biyografi, ünlü kişilerin kendileri tarafından yazılmışsa, “otobiyografi” adını alır. Biyografi açık, sade bir dille tarafsız bir görüşle yazılan kimsenin dönemini, çevresini inceden inceye araştırarak yazılırsa başarıya ulaşır, beklenen etkiyi meydana getirir. Biyografi kitabı, çok iyi bir hazırlık sürecinden sonra ortaya çıkarılmalıdır. Eski şairlerimizin hayatları hakkında bilgi veren şuara tezkireleri de aslında birer biyografi sayılır.
Bir kişinin hayatının bir başkası tarafından yazılması, ‘biyografya edebiyatı'nın temel özelliğidir. Antoloji ve ansiklopedi gibi eserlerde yer alan ve herhangi bir kişiyi tanıtmayı hedef alan bilgilerde doğum, ölüm yılları, öğrenim ve meslekî durum gibi kalıplaşmış bir yol takip edilir. Bir kimsenin şahsiyetini meydana getiren üstün niteliklerinin anlatıldığı biyografilere “portre” denilir. Ama artık edebiyatımızda portre ayrı bir tür olarak kabul edilmektedir. Bir kimseyi çevresi gördüğü işler, özel hayatı ve eserleriyle kendi çağı içinde ayrıntılı olarak ele alan biyografiler, anlatım biçimine göre monografi veya biyografik roman adını alırlar. Bir kişinin ölümünden hemen sonra hâtıralarını aktarmak maksadıyla yazılan eserler de biyografi türüne girer. Buna “nekroloji” denir.
İslâm dininin yayılması ile birlikte biyografi türü de çok gelişmiştir. Bilhassa peygamberler, İslâm âlimleri, mezhep imamları ve evliyaların hayatları yüzyıllar boyunca çok geniş biçimde kaleme alınmıştır. Dinî edebiyatımız içinde biyografik özellikler taşıyan yazı ve eserler çoktur. Aslında Siyer-i Nebi dediğimiz ve Peygamber Efendimizin hayatını anlatan eserler de bir bakıma biyografi türüne dahil edilebilir. Osmanlı'da biyografi 16. Ve17. yüzyıllarda gelişmiştir. Tezkire, menakıp, vefayat, devha, sefine, tuhfe, hadisa, fihrist, silsilename, şairname, gazavetname, sicil gibi başlıklarla kaleme alınan biyografiler, bir kişiyi veya birçok kişiyi anlatır.
Bursalı Mehmed Tahir, Behçet Necatigil, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Abdülhak Şinasi Hisar, Mehmet Fuat Köprülü, Mithat Cemal Kuntay, Sadettin Nüzhet Ergun, Tahir Alangu ve Şevket Süreyya Aydemir biyografik eserler kaleme alan yazarlar arasındadır. Bilhassa Mithat Cemal Kuntay'ın Mehmed Âkif isimli eserinin bu konuda örnek olarak okunması gerekiyor. İbnülemin Mahmud Kemal İnal'in eserleri ve İhsan Işık'ın kitapları ile ansiklopedileri de biyografi alanında son derece önem arzediyor.
Bugün de çok değerli biyografi kitapları yayımlanmaktadır. Meselâ Prof. Dr. Sefa Saygılı'nın Mazhar Osman, Ayhan Songar, Türk Kızılayı'nın Kurucusu Dr. Abdullah Bey ile Türk Kızılayı'nın Kurucularından Kırımlı Dr. Aziz Bey bilinmeyen bir çok bilgiyi okuyucuya aktaran son derece faydalı eserlerdir. Orhan Okay Hoca'nın Dergâh'tan çıkan Mehmed Âkif Kalalıklarda Bir Yalnız Adam, okunması gereken bir eser. Ahmet Özdemir Gültekin Samanoğlu'nu (Basın İlan Kurumu Kültür Yayınları) kaleme almıştı. Talat Ülker ise, şiirleri gönüllerde “Ölürüm Türkiye'm” şiiri dillerde olan merhum şairimiz Dilaver Cebeci'yi yazdı (Bilgeoğuz Yayınları). Zehra Aydüz'ün Adile Sultan isimli eseri de bu türde okunabilecek değerli bir başka kitap. Bu eser de Zafer Yayınları'ndan okuyuculara ulaştı.
Son yıllarda İslâm âlimleri, Türk sultanları, Osmanlı padişahları ve bilhassa Selahaddin-i Eyyübi, Fatih Sultan Mehmed, Abdülhamid Han, Bediüzzaman Said Nursi, Adnan Menderes, Turgut Özal, Mehmed Âkif, Necip Fazıl, Cemil Meriç, Tevfik İleri, Ziya Nur Aksun, Sezai Karakoç gibi değerler hakkında seçkin eserler yayımlandı. Biyografiler çok önemlidir. Bizde bu türe eskiden gereken değer verilmiyordu. Ama bugün hemen hemen bütün yayınevleri, talep üzerine biyografik kitaplar yayımlıyorlar. İyi de yapıyorlar. Bu neşriyat, kültür hayatımızın zenginleşmesine, bugünkü nesillerin geçmişin değerlerini daha iyi tanımalarına ve anlamalarına vesile oluyor. Örnek şahsiyetlerin destansı hayatı günümüze de ışık tutuyor. Kütüphanelerimizde her türden kitabı bulundurmalıyız ama biyografik eserleri de eksik etmemeliyiz.
KAYNAK: Biyografiler (milatgazetesi.com, 16.10.2016)
BİR ÂLİM GİTTİ, BİR ÂLEM GÖÇTÜ
MEHMET NURİ YARDIM
Her insanın hayatında bir çok öğretmeni, hocası olur. İlk, orta ve yüksek tahsilde bizi eğiten, hepimize birikimlerini aktaran öğretmenlerin hakkı elbette ödenemez. Bütün hocalar kıymetlidir, muhteremdir. Ama bazı hocalar vardır ki, onların hayatımızdaki yerleri çok farklıdır. Onlar sadece hoca değil bambaşka hüviyetle de hayatımıza girerler. Onları âdeta bir baba veya anne gibi benimser, aile fertlerinden biri kabul ederiz. Prof. Dr. Orhan Okay, bu müstesna hocalardandı. Üniversitede ona talebe olma talihine erişemedim. Ama Kubbeltı'nda üç ay kendisinden “Aruz Dersi” aldım.
Orhan Okay, hocalığın bütün yüksek vasıflarını üstünde lâyıkınca taşıyan bir münevverdi. Dersini yüksek sesle anlatırdı. Bu hususiyet, bütün iyi hocaların ortak vasfıdır. En arka sırada oturan öğrenci de duymalı, o da verilen bilgilerden istifade etmeliydi. Orhan Hoca, aslında daha 1980'li yıllarda efsane gibi adını duyduğumuz bir ilim adamıydı. O seneler Erzurum'daydı. Ama şöhreti İstanbul'da, Türkoloji koridorlarında dalgalanıyordu. Hele Batı Medeniyeti Karşısında Ahmet Midhat Efendi isimli eserini okuduktan sonra gıyabî hayranlığım daha da artmıştı. Sonra Sakarya'ya geldiğini duyduk. Ve nihayet İstanbul'da görüşmek, hocayla mülâki olmak nasip oldu.
Bir gazeteci sıfatıyla yıllar önce kendisiyle bir röportaj yapmıştım. Daha sonra Dersimiz Edebiyat isimli kitabıma aldığım bu konuşmada hoca, her soruya ayrıntılı şekilde cevap veriyordu. “Anadolu'nun İstanbullu hocası” lise yıllarından beri içinde yer eden felsefe sevgisini sorduğumda şunları söylemişti:
“Aslında ilkokul sıralarından beri tâ lise son sınıfına gelinceye kadar hep Türkçe ve edebiyat derslerimde başarılı bir öğrenciydim. Son sınıfa kadar da meslek olarak edebiyatı seçmeye kararlıydım. Fakat lise son sınıfında felsefe derslerimizde benim için olağanüstü diyeceğim bir insanla karşılaşmam edebiyattan felsefeye kaymama sebep oldu. Felsefe hocası değil gerçek bir felsefeci hatta biraz ihtiyatlı bir ifadeyle filozof ve sanatkâr yaradılışlı bir insan olan Nurettin Topçu'da mistik, metafizik bir dünyanın farkına vardım. Tecrit ve derinlik düşüncesi beni sardı. Üniversitede felsefe bölümüne kaydımı yaptırdım. Topçu ile mukayese ettiğim zaman sadece felsefe tarihi bilgisi veren hocaların kifayetsizliğine rağmen felsefe benim için ufuk açıcı bir alan oldu. Fakat bir sömestr sonra, tekrar eski sevdama, edebiyata dönmek zorunda kaldım. ”
Orhan Hoca'ya tesir eden şahsiyetleri ve fikirleri sormuştum. İlk olarak Nurettin Topçu'yu anmış, ardından şöyle devam etmişti: “İkinci olarak bir nakşî halifesi olan Abdülaziz Bekkine'yi, üçüncü olarak Arapça muallimi Celâl Hoca'yı hatırlatayım. Ama sadece edebiyattan bahsedeceksek ilkokuldan beri bütün tahsil hayatımda bendeki edebiyat merakının farkına varan ve bunun gelişmesinde gayreti olan bütün hocalarıma minnet duyarım. Ama en önemlisi son sınıfta, Vefa Lisesi'nin son sınıfında edebiyat hocam olan Behice Kaplan'dır.”
Behice Hoca, Orhan Okay'ı eşi Mehmet Kaplan'la tanıştırır. Bu tanışma daha sonra bir hoca-talebe münasebetine dönüşecektir. Diğer hocaları arasında Ali Nihad Tarlan, İsmail Hikmet Ertaylan, Ahmet Caferoğlu, Reşit Rahmeti Arat da var. Ayrıca bir ağabey-kardeş münasebeti içinde olacağı Muharrem Ergin, Faruk Timurtaş, Nihad Çetin, Ömer Faruk Akün'den de ders alır. Orhan Okay, o mülâkatımızda Yahya Kemal'den, Fuat Köprülü'den, Tanpınar'dan ve Mehmet Kaplan'dan bahseder. “Hocalık” ve “âlimlik” vasıflarını mukayese eder. Ona göre her âlim iyi hoca olmayabilir. Zira öğretebilmek ayrı bir özelliktir. Beşir Fuad, Sanat ve Edebiyat Yazıları, Batılılaşma Devri Türk Edebiyatı, Necip Fazıl, Silik Fotoğraflar ve diğer eserleri çok değerlidir.
Hem Ahmet Hamdi Tanpınar'ın, hem de Mehmet Kaplan'ın talebesi idi. Bir röportajımda, “Kendimi Yahya Kemal'in torunu gibi hissettim” diyordu. Hakikaten bir ocak, bir dergâh olan Dergâh Yayınları, daha 1980'li yıllarda Mehmet Kaplan Kitabı hazırlayarak yayıncılıkta vefa rüzgârını estirmeye başlamıştı. Bu anma ve armağan kitapları devam etti. Zincirin bir halkası olarak Ezel Erverdi'nin hazırladığı Orhan Okay Kitabı son derece kıymetlidir, okunmalıdır. Orhan Hocamızın eserlerinin çoğunu neşreden Dergâh, inanıyorum ki sağda solda basılmış kitaplarını da yayın programına alacaktır. Belki de Hoca'nın İslâm Ansiklopedisi'ndeki mühim maddeleri ile gazete ve dergilerde kalmış yazılarını da kitaplaştıracak. Böylece ilim âlemine ve edebiyat dünyasına sunulacak bir “Orhan Okay Külliyatı” vücuda gelebilecektir.
Bir eş olarak Orhan Hoca örnekti. Mübeccel Hanım ile yaşadıkları hayat gıpta ile seyredilmiştir. Bir baba olarak mükemmeldi. Buna oğulları Fuat ve Cüneyt şahitlik ederler. Gelini Yeliz Hanım da. Bir dede olarak olağanüstüydü. Sevgili torunu Ediz'de bunu gördük.
O ideal sahibi bir fikir adamı, ahlâk ve fazilet timsali, değerlerine bağlı inançlı Müslüman Türk aydını idi. Hocayı, Cumartesi günü Fatih Camii'nde kılınan cenaze namazının ardından Topkapı Çamlık Mezarlığı'nda toprağa verdik. Kadirbilir, nezih ve iyi insanların oluşturduğu cemaat, namazına durdu, haklarını helâl etti, dualarda bulundu, fatihalar okudu, mezarına toprak attı. İmam, Kur'an-ı Kerim okudu, dua etti. Birol Emil, Abdullah Uçman, Nâzım Hikmet Polat ve Himmet Uç, kısa konuşmalar yaptılar. Yürekler hüzünlü, gözler nemli ama üzüntüden eser yoktu. Bir ermişi, bir dervişi Hakka yolcu etmenin derin tevekkülü vardı herkeste. Allah'ın rahmeti üzerine olsun. Evet, “Bir âlim gitti, bir âlem göçtü.”
KAYNAK: Mehmet Nuri Yardım / Bir âlim gitti, bir âlem göçtü (milatgazetesi.com, 16.01.2017).
İKİ VEFAT
MEHMET NURİ YARDIM
Salı günüydü. Önce İsmetullah Güler’den telefon mesajı geldi. Mesut Zeybek’in vefat ettiğini duyuruyordu. Aynı gün Kubbealtı’na uğradım. Mustafa Gündüz ikinci üzücü haberi benimle paylaştı. Âkif Emre hayatını kaybetmişti. Sabahleyin Beşiktaş’taki bürosunda emaneti sahibine teslim etmişti. Mesut Zeybek ise beyin kanaması geçirmiş; yaklaşık 40 gündür yoğun bakımdaymış.
Her ikisi de mütevazı ve münzevi idiler. Ortalıkta pek görünmüyor, kalabalıklara lüzum olmayınca karışmıyorlardı. Ama hizmetleri, çabaları, idealleri, hedefleri vardı. Amaçları, İslam’dı. İ’lâ-yı Kelimetullah’ı yaymaktı. Kur’an hakikatlerini muhtaç gönüllere aktarmaktı. Biri gazetecilikle bunu yapıyor, diğeri ise yayıncılıkla hedefini gerçekleştirmeye çalışıyordu. Kader, ikisinin vedaını aynı güne rast getirmişti. İkisi de ertesi günü Fatih Camii’nden ikindiden sonra kaldırılacaktı. Gittim. Yolda Prof. Dr. Hayati Develi ile karşılaştık. Birlikte ulu mabede doğru yürüdük. Fatih Camii avlusu her zamanki ruhaniyetli hâlini koruyordu. Büyük bir kalabalık toplanmış. Camide Yusuf Özarslan’la, Kemal Çiftçi ile ve Tarık Tufan’la karşılaştım. Selamlaştık, birbirlerimize taziyelerde bulundu, iki mümin insanı rahmetle andık. 24 Mayıs Çarşamba günü Fatih Camii avlusu, lebâleb doluydu. Aileleri, dostları, meslektaşları, sevenleri, okuyucuları, cenaze namazlarını kıldılar. Dualar edilip, helâllikler istendi. “İyi biliriz” nidaları yükseldi semaya doğru. Tabutlar yanyanaydı. O anda merak ettim. Acaba biri yazar, diğeri yayıncı olan bu iki ağabeyimiz hayatta iken tanışmışlar mıydı, bir araya gelip görüşmüşler miydi, yolları herhangi bir yerde kesişmiş miydi? Oturup sohbet etmişler miydi? Bilmiyorum. Ama mümin ruhları Kâl-u Belâdan beri tanıştı, âşinalıkları inşallah öte âlemde de devam edecek. Şimdi ikisi de sonsuzluk kervanına katılıyorlardı.
Âkif Emre hakkında gazetelerde çok güzel yazılar yazılıyor, yazılmaya devam edecek. İleride bu yazılardan oluşan bir anma kitabı bile hazırlanmalıdır. Mesut Zeybek, kültür sanat dünyasında daha az tanınıyordu. Ömrünü Bediüzzaman’ın eserlerine ve hizmetlerine adamıştı. Onunla ilk tanışmamız 1980’li yıllara dayanır. O zaman çalıştığım gazeteye gelip giden ağabeyler arasında o da vardı. Sonra o gazeteden herkes gibi o da ayrıldı. Duruşunu, hadiselere bakışını beğenmiyordu. Cağaloğlu’nda merhum Hüseyin Demirel ile birlikte bir yayınevi kurdular. Adı İttihad Yayınycılık’tı. Sanırım ismini meşhur İttihad Gazetesi’nden alıyordu. Manası çok güzeldi. İttihad-ı İslâm’ı hatırlatıyordu. Hüseyin ağabey vefat etti. Mesut Bey yalnız kaldı. Ama yayınevini kapatmadı, hastalandığı güne kadar dayandı, işyerini açık tuttu.
Arasıra Bâbıâli’deki yayıncıların yoğun olduğu Çatalçeşme Sokağı üstünde bulunan Defne Han’ın dördüncü katındaki bürosuna uğrar, ziyaret ederdim. Her zaman yoğun biçimde çalışırdı. Zaman zaman misafirleri de olurdu. Komşusu ve dostu, Marifet Yayınları’nın sahibi Ömer Ziya Belviranlı ağabeyle yakın muhabbeti vardı. Bir ara Yusuf Özarslan ağabeyimiz bürosundaki bir masada kitaplar yazdı. İsmail Yazıcı ve diğer bazı ağabeyleri orada görüyordum. Mümin ferasetine sahipti. İhanet örgütünün ard niyetini Bâbıâli’de ilk keşfedenlerdendi. Daha 2000’li yıllarda İslam’dan saptıklarını söylüyordu. Bediüzzaman Hazretleri’nin eserlerini okuyor, okutmayı seviyordu. Nur talebesiydi. Hakiki bütün talebeler gibi ehl-i iman olan bütün müslümanları seviyordu. Fatih Kıztaşı’ndaki evine yıllar önce bir sefer gittiğimi hatırlıyorum. Yollarda çok sık karşılaşır, selamlaşır, ayak üstü konuşurduk. Genelde eve doğru gittiği sırada ben de herhangi bi toplantıya yetişmeye çalışıyordum. Oğlu bir ara Beyazıt’ta okuyordu. Onu almaya gidiyordu. 26 yıldan beri İttihad Yayınevi’nde büyük bir azimle, gece gündüz çalışıyordu. Bediüzzaman’ın İşarat-ül İ’caz, Mesnevi-i Nuriye, Rumuzat-ı Semaniye, Asar-ı Bediiyye, Maidet ül Kur’an, Mufassal Tarihçe-i Hayat, Esasat-ı Nuriye gibi pek çok eserin dizgisini, tashihini, kontrolünü, baskısını ve neşriyatını üstlenmişti.
Âkif Emre ve Mesut Zeybek. İkisi de düşünen, araştıran, dinleyen ve anlatan iki mümtaz gönül insanıydı. Kültür ve neşriyat dünyasına gönül vermişlerdi. “Yiğit düştüğü yerden kalkar.” derler. İman ve İslam kalesinin nasıl çökertilmeye çalışıldığını biliyor, yine kutlu kalemleriyle Türkiye kalesinin savunuculuğunu yapıyorlardı. Mesut Zeybek, ölümün ebedî âlemin kapısı olduğunun şuurundaydı ve bu imanla Rabbine kavuştu. Âkif Emre de “Ölümler bize tükenmekte olan zamanı bir kez daha hatırlatır.” diyordu. İnsanoğlunun bu ezelî ve ebedî hakikatine teslimiyetleri ve tevekkülleri vardı ve tamdı.
Mesut Zeybek ismiyle müsemmaydı. Büyük dâveti alırken, hayata veda ederken ‘mesut bir ruh haliyle’ ve tebessümle gittiğini ve ‘zeybek’ kahramanlığıyla aramızdan ayrıldığını düşünüyorum. Âkif Emre de, Mehmed Âkif muhabbeti ve dostluğuyla “Âkif’çe Edirnekapı Şehitliği’ne adaşının yanına taşındı. Ölüme dâir şairlerimizin ölümsüz mısraları vardır.
KAYNAK: Mehmet Nuri Yardım / İki Vefat: Akif Emre ve Mesut Zeybek (milatgazetesi.com, 27.05.2017).
MEHMET ZEKİ
AKDAĞ
Mehmet Nuri YARDIM
Edebiyatımızın
iyi dergilerinden Hisar’ın güçlü şairi Mehmet Zeki Akdağ’ı da ebedî âleme yolcu
ettik. 29 Ağustos Çarşamba günü vefat eden şairimiz, ertesi günü Karaman’ın
Sarıveliler ilçesine bağlı Göktepe kasabasında, Merkez Camii’nde kılınan öğle
namazının ardından aile mezarlığına defnedildi. Edebiyat dergilerinin aranan
şairi Akdağ’ın vefat haberini, kızı Ferdağ Hanımdan almıştım. Zeki ağabey
yıllardır rahatsızdı, evden dışarı çıkamıyordu. 89 yaşında Hakka yürüdü. Bir
şiirinde, “Anacığım çağırıyor / Bir türküde demin beni / Türkülerle doğmuşum
ben, / Türkülerle gömün beni.” diyordu.
Edebiyat
çevrelerinde “Günümüzün Karacaoğlan’ı” olarak tanınan Akdağ, 28 Haziran 1929
tarihinde Göktepe kasabasında doğdu. Temel eğitimini tamamladı, orduya katıldı.
1968’de astsubaylıktan emekli olduktan sonra gazeteciliğe başladı. Milliyet,
Akşam, Bayrak, Güneş, Yeni İstanbul, Son Posta, Hergün ve Ortadoğu, Ayyıldız
gazetelerinin çeşitli kademelerinde çalıştı. Başta Hisar ve Türk Edebiyatı
olmak üzere bir çok dergide şiirleri yayımlandı. Şiirden hiç kopmadı, 30
civarında şiiri bestelendi ve okundu. Sevilen, sayılan, mütevazı, çelebi bir
insandı. Şiir kitapları: Kırkikindi
(1967), Dar Saat (1973), Uzun Hava (1991), Önce Şiir Vardı (1999), Yağmura
Duran Bulut (2. Baskı, 1999), Boşa Çiğnemedim Yalan Dünyayı (2002)
Yaşarken
onun hakkında üç önemli toplantı düzenledik. İlki TYB İstanbul şubesinde
gerçekleşti. Yönettiğim o toplantıda rahmetli şair Sedat Umran ile edebiyatçı
ağabeylerimiz Ahmet Özdemir ve Sakin Öner konuşmuştu. Hayatını, şiirini, sanat
anlayışını, hatıralarını anlatmışlardı. İkinci toplantı Üsküdar’daydı. Üçüncü
programı, İBB Kültür Daire Başkanlığı’nın katkılarıyla Ali Emiri Efendi Kültür
Merkezi’nde gerçekleşmiştik. O gün edebiyatçı dostları Akdağ’ın “türkünün şiirini
yazdığını” belirtmişlerdi. ESKADER işbirliğiyle düzenlenen gece coşkulu
geçmişti ama ne yazık ki şairimiz, adına düzenlenen bu programa rahatsızlığı
dolayısıyla katılamamıştı. “Günümüzün Karacaoğlan’ı Mehmet Zeki Akdağ’a Saygı
Gecesi”nde yönettiğim panelde Abdurrahman Şen, Ahmet Özdemir, Yusuf Dursun,
Mehdi Ergüzel ve İsa Kocakaplan onu anlatmışlar, Cengizhan Orakçı ve İbrahim
Özgün ise Akdağ’ın sevilen şiirlerini okumuşlardı. O gece için hazırladığım
Günümüzün Karacaoğlan’ı Mehmet Zeki Akdağ kitabı bütün dinleyicilere armağan
edilmişti.
Konya/Karaman
havzası, şair yetiştiren bir bölgedir. Bekir Sıtkı Erdoğan, Feyzi Halıcı,
Mehmet Önder, Mehmet Çınarlı, Ahmet Tufan Şentürk ve Gültekin Samanoğlu ile
birlikte Mehmet Zeki Akdağ da Mevlâna ikliminden beslenmişti. Gençler, böyle
incelikli şiirler yazmış, millî hassasiyetinin yanı sıra lirik mısralar da
kaleme almış şairleri tanıdıkça daha iyi eserler vereceklerdir. O, şu mısralara
imza atmış bir mistik şairdir: “Dualar dolusu hüzün, / Yolculuğun neresinde, /
Umut dolu bekleyişler, / Gelecek son nefesinde...” Akdağ erdemleriyle ve insanî
davranışlarıyla genç şairlerin örnek alması gereken bir şahsiyetti. Şiirlerinde
bize Türkçeyi ve türkülerimizi sevdirdi. Onun şiirleri unutulmayacağı gibi dost
çehresi de hiçbir zaman hafızalardan silinmeyecektir.
Yıllar
önce kitaplarını memleketi Göktepe’ye hibe etmişti. Doğup büyüdüğü topraklardan
daha çok şair çıksın istiyordu. Ölümünü daha önce hayal etmiş bu çelebi
şairimiz, şöyle demişti. “Kabrim gönlünde eşili, / Öldüğümde sar yeşili / Benim
yıldızım düşülü, / Yâri görmeyi görmeyi...” Seneler önce kendisiyle yaptığım
mülakat, Şiirimizden Portreler kitabımı süslüyor. Türkçenin en güzel
kelimeleriyle ruha dokunan, gönlü okşayan şu mısraları kaleme almıştı:
“Dükkânımız bilge gönül / Vitrinimiz yoktur bizim, / Dili, duygumuzdan döktük,
/ Yüreğimiz paktır bizim.” Güçlü bir vefa duygusuna sahipti. “Vefa Anıtları”
şiirinde, toplumdan şu istekte bulunuyordu: “Sanatçıya değerin, / Verin ölmeden
önce, / Sevgilerden seccade, / Serin ölmeden önce.” Allah rahmet etsin.
KAYNAK:
Mehmet Nuri Yardım / Mehmet Zeki Akdağ (Milat Gazetesi, 1 Eylül 2018).
SEVİNÇ ÇOKUM
Mehmet Nuri YARDIM
Günümüz
romancılarından Sevinç Çokum ile müştereklerimiz çok. Evvela aynı fakültede
okuduk. İstanbul Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı’ndan mezun olduk. Aynı
hocaların talebesi olduk. Tabii o bizden evvel başlamıştı. Dolayısıyla bizim
yetişemediğimiz Ali Nihad Tarlan gibi hocalardan da ders aldı. Sonra Türk
Edebiyatı Vakfı’nda Ahmet Kabaklı Hocamızın rahle-i tedrisinden geçtik. Bir
zamanlar yöneticilik yaptığı Türk Edebiyatı dergisinde ben de yazdım. Aynı
gazetelerde çalıştık. Ben 80’li yıllardaki Tercüman’da mesai yaptım. O 2000’li
yıllarda yeniden kurulan Tercüman’ın köşe yazarlarındandı. Türkiye gazetesinde
aynı dönem bulunduk. Ben kültür sanat’ı yönetirken o köşesinde yazdı.
Beşiktaş’ta ben de oturdum.
Ortak
bir yönümüz daha var ki işte o çok mühim. Sevinç Hanımın baba tarafı Tillolu.
Yani bizim Siirt’in önce köyü, sonra ilçesi olan, âlimlerin yurdu, evliyaların
yatağı olan güzel Tillo. Yazarımız Lacivert Taşı romanında Tillo’da yaşayan bir
çerçi ailesini anlatır. Bu ailenin dağılışı Osmanlı’nın gerileme dönemine denk
düşer. Altı sene önce yayımlanan romanda bahsedilen ‘lacivert taşı’ ülkenin
sembolü. Kaybolması, felâketlerin habercisi. Romandaki karakterlerin çoğu
gerçek. Hicret Bey, yazarın öz dedesi. Babası, babaannesi, halaları da
anlatılıyor romanda. Baba, Güneydoğu’daki bir çok insan gibi üç dil bilir.
Arapça, Türkçe ve Kürtçe konuşur. Keşke bütün romancılar doğup büyüdükleri
toprakları anlatsa. Bazı yazarlar yazdı ama ihmal edenler de çok.
Bir
ara Cağaloğlu’nda düzenlediğimiz “Bâbıâli Sohbetleri”ne davet etmiştik. Doğup
büyüdüğü İstanbul’u, ailesini, bilhassa eğitimini tamamladığı Beşiktaş’ı
anlatmıştı. Sanat hayatının ise özünü aktarmıştı bize. Yunus Emre’nin “Bir ben
vardır bende benden içerü” sözünden çok etkilendiğini belirterek hayat görüşünü
dile getirmişti. Edebiyat Fakültesi’nde Mehmet Kaplan ve Ömer Faruk Akün gibi
hocaların kendisine rehberlik ettiklerini anlatmıştı. Kaplan Hocanın,
hikâyelerini Hisar’da yayımlansın diye Mehmet Çınarlı’ya gönderdiğini
biliyordum. Ve yetişme çağında ona tesir eden bir başka usta isim Behçet
Necatigil. Bir çok edebiyatçı gibi şiir de yazmaktadır o sıralar. Ancak
hikâyelerini gören Necatigil, “Şiiri bırakın, hikâye yazın.” der ve onu nesre
yönlendirir. Bu tavsiye, yazarımızın edebiyat yolunu ve ufkunu açacak ve artık “Bir Sevinç Çokum hikâyesi/romanı” oluşmaya
başlayacaktır. İlk hikâye kitabı Eğik Ağaçlar 1972’de yayımlanınca yakın bir
arkadaşı dayısına göstermek ister. Meğer dayısı Tarık Buğra imiş. Buğra,
okuduğu kitapta çok beğendiği bazı hikâyeleri Hisar dergisine yollar ve
yayımlatır.
Sevinç
Çokum’un farklı türlerde kaleme aldığı eserleri çok. Bir kısmını hatırlayalım:
Beyaz Bir Kıyı, Bir Eski Sokak Sesi, Bizim Diyar, Çok Yapraklı İlişkiler, Deli
Zamanlar, Derin Yara, Evlerinin Önü, Gece Kuşu Uzun Öter, Gece Rüzgârları,
Gülyüzlüm, Güzele Bakan Karınca, Karanlığa Direnen Yıldız, Kayıp İstanbul,
Kırmalı Etekler, Makina, Onlardan Kalan, Rozalya Ana, Vaktini Bekleyen Tohum.
Yazarımızın
lütfedip imzaladığı ve bana yolladığı İskele Gazinosu’nu bir solukta okudum.
Hatıra kitaplarını zaten çok severim. Ama usta bir romancının elinden çıkan
hatıraların tadı bir başka oluyor. İskele Gazinosu’nda 1950’li ve 60’lı
yılların İstanbul’u anlatılıyor. Şehir hayatıyla, mahallede yaşanan dostluklarla, komşuluk ilişkileriyle
bütünüyle eski İstanbul. İskele Gazinosu mihver ama modernleşme eğilimleri,
Batılılaşma cereyanları, moda hevesleri, müzik dünyasındaki farklılaşma ve
bütünüyle insanımızın değişimi gözler önüne seriliyor. Kitabın ilk bölümünün
başlığı “Aileden Biri: Radyo”; şöyle anlatılıyor:
“Şimdi
düşünüyorum da misafir odalarında işlemeli örtüsüyle yer alan, aynı zamanda o
oda için mobilya önemindeki radyo meğer hayatımıza neler katmış! Yokluklarda,
savaş sonrası arayışlarımızda, sanata sevdalanışlarımızda hep yol açıcı, esin
verici olmuş. Biz de herkes gibi mutluyduk radyomuzun olduğu yerde uzun ve kısa
dalgalar arasında...” Yazının devamında, “Ben en çok istasyon düğmesini sağa
sola çevirerek o ince ve uzun ibreyi dolaştırmayı ve başka ülkelerde sesler
aramayı severdim.” diyen yazar, insanlarımızın dış dünyayla tek bağını kuran
‘sihirli kutu’ya olan ilgisini ve sevgisini şu satırlarla tamamlıyor: “Radyo
çocukluğuma rastlayan 50’li yıllarda bizim de evimizin baş konuğu olarak daima
sesiyle, mırıltısıyla, uzak uzak gelen şarkılarıyla geç saatlere dek açık
kalır, artık soba geçtiğinde sesi kısılmış parazitlenmiş durumdayken uyumayan
en son kişi tarafından kapatılırdı.”
Bu
yazı biterken şunu öğrendim. Yazarımızın doğum günü bir kaç gün önceydi. Eh bu
yazı da bu anlamlı güne minik bir hediye sayılsın. Sevinç Çokum’un bütün
eserlerinin Kapı Yayınları’ndan çıktığını okurlara hatırlatırım.
KAYNAK:
Mehmet Nuri Yardım / Sevinç Çokum (Milat Gazetesi, 29 Ağustos 2018).
SERVET KABAKLI
HAKKINDA
M. Nuri YARDIM
Türk
Edebiyatı Vakfı Başkanı Servet Kabaklı, Cuma akşamı Hakka yürüdü. Müminler için
ölüm rahmettir. Haktan aldıkları dâvete uyuyorlar ve ebedî âleme göç ediyorlar,
hepimizin gideceği yere onlar önceden gidiyorlar.
Servet
Kabaklı iki üç ay önce beyne giden kan pıhtısı tedavisi sebebiyle Maslak
Acıbadem’de yoğun bakıma alınmıştı. Sonra düzelmiş ve evde istirahat etmeye
başlamıştı. Biz de arkadaşlarla onu ziyarete gitmiş, uzun uzun sohbet etmiştik.
Tanışıklığımız
1980’li yıllara dayanır. 1981’de Cağaloğlu’nda Yeşilay İşhanı’nda Büyük İslâm
Ansiklopedisi’nde çalışırken Türk Edebiyatı Vakfı da aynı binada hizmet
veriyordu. Servet Beyle orada merhabamız başladı. Sonra ikinci buluşmamız
Tercüman gazetesindeydi. Bir yıl kadar da gazetede mesai arkadaşlığımız oldu.
Ve son olarak Türkiye gazetesinde uzun yıllar birlikte çalıştık. Servet Beyle
son zamanlara kadar hep görüştük, buluştuk, sohbet ve muhabbet ettik. Ben de
vakfımızın “Çarşamba Sohbetleri”nin müdavimi olduğum için burada programdan
sonra odasında mutlaka yarım saat de olsa bir çay içer, ikram edilen taze
simitleri yer, temel meselelerimizi ve dertlerimizi konuşurduk. Bu mecliste o
günkü konuşmacı da umumiyetle hazır bulunurdu.
Servet
Kabaklı Türk Dili ve Edebiyatı mezunuydu, ama daha sonra gazeteciliğe eğildi,
iyi bir muhabir ve yazar oldu. 1980’li yıllarda Turgut Özal’la yaptığı
röportajlar, hatta tutuştuğu güreşler o zaman dillere destan olmuştu. Bir çok
önemli haberi bulup çıkardı. Hep yerli, milli ve İslâmî çizgide durdu.
Vatanperverdi, milliyetçi, maneviyatçı… Onun milliyetçilik anlayışı, İslâm’ın
özüne uygun, ırkçılığa kaymayan müspet bir milliyetçilikti. Anadolu
milliyetçisiydi. Mehmed Âkiflerin, Yahya Kemallerin, Necip Fazılların, Nurettin
Topçuların, Sâmiha Ayverdilerin, Ahmet Kabaklıların çizgisini takip etti. Türk
dünyasının ve İslâm âleminin bütün meseleleri onu ilgilendiriyordu.
Bir
gazeteci ve yazar olarak çok değerli hizmetlerde bulundu. Bir gönül insanı
olarak da dost meclislerinin hep aranan simâlarındandı. Tane tane konuşur, ama
muhatabını da dinler ve sohbetin muhabbet içre olmasını sağlardı. Şüphesiz onun
kültür dünyamıza en büyük hizmeti ve katkısı, amcası Şeyhülmuharririn Ahmet
Kabaklı’nın dostlarıyla birlikte, büyük zorluklarla tesis ettiği Türk Edebiyatı
Vakfı’na bütün samimiyeti ve yüreğiyle sahip çıkması, bu mukaddes hâtırayı
canla başla yaşatmasıydı.
Türk
Edebiyatı Vakfı, Servet Kabaklı döneminde altın dönemini yaşadı. Vakıfta
yaklaşık 40 yıldır devam eden Çarşamba sohbetlerine yine büyük katılımlar oldu,
gençler bölük bölük gelip aydınlarımızı, sanatkârlarımızı, ediplerimizi ve
akademisyenlerimizi dinlediler, onlardan istifade ettiler, yönelttikleri
sorulara cevaplar aldılar. Çarşamba Sohbetleri akademik bir mekân olarak
herkesin iştirak ettiği bir bitmez okul misyonunu bu dönemde de devam ettirdi.
500. Altın Yılı’nı idrak eden Türk Edebiyatı dergisi, gerek İsa Kocakaplan
idaresindeyken, gerek Beşir Ayvazoğlu yönetiminde bulunuyorken, gerekse şimdi
Bahtiyar Aslan’ın başında olduğu sırada hep güzel, kalıcı, değerli yazı ve
şiirlere sayfalarını açtı. Muhteva olarak dolu, teknik olarak da göz alıcı
oldu. Bir mektep mecmua, bir okul dergi oldu. Buradan edebiyat nesilleri
yetişti.
Ve
yayınlar… İlk başlarda sınırlı olan kitap sayısı bilhassa Cemal Aydın’ın İdare
Müdürü olduğu dönemden itibaren atağa geçti. Pek çok kıymetli eser neşredildi.
Başta Ahmet Kabaklı üstadımızın olmak üzere birçok yazarımızın külliyatı
yayımlandı. Türk İslâm klâsikleri, öğrenciler için hazırlandı. Sonra hakemli
dergi Türk Edebiyatı Araştırmaları dergisi…
Kısacası
Türk Edebiyatı Vakfı, düşünce hayatımızın, kültür dünyamızın ve sanat
âlemimizin temel mekânlarından, vazgeçilmez yerlerinden biri oldu, olmaya devam
ediyor. Şüphesiz önemli olan bundan sonrasıdır. Bu sancağın asla ve kat’a yere
düşmemesi gerek. Kabaklı Ailesinin ve cansiperane şekilde çalışan vakıf
mensuplarının Türk Edebiyatı Vakfı’na kenetlenerek ve daha coşkulu bir şekilde
sahip çıkacaklarını biliyor, buna samimi bir şekilde inanıyorum. İnşallah buna
hepimiz şahit olacağız. Çünkü şahıslar fanidir ama hizmetler ve müesseseler
bâkidir. Ahmet Kabaklı’nın Cağaloğlu’nda diktiği kutsal bayrağı Servet Kabaklı
daha da yükseklere çıkardı. Şimdi mübarek nöbet Kabaklı Ailesinin üçüncü
neslinde. Onlar da inşallah bu hizmetleri büyüterek taçlandıracaktır. Kültür
sanat dünyasının, edebiyatçıların, yazarların ve sanatçıların da bu hayırlı
müesseseye sahip çıkacağına candan, yürekten inanıyorum.
KAYNAK:
M. Nuri Yardım / Servet Kabaklı (tyb.org.tr, 30.08.2015).
Onu, tarif ettiği salaş kahvenin izbe ve loş
köşesinde buldum. Üstünde pörsümüş hâkî parkası vardı. Ayağında askeri bot ve
boğazlı kırmızı kazağıyla geçmişi hatırlatıyordu. Selam verip oturdum. Duruşu,
tavrı ve görünüşü ile o bir 68’liydi. “Hoş geldin, dedi. Kimseyle konuşmuyorum
ama telefonda seni kıramadım. İlk görüştüğüm ve son görüşeceğim gazeteci de sen
olacaksın galiba.” Beni kabul ettiği için teşekkür ettim.
Hâl hatır sorduktan sonra sorularımı çıkardım.
Yılların kahrı alnında ve yüzünde derin izler bırakmış, bıyıkları ve sakalı
aklaşmıştı. Zihnimdeki devrimciler hep gençti oysa. “Biz de o dönemi yaşadık
delikanlı. Deniz en yakın arkadaşımdı. Biz aslında iyi niyetliydik fakat
aldatıldık. Mahallede oynayıp beraber büyüdüğümüz arkadaşlarımızla bizi vuruşturanlar
aynı karanlık güçlerdi, bunu sonra anladık ama artık iş işten geçmişti.” Derin
bir nefes aldı. “Şüphesiz herkesin farklı görüşü olabilir, bunu karşı tarafla
konuşabilir. Bizim ise ellerimize silah verdiler. Konuşmamızı değil vuruşmamızı
istediler. Biz de hislerimize kapıldık. Gençlik işte! Kanımız deli deli akarken
bize anlatılanları sorgulayamadık. ‘Vur’ diyorlardı, vuruyorduk, ‘öldür’
diyorlardı öldürüyorduk.”
Çaylarımızı içerken anlattıklarını dinliyor,
ruh hâline dikkat ediyordum. Sakin tabiatlı bir insan vardı karşımda. Hırs,
kin, öfke gibi hisler silinip gitmişti sanki. Zaman zaman dalıyor, sanırım
geçmişi anıyordu. Biraz da hüzünlenmişti. Kederli havayı dağıtmak istedim,
merakla sorumu yönelttim: “Size niçin son komünist diyorlar? Sahiden öyle
misiniz? Sizden başka ülkede komünist kalmadı mı?” Çehresi aydınlandı, tebessüm
etti: “Öyle diyorlarsa doğrudur. Demek ki bir ben kaldım eski tüfeklerden!
‘Moruk devrimci’ diyen de var. Hoşuma gidiyor, kızmıyorum. Doğru söze ne denir?
Eh yaş 74. Deniz ve Yusuf’la yaşıtım. Yaşasalardı onlar da benimle aynı yaşta
olacaklardı. Ne güzel olurdu. Bir masa etrafında memleketi yeniden kurtarma
hayalleri kurardık. Geçmişte yaşadıklarımızı, hatalarımızı sorgulardık. Hüseyin
bizden iki yaş küçüktü.” Biraz sustu, duygulandı. “İdamlar siyasi miydi?” diye
sordum apansız. “Elbette!” diye karşılık verdi. “Merhum Menderes, Polatkan ve
Zorlu’ya bir misillemeydi. Üçü bizden, üçü sizden meseli. Şüphesiz hepimiz suça
bulaşmıştık, cezamızı çekmeliydik. Ama birileri idamları istemişti.”
Soluklandı, sorumu bekledi: “Ya Menderes ve arkadaşlarının idamı?” Teklemeden
cevap verdi: “O da büyük haksızlıktı, emperyalistlerin tezgâhıydı. Koca bir
milletin seçtiği Başbakanı, bakanları nasıl asarsın? Hangi cüretle? Askeri
kullanarak o alçaklığı yaptılar. İkisi de siyasiydi ve emir dışardandı.”
Gündemdeki ‘sol’ tartışmalarını sordum bu
sefer. “Gazetelerde gözüme ilişiyor, ekranlarda görüyorum. Yalan, yavan
tartışmalar… Kimi makam sevdasında, kimi para derdinde! Biz ‘Kahrolsun ABD
Emperyalizmi’ diyerek yürürdük. Şimdi ‘solcu’ geçinenler Amerika’nın kucağından
inmiyor. Türkiye’de artık sol da yok sosyalist de! Sadece bizde değil ki,
dünyada da kalmadı. O bir devirdi geldi geçti.” Bazılarının öne sürdüğü “Türk
solu” diyecektim ki lafı ağzıma tıkadı: “Nafile çaba, palavra! Aybar onu
denedi, başaramadı. Zira ‘Türk’ ve ‘sol’ kavramları yan yana gelebilemez.” Bunu
anlayamamıştım, “Niçin?” diye sordum hemen. “Çünkü eşyanın tabiatına aykırı.
Türk’ün ‘sol’a veya başka ideolojiye ihtiyacı yok! 4 bin yıllık tarihimizde
yabancı fikirlere ihtiyaç duymadık. Üstelik Müslümanız. İslamiyet sömürüyü de,
kayırmacılığı da, haksızlığı da reddediyor. ‘İşçinin alın teri kurumadan
hakkını veriniz.’ emrinin üstüne söz olur mu? Hangi rejim bu kadar titiz?”
İkinci çaylarımızı içerken yakın caminin minaresinden ikindi ezanı okunuyordu.
O ana kadar bacak bacak üstüne oturan ‘son komünist’ toparlanmış, bacağını
indirmişti. Şaşkınlığım giderek artıyordu: “Dine saygılısınız.” Derin bir nefes
aldı: “Niçin olmayayım? Ben bu topraklarda doğdum. Bebekken, rahmetli babam
kulağıma ezan okudu. Müslümanım. Zaten biz eski solcular oradan kaybettik.
Sadece sağcılara değil dine de, camiye de savaş açtık. Hâlbuki toplumun
tercihlerine saygı göstermeliydik. Şimdi ‘solcu’ geçinenler de aynı haltı
işliyor. ‘Mezhep’ ve ‘ırk’ temelli politika üretiyorlar. Bazıları utanmadan
Menderes’in idamını onaylıyor. 15 Temmuz hain darbe girişimine bile, yüreklice
karşı çıkamadılar. Bu sahtekârlar solu tüketmiştir.” Sorularım bitmişti.
Gülerek, “Gel bu röportajı tatlıya bağlayalım. Bak benim bir ayağım çukurda.
Kuşağımız bitti, gitti. Benim gibi düşünen de pek kalmadı zaten. Antikayım
anlayacağın. Seninle birlikte ‘solun ruhuna Fatiha’ okuyup kalkalım artık!”
dedi. Gülüştük. Vedalaşırken hüzünle seslendi: “Vasiyetimdir. Bu ülkenin
kıymetini bilin!”
Milat Gazetesi,
14 Temmuz 2021
BÂBIÂLİ’NİN SON
“ŞEYHÜLMUHARRİRİN”İYDİ
MEHMET NURİ
YARDIM
Önceki gün vefat eden Osman Akkuşak, 70 yılını
kalemine adamış bir gazeteci yazardı. O Bâbıâli’nin son “Şeyhülmuharririn”iydi.
Önceki günün akşamı vefat eden, dün de
sevenleri tarafından Fatih Cami’nde kılınan cenaze namazının ardından ebedî
âleme uğurlanan Osman Akkuşak, basın, edebiyat, sanat ve fikir dünyamızın
mümtaz simalarındandı. Bâbıâli’nin simge isimlerinden, kültür dünyamızın aşina
çehrelerindendi. Sohbet meclislerinin aranan çehresi, edebî mahfillerin
vazgeçilmez ismiydi. “Beyim” der sözünü söyler, kimseden çekinmez, hatır
gözetmezdi. Bir toplantıda lâf uzamışsa müdahale eder. O, âdeta toplantıların
herkes tarafından seçilmiş gizli muhtarıydı. Bana sorarsanız, aynı zamanda
edebiyat ve fikir tarihimizin ta kendisiydi. Neredeyse tanımadığı edip, şair,
yazar, mütefekkir, eğitimci, tarihçi, felsefeci, gazeteci, yayıncı yok gibiydi.
Onunla farklı mahfillerde buluşur, halleşirdik. Bazen yollarda karşılaşır
selamlaşırdık. Gün oldu, bir ikindi serinliğinde Kızlarağası Medresesi’nin
önünde bir araya gelir, muhtelif meseleleri müzakere ederdik. Türkiye’de
cereyan eden hadiseleri yakından takip eder, sıkı tahliller yapar, esaslı yorumlarda
bulunurdu. Velhâsıl-ı kelâm o, Bâbıâli’nin en renkli deryasıydı.
KISA HAYAT HİKÂYESİ
Osman Akkuşak, Kütahya’nın Emet ilçesinde 20
Ağustos 1931 tarihinde doğdu. İlkokulu Emet’te okudu, eğitimine Kütahya
Lisesi’nin ardından Adana Erkek Lisesi’nde devam etti. Çeşitli liselerde
edebiyat dersleri verdi ve müdürlük yaptı. Bir dönem Milli Eğitim Bakanlığı
“İlim ve Sanat Eserleri Bürosu” başkanlığı görevini üstlendi. Yine MEB’in
Çağdaş Türk Yazarları Komisyonu’nda âzâ olarak hizmet etti. Ayrıca Devlet Kitapları
Mütedavil Sermayesi Müdürlüğü de yaptı. 1952 yılından beri gazetecilik ve
yazarlık görevini sürdürüyordu. Bâbıâli'nin kıdemli “ağabey”i, İstanbul
Ekspres, Son Telgraf, Büyük Doğu, Zafer, Adalet, Dünya, Son Havadis, Türkiye,
Tercüman ve Güneş gazetelerinde çalışıp, yazı yazdı. Son olarak Yeni Şafak
gazetesinin köşe yazarıydı. Türkiye Edebiyat Cemiyeti’nin kurucu üyesi ve genel
sekreteri olarak hizmet eden Akkuşak, Türk Dilini Koruma ve Geliştirme
Cemiyeti’nin ikinci başkanlığını yaptı. Sür’atli Öğretmen Kılavuzu isimli eseri
1966 yılında neşredildi. Yayına hazır eserleri arasında Türk Edebiyatı Tarihi,
Atasözleri, Emet Destanı (piyes), Kompozisyon Kitabı, Batı Dillerinden Gelen
Kelimeler Sözlüğü ve Osmanlıca Türkçe Lügat bulunuyor. Hakkında ESKADER toplantılar
düzenledi. TYB İstanbul da Yazı Hayatının 60. Yılını kutladı. “ESKADER 2010
Basın Ödülü” büyüğümüze verildi.
MUAREFEMİZ
ESKİYE DAYANIYOR
Yaklaşık 40 sene önce mülâki olduğum ustamızla
ilk mülakatım, 28 Kasım 1986 tarihinde gerçekleşmişti. O, yazıya ve edebiyata
çok değer veren bir kalem efendisiydi. Yazılarında ahenkli bir akış ve mükemmel
bir üslûp hemen fark edilirdi. Ama o aynı zamanda bir kelâm efendisiydi de. İyi
bir hatip, üstün bir konuşmacıydı aynı zamanda. Yorumları yerinde, tahlilleri
isabetliydi. Kelimeleri dikkatle seçer, ondan sonra kullanırdı. Yaptığı uzun
veya kısa konuşmalarının arasından tek bir kelimeyi çıkarıp atamazdınız. Zira
konuşmasında kelimeler uygunluk bakımından son derece mükemmeldi, asla fazlalık
bulamazdınız. Büyük bir insicam sezerdiniz. Ahenkli cümlelerle konuşmasını
kurar ve size Türkçenin lezzetini tattırırdı. Bu bakımdan söz ustasıydı. Keşke
daha sık konuşsa, hitabelerde bulunsa ve dilimizi en iyi kullanan böyle bir
İstanbul Beyefendisini gençler daha çok dinleyip istifade etseydi. Esasen
Türkçeyi güzel konuşan büyüklerimizin hitabeleri, bir an önce kayıt altına
alınıp korunmalıdır. Zira onlar antika değerinde, hazine kıymetindedir.
ÜMİTSİZ
OLMAK YOK
Bulunduğu pek çok toplantıda yakın dostları,
hatıralarını dinleyicilere anlatırdı. Onlardan biri de merhum Mehmed Niyazi
Bey’di. O toplantılardan birinde romancımız şu hatırayı nakletmişti:
“Marmara’da dostlarla beraber oluyorduk. Bir sohbet esnasında bir arkadaş
karamsar bir ruh hali ile konuşunca orada bulunan Hilmi Oflaz ağabeyimiz,
‘Ümitsiz olmak yok arkadaş. Şu anda Osman Akkuşak Haydarpaşa Lisesi’nde öğrenci
yetiştiriyor.’ dedi.”
Osman ağabey edebiyat mahfillerinin, sohbet
toplantılarının, derneklerdeki, vakıflardaki programların her zaman baş
konuğuydu. Fırsat buldukça şereflendirirdi meclisleri. En çok ziyaret ettiği
mekânlar arasında Edebiyat Vakfı, Türkocağı, Birlik Vakfı, Yazarlar Birliği,
Kubbealtı ve ESKADER’di. Huzurevi’ne taşınana kadar “Bâbıâli Sohbetleri”mizin
sıkı müdavimi idi. Toplantıları dikkatle takip eder ondan sonra fikirlerini
özlüce beyan ederdi. Sohbetin ardından bir bakıma programı taçlandırırdı.
GENÇLERİ HEP TEŞVİK ETTİ
Osman ağabeyin en mühim vasfı, diğerkâm oluşu
ve teşvikkâr rolüydü. Yaşıtlarını sık sık anar, olgun edebiyatçıların
eserlerinden sitayişle bahseder, kabiliyetli gençleri de teşvikten uzak
durmazdı. Bütün yazıları incelendiğinde, konuşmaları dinlendiğinde bu lütufkâr
cephesi hemen fark edilir. Tenkidini usulca yapar, kimsenin kalbini kırmaz,
gönlünü incitmezdi. O bazen can simidi gibiydi. Bir toplantıda konuşma çok
uzamışsa hemen müdahale eder ve “E canım, güzel de sözü çok uzattın. Kısa, öz
ve latif söyle, dinleyicilerin dikkati dağılmasın.” derdi. Hiç kimse samimice
söylenen bu söze alınmazdı.
Osman ağabeyin zihin dünyası âdeta Türk
edebiyatı ve fikir hayatının tarihi, geçit resmi gibiydi. Tanıdığı yüzlerce
şair, yazar, sanatkâr, gazeteci, yayıncı, eğitimci, devlet adamı hakkında az
çok hatırası vardı. Bunları fırsat buldukça paylaşır ve unutulmuş şahsiyetleri
bizlere hatırlatırdı. Bu bakımdan millî hafızamız gibiydi. Cömertti, mükrimdi. Yanına varmışsanız bir
şeyler yiyorsa mutlaka size de ikram ederdi. Cebinden veya çantasından bazen
şeker, çikolata çıkarır ve çevresindeki dostlarına tek tek dağıtırdı.
NECİP
FAZIL’DAN YAZI TEKLİFİ
Bir ara düzenlediğimiz Bâbıâli Sohbetleri”nda
konuşmacımızdı. Son fıkra muharririmiz, konuşmasında 50 yıllık dostlarından
bahsetmiş ve hüzünle şöyle demişti: “Birikmiş öyle çok hatıra var ki, anlatmak
için zaman yetmiyor.” Nükteli konuşmaları ile dinleyicilere hoş dakikalar
yaşatan Osman abimizin, Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Nihad Sâmi Banarlı, Sezai
Karakoç ve Tarık Buğra gibi şahsiyetlerle alakalı hatıralarını büyük bir
dikkatle dinlemiştik. Gazetelerde yazmaya nasıl başladığını hasret ve
muhabbetle anlatırdı. 1952 yılından itibaren Son Telgraf ve Gece Postası’nda
muharrirliğe başladığını, o dönemde gençlerle yapılan toplantılara katılan
Başbakan Yardımcısı Samet Ağaoğlu’nun kendisini bu gazetelerde yazmak için
yönlendirdiğini, tavsiye üzerine Son Telgraf gazetesinde, 22 yaşında, Halimoğlu
Osman takma adıyla köşe yazmaya başladığını söylemişti. Bu konuşmasında,
Şairler Sultanı ile tanışmasına da temas etmişti:
“Necip Fazıl Bey, Büyük Doğu’yu günlük gazete
olarak çıkarmaya başlamıştı. Ben henüz öğrenci iken başkanı olduğum okul
cemiyetinin antetli kâğıdıyla kendisine bu geçişten dolayı bir tebrik mektubu
yazdım. Üstadı beğeniyor ve seviyorduk. İki gün sonra mektubun kâğıdındaki
klişesi Büyük Doğu’nun üçüncü sayfasında ‘Gençlerin gazetemizi tebriki’
başlığıyla yayımlandı. Okuldaki yöneticiler fikren Necip Fazıl’dan farklı
oldukları için yaptığım hareketten dolayı beni okuldan atmak istediler. Neyse
ki kalmam konusunda karara varıldı. Sonrasında Necip Fazıl Bey beni çağırttı ve
‘Sen edebiyatçıymışsın. Son Telgraf’ta yazıyormuşsun. Bizde de yaz.’ dedi.
1952’den itibaren Büyük Doğu’ya edebiyat sayfası hazırlamaya başladım. Üstadın
evine gider gelir, birçok ziyaretçisini tanırdım.”
BÂBIÂLİ’DEN TANIDIKLARI ÇOKTU
Osman Akkuşak ile muhtelif zamanlarda dil,
edebiyat ve basın hayatına dair röportajlar yaptım. 1986’daki ilk mülakatta
tanıdıklarını sormuştum. Şu cevabı vermişti: “Kimlerle haşir neşir olmadık ki…
Kimlerden etkilenmedik, kimlerin ilim ve irfanıyla yüz yüze gelmedik ki bu uzun
Bâbıâli hayatında… Refi Cevat Ulunay, Peyami Safa, İsmail Hami Danişmend, Sadi
Irmak, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Orhan Seyfi Orhon, Fahrettin Kerim Gökay, Ali
Nihat Tarlan, Arif Nihat Asya, Necip Fazıl Kısakürek, Ahmet Muhip Dranas, Kenan
Akyüz, Halit Fahri Ozansoy, Halide Nusret Zorlutuna, Mümtaz Faik Fenik, Burhan
Felek, Ethem İzzet Benice, Cevdet Perin, Faruk Kadri Timurtaş, Muharrem Ergin
ve şu anda adı hatırıma gelmeyen birçok karizmatik fikir ve sanat insanı, şair,
yazar hafızamın ve hatıramın değişmez misafiridir. Her biriyle alakalı nice
hatıralarım var…”
SEZAİ KARAKOÇ’LA DOSTLUĞU
TYB,18 Aralık 2015 tarihinde bir saygı
toplantısı düzenlenmişti. Orada da üstat Sezai Karakoç ile ilgili şu hatırasını
anlatmıştı: “Birinci ameliyatımda yanıma gelmiş, beni aramış, ulaşamamış. Fakat
sonraki önemli, büyük ameliyatımda ki bir metre bağırsaklarımı kestiler,
küçülttüler, bir ay kadar yattım hastanede. İlk gelen kim biliyor musunuz?
Sezai Karakoç... Dostum. Vefalı arkadaşım benim. İlk ziyaretime gelen o oldu.
Eli poşet dolu. Biraz oturup konuştuktan sonra gederken yastığımın altına bir
zarf sıkıştırdı. O gittikten sonra açtım baktım ki içine 50 lira koymuş. O
zamanın en büyük parası. Hiç unutamam. Kadirşinastır, vefakâr, cefakâr,
fedakârdır. İnce fikirli, zarif bir mütefekkirdir. Dostluğun kıymeti
yaşlandıkça daha iyi anlaşıyor. Lâkin o zaman da ömür bitmiş oluyor.”
Osman ağabeyi zaman zaman arıyordum.
Vefatından kısa bir süre önce telefonla görüştüğümüzde hatıralarını sormuştum.
Yazmaya başladığını söylemişti. Esasen birçok hatırasını Yeni Şafak
gazetesindeki köşesinde okuyucusuyla paylaşmıştı. Gazetedeki değerli yazıları
bir an önce konularına göre hazırlanıp kitaplaşmalı. Umarım Albayrak Şirketi
bünyesinde kurulan Ketebe Yayınları, bu hayırlı hizmeti ihmal etmez,
gerçekleştirir. Yazı hayatının 50. ve 60. Yılı toplantıları yapılmıştı. 2020’de
70. Yılı için bir saygı programı düşünmüştük. Nasip olmadı. Ömrünü
edebiyatımıza, kültürümüze, sanatımıza ve medeniyetimize adayan Osman Akkuşak
büyüğümüze Allah’tan rahmet ve mağfiret diliyorum. Ruhu şad, kabri nur, mekânı
cennet, menzili mübarek, makamı âli olsun. Bütün sevenlerine ve okuyucularına
başsağlığı diliyorum.
KAYNAK:
Mehmet Nuri Yardım / Bâbıâli’nin Son “Şeyhülmuharririn”iydi (Milat Gazetesi, 16
Eylül 2020)