Yazar ve
yayıncı (D. 8 Nisan 1942, Akyazı / Adapazarı – Ö. 11 Mayıs 2018, İstanbul). Bazı
kitaplarında sadece Mehmet Niyazi imzasını kullandı.
Akyazı İlkokulu (1953), Akyazı Ortaokulu,
İstanbul Haydarpaşa Lisesi (1957), İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi (1964)
mezunu. O yıllarda Hukuk Fakültesinde bütünlemesiz olarak üçüncü sınıfa
geçenler, dekanlıktan izinle Edebiyat Fakültesinin herhangi bir bölümüne devam
edebildiği için Felsefe Bölümünden de sertifika aldı. Felsefe doktorası yapmak
üzere Almanya’ya gitti. Brilon’da Goethe Enstitüsündeki dil öğreniminden sonra,
Marlburg, Bonn ve Köln üniversitelerinde araştırmalar yaptı. Moxburg
Üniversitesinde Prof. Dr. Ditrich Pirson’un yanında “Türk Devletlerinde
Temel Hürriyetler” konulu doktorasını 1976’da bitirdi. Hocasının kürsüsünde
çalıştı. 1988’e kadar Almanya’da kaldı. Yayıncılıkla uğraştı.
Ötüken
Yayınevinin kurucularından yazar Mehmet Niyazi Özdemir, tedavi gördüğü yoğun
bakımdan çıkamayarak 11 Mayıs 2018 günü İstanbul’da vefat etti. Cenazesi, 12
Mayıs 2018 Cumartesi günü Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Camiinden
öğle namazı sonrası kaldırarak Karacaahmet Kabristanında toprağa verilecektir.
“Vatan” başlıklı ilk makalesini 1967 yılında Millî Hareket dergisinde;
diğer ürünlerini Türkiye, Babıalide Sabah, Gündüz, Zaman (1987), Muhalif
(1999), Tercüman gazeteleri ile Yeni Akademi, Yeni Hafta, Ufuk
Çizgisi, Türk Yurdu, İnsan ve Kâinat, Türk Edebiyatı, Beyan (1999)
dergilerinde yayımladı. 1987’den itibaren başlangıçta haftada üç gün, sonraları
haftada bir gün olmak üzere Zaman gazetesinde yazdı. Radyoya ve
televizyona da uyarlanan Ölüm Daha Güzeldi adlı romanıyla Türkiye Millî
Kültür Vakfının 1982 yılında Yılın Romanı Ödülünü, Çanakkale Mahşeri
adlı eseriyle 1999 yılı Türkiye Yazarlar Birliği Roman Ödülünü kazandı. Ölüm
Daha Güzeldi adlı eseri 1991’de Arapçaya çevrildi. Türk Ocakları Osman
Turan Türklük Araştırmaları Armağanı, 2000 yılında Mehmet Niyazi’ye verildi.
Mehmet Niyazi, tezli romanlarıyla tanınır. Eserlerinde millî konuları ön plana
çıkardı. İncelemelerinde Türkiye’nin sosyal yapısı üzerine görüşlerini açıklar.
“Mehmet
Niyazi, romanlarının konularını, incelemelere ve bazen de kendisine anlatılan
gerçek vak’alara dayandırıyor. Bütün eserlerinde roman sanatından ve üslûp
endişesinden daha çok millî duygularımıza dayalı idealist (ülkücü) telkin ve
savunmaları ön safta tutuyor. Romanlarda olayı anlatırken kendi düşünce ve
duygularından yana ağırlık koyuyor. Tarafsız davranamıyor, çok yönlü olamıyor,
karşı fikre ve karşı eyleme, hayat ve hareket hakkı tanımıyor. Her eserinde,
kendi sevdiği taraf ululanmakta, görüşlerine zıt veya hasım bilindiği taraf ise
tamamıyla haksızdır; çok defa kaleme alınmaya bile değmemektedir.
“Demek
ki Mehmet Niyazi, memleketini çok seven, yakın tarihin şahsiyetleri arasında
beğendikleri ve sevmedikleri bulunan, milleti için fedakârlık edenleri
kaleminin bütün gücüyle öven, aksi tutumda farz ettiklerini yerden yere vuran
milliyetçi bir kalemdir. Mehmet Niyazi bir destancıdır. Nitekim, çok büyük
vatan hizmetleri olduğu halde haksızlığa ve resmî tarihin kahrına uğratılarak
unutulmuş nice seçkin Türk kahramanına karşı, hepimizin millî minnet borcu
ödeyen eserine Yazılamamış Destanlar adını vermiştir.” (Ahmet Kabaklı)
ESERLERİ:
Roman: Varolmak
Kavgası (1969, yeni düzenlemeyle, 1988), Çağımızın Aşıkları (1977,
yeni yazımı İki Dünya Arasında adıyla 1992), Ölüm Daha Güzeldi (Tahir
Mihmandarlı’nın hayatı, 1982), Yazılmamış Destanlar (1989), Çanakkale
Mahşeri (belgesel roman, 1998), Dâhiler ve Deliler (2001).
Hikâye: Bayram
Hediyesi (1971, yeni yazımı 2001).
Deneme-İnceleme: Millet
ve Milliyetçilik (1980), İslâm Devlet Felsefesi (1988), Türk
Devlet Felsefesi (1989), Medeniyet Ülkesini Arıyor (1991), Türkiye’nin
Meseleleri I Kültür (1992), Türkiye’nin Meseleleri II Devlet (1992),
Medeniyetimizin Analizi ve Geleceği (2000), Millet ve Şark
Milliyetçiliği (2000), Millet ve Türk Milliyetçiliği, Mütareke ve Kurtuluş
Savaşının Başlangıç Döneminde Türk Demir Yolları: Yapısal ve Ekonomik Sorunlar:
1918 – 1920 (2003).
KAYNAKÇA: İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü
(1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of
Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve
Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007), Baki Günay / Mehmed
Niyazi: “Biz Tarihimize Bir Yabancıdan Daha Uzağız” (Kitap Haber,
Temmuz-Ağustos 1999), Mehmet Nuri Yardım / Romancılar Konuşuyor (2000;
Arşivlerden Gerçekleri Çıkaran Mehmed Niyazi: Çanakkale Bir Destandır, s.
177-179) - Unutulmayan Edebiyatçılarımız (2004), Ahmet Kabaklı / Türk Edebiyatı
(c. 5, 11. bas. 2002).
“Dr. Baymirza Hayıt’a aittir”
Dağa
taşa su usul usul yürümeye, kelebekler kanatlanıp uçmaya hazırlanıyordu.
Tabiat, rengarenk çiçeklerle süslenerek bir başka alemin yolculuğuna çıkacaktı.
O dilsiz ağaçlar neşelenecek, dünyaların gizlendiği tomurcuklar güneşin
bereketli öpüşleriyle elmayı, narı, kirazı Asya’nın çizgili yüzlü çocuklarına
sunacaktı. Ne yazık ki talih, toprak ananın nimetlerine özgür olarak el
uzatmayı çok görmüş, onları tutsak etmişti. Oysa her insan gibi onların
mutluluğu da bağımsız yaşamakla mümkündü. Bunun için pek çok kereler baş
kaldırmışlar, sayısız evlatlarını savaş alanlarında bırakmışlardı.
Petersburg’un
duvarlarını özgürlük, insanca yaşama şarkılarının sarstığı gün geldi... Çelik
örgüleri biraz da onların gayreti kırdı ve yıl bin dokuz yüz on yedinin ekimine
ulaştı.
Uçsuz bucaksız steplerde, çeşitli dillerde insancıl şarkılar söylenmeye
başladı. Herkes mutlu, herkes sevinçliydi. “Milletler hapishanesi” haline
gelmiş imparatorluğun beton duvarları kırılarak aydın ufuklarla
kucaklaşılacaktı. Her millet özgür olacak, kendi dilinde, kendi gönlünce
devletini kuracak, toprağına istediği gibi sahip olacak, insanını dilediği şekilde
eğitecekti. Gölgesiz bir bayram havası Sibirya’nın derinliklerinde
dalgalanıyordu.
Fakat
kısa bir süre sonra yüreklerde kuşku belirmeye başladı; gün dönüyordu sanki.
Bir ihanet fısıltısı dolaşıyordu dudaktan dudağa; inanılmak istenmiyordu bu
ihanete; çünkü elde “öğretinin ilkeleri” vardı. İnanılmıyordu, ama General
Frunze’nin emrinde toplanan kuvvetler, sevincin dağ rüzgarı misali sınırsız
dalgalandığı topraklara yürümeye başlamıştı bile.
Her yer çelik miğferlilerin mitralyözleriyle dolmuştu. Bunlara karşı çıkanlar
yalın ayak, ak gömlekli, yalın kılıçtılar. Karanlık geceler ölüm saçan
bataryaların alev kusmukları ve yalın kılıçlarla aydınlandı. Toprağı sulayan
insan kanı, gübreleyen insan etiydi.
Doludizgin
yağan karlarla, alev alev dökülen güneşlerle yalın ayaklıların tırnakları
söküldü. Kılıç kabzalarını kavrayan bilekleri güçsüzleşti. Ak gömlekleriyle
dokudukları duvar delindi. Çeşitli bölgelerde yalnızca gece karanlıklarında
vardılar. Talihsizliklerini yenemiyeceklerini biliyorlar, ama gene de direniyorlardı.
Bu direnişi hem ecdada, hem de gelecek nesle borç biliyorlar, insanlığa
çağımızın gerçek çehresini de göstermek istiyorlardı.
Top tüfek sesleri arasında kurban bayramı geldi. Müslümanların bu kutsal
günleri dolayısıyla General Frunze’nin insancıl duyguları ağır basarak dört
günlük “ateşkes” ilan ettiğinde Fergana eyaletinin Yarçek köyünü de “karşı devrimciler”den
temizlemişlerdi.
Başı
dumanlı dağların koynunda Yarçek sanki hassas duyguların dokunmasıyla meydana
gelmişti. Üç yanı ufuklara ulaşan mor tepelerle çevrilmiş, ancak bir yönüyle
Fergana’nın verimli ovalarına kavuşabiliyordu. Dağlardan güneşin altın rengiyle
sarmaş dolaş yuvarlanıp gelen yorgun sular, Yarçek’in düzlüğünde dinlenir ve
tembel kıvrımlarla Fergana’nın derinliklerine doğru yol alırdı.
Yemyeşil ağaçların altında el emeğinin iz iz görüldüğü bakımlı bahçeler, bu
sabah ayrı bir gürlükte okunan ezan sesiyle uyanmıştı. Buluğa ermiş çocuklar,
ihtiyarlar camiyi doldurmuş, evlerde analar ve yaşmaklı gelinler kalmıştı.
Yüreklerde tortulaşan ağıtlara rağmen herkeste bu kutsal güne hazırlanma
gayreti vardı. Ne kadar yaslı da olsa bayramdı; Tanrı bağışıydı.
Atışları
yeni durmuş kanlı bir yüreği andıran güneş, hırçın tepelerin arasından
sıyrılarak ormanların üstüne koyu bir kurşunîlikle çöken perdeyi sıyırıp
atmıştı. Yeşil yaprakların arasında binlerce pırıltı oynaşıyordu. Kuş
sesleriyle donanmış ışıl ışıl tabiatın derinliklerinde, kutsal güne rağmen bir
hüzün kımıldıyordu; çünkü yıllardan beri sürdürülen savaş artık iyice
ümitsizleşmişti.
Bayram namazı kılındıktan sonra Tanrı’ya eller açıldı. Dağlarda savaşanların
üzerinden koruyuculuğunu eksik etmemesi dileğiyle dualar bitirildi. Avuçlar
teselli ümidiyle sakalları sıvazladı. Hayatı yeni yeni anlamaya başlayanların gözlerinde
yaşlar tomurcuklandı.
Dışarıya
çıkarlarken ard arda birkaç tüfek sesi yankılandı. Caminin çatısında güneşlenen
kuşlar ürkerek havalandı, yarım daireler çizip ağaçların arasında kayboldular.
Gözler tüfeklerin patladığı yöne çevrildi; kimlere kıyılmıştı yine?... Caminin
avlusundaki herkes gibi Sadık da iç çekti.
Nasıl iç çekmesindi!... Dağlarda vuruşan oğullarından büyüğü onbeş gün önce
şehit düşmüştü. Çiseli bir gecenin sabahına doğru ortanca oğlu Narmirza,
ağabeyini sırtlayıp eve getirmişti. Sol göğsüne isabet eden kurşunla sesiz
gittiği belliydi; ama yüzünde donuklaşmayan bir gülümseme vardı. Tanrı katında
ne kadar yüce bir yeri olduğunu bilmesine rağmen oğlunun acısı yüreğine kızgın
bir ok gibi saplanmıştı; bir türlü azalmıyor, bilhassa son hali, kanlı siyah
gömleği gözünün önünden gitmiyordu. Şimdi ise dağlarda bir tek ortanca oğlu
kalmıştı.
Caminin
avlusunda bayramlaşma bittikten sonra yemeğe götürebilecek birini aradı.
Komşularına bir şey söyliyemedi; evlerinde bulunmak isterlerdi; bir yabancı da
yoktu. Yıllarca bayram sabahlarında katettiği yolu, yalnız yürümek istemediği
gibi, bayram sabahı misafirlerle yemek de töre idi... Ne yazık ki bu defa eve
yalnız dönmek zorunda kaldı.
Camiden
biraz uzaklaşmıştı ki birkaç tüfek daha patladı. Uzaktan uzağa yankılanan bu
patlayışlarla birlikte bakışlarında Narmirza’sının esmer yüzü belirdi; nasıl da
kara gözlerinde yaşamak hırsı tutuşuyordu. Nemli bakışlarını mor dağlara
çevirdi; ona dalgın tepeler bir felakete gebeymiş gibi geldi. Duruşunda
namlulara yeni sürülen mermileri duymanın kuskusu vardı. Öylece bir süre
kaldıktan sonra, göz kapaklarının altını yakan sıcak bir ıslaklıkla eve doğru
yürüdü. (…)