Mimarlık tarihçisi, akademisyen, profesör, araştırmacı yazar (D. 8 Nisan 1926, Paris / Fransa – Ö. 22 Eylül 2021). 1926'da, babasının Fransız Harp Akademisi'nde eğitim gördüğü Paris'te doğdu. Mimar olan dayısı Emin Onat’ın teşvikiyle 1949 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesini bitirdikten sonra fakültenin Mimarlık Tarihi Bölümü’nde asistan oldu. 1950’lerde İtalya’ya giderek Rönesans mimarlığı üzerinde çalışan Kuban, Türkiye'ye döndükten sonra hazırladığı “Osmanlı Dini Mimarisinde İç Mekân Teşekkülü, Rönesansla Bir Mukayese” adlı yapıtıyla 1958'de doçent oldu. 1962’de Fulbright bursuyla konuk öğretim görevlisi olarak ABD’deki Michigan Üniversitesinde bulundu. 1960’lar ve 1970’lerde belli süreler boyunca Harvard Üniversitesinin bursuyla Washington DC’deki Dumbarton Oaks Araştırma Kütüphanesinde araştırma çalışmaları yaptı. 1965’te “Anadolu Türk Mimarlığının Kaynak ve Sorunları” adlı çalışmasıyla profesör oldu.
1973-76 yılları arasında İTÜ
Mimarlık Fakültesinde dekanlık yaptı. İTÜ Mimarlık Fakültesinde Mimarlık Tarihi
ve Restorasyon Enstitüsünün kurulması için çalışan Kuban, 1974’te kuruluşu
tamamlanan enstitünün başkanlığını yürüttü. 1981’de Anıtlar Yüksek Kurulu’nun
başkan yardımcılığına getirildi ve kurulun dağıldığı 1983 yılına kadar bu
görevi sürdürdü. 1987-88'de de Suudi Arabistan'da Dammam'daki Kral Faysal Üniversitesi'nde
ders verdi. .Onarım ve koruma konusuyla da ilgilendi. İstanbul' daki
Kalenderhane Camisi'nin onarım çalışmalarını yönetti. Ağa Han Mimarlık Ödülü
Yürütme Komitesi üyesi olan Kuban; Türk, İslâm, Anadolu mimarlığı ve sanatını
konu alan kitaplar ve makaleler yayımladı. Çalışmalarında Türk sanatı ve
mimarlığının özgün bir yaratı alanı olarak görülmesi gerektiğini öne sürdü.
Batılı araştırmacıların İslam
sanatını homojen bir bütün gibi
görüp ele almalarının yanlış bir yaklaşım olduğunu, aynı dini
paylaşmalarına karşın çeşitli İslam ülkeleri sanatlarının hem tarihsel hem de
coğrafi farklılıklar gösterdiğini savundu. Bunların, dolayısıyla da Türk
sanatının, yerel bir çeşitleme olarak değil, kendi gelişme koşulları içinde
değerlendirilmesi gereken bir olgular sistemi olduğu belirtti. Bu düşüncelerini hem
yapıtlarında, hem de çeşitli dış ülkelerde yaptığı konuşmalarda ve verdiği
derslerde yaymaya çalıştı.
1980'de Pakistan'ın Lahor kentinde
yapılan "İslam Ülkeleri Koruma" konulu uluslararası kongreye UNESCO
uzmanı olarak katıldı. 1986'da Ankara'da düzenlenen 1. Uluslararası Asya-Avrupa
Sanat Bienali'nde Türkiye Grubu başkanlığı ve sergi düzenleyiciliği görevlerini
üstlendi. Cumhuriyet gazetesinin Bilim Teknik ekinde haftalık yazılar
yayımladı.
Cumhurbaşkanlığı Mimarlık Ödülü
2019 yılı Cumhurbaşkanlığı Kültür
ve Sanat Büyük Ödülleri'nde; "Mimarlık" ödülünün "Türk
mimarisinin geçmişine yönelik kuramsal ve kavramsal çalışmaları, restorasyon
faaliyetleri, İslam mimarisi içinde Türk eserlerinin kimliğini vurgulayan
görüşleri ve bu konulara dair yazdığı kitapları dolayısıyla" Doğan Kuban'a
verilmesi kararlaştırıldı.
Prof. Dr. Doğan Kuban İçin Ne Dediler?
“Kuban’ın
asıl amacı, Sinan’dan yola çıkarak, klasik Osmanlı mimarlığına ilişkin kuramsal
ve kavramsal bir çerçeve oluşturmak, bu üslûbu tanımlamak, ona varan süreci
açıklamak ve onu gerek İslami kültürlerle gerekse Bizans ve Rönesans
mimarlığıyla karşılaştırmak; kısaca yıllardır kurduğu anlatısını tüm
boyutlarıyla okuyucuya açmak.” (Günkut
Akın, Sinan’ın Sanatı ve Selimiye üzerine)
ESERLERİ:
Türk Barok Mimarisi Hakkında Bir
Deneme (1954), Osmanlı
Dini Mimarisinde İç Mekân Teşekkülü -
Rönesansla Bir Mukayese (1958), 100 Soruda Türkiye Sanat Tarihi (1970), Türk ve islam sanatı üzerine denemeler (1982),
Mimarlık Kavramları:
Tarihsel Perspektif İçinde Mimarlığın Kurumsal Sözlüğüne Giriş (5. bas. 1998), Sinan’ın
Sanatı ve Selimiye (2. bas. 1998), İstanbul Yazıları (1998), Divriği
Mucizesi-Selçuklular Çağında İslâm Bezeme Sanatı Üzerine Bir Deneme (1999),
Tarihi Çevre Korumanın Mimarlık
Boyutu: Kuram ve Uygulama (2000), Türkiye’de
Kentsel Koruma: Kent Tarihleri ve Koruma Yöntemleri (2000), İstanbul Bir Kent Tarihi: Bizantion
Konstantinopolis İstanbul (2. bas. 2000), Çağlar Boyunca Türkiye Sanatının Anahtarı (2004).
KAYNAKÇA: “Kuban,
Doğan” (Büyük Larousse, c. 12,s. 7123,
1986), “Kuban, Doğan” (Ana Britannica, c. 14, s. 27-28, 1987), Deniz
Mazlum - Kutgün Eyüpgiller - Zeynep Ahunbay / Prof. Doğan Kuban'a Armağan
(1996),“Doğan Kuban ile ‘Sinan’ın Sanatı ve Selimiye’ Adlı Kitabı Üzerine
Söyleşi” (Mimarlık, sayı: 284, 1998), Doğan Kuban / Divriği Mucizesi (1999),
Günkut Akın / Prof. Dr. Doğan Kuban Sinan’ın Sanatı ve Selimiye’ye Eğiliyor Bu
Kez (Cumhuriyet Kitap, 27.5.1999), İhsan Işık /
Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors
(2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları
Ansiklopedisi (2007) – Ünlü Bilim Adamları (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C.
2, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), İslamlaşma
Tarihimizle Derin Bir Hesaplaşma / Doğan Kuban (cumuhuriyet.com.tr, 19 Haziran
2015 - gercekedebiyat.com, 21 Haziran 2015), 'Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat
Büyük Ödülleri'nin sahipleri açıklandı (aa.com.tr, 25.11.2019), Mimar Doğan Kuban son yolculuğuna
uğurlandı (Habertürk, 24.09.2021), Yaşamını yitiren Prof. Dr. Doğan Kuban
kimdir (cumhuriyet.com.tr, 25.09.2021), Doğan Kuban'ın Ardından... | Osman Güdü
ile Kent ve Yaşam (YouTube · KRTkulturTV, 25.09.2021), Doğan Kuban Eserleri (idefix.com,
dr.com.tr, kitapyurdu.com, 25.09.2021), Doğan Kuban (iskultur.com.tr,
27.09.2021).
OSMANLI MATEMATİK KİTABI NE ZAMAN YAZDI?
DOĞAN KUBAN
Osmanlı meraklıları herhalde Osmanlı matematikçilerini de merak ederler! Onlara Osmanlıların matematik tarihinde hiçbir yerleri olmadığını başından haber verip bunun cezasını nasıl çektiğimizi anlatmak istiyorum. Doğan Kuban
Matematik bilen astronomlara müneccim olarak bakıp, Orta Asya’dan müneccim olarak çağrılan Ali Kuşçu’yu, Şam’dan da aynı sıfatla çağrılan Takiyüddin’i Osmanlı matematikçisi göstermek gibi, şarlatanlıktan vazgeçersek, Osmanlı’nın yetiştirdiği bir matematikçi yok.
Ama bu günün insanı matematiği cebinde taşıyor. Cepteki telefonlar, evdeki, iş yerlerindeki bilgisayarlar, alış veriş merkezlerinin kasaları, bankalar, ordunun topları, füzeleri, uçaklar, otomobiller, makinalar, inşa edilen yapılar, köprüler, tüneller tümü matematiğe dayalı bilimsel ve teknik kuram ve uygulamalara oturuyor.
Osmanlı matematik tarihi yok
İlkokulda öğrendiğiniz artı, eksi, çarpı, bölü işaretlerini içeren kitaplar Osmanlı döneminde ne zaman basılmış? İçinizde bilen var mı? Araplar Hintlilerden, Avrupalılar İspanya Müslümanlarından aldıkları için, Arap rakamları denilen rakamlarla basılmış kitap olarak ve 12. yüzyılda yaşamı ve cebir hesabının yaratıcısı olarak bilinen Harezmi’nin adını, basılmış kitapta gören Osmanlılar hangi yüzyılın insanlarıydı?
Bunları bilemezsiniz. Çünkü Osmanlı matematik tarihi diye bir şey yok.
Rönesans’a kâfir işi diye bakan Osmanlı, dünya egemenliğini Avrupa’ya, yani karşı olduğu Hıristiyanlara kaptırmış.
Osmanlı medresesi ne Rönesans’tan ne de Harezmi’den söz eder. Bu suskunluk, ister bilgisizlikten ister dinsel ideolojiden kaynaklansın, bir bilim düşmanlığı işaretidir.
Osmanlı tarihinin medreselilerle ilgili en önemli kitabı Taşköprülüzade’nin Şakayı’ı Numaniye’sidir. Ünlü Osmanlı bilim adamlarını (!), yani ünlü mollaları anlatır. Osmanlıcı vatandaşların bu kitaptan haberi olanlar doğal olarak çok azdır. Oradaki listeye bakarsanız matematikle ilgili bir iki ad bulabilirsiniz. Fakat ne ürettiklerine ilişkin bir şey bulamazsınız.
Matematik mi? O da ne?
18. yüzyılda Osmanlılar arasında matematikten haberli bir molla olmadığı için, Osmanlı’nın sarıldığı son kurtarıcı olan ordunun batılı bilgilerle yetişmesi gerektiği zaman kurulan ilk Topçu Okulu Humbarahane oldu (1738). O zaman için bu tür bir mühendis okulunun programını anlayacak Osmanlı olmadığı için, başına Fransız kontu Bonneval (Humbaracı Ahmet paşa) getirildi. Daha önce Avusturya İmparatoru için de çalışmıştı. Bugün bu şanlı cahil çağı, ne olduğunu bilmeden seven romantik sevgilileri var.
Osmanlıyı ağızlarından düşürmeyenlerin Osmanlıyı neden öğrenmediklerini düşünürüm. Şimdi anlıyorum. Onları kendi cehaletlerine yakın buluyorlar. Bilgisizlik ortak bir özellik. Şirketler teknoloji ithal ediyorlar. Profesörler kes- yapıştır yöntemi kullanıyor. Öğrenciler de İngilizce öğrenen müşteri ve tüketiciler oluyor.
Şimdi yabancılar paşa ya da işgal askeri değil. Kredi ile para veren yabancı bankalar ve Türkiye’yi satın alan (pardon, Türkiye’ye yatırım yapan) birileri. Bu, uluslararası kapitalizmin evrensel mekanizması. Alan da veren de memnun. Üstelik evrensel bir ağ içinde bir para dönüşüm sistemi. Burada ulusal politika yok. Satıcılara uyum var. Sadece, adları farklı olsa da, simgesel olarak molla ve sultan gerekiyor. Bu çok iyi işleyen sistemde para paritelerini iyi bilmek gerek.
Derleme dilde ne yazılır?
Sevgili Okuyucular,
Bu toplum ne zamandan bu yana nal topluyor? Şu soruların yanıtlarını araştırın. Dünya matematikçileri arasında Osmanlı var mı? Hiç olmamış. Ömer Hayyam gibi hem dünyanın bildiği bir şair hem matematikçi var mı? Hayyam’dan esinlenip rübai yazmış var. Ama matematiğinden esinlenen matematikçi olmamış. Farsça eski ve kendi içine oldukça saf kalmış bir dildi. Osmanlıca denen derleme dilde, yetenekli olanlar da, özgün bir şiir yazamadılar.
Bugün bizim Türk dilli Müslüman halkın bir kimlik sorununun dilsizlikle ilişkisi var.
Tarihi anımsamakta her zaman yarar vardır: Ertuğrul’un oğlu Osman adıyla Türklükten Araplığa terfi etmiş (!?) Arap halifesinin adı devlete verilmiş, yetişmemiş dile verilmiş. O zaman Ukraynalı bir esir kız da Osmanlı valide sultanı oluvermiş. Osmanlıca Türkçe olmaktan çıkınca Arapça, Farsça kullanmak bir tür asalet gösterisine dönüşmüş. Şimdi ‘bye bye’ diyen köylüler gibi. Çok ucuz bir dönüşüm. Osmanlıca sayısı az okumuşun kimliği olunca, kimse dünya edebiyatına girecek bir yapıt yaratamamış. Kendi içimizde caka satmışız. Yetenekli olanlar da harcanmış. Bu Esperanto, Osmanlı ve Türk cehaletinin temelidir. Bu halk dilini dışlamıştır. Halk da onu dışlamıştır.
Mevlana kitabını Farsça yazdı
İbni Sina’nın göç ettiği Samani Buhara’sı gelişmiş bir kentti. İbni Sina, Gazneli Mahmut’un devamlı izlemesinden kaçarak İsfahan’a sığınmıştı. Fakat Selçuk İsfahanı belki onu kabul etmezdi.
Günümüz Türk tarihçileri Mevlana’yı Anadolu kültürünün parçası olarak görürler. Mevlevilik ve tasavvuf bağlamında bu doğrudur. Fakat Dünya, Mesnevi şairini İranlı görür. Türkçeyi hor gören divan şairleri Türk şiirini dünya sahnesine çıkaramadılar.
İslam ile Arapçayı, Fars edebi kültürü ve Farsçayı, İran’ın İslam yorumunu, tasavvufu ithal ettik. Bugün ithal mallarını ve modayı nasıl kullanıyorsak, o zaman da, iyi taklitçiler vardı. Mevlana, babası Bahattin Velet ile Türkiye’ye geldi. Ama kitabını Farsça yazdı. Tarikat de kurdu. Ama biz Mevlana yetiştiremedik. Dünya Mevlana’yı Türk değil, İran şairi olarak biliyor.
İbni Sina’ın yaşadığı Samani Buhara’sı, Selçuklu Isfahan’ından ileri olabilir. Öyle bir ortam Mengücek Erzincan’ında yoktu. Mevlana’yı günlük yaşam dışında Türkçe öğrenmeye teşvik edecek bir kültürel ortam Konya’da da olmadı. Osmanlı çağı Türk dilinin edebiyatını yaratmadı. Evrensel olamayan bir şiir üslubu yarattı. Ama Firdevsi, Hayyam, Hafız ne de Sadi Osmanlı’dan çıkamadı.
Özgün katkı: Askeri eğitim
Osmanlının İslam tarihine özgün katkısı İslam’ı Batıya karşı yüzyıllarca savunması ve geliştirmeye çalıştığı askeri eğitimdir. Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşanın öldürülmesinden sonra 1. Mahmut zamanında açılan Humbarahane (Topçu) okulunun kurucusu Fransız kontu Bonneval (Humbaracı Ahmet Paşa) oldu. Mühendishane-i Bahri-i Hümayunu da Fransızlar kurdular. Bu Avrupa vesayeti, Düyun-u Umumiye’ye kadar sürdü. Medrese 19. yüzyıl sonuna kadar üniversitenin açılıp yürümesine olanak vermedi. Bektaşi yeniçeriler her zaman Sünni medrese ile birlikte kargaşa çıkardılar. Bu da Tanzimat’a kadar sürdü. Geç kalmıştık.
Karagöz oyunu
Mustafa Kemal ve etrafında Kurtuluş Savaşı’nda can ve emek koyanlar, sosyal devrimler aşamasında Türkiye’de küçük, inançlı bir azınlıktı.
1950’den sonra Anglo-Amerikan politikasının İslam dünyası planı uygulanmaya başlayınca, Türkiye İslam dünyasına entegre edilmeye çalışıldı. 15 yılda başardığımız olağanüstü çağdaşlaşma enerjisi, özellikle 1980’den sonra törpülendi.
Bugünkü mücadele kültürel içeriği boş, niteliksiz bir politik çekişmedir. İslam’ın 12. yüzyılda Rönesans bileşeni olacak nitelikteki entelektüel atılımı ile karşılaştırınca, yaşamları çağdaş teknoloji tüketimi ile geçenlerin, kendi hayallerini dünya sahnesinde sergiledikleri karagöz oyunundan öte bir nitelik taşımıyor.
KAYNAK: Doğan Kuban / Osmanlı Matematik kitabı ne zaman yazdı? (Facebook paylaşımı, 6 Nisan 2017)
DOĞAN KUBAN:
‘KÜLTÜR EL DEĞİŞTİRDİ’
Mimar Doğan Kuban, 1970’li yıllara kadar gelen
geleneksel ahşap yapıların sonraki süreçte hızla yok edildiğini söylüyor. Bunu
da köyden kente göçenlerin kent kültürüne sahip çıkmamasına bağlıyor. Kuban “Ak
Saray”la ilgili de “çirkin bir büro binası” diyor.
Sultanahmet’teki Turing’e ait “Yeşil Ev” geçen
günlerde boşaltıldı. Ev ihaleyle 15 yıllığına devredilmişti ve işletecek olan
firma istemediği için içindeki eşyalar müzayedede satıldı. Yeşil Ev, “koruma”ya
büyük önem veren Turing’in eski başkanı Çelik Gülersoy tarafından 1977’de satın
alındı, restore edilerek Türkiye’nin ilk “tarihi tipte otel”i olarak yıllarca
hizmet verdi. Ahşap bir yaı olan Yeşil Ev bu haliyle Avrupa’nın en saygın
kültür kuruluşlarının başında gelen “Europa Nostra”nın başarı madalyasını da
Türkiye’ye getirdi. Bir dönem Turing’de görev alan mimar Doğan Kuban’la Yeşil
Ev üzerinden İstanbul’daki ahşap yapıları ve koruma politikalarını konuştuk.
Öğrencileri Turing’in işlettiği yapıların
restorasyonunu yapan Doğan Kuban, Gülersoy’u “Yaptıklarını kimse yapmadı”
diyerek anlatıyor. “Gülersoy’un genel bir politikası vardı. Vizyonu korumayla
ilgiliydi ve İstanbul için de bu gerekliydi. Eski binaları alır, restore
ederdi. Kendisi de zaten eski yapıları kültürel olarak sevdiği ve politik
olarak da bunun gerekli olduğunu düşündüğü için yaptı.” Yeşil Ev örneğine
geldiğimizde ise “Yeşil Ev ilk yapıldığında örnek bir yerdi. Ona benzer bir
bina da olmadı. Gülersoy Yeşil Ev’i neredeyse müze haline getirdi. Servisi çok
iyi, bahçesinde oturmak güzeldi” diye anlatıyor. Gülersoy’un koruma adına
yaptıklarını sadece ondan sonra gelen yönetimin değil belediyelerin ve devletin
de yapmadığını vurguluyor. Sonra da “Turing’in yönetimi ne yapıyor?” diye haklı
bir soru soruyor.
Neden koruma politikalarının uygulanmadığı ise “En
büyük sorun, kültür Türkiye’de el değiştirdi. Bu, onun sonucudur. Tarihi,
sanatı bilmiyor ve sahip de çıkmıyorlar” diye özetliyor.
Kendisinin İstanbul Belediyesi’nin isteği üzerine
1971’de koruma planı hazırladığını söyleyen Kuban, İstanbul’un ve Osmanlı’nın
geleneksel konut dokusunun ahşap olduğunu söylüyor. “1970’li yıllara kadar,
henüz köylü şehre göç etmediği için, İstanbul’un ahşap dokusu duruyordu.
Türkiye fakirdi. Koruma düşüncesi toplumda değilse bile devlet ve kültür
katında vardı.”
Bu ahşap yapıların zamanla yok edildiğini,
belediyelerin bunlara sahip çıkmadığını söyleyen Kuban “Belediye vermesini
biliyor, almasını değil. Zaten şehirli de değiller, bu kültürün ne olduğunu
bilmiyorlar” diyor.
Avrupa’da çok sayıda korunan şehir olduğunu söyleyen
Kuban “Roma’da evin boyasını bile kolay kolay değiştiremezsin. Belediye
başkanlarımız bu şehirleri görüp neden bizde böyle bir koruma yok demiyorlar
mı? Aslında diyemiyorlar çünkü onlar da bilmiyorlar. Kuldan halk oldular,
halktan da iktidar oldular; korumayı bilmiyorlar. Bu işler zengin olmakla,
gökdelen yapmakla olmuyor” diyor.
Osmanlı’nın geleneksel ahşap kentlerinden kurtulanın
sadece Safranbolu olduğunu söyleyen Kuban “Türkiye’de başka kurtulan şehir yok”
diyor.
Kuban, günümüzdeki 1000 odalı “saray”a da göndermede
bulunarak Osmanlı’nın konuttaki en büyük özelliğinin mütavazılık olduğunu
söylüyor. Buna da iki katlı ve ahşap olarak inşa edilen Topkapı sarayını örnek
veriyor. “19. yüzyıla kadar Topkapı Sarayı’nı kullanmışlar ve başka saray da
yoktu.” Sonraki süreçte ise bir saray enflasyonu yaşandığını söyleyen Kuban
“Dolmabahçe, Beylerbeyi gibi sarayları 19. yüzyılda, parçalanmak üzereyken
yaptık ve battık” diyor. “Bizde saray yapma geleneği yoktu. Selçuklu’nun bir
tek Konya’daki Alaattin Köşkü denilen köşkü vardı” diye de büyük devlet olmak
için büyük yapıya gerek olmadığının altını çiziyor.
Kuban “Ak Saray” için de eleştirilerini yöneltmekten
çekinmiyor: “Başkanlık sarayı çok kötü, çirkin bir büro binası. Selçuklu’yla
bir ilgisi yok. 1000 odalı deniliyor; Osmanlı’nın 500 yıl oturduğu saray 360
odalıydı. Versailles, Buckingham saraylarının daha az odası var. Beyaz Saray
bundan 7 kat daha küçüktür, saray bile değildir. 1000 ne işe yarar onu da
bilmiyorum.”
KAYNAK: Kültür El Değiştirdi (Mehmet Keskin röportajı,
cumhuriyet.com.tr, 29.11.2014).
İslam’ın iki kökeni var: Kuran ve Türk diliyle yorumlanmış İslami
doğmanın özümsenme süreci. Bu yorumlar homojen değildir ve kendi iç dinamikleri
ile değil, dünya ile etkileşim sonucunda değişiyorlar. Tarihimiz de bunun en
iyi bilinen görüntüsü, Bizans ikonoklast akımından aktarılmış olan resim
yasağı. Abdülmecit devlet dairelerine resmini astırmak istediği zaman tepki
gördü. Bugün politikacılar duvarları resimleriyle dolduruyor, heykel yıkıyor,
köpek ya da karpuz heykeli yapıyorlar. Bu, toplumun kültürel yozlaşmasını ve
dini doğmayı değiştiren etkenlerin yabancı kökenini gösteriyor.
Batı da yozlaşıyor. Batı etkisi bir bütündür. Pazardan sebze alır
gibi, bu iyi bu kötü diye seçmiyoruz, tümünü ithal ediyoruz. Güzel sanatlar
okulu, konservatuar açmak zorundasınız. Dersleri İngilizce yapıyorsunuz, futbol
var ama Batı musikisi yok, foto var ama resim yok, hıyar heykeli var ama insan
heykeli yok demek saçmalamaktır. Bir resim, yılda on kişi öldüren Mercedes’ten
daha önemlidir. Bir heykel bir füze’den, büyük musiki yapıtı da atom
bombasından daha önemlidir. Bu değer yargılarını şaşırırsanız, teknoloji ithal
etseniz de elinizde kalır.
Gelecek için Türkiye’nin sorunu, silah müşterisi olmak yerine,
evrensel bilim ve sanatın gelişmesine katılabilmektir. İslam dünyasını yıkan
gericiliğin kökü kendimizde değil, cehaletimizi istismar eden Batı
politikasının başının altındadır.
TARİHİN İLK ÇEVİRİ ÖRGÜTLENMESİ
İslam’ın iki dönemini iyi tanımlamak gerekir. İlk aşaması Avrupa
Ortaçağına 12. yüzyıldan başlayarak etkili olan, Avrupa rönesansının da
bileşenlerinden biri olan Abbasi rönesansı ile sonlandı. Buna rönesans denmesi
yanlış olmaz. Çünkü Avrupa’dan önce, Yunan, Hellenistik ve Roma kaynaklarının
çevirisi üzerine kurulmuştur.
Erken İslam, İran, Hellenistik, Yakın Doğu ve Doğu Roma ülkelerini
fethederek İslam inancını yaydığı dönemde, gelişen kültürünü Yunan-Roma
kültürüne dayamıştır. Bütün İslam fetihleri Hellenistik imparatorluklar, Roma
İmparatorluğu ve Eski İran İmparatorluklarının toprakları idi. Harunreşid ve
oğlu El-Memun’dan başlayarak, sistematik olarak bütün bu kültür alanlarının
ürettiği yapıtlar Bağdat’ta Arapçaya çevrildi.
Bu, dünya tarihinin en büyük sistematik çeviri örgütlenmesidir ve
İslam kültüründe gerçek çizgisini gösterir. Bu çeviri etkinliği çerçevesinde
İslam Bilim ve Felsefesi gelişmiş ve 12-13 yüzyıllara kadar etkili olmuş,
İspanya’ya egemen olan İslam kanalı ile de Ortaçağdan sonra 16. yüzyıla kadar
Avrupa’da etkili olmuştur.
İslam Tarihinin ikinci aşaması, Türklerin, İran ve giderek
Yakındoğu fetihleri dönemidir. Karahanlıların ve Gaznelilerin Orta Asya’ya
egemen olmalarından sonra Selçukluların 11. yüzyıl ortalarından başlayarak
Anadolu ve Yakındoğu fetihleri ve İran’da güçlenen Şiilik, Arap İslam’ının,
Abbasi döneminin tersine, koyu bir dogmatizme dönmesine neden olmuştu, bu da
Abbasi döneminin Antik düşünceye açılımının sonu olmuştu.
ARAP SÜNNİLİĞİ GELİP YERLEŞİYOR...
Fakat Sünni Arap, çeşitli şeri yorumlarla Kuran’da olmayan
yasaklar uydurmuştur. Türkler Hoca Ahmet Yesevi’nin irşatlarıyla Müslüman
olmaya başladıkları zaman, Horasan Şii idi. İlk Türk tarikatları, Bektaşiler,
Anadolu abdalları, Babai isyanlarını çıkaranlar Şiilikle Şamanizm’i birbirine
karıştıran bu Alevi tarikatları oldu.
Hacı Bektaş, Osmanlı döneminde en etkili Türkmen babası idi. Orhan
Bey zamanında esir edilen çocuklarından ilk devşirme askerlerin ruhani lideri
olarak Hacı Bektaş uygun bulunmuştu. Ertuğrul’un ailesi de Ahilerle ve
Babailerle yakın ilişki içinde idiler. Onlar da Horasan kökenliydi. İran
Selçuklularına karşı baş kaldıranlar Şaman geleneğini sürdüren babalardı.
Bunların etkisi Constantinopolis’in fethine kadar sürdü.
Cami ve medreselerden önce, Osmanlı döneminde Ahi zaviyeleri açıldı.
Yıldırım döneminden başlayarak zaviyelerle birlikte Cami ve medreseler
yapılmaya başlandı. Fetihten sonra ise zaviye yapısı ortadan kalktı, yine de
Yavuz Selim dönemine kadar Osmanlı ailesinin Alevilerle ilişkisi sürdü. Bu
ilişkinin kopmasına neden olan Yavuz’la Şah İsmail arasındaki savaştır. İran
etkisinde Şii Türkmenlere karşı Osmanlılar Arap Sünniliğini kendilerine destek
aldılar. İstanbul’da Ahi zaviyesi yoktur. Böylece İstanbul Arap sünniliğinin
önemli bir merkezi oldu.
VE BİLİME SANATA KAPI KAPANIYOR: SÖMÜRGELEŞME DÖNEMİ
Fakat 15. yüzyıldaki bu yeni gelişim, kendisi ile birlikte Abbasi
açılımına son darbeyi vurdu. Osmanlılar Abbasi Rönesansı’nın bilim ve
felsefedeki açılımlarına kapıyı kapadılar. Bir yandan Avrupa’yı hatta İtalya’yı
tehdit ederken, Rönesans’ın Avrupa’ya getirdiği düşünsel, sanatsal ve felsefi
olanakları dışladılar.
Sonuç sadece İmparatorluğun yıkılması değil, Türkiye’nin geri
kalmış eğitimi ve teknolojisinin de nedenidir. Kurtuluş Savaşı sonrası açılımı
ise, 1945 sonrası Batı politikasının Ortadoğu politikaları nedeniyle
baltalanmış ve bugünkü kültürel ve politik kara çukura düşülmüştür. Batının ve
ona eşdeş olan Hıristiyanlığın İslam dünyasına seçtiği gelecek, Ortaçağ’da
planlanmış bir sömürge statüsüdür. İslam ülkelerinin bu tuzağa düşmüş olması,
18.-20. yüzyıl sömürgeleşmesinin sonucudur. Sömürge olmaktan kurtulmuş
görünseler de, Batı ile ekonomik ilişkileri, daha incelmiş sömürü
politikalarıyla sürmektedir.
Yeni dünya koşullarında Doğu Asya’nın kazandığı yeni küresel statü
Avrupa ve Amerika’nın politikalarında değişiklik yaptı, fakat küresel egemenlik
liderliğini kaptırmamak isteyen Amerika’nın İslam ülkelerini kendi patronluğu
altında tutmak istediği açıktır.
Eğer hâlâ anlaşılmamışsa, bu İslam ülkelerinin kaygısızlar,
aptallar ya da ortaklar tarafından idare edildiğini düşünmek gerekir. Neredeyse
Ortaçağ’dan bu yana süren bu egemenlik savaşını Müslümanların anlamamış
olmaları, hâlâ çok ilkel, 11. yüzyıldan bile geri bir düşünce seviyesinde
yaşayan kalabalıklar olduğunu kanıtlıyor.
İSLAMI SEVİNDİREN BATININ CİCİ-BİCİLERİ
Cahil halklar, gelişmişlik tekerlemeleri ve teknolojik
oyuncaklarla aldatılıyorlar. Kolay aldanacak kadar az gelişmişler. Otomobil,
televizyon, ve telefon sahibi olunca yeni oyuncak verilen çocuklar gibi
ağlamayı kesip susuyorlar. Kardeşleriyle kavga ediyor ve küçük, yapay ordular
ve hayallerle İslam devletleri kuruyorlar. Bütün İslam dünyası yeni İslam
mücahidlerinin eline geçse, dünya karşısındaki statüleri daha mı güçlü olur?
İsrail’i ortadan kaldırabilirler mi? Yoksa tümel olarak yeniden sömürge mi
olurlar?
İslam toplumlarını bu çırpınma ortamında tutmanın en güzel aracı
silah satmak, parçalamaktır. Cehalet, entelektüel cılızlık ve gelişmemişliği,
parçalanmışlığı ayakta tutmaktır. Ben de Hıristiyan ve Batılı olsam daha iyi
bir yöntem bulamazdım. IŞİD ve El Nusra yeni bir devlet kurarlarsa Suudi
Arabistan saltanatı ayakta kalmak için ne yapar?
Türkiye Ortaçağ kalıntısı kurumlara karşı çağdaş kurumlaşmayı
gerçekleştirmek zorundadır, bu bilimselleşmektir, bunu Uzakdoğu gerçekleştirdi.
Her ülkenin stratejisi farklı olmak zorunda.
Bizim de şansımız var. Çünkü o yola 1923’de girdik. Kısa zamanda
çok yol aldık.
Prof. Dr. Doğan Kuban
(Cumhuriyet)
KAYNAK: