Romancı (Nüfusta 1 Ekim)
1936, Alaşehir / Manisa doğumlu. Ortaokulu bitirdikten (1951) sonra, İzmir’de
çeşitli işlerde çalıştı, sigortacılık ve banka memurluğu yaptı. Çalıştığı
bankanın bir şubesine atanarak yerleştiği İstanbul’da bir süre bankacılık
işkolunda sendikacılık yaptı. Daha sonra yayımcılığa başladı. YAZKO’nun yönetim
kurulu başkanlığını seçildi, bu kuruluşun yayın organı olan Somut
(1983-84) dergisini yönetti. Gölge Adam gazetesinde çalıştı (1986).
İlk hikâyesi Çınar
dergisinde yayımlanmıştı. Yaşadıklarının Farkında Olamadıklarımız adlı
röportajıyla 1962 Ali Naci Karacan Armağanında üçüncülük kazandı. Türkiye’nin
tarihsel ve toplumsal gelişme sürecini yansıtmaya çalıştığı romanlarıyla
tanındı. Bazı romanlarında belgeselliğe özen gösterdiği dikkat çekti. Vehbi
Koç’un hayatından esinlenerek yazdığı İmparator adlı romanı bu tür çalışmalarına örnek
gösterilebilir. Ayrıca deneme, hikâye, oyun ve masallar yazdı.
ESERLERİ:
ROMAN: Toprak Acıkınca
(2 cilt, 1968), Acı Para (1970), Azap Ortakları (2 cilt,
1973), İmparator (1973), Kördüğüm (1974), Son Seçim (1976),
Gözbağı (1976), Doruktaki Öfke (1977), Kuzgunlar ve Leşler (1978),
Zor Oyun (1978), Kilittaşı (1989), Yitik Ülkü I (1995),
Yitik Ülkü II (1995).
MASAL: Altınsaray (1980).
HİKÂYE: Yenilgi (1967),
Iğrıp (uzun hikâye, 1977).
DENEME: Günü Gününe (1981),
Aydın ve Çağı (1982), Aydınımız İnsanımız Devletimiz (1982),
Atatürk Olmasaydı (1982).
İNCELEME: Türk Gerilla
Tarihi (1970).
OYUN (yalnız birincisi
basıldı): Pir Sultan Abdal (1970), Parti Pehlivanı (1970),
Meddah (1971), İzmir’in İçinde (1973), İpteki (1973).
HAKKINDA: Yurt Ansiklopedisi (c. VIII,
1982-83), TDE Ansiklopedisi (c. 8, 1976-98), Seyit Kemal Karaalioğlu / Resimli
Türk Edebiyatçılar Sözlüğü (1982), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler
Sözlüğü (18. bas. 1999), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (gen. 6.
bas. 1999), TBE Ansiklopedisi (2001), İhsan
Işık / Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006).
Recep Bey, gölgesini dükkânın içine düşürünce başını para çekmecesinden kaldırdı Fehmi. Belli belirsiz bir «Buyrun,» dedikten sonra irkildi. Paşa’nın elini öperken, bu adam arkasında duruyordu. Yarı eğilerek selâmladı. Tuz çuvalının üstünü eliyle silkeleyerek yer gösterdi.
— Buyrun, buyrun oturun efendim. Bir buyruğunuz mu var?
— Burdan geçiyordum da, bir uğradım.
— Şeref verdiniz efendim. Bizi bahtiyar ettiniz.
Daha Recep Bey otururken, iki sokak aşağıdaki
kahvehaneye seyirtti. Ocağın başında bekleyerek, yaptırdığı kahveyi, kendi eliyle koşturup, sundu.
Recep Bey, bir yandan kahvesini içiyor bir yandan
Fehmi’yi süzüyordu. Bakışları ayaklarının ucundan saçlarına, başından
ayaklarına gidip gelmekte.
O arada, çarşılı, kibrit, tütün almak nedeniyle, girip çıkıyor dükkâna. Daha askere kanıksamamış Ankara. Ve Mustafa Kemal adına dayanan herkes, alabildiğine ilginç. Ankaralı, Fehmi’nin dükkânına bir paşa geldi sözüyle çalkalanıyordu. Recep Bey, paşa.olmamasına karşın, girip çıkanın beğeni dolu süzmelerinden paşalığa yüceltildiğinin bilincinde. Hiç aldırmıyor. Fincanı yanladığı zaman ağır ağır konuştu;
— Sağolasın. Senin kiremitler, Meclisimizin üstünü örttü. - , s
— Umarım başka bir noksanı kalmamıştır efendim.
— Kuruluş söz konusu olduğunda, noksan olmasın mümkün mü?
— Emredin efendim. Benim yapabileceğim bi şey varsa...
— Sen eski Ankaralısın. Öğrendiğime göre, idadiye de bitirmişsin. ..
— Tam değil efendim... Babam erken ölünce…
— Zararı yok canım, zararı yok... Ben gene bir ricada bulunacağım senden.
— Buyrun, emredin efendim. Rica mı olur?
— Okullar ara tatiline girdi. Bize de yazman gerekli. Hem şöyle iki üç kişi değil. Bulabildiğimiz ölçüde... On, onbeş, yirmi... Düşündüm ki, senin okul arkadaşların vardır. Yerlerini bilirsin.
— Anladım efendim. On, on beş kişi mi demiştiniz?
— Yirmi olsa daha sevinirim.
— Ne zaman gerekli?
— Bu cuma, bilemedin cumartesi gününe değin.
— Ben hemen toplarım arkadaşlarımı.
— Para da
vereceğiz.
— Tamam, cuma günü sizi bulurum.
Recep Bey, sevinçle kalktı, çuvalın üstünden. Kapıdan çıkarken geri döndü.
— Eğer bu işi de becerirsen seni kendime yardımcı edeceğim.
— Sağolun efendim, -diyerek fırladı Fehmi. Kapaklanıp öptü- Recep Beyin elini. - Yardım etmek görevimiz.
Recep Bey gider gitmez, anasına seslendi. Daha o çekmecenin başına geçerken, okul arkadaşlarının evlerini; dükkânlarını aklından sıralayarak çarşıda, mahalle aralarında dolanmaya başladı. Yakaladığı arkadaşına, perşembe öğlesi için dükkâna gelmesini, kendisi için önemli bir görevin söz konusu olduğunu söyleyerek, bir başkasını aramaya koşturuyordu.
Daha akşam olmadan, yaptığı hesaba göre, Recep Beyin istediğini yerine getirmişti.
Perşembe günü, öğleden sonra, son açılış hazırlıklarını denetleyen Recep Beyin karşısına gelen er, topuklarını vurarak selâm çaktı. Kendisini yirmiye yakın gencin görmek istediğini bildirdi.
Recep Bey, kırpık bıyıklarını okşayarak, odasına yöneldi. Ere, hemen getirilmeleri buyruğunu verip, göndermişti. Çok beklemedi.
Fehmi- ardında on dokuz arkadaşı olduğu halde, odayı dolduruverdi.
— Arkadaşlarım görüşünüze hazırdır efendim, -diye askerce dikildi.
Recep bey, her birine söylediği birkaç cümleyi yazdırıp, hızlarını denetledikten sonra, Fehmi’ye baktı.
— Aferin oğlum. Hepsi de ateş gibi delikanlılar. Hemen yarın işe başlayacaklar. Yalnız, aklıma bişey daha geldi. Sen ne olacaksın?
— Ben her zaman buyruğunuzdayım efendim.
— Olmaz. Devlet, kendine görev sunana karşılığını vermelidir. Sen de yazman kadrosuna alınacaksın.
— Benim dükkânım var... .
— Zararı yok evlâdım. Dükkânda işin olmadığı zaman gelir, bana ve arkadaşlarına yardım edersin.
— Madem buyuruyorsunuz.
Recep Bey, çocukları üçer, dörder masalara oturtarak, görevlerinin ne olacağını anlatmaya başladı. Tam, Başyazmanın omuzlarını dürtmesiyle, kürsüde konuşanın sözlerini yazmaya başlayacaklarını anlatırken, Mazhar Müfit Bey girdi içeri. Bir süre sessiz dinledikten sonra, «Yahu Recep Bey,» diye geldiğini belirtti.
— Buyur Müfit Bey, -diyerek döndü Recep Bey. -Bişey mi var.?
— Yok... Bişey yok... Arkadaşlar toplanıp, kazan yapalım, dedik. Ne et bulabiliyoruz, ne de ot... Çıldırmak işten değil.
Recep Bey, Fehmi’nin kıpırdandığını görünce, gülümsedi.
—Fehmi,
oğlum, Mazhar Müfit Beyin: sıkıntısının çaresi var mı?
Fehmi, başını sallayarak ayrıldı kitleden. Kapı önünde,
Mazhar beyin istediklerini bir liste yaparak, çarşıya yürüdü.
Dükkândaki pirinci, peyniri, zeytini bir güzel tarttı. İstendiğince ayırdıktan sonra, az aşağıdaki Kasap Muhsin’e vardı. Kapıdan başını uzatıp;
— Muhsin emmi, altmış okka et gerekti, -dedi.
Muhsin, söyleneni anlamamış gibi kanlı gözlerini açarak Fehmi’ye baktı.
— Hay’rola Fehmi efendi oğlum, düğün mü var?
— Eğer eh dersen, hem de her gün var.-.
— Nice eh diyeyim oğulluk. Şimdi beni kessen altmış okka et çıkaramazsın.
— Beş oğlak değil mi bunun tabanı emmi?
— Oğlağı bul da, tabanını görelim.
— Bulursam?
— Bul hele...
— Tamam. Keser, temizlersin he mi? Emeğini
koruturum.
— Oldu…
Oyalanmadı Fehmi. Halde, istediğince sebze bulamamıştı. Niceyse, Cebeci bahçelerine gidecekti. Ordan, beş oğlak bulursa!.. Bir bugünlük olmazdı ki... Her gün et, ot gerekleri olduğunu söylemişti Mazhar Bey... Üstelik gün günden de artacakmış. Üç yüzü bulacakmış milletvekillerinin sayısı. Sonra ordu kurulacakmış.
Atpazarına varıp, bir at kiraladı.
Atladığı gibi, sürdü Cebeci inişine.
Bahçecilerle anlaştı. Toplattığı sebzeyi, hal
bedeline alıp, yükletti bir yaylı arabaya. Yarından sonra sabah için,
dükkânının adresini verdi. Yine toplayıp getirmelerini buyurdu. Bahçecilerden,
beş semiz oğlak ayırttı. Yaylının ardına bağladı onları. Kasap Muhsin’in önüne
dayandı.
(İmparator, 1973)