Bekir Kara

Roman Yazarı, Oyun Yazarı, Öykü Yazarı, Yazar

Doğum
13 Temmuz, 1945
Eğitim
Bursa Eğitim Enstitüsü Sosyal Bilgiler Bölümü
Burç

Oyun, öykü ve roman yazarı. 13 Temmuz 1945, Bağrıkara / Baf / Kıbrıs doğumlu. Baf İlkokulu, Limasol 19 Mayıs Lisesinden sonra Bursa Eğitim Enstitüsünün Sosyal Bilgiler Bölümünü bitirdi. Sosyal bilgiler öğretmeni oldu. Kıbrıs okullarında öğretmenlik ve yöneticilik yaparak 1994 yılında emekliye ayrıldı. Gençlik Kültür Dairesinin açtığı Ulusal Oyun Yazma Yarışmasında “Üzgü” adlı oyunu ile mansiyon, 1973’te “Emellerin Uğraşı” ve “Tutsaklar” adlı oyunları ile ilk beşe girdi. 1983’te Lefkoşa Türk Belediyesinin öykü yarışmasında mansiyon aldı. Oyun ve öykülerinin yanı sıra müzik ve folklor çalışmaları da yaptı.

Hayatını ve çalışmalarını Güzelyurt’ta radyo yayın yönetmeni ve TV genel müdürü olarak sürdürdü. Sabiha hanımla evli; Cenk, Cem, Can adlarında üç çocuk babası; Kıbrıs Türk Yazarlar Birliği üyesidir.

Yazıları Kıbrıs’ta çıkan Yeni Düzen gazetesinde yayımlandı. Birçok tiyatro yazma yarışmasında mansiyon aldı. 1980 yılında Evsiz Evlenilmez adlı oyunuyla tiyatro yazma yarışmasında ikincilik; TMT derneğinin 2008’de düzenlediği öykü yarışmasında Arkadaş adlı öyküsüyle birincilik ödülünü kazandı.

ESERLERİ:

TİYATRO: Toplu Oyunlar 1 (1995), Toplu Oyunlar 2.  

ÖYKÜ: Sırlar Ölümsüzdür Öykü (1996), Çalkantı Öykü (1999), Aşka Dair   Öykü (2006).

ROMAN: Bellekteki İzler 1 (1997), Kavuni (2001), Bellekteki İzler 2 (2002), Aşklar Acılar Çocuklar ve Torunlar (2005).

KAYNAK: Kıbrıs Türk Edebiyatı (1989), TDOE –TDE Ansiklopedisi 5 (2004).

YALNIZ AĞAÇ

Bir tek o vardı koskocaman tarlanın ortasında. Küçücüktü. Yaşlı olmalıydı, ama bakımsızdı ve gelişip serpilememiş, olgunlaşamamıştı. Gövdesi ince­cikti. Dalları zayıf, yaprakları güneşten yanmış, kıvrım kıvrım olmuştu. O, kocaman tarlanın tam ortasında, yapayalnız, cılız bir zeytin fidancığıydı.

Çoban Ömer de yalnızdı. Bir karabaş köpeği vardı yanında derdini anlatacak, bir de koyunları. Renklerine göre isim takmıştı koyunlarının her birine; güzelgözlü, burnukara, kuyruğukısa, Boynueğri, öndekoşan gibi… Sıkıldıkça onlarla konuşur, dertleşir zaman zaman da onlarla kavga eder, didişirdi.

Temmuz ayının en sıcak günlerinden biriydi. Çoban Ömer, koyunları saldığı ovada döndü dolaştı güneşin sıcağından korunacak bir yer aradı, bulamadı. Ne ağaç vardı koskocaman merada, ne de mağara. “Güneş taş yakar”  misali, Çoban Ömer’in beynini sulandırmasına ramak kalmıştı ki gözü uzaklardaki bir cılız zeytin fidancığa ilişmişti. Yürüdü yavaş yavaş. Yürüdükçe ter bastı bedenini. Boynundan ayakucuna kadar sızım sızım ter inmiş küçük zeytin fidancığına varana dek. Varmıştı varmasına, ama fidancığın bedenini güneşten koruyabilecek kadar dallanıp budaklanamamıştı. Çoban Ömer zeytinciğe, zeytincik de ona baktı. Çok az da olsa, kü­çük bir gölge düşüyordu zeytincikten toprağa. Çoban Ömer sırt üstü uzandı yattı ve başını, fidancı­ğının ufacık gölgesinin toprağa düştüğü noktaya koydu, rahatladı. Yorgundu. Gözleri kendiliğinden kapandı. Uykuya daldı. Rüyalar gördü. Tanımadığı, bilmediği başka dünyalara gitti; köşklerde,  saraylarda yaşamı boyu görmediği kızların arasında eğlencede buldu kendini. Peri güzeli kızlar etrafında raks ettikçe kendinden geçti.  Tam en güzel cariye kucağına oturmuş, teni tenine değmişti ki, uyandı. Fırladı doğruldu. Çevresine bakındı. Tekboynuz kara koçu, tam karşısındaydı ve ona bakıyordu. Kendine geldi. Koçu öfkeyle yanından kovdu. Gördüğü rüyaların etkisin­den uzun süre kurtulamadı. Gözlerini kapadı ve hayallere daldı. Saray cariyelerini anadan üryan karşısında raks ettirdi. Şarkılar, türküler söyletti tatlı dilli huri kızlara. Onlar söyleyip oynadıkça mest oldu kendinden geçti.

Genç, sağlıklı bir delikanlıydı Ömer. Hayalleri beynine, bedenine aksedip, erkek­lik hormonları coştu kabardı düşleriyle bütünleşti.

Evli değildi Çoban Ömer. Yaşı otuza varmıştı, ama yaşamını paylaşacak kendi dengi olan bir kadın bulmakta, hâlâ zorlanıyordu. Yeniden düşlere daldı. Yeniden saraylarda buldu kendini. Yeniden cariyeler anadan üryandı ve bel oynatıp, kıç savuruyorlardı karşısında. Şarap içti. Sarhoş oldu, cariyeleri kucağına aldı. Erkeklik hormonları en yüksek doruğa ulaştı. Düşlerde de olsa mutlu oldu, büyük bir heyecan yaşadı. Kendine geldi sonra. Kan tere batmış, su­suzluktan bağrı, ciğeri yanıp kavrulmuştu. Dağar­cığından matarasını çıkarmaya çalıştı. Hayret! Ma­tarası dağarcığında yoktu. Heyecanla ayağa fırladı. Çevresine göz attı. Matarası, arkasındaydı, ama ne yazık ki, devrilmiş, içindeki sular zeytin fidancığının köküne boşalmıştı. Matarayı ağzına dikti. Ne yazık ki,  matarası tümden boşalmış, iki damla suyu bile kal­mıştı. İçi yanıyordu. Öfkelendi. Tezeklere, taşlara tekmeler savurdu, öfkesini dindiremedi. Çığlıklar attı, bağırdı, çağırdı. Sesler karşı yamaçlara çarpıp, yan­kılandı ve geri dönerek, “çın çın” kulağına çarptı. İşte o zaman, ovada yapayalnız olduğunu anımsadı: “Rezalet,” dedi. “Bu bakımsız zeytincik bile Güneşin sıcağına dayanamadı. Mataramdan suyumu çaldı.”

 Çaresizdi Çoban Ömer. Güneşin sı­cağında susuz,  daha çok dayanamazdı. Bir koşuda, iki kilometre uzaktaki kuyuya vardı. Matarasını su doldurdu. Kuyunun başında bulduğu üç-beş su kabağını da doldurdu ve yedeğine aldı. Yine, koşar adım yürüyerek, zeytin ağacının yanına vardı. Artık rahattı. Matarasında su, başını sıcaktan koruyacak küçük de bir gölgesi vardı.

Aradan iki gün geçmişti. Çoban Ömer, koyun­larıyla yine zeytin fidancığının bulunduğu mera­daydı.

“Bir ziyaret edeyim şu hırsız ağacı,” diye dü­şündü ve zeytin fidancığının yanına vardı.

O fidancığa,  fidancık da ona baktı. Hay­ret! Fidancık o gün bir başkaydı. Yaprakları canlı, gövdesi daha dik ve biraz da boy atmıştı. Konuşa­mazlardı ama birbirlerini çok iyi anlıyorlardı.

“Şu ‘suyun’ gücüne bak be!” diye mırıldandı. “Bir matara su bile, ölmek üzere olan şu zeytin fi­dancığını ayağa kaldırdı. Dalına, yaprağına can verdi.”

Çoban Ömer, bir tek su matarası taşırdı o güne değin. İki taşıdı ondan sonraki günlerde. Biri kendinin, diğeri ise zeytin fidancığın köküne dökmek içindi.

O fidancığa bakardı, fidancık ona. Konuşamazlardı ama birbirlerini çok iyi anlı­yorlardı.

Aradan birkaç yıl geçmiş,  fidancık büyümüş, ser­pilmişti. Artık, toprağa düşen gölge,  Çoban Ömer’in kocaman gövdesini bile sığabilecek kadar büyümüş, genişlemişti.

Çoban Ömer de mutluydu, fidancık da... Konuşamazlardı, ama bir birlerini çok iyi anlı­yorlardı. (…)

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör