Anıl Çeçen

Hukuk Profesörü, Düşünür, Hukukçu, Yazar

Doğum
24 Mayıs, 1948
Eğitim
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Burç

Hukuk profesörü, akademisyen, fikir adamı, yazar, gazeteci, STK yöneticisi, Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) kurucuları ve genel başkanlarından. 24 Mayıs 1948, Ankara doğumlu. Anıttepe İlkokulu (1958), Ankara TED Koleji (1966) ve Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi (1970) mezunu. 1971'de avukatlık stajını tamamlayarak Türkiye ve Ortadoğu Enstitüsüne (TODAİE) asistan oldu.

I2 Mart döneminde o dönemin hükümeti tarafından hazırlanan İdari Reform komisyonunda merkezi idare sekreterliği görevinde bulundu. I990 yılı sonrasında 2013 yılına kadar  TODAİE yönetim kurulunda üniversite temsilcisi olarak görev yaptı. Üniversite dergilerinde çeşitli bilimsel araştırmaları yayınlandı.

Üniversite öğrenciliği yıllarından başlayarak Ulus, Barış, Halkçı, Yenigün, Güneş ve Ayyıldız gazetelerinde araştırmacı ve köşe yazarı olarak çalıştı. 1970-1978 arasında arkadaşlarıyla birlikte Kemalist ideolojinin  aylık "Adım" dergisini çıkardı. Sonraki yıllarda ise "Halkevleri" dergisini yayımladı, derginin genel yayın yönetmenliğini üstlendi.

1972 yılında  Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesine asistan olarak geçti, öğretim üyesi olarak görev yapmaya başladı. Aynı yerde 1978 yılında Genel Kamu Hukuku alanında doktorasını tamamladı.  Doçentliğe yükseldiği 1984’te üniversitedeki görevinden ayrılarak serbest avukatlığa başladı.

Bu dönemde 1972-1978 yılları arasında  Halkevleri Atatürk Enstitüsü Genel Sekreterliği  görevini üstlendi. 1974-1978 arasında Halkevleri Dergisi'nin genel yayın yönetmenliğini yaptı. 1972-1978 arasında Halkevleri Atatürk Enstitüsü Genel Sekreterliğini, 1975-1977 yıllarında Halkevleri 2. Başkanlığını, 1974-1978 arasında UNESCO Eğitim Komitesi sekreterliğini, 1976-1986 yılları arasında Sanat Kurumu Başkanlığını yürüttü. Bu kurumun başkanı olarak  başkentte önemli kültürel etkinlikleri yerine getirdi.

1990 yılında arkadaşları ile beraber Atatürkçü Düşünce Derneği’ni kurdu ve önce kurucu genel sekreter, daha sonra da genel başkan yardımcısı olarak on yılı aşkın bir süre bu derneğin yönetiminde bulundu ve yurt düzeyinde örgütlenmesinde fiilen görev yaptı .Son yıllara kadar derneğin üst düzey yönetiminde etkin çalışmalarda bulundu .

1980’li yıllarda üniversitelerde  YÖK düzenine  geçilirken üniversiteden ayrılmak zorunda kalmıştı.1985 yılında dışarıdan sınava girerek  Genel Kamu Hukuku alanında doçentlik unvanını kazandı. On yıllık avukatlık döneminden sonra 1990 yılı başında Danıştay kararı ile  üniversiteye dönerek  Genel Kamu Hukuku  dalında Profesör oldu. Bu yıldan sonra yoğun öğretim programları yürüterek, üniversitede Genel Kamu Hukuku ,İnsan Hakları, Siyaset Bilimi, Devlet ve Jeopolitik, Atatürk ilkeleri ve Cumhuriyet tarihi  alanlarında  çeyrek yüzyıla yaklaşan  bir süreçte dersler verdi . Ankara Hukuk Fakültesinin yanı sıra  on yıla yakın bir süre  Gazi Üniversitesi Hukuku Fakültesinde de Genel Kamu Hukuku dersleri  verdi .

1992-1996 yılları arasında  Kültür Bakanlığı danışmanı olarak görev yaptı. Aynı süre içinde Birleşmiş Milletlere bağlı olan  WIPO isimli  uluslararası düşünce hakları kurumunda  Türkiye delegesi olarak görev yaptı. Uluslararası alanda telif haklarının geliştirilmesi ile ilgili çeşitli toplantılarda Türkiye’yi temsil etti .

1997-2000 yılları arasında  Başbakanlık çatısı altında İnsan haklarından sorumlu devlet bakanlığı danışmanı olarak görev yaptı .İnsan hakları yüksek kurulunun oluşumunda ve Başbakanlık çatısı altında insan hakları ile ilgili birimlerin  kurulmasında çeşitli görevler yaptı. Türkiye’nin insan hakları sorunlarının çözümü doğrultusunda çeşitli raporlar ve tasarılar hazırladı. Uluslararası insan hakları konferanslarında Türkiye Cumhuriyetini delege olarak temsil etti.

1990 yılında bir grup Türkoloji ve Hungaroloji uzmanı  ile birlikte Türk-Macar Dostluk Derneği’ni kurdu. Yirmi yılı aşkın bir süredir bu derneğin başkanı olarak Türkoloji’nin halen merkezi konumundaki Macaristan ile Türkiye’nin ilişkilerinin geliştirilebilmesi için çeşitli  ortak çalışmalarda bulundu.

Prof. Dr. Anıl Çeçen, halen Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Genel Kamu Hukuku anabilim dalı başkanı ve gene aynı fakültenin  Kamu Hukuku bölümü başkanı olarak  görev yapmakta; lisans eğitimi çalışmalarının yanı sıra geleceğin öğretim üyelerini yetiştirebilme doğrultusunda lisansüstü çalışmalara da ağırlık vermektedir .

2000’li yıllarda  başkent Ankara’da  Türkiye’nin ilk ulusal düşünce kuruluşu olan Avrasya Stratejik  Araştırmalar Kurumunun kurucusu oldu ve beş yıl süre ile bu kurumun yönetiminde görev aldı. Aynı kuruluşun çıkardığı Avrasya Dosyası dergisinin yazı kurulu üyeliğinin yanında Türk Hukuk Kurumu, Sanat Kurumu, Türk Devrim Kurumu, Atatürkçü Düşünce Derneği, Halkevleri, Dil Derneği, Edebiyatçılar Derneği üyeleri arasında yer aldı.

Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsünde (TODAİE) 25 yıl süre ile yönetim kurulu üyesi olarak görev yapan Prof. Dr. Anıl Çeçen'in hukuk, siyasal bilgiler, siyaset bilimi, jeopolitik ve stratejik konularda ile kültürel konularda Adım (1960-70), Halkevleri (1971-78), Ulus (1969), Barış (1971), Yeni Ulus (1972), Yeni Halkçı (1973), Akis (1986), Yenigün, Güneş (1988-89), Ayyıldız, Sosyal Demokrat (1990), Avrasya Dosyası,  Stratejik Analiz , Jeopolitik, 2023, Müdafai  Hukuk, Düşün Yazıları, Yankı  gibi aylık dergilerde düzenli olarak  üç yüzden fazla makalesi  yayımlandı.  Ayrıca haftalık yayınlanan ULUS  gazetesinde beş yıl süre ile  siyasal konularda makaleler yayımladı. Halen kemalistyaklasim.info isimli  internet sitesinde beş yüzü aşkın makalesi yayınlanmaktadır. Genel Kamu Hukuku, siyaset bilimi , Atatürk,cumhuriyet tarihi ,jeopolitik,ve strateji alanlarında   otuza yakın kitabı yayınlanmıştır.

ESERLERİ:

Sendikalizm (1970), Türkiye’de Sendikacılık (1973), Adalet Kavramı (1981), Sosyal Demokrasi (1984), Tarihte Türk Devletleri (1986), Düşünce Hukuku (derleme, 1995), Düşünce Hukuku Fikir ve Sanat Eserleri Mevzuatı Sinema ve Video Eserleri Mevzuatı Sözleşmeler (1995), Atatürk ve Cumhuriyet (1995), Kültür ve Politika (1996), Ulusal Sol (1997), Kemalizm (1998, yeni bas. 2006), Atatürk ve Avrasya (1999), İnsan Hakları Rehberi (1999), Atatürk'ün Kültür Kurumu Halkevleri (2000), İnsan Hakları (2000), Türkiye Cumhuriyeti Ulus Devleti (2001), Çeçenistan Dosyası (2002), Türkiye Cumhuriyeti Ulus Devleti (2002), Ulusal Sol (2005), Kıbrıs Çıkmazı (2005), Türkiye ve Avrasya (2006), Türk Devletleri (2006), Türkiye'nin B Planı (2007), Kıbrıs  Çıkmazı (2008), Türkiye’nin Avrupa Macerası (2008), Güncel Kemalizm (2009), ADD’nin Kitabı (2010),  Günümüzde Atatürkçülük (2013), Türkiye’nin  Birliği (2013), Türkiye ve Balkanlar (2015), Kapitokrasi (2015), Türkiye’nin Konumu (2015), Ankara Savunması (2017).

KAYNAKÇA: İhsan Işık / Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) - Ünlü Fikir ve Kültür Adamları (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 3, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013). 

 

TEK TÜRKİYE, ANCAK KEMALİZM İLE MÜMKÜNDÜR

    

TEK TÜRKİYE, ANCAK KEMALİZM İLE MÜMKÜNDÜR                

 

Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN

 

Soru-1-  Neden son zamanlarda TEK  VATAN ya da TEK TÜRKİYE kavramı  öne çıkıyor?

 

Cevap-1-Son yıllarda yapılan seçimlerde ortaya çıkan bir slogan olarak  TEK VATAN  ya da TEK TÜRKİYE kavramı  kamu oyunda öne çıkmaya başladı. Bugünün siyasetinin  önde gelenleri konuşmalarını yaparken, ellerini havaya kaldırarak sırasıyla parmaklarını sayarken, tek vatan, tek devlet, tek millet ve tek bayrak diye bir sıralamayı halkın gözü  önünde yeni bir slogan haline getirmektedirler. Ne var ki, uygulamada iş tamamen farklı bir çizgide tek lidere doğru gitmekte ve halk bu kavramlar ile uğraşırken, tek lider çıkmazına Türk siyaseti saplanıp kalmaktadır. Çağdaş demokrasilerde olmadığı gibi bir tek lider   hegemonyası öne çıkartılırken, arkasından tek parti rejimi gündeme gelmekte Türkiye cumhuriyeti devletin kuruluş döneminde olduğu gibi yeniden bir tek partili yapıya doğru sürüklenmekte ve bunun sonucunda da anayasaya göre ulus devlet olması gereken Türk devleti, parti devleti görünümü  kazanmaktadır. Bu durumda, ülkenin birliği ve bütünlüğü doğrultusunda geliştirilen tek vatan ya da tek devlet yaklaşımlarının yerini tek parti ve tek lider olgusu almaktadır. Böylesine farklı bir durumun ortaya çıkması da Türkiye’de rejim tartışmalarına yol açmakta ve tek lider oluşumu yüzünden demokrasi yerine diktatörlük  sorunu etkinlik kazanmaktadır. Kuruluş modeli olarak tek devlet ve vatan üzerine  yapılandırılmış olan Türkiye Cumhuriyetinin, tek parti ve tek lider çıkmazına  sürüklenmesi  tümüyle ters bir sonuç ortaya çıkarmıştır. Çağdaş cumhuriyet rejimi altında gelişmiş bir demokrasi arayışı içinde bulunan halk kitlelerinin, aranılanın tersi bir otoriter tablo ile karşı karşıya kalması ülkemizde demokratik gelecek açısından karamsar bir ortam yaratmıştır.

 

Soru-2-  Tek vatan arayışı, Tek Türkiye olgusu ile birlikte nasıl açıklanabilir?

 

Cevap-2- Türkiye Cumhuriyeti kuruluşu gereği üniter bir devlet statüsüne sahip bulunmaktadır. Batı dillerinde yer almış bir Latin kavramı olan üniterlik sözlük anlamı olarak teklik ya da tekillik olarak anlaşılmaktadır. Üniter devlet denildiği zaman Türklerin ülkesinde tek bir devlet olduğu ve bu devletin ülke sınırları içerisinde bir başka devlete izin verilemeyeceği ifade edilmeye çalışılmaktadır. Türklerin durumu diğer milletler ile karşılaştırıldığı zaman ayrı bir durum göstermektedir. Çünkü çok geniş bir coğrafyaya yayılmış bulunan bir Türk dünyası tarihsel bir gerçeklik olarak vardır ama Misakı Milli sınırları içerisinde Türklerin tek bir vatanı vardır o da Türkiye’dir. Türk devletinin kuruluşu Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılmasıyla gerçekleştirilmiştir. Devletin kurucu başkanı Atatürk, Meclisi açış konuşmasında Pan-Türkizm ya da Pan-İslamizim yapılmayacağını, yeni devletin ilan edilen ulusal sınırları içerisinde ülkede barış düzenini tesis edeceğini, böylece bir barış ve güvenlik devleti olarak tarih sahnesine çıkan Türkiye Cumhuriyetinin aynı zamanda dünyada barışı kurmak üzere sınırların ötesine giden her türlü emperyalist politikadan vazgeçeceğini, Osmanlı İmparatorluğu döneminde olduğu gibi Türkiye Cumhuriyetinin sınırlarının ötesinde hiçbir biçimde siyasal macera aramayacağını, uluslararası kamuoyuna bir  kesin bir söz olarak açıklamıştır. Bu doğrultuda, yirminci yüzyılı bir barış düzeni içerisinde geride bırakan Türk devleti, içinde bulunduğu merkezi coğrafyanın geleceğine yönelik yeni emperyalist projeler yüzünden hem tek vatanı hem de tek devletini kaybetmek riski ile karşı karşıya gelmiştir. Kuzey ve Orta Asya’da yer alan Türk dünyasında milyonlarca Türk asıllı insan yaşamaktadır ama Türk devleti ulusal sınırları ile bağlı kalarak hiçbir biçimde irredantist bir politikaya yönelmemiştir. Vatanın bağımsızlığı için verilen ulusal kurtuluş savaşı sonrasında  Türk ulusu milli sınırları ile yetinerek ayakta kalmıştır.

 

Soru-3- Neden içinde bulunulan geçiş döneminde TEK VATAN sorunu öne çıkmıştır?

 

Cevap-3- Birinci dünya savaşı ile imparatorluklar parçalandığı için ulus devletler tarih sahnesine çıkmıştır. Bu nedenle yirminci yüzyıl bir ulus devletler çağı olmuştur. Savaş sonrasında gündeme gelen iki kutuplu dünyada aynı zamanda bir soğuk savaş düzeni ortaya çıkarken, savaş sonrasının ulus devletleri böylesine hassas bir dengede varlıklarını koruyabilmişlerdir. Ne var ki, sosyalist sistemin dağılması üzerine gündeme gelen tek merkezli kutuplaşma bütün dünyaya küresel sermayenin başında bulunduğu bir yeni emperyalizmi dayatınca, ulus devletler küresel sermayenin temsilcisi olan tekelci şirketler aracılığı ile tasfiye edilmeye başlanmıştır. Böylesine bir süreç sonunda bütün ulus devletlerin  sahip olduğu ulusal ve üniter yapılar aşınmaya başlamış ve zamanla çöküş ile dağılma olguları kaçınılmaz bir biçimde öne çıkmıştır. Ulus devletlerin bağımsızlığı ile ulusal vatanlarına sahip olma şansını yakalayan dünya ulusları yeni dönemde uluslararası tekelci şirketlerin hegemonyası doğrultusunda büyük bir saldırı rüzgarına  muhatap olurlarken,  aynı zamanda vatanlarını da kaybetme riski ile karşılaşmışlardır. Sınırsız sermaye ile hareket eden küresel şirketler dünyanın her yerini satın alarak ele geçirirken, ulus devletlerin milli sınırları içerisindeki vatanlarına da el koyma aşamasına gelmişlerdir. Bu yüzden küreselleşmeye açık davranan ulus devletler çeyrek asırlık bir zaman dilimi sonrasında vatanlarını kaybetme durumu ile karşı karşıya kalmışlardır. Bu nedenle, küresel emperyalizme karşı ulusların yeni bir anti-emperyalist savaş vererek vatanlarını kurtarma aşamasına gelinmiştir. Türk siyasetinde tek vatan ve tek devlet sloganlarının yükselmesinin arkasında böylesine bir konjonktürel bir durum vardır. Siyaset kadroları da bu doğrultuda seçimlere girerken ya da halk oylamaları sırasında ulusal bağımsızlığı yansıtan tek vatan ve tek devlet kavramlarını dile getirerek, küresel güçlerin emperyal müdahalelerine karşı halkın ulusal tepkilerini  destekleyerek haklılık kazandırmak istemişlerdir.

 

Soru-4- Tek vatan konusu her yönü ile tartışılırken,neden tek devlet konusu da gündeme gelmiştir?

 

Cevap-4-  Teorik olarak vatan ve devlet kavramları birbirinden ayrı  olmasına rağmen uygulamada ikisi bir bütün teşkil ettiği için, tek vatan ile birlikte tek devlet konusu da tartışma  alanına gelmiştir. Vatan ile devlet kavramları  ayrı bilim dallarının inceleme konusu olmasına rağmen, uygulamadaki birliktelikleri tek vatan ile beraber tek devlet arzusunu da tartışma alanına getirmiştir. Vatan konusu coğrafya ve jeopolitik bilimlerinin inceleme  alanında olmasına rağmen, devlet sorunu da hukuk ve siyasal bilimin sınırları içerisinde ele alınmaktadır. Ne var ki, devletsiz vatanın olamayacağı gibi vatansız devlet de olamaz. Bu durumun bir istisnası olarak çağımızın sorunu olan Filistin meselesi İsrail meselesinin bir yansıması olarak öne çıkmıştır. İsrail iki bin yıl önce Romalıların Yahudileri kovması yüzünden kaybettikleri devletlerini, yirminci yüzyılda tekrar aynı topraklar üzerinde kurmaya kalkışınca Filistinlilerin vatanını işgal ederek onların gerçek bir devlete sahip olma hakkını ortadan kaldırmışlardır. Bu yüzden Filistinliler devletlerini kurmalarına rağmen vatanlarını ellerinden kaçırdıkları için tam anlamıyla bir devlet düzenine  kavuşmakta zorlanmaktadırlar. Genel Kamu Hukuku bilim dalının getirdiği açıklamalar doğrultusunda, her devletin  ülke ya da vatan,nüfus ya da toplum ile birlikte egemenlik olmak üzere üç tane esaslı unsuru vardır. Bu doğrultuda, devletler ülkelerini milli sınırlar ile çevirerek kendi yurttaşlarına bir vatan kazandırırken, dünyanın herhangi bir bölgesinde ya da kara parçasında kendi kendini yönetme gücünü kazanmış olan  topluluklar da egemenliklerinin sınırını, sahip oldukları siyasal gücün etkisi ile belirledikleri aşamada devletlerini kurdukları anda aynı zamanda  kendi vatanlarını da kazanmış olmaktadırlar. Yirminci yüzyılın ulus devletleri bu doğrultuda dünya haritası üzerinde kendi vatanlarını elde ettikleri için, bugünün küresel emperyalizm çağında  kendilerini savunurken  aynı zamanda vatan savunmasını da birlikte yapmak zorunda kalmaktadırlar.

 

Soru -5- Tek vatan  olgusu, Türkiye’nin özel koşullarında ne ifade etmektedir?

 

Cevap-5- Tek vatan Türkiye Cumhuriyeti açısından  ulusal kurtuluş savaşı ile ilan edilmiş ve Lozan Antlaşması ile kazanılmış olan Misakı Milli sınırları içinde kalan toprak parçasının bütününü ifade etmektedir. Yirminci yüzyılın soğuk savaş ortamının durağanlığında pek de fazla önemsenmeyen bu konu, ABD dışişleri bakanının merkezi coğrafyada 22 devletin sınırlarının değişeceğini söylemesi ile birlikte fazlasıyla önem kazanmıştır. Bu nedenle, ulus devletler milli sınırlarını korumaya öncelik vererek, sınırlar içinde yer alan vatan savunmasına yeniden girmek zorunda kalmışlardır. Türk devleti de emperyalizmin bölge devletlerini parçalaması gerçeği karşısında, tek vatan ile birlikte tek devlet kavramını birlikte  savunmak zorunda kalmıştır. Yıkılan bir imparatorluğun merkezi alanlarını milli sınırlar içerisinde birleştiren Kuvayı Milliye hareketi, bu yüzden bir asır sonra yeniden güncellik kazanmakta,  devlet ve vatan ile birlikte tek millet ve tek bayrak da savunma  alanına girmiştir. Türkiye sahip olduğu coğrafi koşullar nedeniyle üç kıta ortasında bir merkezi alanı kendisi için vatan haline getiren Misakı Milli sınırlarını kabul ederek tarih sahnesine çıkmıştır. Trakya gibi Avrupa parçası  olan bir kara alanı ile, Anadolu gibi bir Asya  yarımadası tamamen jeopolitik koşulların zorlaması yüzünden  aynı milli sınırların içinde yer almıştır. Üç büyük yarımada üzerine kurulu bulunan Osmanlı İmparatorluğu tarih sahnesinden çekilince Balkanlar’da geride kalan Trakya toprakları Küçük Asya denilen Anadolu yarımadası ile birlikte düşünülerek merkezi bir devlet konumunda Türkiye Cumhuriyetinin haritası belirlenmiştir. Rusya Federasyonu gibi bir dev ülkenin merkezi alanı işgal etmesinin önlenmesi doğrultusunda güneyde güçlü bir tampon devlet gerektiği için Türkiye bugünkü sınırlarına sahip olabilmiştir.

 

Soru-6- Türkiye’nin Misakı Milli sınırları ile belirlenmiş olan topraklarının tek vatan olarak belirlenmesi, nasıl mümkün olabilmiştir.

 

Cevap-6-Bu sorunun cevabı tek kelime ile Kemalizm’dir. Kurucu önderin ortaya koymuş olduğu devlet modeli, Kemalizm olarak açıklandığı için Kemalist yapılanma bugün de devam etmektedir. Kemalizm, bir devlet modeli olarak jeopolitik koşulların dikkate alınması ile oluşturulmuş bir sistemdir. Bir imparatorluk düzeninden ulus devlet yapılanmasına gidilirken, Kemalizm bir eklektik sistem ve bir tarihsel zorunluluğun yansıması olarak güncellik kazanmıştır. Kemalizm,Türkiye cumhuriyetinin anayasal ilkeleri olarak kabul edilen altı ana ilkenin birleşmesi ile uygulama alanına girmiştir. Altı ilke olarak milliyetçilik, cumhuriyetçilik, laiklik, devletçilik, halkçılık ve devrimcilik ilkeleri bütünsel çerçevede savunulmuştur. Bu altı ilkenin ilk üçü Fransız devriminden diğer üçü ise Sovyet devriminden gelen ilkeler olarak ele alınmış ve Türkiye potası içinde birleştirilerek üç dünya arasında merkezi bir devlet modeli kurulmuştur. Batı dünyası ile birlikte Sovyet ve İslam dünyaları aynı dönemde birlikte var olurken, Kemalist model doğrultusunda üç dünyanın dışında yeni bir merkezi yapı olarak Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Fransız ve Sovyet devrimlerinin getirdiklerinden yararlanırken, üç ayrı dünyanın kesiştiği noktada ve dünyanın jeopolitik merkezinde hiçbir başka modele benzemeyen siyasal yapılanma Atatürk’ün kurucu önderliğinde gerçekleştirilmiştir. Üç kıta ile birlikte üç yarımadanın da birleştiği merkezi bölgenin özelliklerine göre gerçekçi bir yapılanmaya gidilirken, Kemalist model de güçlü bir ulusal, üniter ve merkezi devlet oluşumu başarılabilmiştir. Bu topraklar üzerinde Kemalist modeli ile var olan Türkiye cumhuriyeti gene aynı model sayesinde ayakta kalarak yirminci yüzyılda yoluna devam edebilmiştir.

 

Soru-7- Son  seçimler ve referandumlarda ortaya çıkan üç Türkiye haritası, tek vatan ve tek devlet ilkeleri ileTürkiye’nin geleceği açısından nasıl değerlendirilebilir?

 

Cevap-7- Türkiye’de yapılan genel seçimler ve referandumlar sonucunda üçe bölünmüş Türkiye haritasının çıkmasının nedeni, Türkiye’yi son dönemlerde yöneten iktidarların  devletin kuruluş modelini ihmal ederek ülkeyi yönetmeye kalkmalarıdır. Var olan jeopolitik koşulların zorunlu sonucu olan kuruluş modelinin, batı emperyalizminin merkezi coğrafya için hazırladığı siyasal projelere alet olarak ihmal edilmesinin sonucunda, seçimlerde sürekli olarak üçe bölünmüş Türkiye haritası çıkmaktadır. Meclis başkanı çıkıp laiklik kaldırılmalıdır dediği bir ortamda ülkede var olan farklı din anlayışlarının mensuplarının harekete geçtiği ve  Trakya ile Anadolu’nun batı kesimlerine yönelerek, orta Anadolu’da giderek öne çıkmaya başlayan İslam devleti yapılanmasına sırtlarını döndükleri göze çarpmaktadır. Bizans ve Osmanlı döneminden kalma Gayrimüslimler, Ermeniler, Yahudiler, Rumlar ve ateistler Osmanlı yıkılırken bu ülkeyi nasıl terk ettilerse, benzeri bir yurt dışına gitme hareketine bugün de yönelmektedirler. Son yıllarda ülke değiştiren, yurt dışında gayrimenkul alan ve  yatırım yapan Türk vatandaşlarının sayıları giderek artmaktadır. Üçe bölünmüş Türkiye haritasında Doğu Anadolu’da başka bir ulus devlet oluşumu öne çıkarken, ülkenin Arabistan gibi bir İslam devletine dönüşümü sürecinde de gayrimüslimlerin tepki göstererek iç ya da dış göçlere  katıldıkları, sandıklar açılınca ortaya çıkan seçim sonuçları ile daha anlaşılır bir duruma gelmiştir. Seçimlerin getirdiği üçe bölünmüş Türkiye haritasında devleti kuran parti Batı Anadolu'nun sahil zenginleri partisine  dönüşmüştür. Orta Anadolu'nun Türkçü partisi ise  bu bölgede İslam kimliğinin  öne çıkması  ile  Batı Anadolu’ya doğru bir taban kayması yaşamıştır. Bir anlamda Doğu Anadolu’da gündeme getirilen bir başka ulus devlete taban kazandırma girişimleri sonucunda milliyetçi parti Batı Anadolu partisi konumuna gelmiştir.Doğu bölgesinde  ise  etnik ayrılıkçı yeni bir ulusçu parti ortaya çıkmıştır.

  Atatürk, kurucu önder olarak  Türkiye’nin jeopolitik koşullarını iyi bildiği için, bir milli devlet kurarken içe dönük milliyetçiliğin toplumu bölmemesi için aynı zamanda halkçılık ilkesini de kabul ederek ve Halkevlerini bu doğrultuda kurarak halkçılık anlayışı çizgisinde toplumu bütünleştirmeye öncelik  vererek, Doğu Anadolu topraklarında devletin ulusal kimliği dışında bir başka ulus devletin kuruluşunu önlemeye çalışmıştır. Aynı zamanda Osmanlı döneminde ülkenin batı kıyılarında yer alan ve ekonomi ile ticareti yönlendiren lövanten unsurlar ile Yahudi, Ermeni, Rumlar ve Süryanilerden oluşan gayrimüslim unsurlardan oluşan İslam dışı toplumları da dikkate alarak laik devlet yapılanması ile Fransız devrimi doğrultusunda bir batı tipi devlet modelini, Küçük Asya toprakları üzerinde gerçekleştirmeye çalışmıştır. Atatürk cumhuriyetinin  temel ilkeleri olan altı ana ilkeyi iç ve dış jeopolitik koşulları dikkate alarak belirlerken, Türkiye Cumhuriyetinin kurucu irade ve model doğrultusunda yüz yıl ayakta kalmasını sağlamıştır. Şimdi dünya yeni bir yapılanma dönemine girerken emperyal projeler Türkiye’nin kuruluş modelini devre dışı bıraktığı için  yeniden  Doğu Anadolu’da başka ulus devlet oluşumları gündeme getirilmekte, meclis başkanı laikliğe karşı çıkarken, gayrimüslim toplum kesimleri de yeniden  Batı Anadolu topraklarında İyonya, Marmara ya da Trakya Cumhuriyetleri kurma girişimlerine yönelmektedirler. Ayrıca İstanbul’un yeniden Vatikan destekli yeni Bizans ya da Konstantinapolis’e dönüştürülmesi girişimleri de, batı emperyalizminin  ana hedeflerinden birisi olarak öne çıkmaktadır. Türk halkı seçim sonucunda ortaya çıkan üç Türkiye haritasının  bu doğrultuda bölünme ve dağılma sinyalleri verdiğini görmektedir. Yüz yıl önce de bu koşullar varken, merkezde büyük bir ulus devlet kuran Kemalizm bu nedenle yeniden güncellik kazanmıştır. Artık Türkiye yeniden Kemalist modele dönmek zorundadır. Kemalizm ile dünya sahnesine çıkan ve yirminci yüzyılı geride bırakan Türkiye Cumhuriyeti, yirmi birinci yüzyılda yoluna devam edebilmek için yeniden Kemalizm’e dönerek ilelebet payidar olabilecektir.

KAYNAK: Anayurt  Gazetesi, Ankara Kalesi 23.6.2017.  

SURİYE BÖLÜNÜRSE TÜRKİYE DE BÖLÜNÜR

SURİYE BÖLÜNÜRSE TÜRKİYE DE BÖLÜNÜR 

 

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 

S-1-  ABD’nin geçen hafta yaptığı Suriye saldırısını nasıl karşılıyorsunuz.?

 

C-1- Bu saldırı yeni seçilen başkan TRUMP’ın bir gövde gösterisi olarak görülebilir. Biliyorsunuz daha TRUMP seçimden sonra üç ay içinde kendi yönetimini oluşturması için ataması gereken 3 bin kişilik kamu kurumlarının başına gelecek kadrosunu kuramadı. Küresel sermayenin önde gelen temsilcileri ABD’deki lobileri aracılığı ile ABD yönetimini etkileyerek kendi çıkar düzenleri doğrultusunda bu süper devleti yönlendirmeye kalkışıyorlar. O yüzden TRUMP’ın atamış olduğu bir çok yeni yönetici ya istifa etmek zorunda kaldı ya da göreve başlamaları engellendi. Üç aydır bir kaos yaşayan Amerikan başkentinden karar çıkmıyordu. Suriye saldırısı ile ilgili vur emri bu karışık ortamdan çıkan ilk önemli karar olarak değerlendirilmelidir. TRUMP bu emri ile  oturması önlenmeye çalışılan başkanlık koltuğuna oturmuştur. Kavgacı ve saldırgan bir kişiliğe sahip bulunan yeni başkan, ilk kararı olan vur emri ile önümüzdeki dönemi bir savaş dönemi olarak belirlemiştir.

 

S-2- OBAMA neden böyle bir emir vererek Suriye’ye saldırmadı?

 

C-2-  OBAMA Amerikan devletinin yetiştirmiş olduğu bir kamu görevlisi idi. Bu doğrultuda hep Amerikan devletinin çıkarlarına öncelik veren bir politika uyguladı. Bu nedenle, BUSH döneminde İsrail güvenliği için Körfez savaşına ABD’nin çok fazla angaje olmasını dikkate alarak, ABD’yi yeni bir Orta Doğu savaşından uzak tutmaya başladı. Ayrıca Hrıstiyanlığın kutsal topraklarının bulunduğu Suriye devletinin ülkesine VATİKAN’ın uyarılarını dikkate alarak hiçbir zaman askeri birlik göndermedi. Böylece dünya barışına küreselleşme döneminde önemli katkılar sağladı. Daha önceki dönemde baba-oğul BUSH’ları kullanan savaş lobileri ve Siyonist gruplar OBAMA’yı etkileyemeyince, merkezi coğrafyadaki savaşı yeni kurdukları terör örgütleri üzerinden yürütmeye çalışmışlardır.  Küresel sermayenin Siyonistler ile işbirliği yaparak oluşturmaya çalıştığı üçüncü dünya savaşının başlaması için yapılan baskılara, OBAMA bir devlet görevlisi başkan olarak sürekli olarak karşı çıkmış  ve önce Rusya başkanı Putin ile daha sonraları da İran’ın yeni seçilmiş olan başkanı Ruhani ile diyalog kurarak, bölgedeki dıştan destekli terörün bir büyük savaşa dönüşümünü engellemiştir. Bu yüzden OBAMA savaş isteyen Siyonist lobilerin sürekli tehdidi altında çalışmıştır. Kennedy gibi bir komplo riski  ile karşı karşıya kalmasına rağmen  ABD ordusunu savaşa  sokmayarak barışa yardımcı olmuştur.

 

S-3-TRUMP ile OBAMA arasında ne gibi farklar görüyorsunuz.  ABD politikası bu aşamadan sonra  nasıl gelişmeler gösterebilir.?

 

C-3-  OBAMA bir eski devlet görevlisi ve HARWARD üniversitesi mezunu bir hukukçu idi. TRUMP ise mahalle aralarındaki kavgalardan, piyasa çekişmelerinden  ve vahşi kapitalizmin kaosundan çıkan bir kavgacı başkan olarak görünmektedir. Bu kavgalar sonrasında zenginliği yakalayan bir süper zengin olarak, yüzden fazla ülkede yaptırmış olduğu TRUMP TOWER isimli yüksek kuleler aracılığı ile en büyük zengin olarak kendini  göstermeğe çalışırken, ABD başkanlığına talip olarak göreve gelmiştir. Son ABD seçimlerini cumhuriyetçiler ya da demokratlardan hiç birisi kazanamamıştır. Seçimlere girerken iki büyük güvenlik örgütü karşı karşıya kalmış, CİA dış istihbarat olarak küresel sermaye ile çalışırken, FBI da iç istihbarat olarak Amerikan devletinin kurumları ile çalışmış  ve sermayenin içinden çıkan bir iş adamını, Amerikan devleti küresel sermayenin  baskılarını önlemek üzere devlet  başkanlığı makamına getirmiştir. Küresel sermayenin adayı Clinton seçimleri kaybederken, ABD devletinin adayı olan TRUMP, FBI organizasyonu ile devletin başına gelmiştir. TRUMP bu yüzden seçim öncesi ve sonrasında sürekli olarak CİA ile kavga etmek zorunda kalmış ama başkan seçilince de ilk olarak CİA merkezine giderek barışmaya çalışmıştır. Ne var ki, küresel sermaye ve Siyonist lobiler ABD’yi sürekli olarak kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya alıştıkları için gene eskisi gibi manevraya kalkışmışlar ama  TRUMP  ve FBI'ın tepkileri ile karşılaşmışlardır. Amerikan devleti OBAMA'nın barışçı politikalarını sürdürmeye çalışırken, savaş isteyen küresel sermaye ve Siyonist lobilerin  baskıları giderek artmaya başlamış ve bu yüzden yeni başkan kendi yönetimini daha tam olarak kuramamıştır. Olaylar yeni başkanı savaşa doğru sürüklerken, OBAMA’nın barış arayan politikalarından uzaklaşma başlamış ve Siyonizmin yükselttiği Armegeddon dalgaları doğrultusunda, TRUMP Suriye’nin vurulması emrini vermiştir. Böylece Orta Doğu savaşa mahkum edilmiştir.

 

S-4-Saldırı öncesinde olaylar nasıl gelişmiştir?

 

C-4- Emperyalist bütün devletler bir ülkeye saldırmadan önce o ülkenin iç işlerine karışarak ortalığı önce karıştırırlar daha sonra da  müdahale ederler. Müdahale ederken  de  kendi yaptıkları gizli karışıklıkları gerekçe olarak gösterirler. İsrail’in nükleer yalanları ile  Amerikan ordusu Irak’a girmiştir. Şimdi de benzeri senaryolar ile  İran’a yönelik bir askeri saldırı hazırlanmaktadır. Bu aşamada, Suriye’deki olaylar tırmandırılmaktadır. ABD seçimleri nedeniyle durgunluk geçiren Orta Doğu’da yeni bir hareketlenme için TRUMP’a vur emri verdirilmiş ve bölge yeniden sıcak çatışmalara doğru sürüklenmiştir. Suriye’de savaş devam ederken, hiçbir yönetimin kimyasal saldırı yapması mümkün değilken, ABD’yi yeniden savaşa sürüklemek isteyen lobilerin komploları ile  bir kimyasal saldırı olayı  düzenlenerek, füze saldırısı  için elverişli bir ortam yaratılmış ve böylece TRUMP döneminin ilk uygulaması olarak  saldırı gerçekleştirilmiştir. Irak’da başlayan ve bu aşamada Suriye’de devam eden savaşı kutsal bir savaş olarak nitelendiren din çevreleri de, Suriye savaşının giderek  Armegeddon adı verilen bir kıyamet senaryosuna dönüştürülmesi  amacıyla savaşın içinde yer alan terör örgütlerini  çatışmaları artırma doğrultusunda yönlendirmişlerdir. Özellikle bir vekalet savaşını tırmandırabilmek üzere batılı ülkelerin kurarak sahaya sürdüğü  terör örgütlerinin, ABD saldırısı öncesinde yeni karışıklıklar yaratarak, emperyal müdahaleye zemin hazırladıkları görülmüştür. Büyük devletler de bu karışıklıklardan kendi çıkarları doğrultusunda yararlanmaya çalışmışlardır.

 

S-5-  ABD saldırısı uluslararası konjonktürde ne gibi yansımalar yaratmıştır.?

 

C-5-  ABD saldırısı öncesinde herkes Amerikan başkentindeki karışıklıkla uğraşırken,  Avrupa kıtasındaki önemli gelişmeler dünya ortamını fazlasıyla etkiliyordu. Fransa başkanlığına hazırlanan milliyetçi Le Pen’in seçimlerde destek için Rusya’ya gitmesi sonrasında, Petersburg’da bir terör olayının doğmasını uzman kuruluşlar  ABD’nin Putin’e tepkisi olarak görürken, aynı hafta içinde İsveç’in başkenti Stockholm kentinde meydana gelen terör olayını da, İsveç merkezli bir Baltık Birliği oluşumunu, Almanya ve Rusya’ya  karşı destekleyen Amerika’ya karşı Rusya’nın tepkisi olarak, belirli merkezler gördüklerini açıklamışlardır. OBAMA döneminde Orta Doğu bölgesinde başlatılmış olan ABD - Rusya işbirliğinin savaş lobilerinin devreye girmesi üzerine bozulduğu ortaya çıkınca, ABD ile Rusya arasında uluslararası konjonktürdeki olayları birbirlerine karşı kullanma dönemine girilmiştir. İsrail’in bütün kışkırtmalarına rağmen  Orta Doğu’da şimdiye kadar  bir büyük üçüncü dünya savaşının çıkmaması, geride kalmış olan iki büyük dünya savaşından hem Rusya’nın hem de ABD’nin gereken dersleri almış olmasıdır. ABD - Rusya arasında gerginliğin öne çıkmış olması dünyayı yeni bir soğuk savaş ortamına sürükleyebilir ve bu yüzden  uluslararası alanda yeni bir baskı dönemi ile insanlık karşı karşıya kalabilir. Ayrıca geride kalmış olan bazı çatışmalar yeniden sıcak savaşa dönüşebilir.

 

S-6- Suriye’ye yapılan saldırı Türkiye’yi nasıl etkileyebilir?

 

C-6- Türkiye Cumhuriyeti diğer bölge ülkeleri ile birlikte Sovyetler Birliğinin dağılması sonrasında bir büyük batı saldırısı ile karşı karşıya kalmıştır. Dünya savaşları sonrasında merkeze gelen İngiltere ve ABD’nin destekleriyle kurulmuş olan İsrail’in, bütün orta dünyaya egemen olabilmesi için savaş süreci Irak sonrasında Suriye’de tırmandırılmaya çalışılırken, Kuzey Irak sonrasında ortaya bir de Kuzey Suriye yapılanması çıkartılmak istenmiştir. Kuzey Irak savaşı sırasında Türkiye de savaşa sokulmak istenmiş ama TBMM Türk ulusunun temsilcisi olarak bu girişime karşı çıkmıştır. Şimdi aynı oyun Suriye üzerinden gerçekleştirilmek istenirken, Türkiye gene bu savaşa da karşı çıkacaktır. Şimdiye kadar Suriye savaşı dışında kalmaya çalışan Türk devleti, Kuzey Irak petrol sahasını bir Kürt koridoru ile Akdeniz’e bağlamak isteyen batı emperyalizmine ve  İsrail Siyonizmine alet olmamak  için  mücadele vermek durumundadır. Ne var ki, Kürt koridoru doğrultusunda Kuzey Irak’ta  birbiri ardı sıra kantonlar Akdenize doğru dizilirken, ABD ve müttefikleri gene uçuşa yasak bölge ilan ederek Türkiye’nin kendi çıkarları doğrultusunda sınırlarını koruması önlenmeye çalışılmıştır. Irak benzeri bir duruma düşmemek isteyen Türkiye Cumhuriyeti, Kuzey  Suriye üzerinden yürütülen saldırılara karşı hem kendini korumuş hem de Türk sınırlarını tehdit eden  petrol koridorunu önlemek üzere Fırat Kalkanı harekatı düzenleyerek, bölgedeki saldırıları önleyici bir müdahalede bulunmuştur. Emperyalizme karşı savaşarak kurulmuş olan Türk devleti hiçbir zaman komşularına karşı emperyal bir saldırıda bulunmamış ama kendi sınırlarını Misakı Milli çizgisinde koruma konusunda her zaman hassas davranarak ülkenin birliği ve bütünlüğünü bugüne kadar  sürdürmüştür.

 

S-7- Suriye olayları ve savaşı bundan sonra ne gibi  gelişmeler gösterebilir ve Türkiye’yi nasıl etkiler?

 

C-7- Suriye de tıpkı Irak gibi eski Osmanlı ülkesidir. Türkiye ise bu imparatorluğun merkezi alanıdır ve imparatorluğun çöküşünden sonra tarih sahnesine çıkan Türk milletinin  ana vatanıdır. Türkler tıpkı Irak ve Suriyeliler gibi, öncelikle kendi vatanlarına sahip çıkmak durumundadırlar. Bir imparatorluk arazisinin ortasında kurulmuş olan bu üç devletin sınırları birbirlerinin sınırları ile çevrilerek güvence altına alınmıştır. Bu yüzden Irak ya da Suriye’nin  bölünmesi aynı zamanda Türkiye’nin de bölünmesi anlamına gelecektir. Daha dün Kuzey Irak’ta uçuş yasağı ile güvenli bölgeye dönüştürülen yerde bugün bir Kürt devleti kurulmakta ve Türkiye’nin güneydoğu bölgesi ile birleştirilmek istenmektedir. Ayrıca aynı dönemde Suriye’nin kuzeyinde Kürt kantonları kurularak Kuzey Irak petrolü Akdeniz’e taşınmak istenmekte ve petrolün vanası da Hayfa limanında İsrail’in eline verilmeye çalışılmaktadır. İsrail Orta Doğu coğrafyasında küçük bir devlet olarak yoluna devam edemediği için kendisinin merkezinde yer alacağı ve Kudüs’ün başkent olacağı bir Büyük İsrail  İmparatorluğunu ABD’nin taşeronluğu aracılığı kurmaya çalışmaktadır. ABD’deki Siyonist lobilerin desteği ile kurulan İsrail devleti bugün büyütülmek istenirken, Irak sonrasında Suriye savaşı ile yola devam edilmek istenmekte ve daha sonraki aşamada da bir mezhep çatışması yaratılarak, Türkiye ve İran devletleri de benzeri bir biçimde eyaletlere bölünerek ortadan kaldırılmak istenmektedir. Bu nedenle, Irak ya da Suriye’nin bölünmesi aynı zamanda Türkiye ve İran’ın da bölünmesi anlamına gelmektedir. Osmanlı devletini ortadan kaldıran Balkanizasyon, tıpkı Balkanlar’da olduğu gibi Türkiye üzerinden Orta Doğu’ya taşınmak istenmektedir. Irak’tan üç, Suriye’den beş, Türkiye’den on, İran’dan beş, Arabistan’dan üç, Mısır’dan iki, Libya’dan üç yeni devletçik eyaletler halinde koparılarak, Osmanlı hinterlandı üzerinde  Orta Doğu Birleşik Devletleri adı altında, tıpkı Amerika Birleşik Devletleri gibi bir bölgesel devlet  kurulmak istenmektedir. Batı ve İsrail’in çıkarları için oluşturulmak istenen  bölgesel devlet nedeniyle bütün bölge ülkeleri parçalanma tehdidi ile karşı karşıyadır.  Bu aşamada Suriye’nin bölünmesi aynı zamanda Türkiye’nin bölünmesidir. Bölge devletleri  artık buna izin vermemelidir.

KAYNAK: Ankara Kalesi, Anayurt Gazetesi, 12.4.2017.

 

 

İNGİLTERE YENİ DÜNYA DEVLETİ KURUYOR

İNGİLTERE YENİ DÜNYA DEVLETİ KURUYOR.             

 

Prof. Dr. ANIL  ÇEÇEN

 

S-1- İngiltere’nin  Brexit kararı alarak Avrupa Birliğinden çıkmasını nasıl  karşılıyorsunuz.

 

C-1- İngiltere  Avrupa Birliğinin kurucu üyesi değildir. Almanya ve Fransa birlikteliği ile kurulmuş olan Avrupa Birliği, bu iki büyük devletin çevresinde yer alan küçük devletlerin bir araya getirilmesiyle 8’ler adı verilen Avrupa devletlerinin öncülüğünde kurulmuştur. 8 devletin öncülüğünde kurulmuş olan Avrupa Birliği bugün 28 devletin çatısı altında yer aldığı bir kıtasal devletler birliği yapılanmasına dönüşmüştür. İngiltere bu büyük birlikteliğe sonradan girmiş ama  para sistemi ile birlikte ortak sınırlar uygulamasının dışında kalarak, Almanya ya da Fransa gibi iki ezeli rakibinin denetimi altına girmekten kaçınmıştır. Her zamanki gibi  diğer devletlerden farklı bir tavır geliştirerek, kuruluşuna katılmadığı Avrupa Birliğine bir süre içine girerek gelişmeleri içeriden  izlemiş ama bu birlikteliğin ekonomisi Alman kontroluna girince, kıtasal yönetimde ise Fransa öne geçince, İngiltere Avrupa’dan uzaklaşarak, gene eskisi gibi okyanuslara açılmayı ve denizler üzerinden oluşturduğu  yeni dünya devleti oluşturma projesine öncelik tanıyarak, Brexit kararı ile Avrupa Birliğinden ayrılmıştır. Bu durum, yarım yüzyıllık Avrupa Birliği projesinin duraklamasına ve giderek bir iç tartışma sürecinin  öne çıkmasına neden olmuştur.

 

S-2-  Brexit kelimesi ne anlama gelmektedir.

 

C-2-İki İngilizce kelimenin birleştirilmesiyle Brexit kavramı ortaya çıkmıştır. Kelimenin ilk yarısı İngiliz imparatorluğunun resmi adı olan Britanya kavramından gelmektedir. İngilizlerin elli beş ülkeyi bir çatı altında topladığı eski sömürge imparatorluğunun resmi adı olarak Britanya İmparatorluğu ismi kullanılmıştır. İkinci hece ise İngilizce de çıkış anlamına gelen “exit” kavramından alınmıştır. Böylece  İngiltere’nin  Avrupa Birliğinden ayrılmasının adı resmen Brexit kavramı ile ifade edilmeye başlanmıştır. Avrupa kıtasının dışında bir ada devleti olarak İngiltere, her zaman kendi kafasına göre takılmış ve kıtasal birliktelik içerisinde erimemek üzere, okyanuslar üzerinden bir büyük dünya imparatorluğunun hazırlayıcısı olmuştur. Avrupa kıtasının her zaman dışında kalan İngiltere, bir anlamda günümüzde dünyayı yönetmekte olan Atlantik insiyatifinin Amerika Birleşik  Devletleri ile birlikte kurucusu olmuştur. İngiltere’nin para ve sınır birliği politikalarına karşı çıkarak ayrılma yoluna gitmesi, birlik içindeki politikalar yüzünden iflas etme noktasına gelen İtalya, Yunanistan, İspanya, Portekiz gibi Akdeniz ülkelerinin de ayrılmayı düşünmeye başladıkları görülmektedir. Özellikle tek para politikası yüzünden iflas aşamasına gelmiş olan Avrupa devletlerinin, İngiltere gibi ayrılarak gene eskisi gibi kendi ulusal paralarını basmak istemesi, tek kıta parası olarak yürürlüğe konulmuş olan Euro alanından bir an önce çıkma isteklerini öne çıkarmıştır. İtalya kendisi için tıpkı İngiltere gibi bir  “İtexit" politikasını, alacağı ayrılma kararı ile önümüzdeki  dönemde gündeme getirebilir. Le Pen daha iktidara gelmeden, şimdiden Fransa’daki milliyetçiler bir “Frexit “ kararını tartışmaya  başlamışlardır. Bu açıdan “Brexit” için Avrupa Birliğinin sonu açıklamaları yapılmaktadır.

 

S-3-Türkiye açısından “Brexit" ne anlama gelmektedir. Brexit’ten başlayarak bir “Trexit" çıkışı gündeme gelebilir mi?

 

C-3-Türkiye daha Avrupa Birliğine tam olarak girmediği için, bu birlikten İngiltere gibi ayrılması mümkün değildir. Türkiye Cumhuriyeti, yirminci yüzyılın ortalarında tam üyelik için başvurmasına rağmen bekleme odasında tutulmuş ve içeriye tam üye olarak girmesine izin verilmemiştir. Tam üyelik olmadığı için bir “Trexit" kararı uygulamasını gündeme getirmek pek mümkün görülmemektedir. Ne var ki, tam üyelik süreci devam ederken, Avrupa Birliği  standartlarının görüşüldüğü müzakere süreci karşılıklı taraflarca sürdürülmekte ve Türkiye’nin Avrupa macerası bir türlü istenen  çizgide sonuçlanamamaktadır. Türkiye için “Trexit “ uygulaması gerçekleşmemiş olan tam üyelik üzerinden değil ama halen devam etmekte olan aday üyelik süreci açısından  gündeme gelmektedir. Bu aşamada hem Türkiye Cumhuriyeti hem de Avrupa Birliğinin, yarım yüzyıllık sonuçsuz kalan girişimleri dikkate alarak yeni politikalar geliştirmesi ve belki de  bir  “Trexit” kararı alarak, birbirini aldatma oyununa dönüşmüş olan, müzakere sürecini yeni komikliklerden kurtarmasında yarar   bulunmaktadır. Brexit aşamasına gelmiş olan Avrupa Birliğinin  üyelerinin beklentilerini karşılayamadığı bu aşamada, yeni “exit” yani çıkış kararları ile karşılaşması mümkündür.  Türkiye Cumhuriyeti de İngiltere gibi yeniden bağımsız bir uluslararası statüye yönelerek kendisi için  bu Brexit” kararından yararlanabilir. Brexit’ten Trexit’e geçişi Türkiye’nin düşünmesi  gerekmektedir.

 

S-4-İngiltere Avrupa Birliğinden ayrılırken, nasıl bir alternatif yola yönelmektedir?

 

C-4- Bu sorunun yanıtı  tarihin derinliklerinde saklı bulunmaktadır. Rönesans ve Reform sonrasında Avrupa devletleri dünyaya açılırken, İngiltere en güçlü devlet olarak, beş kıta üzerinden bir dünya imparatorluğu oluşturmaya çalışmıştır. Bunun adını ortak refah  anlamına gelen “Common wealth” kavramı ile ortaya koymaya çalışan İngiltere, Birleşmiş Milletler örgütünün kurulmasından sonra bütün eski sömürgelerini serbest bırakmış ve bu devletler dünya uluslar ailesi içinde kendilerine yer bulmaya yönelmişlerdir. Ne var ki, aynı İngiltere eski sömürgelerini bütünüyle özgür bırakmamış ve bu “Common wealth" örgütü çatısı altında hepsini toplayarak, geleceğin dünya devleti oluşumunun temellerini atmaya çalışmıştır. Bir anlamda, Britanya İmparatorluğu bütün eski İngiliz sömürgelerini ayrı devletler halinde böylesine bir oluşumun içerisine alırken, bir ortak yarar düzeninden yola çıkarak, hepsini kapsayıcı bir dünya devleti oluşumunun çatısı altında bir araya getirmiştir.

  Avrupa Birliği dönemi, İngiltere’nin  kendi dünya devleti projesine ara verilmesine neden olmuş ve Britanya İmparatorluğu Avrupa Birliği kararları doğrultusunda yolunda ilerlemiştir. Ne var ki, bu kıtasal birliği ekonomik açıdan Almanya’nın, siyasal açıdan da Fransa’nın  yönlendirmesi ile İngiltere üçüncü planda kalarak ayrılma kararını vermiştir. Avrupa Birliği üyesiyken dünyanın beş kıtası üzerindeki sömürgelerini ortak refah düzeni içinde tutan İngiltere, yeni dönemde Avrupa kıtasına sırtını dönerek, gene eskisi gibi okyanuslar ve denizler üzerinden bir yeni dünya devleti düzeni kurmaya öncelik verecekmiş gibi görünmektedir. Ortak refah hedefinde eski sömürgelerini bir arada tutan Britanya İmparatorluğu bir ortak dünya devletine giderken, Atlantik insiyatifini bütün dünya kıtalarına egemen kılabilmenin arayışı içerisine girmiştir. Eski rakipleri Fransa ve Almanya’yı bir kenarda bırakan İngiltere  geleneksel imparatorluk siyasetine yönelirken, vazgeçmediği kendi parası aracılığı ile dünya ekonomisini de bir düzene  kavuşturmanın arayışındadır. İngiltere eski sömürgesi olan Amerika Birleşik Devletleri ile de, yeni bir Atlantik hegemonyasının arayışı içine girmiş ama, bu büyük devletin içine sürüklenmiş olduğu iç kavgalar nedeniyle, eskisi gibi bir ABD ve Birleşik Krallık birlikteliğini öne çıkaramamıştır. Kraliçe yönetimi, bu durumda işin başa düştüğünü görünce, gene eskisi gibi  bir Atlantik egemenliğini, eski sömürgeleri ve “Common wealth" yapılanması üzerinden öne çıkararak, Siyonist küresel sermayenin dünya çapında imparatorluk arayışının önünü kesmeye yönelmiştir. Birleşik Devletler üzerinden bir dünya devleti, İsrail yüzünden kurulamayınca, bu kez Birleşik Krallık üzerinden bir dünya devleti oluşturma projesine geri dönülmüştür. Bu yüzden birinci dünya savaşı öncesi bir konjonktür ile dünya karşı karşıya gelmiştir.

 

S-5- Bugünün koşullarında Birleşik Krallık Avrupa Birliğinden bağımsız nasıl bir yol izleyebilir?

 

C-5- Önümüzdeki dönemde, İngiltere öncelikli olarak hiç terk etmediği sömürgelerindeki eski yapılanmasına dönerek bu siyasal yapılar üzerinden bir ortak dünya devleti oluşumunu öne çıkarmaya çalışacaktır. Birinci dünya savaşı sonrasında Türkiye’ye resmen girmiş olan İngiliz emperyalizmi, Türkiye’nin batı dünyasının ya da Atlantik insiyatifinin çıkarları doğrultusunda bir yerde olmasına dikkat etmiştir. İngiltere’nin  tam Avrupa Birliğinde çıkışı aşamasında Türkiye’nin bu birliğin patronu konumundaki Almanya ile kavga etme noktasına gelmesi  bir rastlantı değildir. Kendisi Avrupa ile bütünleşmeyen  Birleşik Krallık, Türkiye’nin de bu kıtasal birliğe tam üye olarak girmesini engellemiştir. Almanya kıtasal birlik patronluğu için, Fransa ise İsrail’in Akdeniz  hegemonyası projeleri  doğrultusunda Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne karşı çıkarken  İngiltere hepten Türkiye’yi Avrupa kıtasının dışında tutmaya çalışmıştır. Şimdi  İngiltere Avrupa’yı dışlayarak yeni bir dünya açılımına yönelirken, merkezi coğrafyanın tam ortasında yer alan Türkiye’den işe başlamaktadır. Kendisi Brexit’e yönelirken Türkiye’yi de Trexit’e doğru yönlendirerek, Avrupa Birliği’ni dışlayan yeni bir küresel insiyatifi, orta dünyada Türkiye üzerinden öne çıkarmaya  yönelmektedir.

  ABD merkezli küreselleşme dönemi biterken, Almanya ve Fransa patronajında bir  Avrupa yapılanması da geride bırakılmakta, Rusya’ya karşı bir tampon devlet olarak  oluşturulan Ukrayna ile Osmanlı uzantısı olan Türkiye, iki ülke arasındaki vizelere son verilerek yakınlaştırılırken, Rusya’nın güneye inerek, İsrail’in kuzeye çıkarak, İran’ın Orta Doğu’ya yayılarak ya da Avrupa Birliği’nin doğuya açılarak merkezi coğrafyada hegemonya kurmalarının yolu da, gene Ukrayna –Türkiye hattı üzerinden Birleşik Krallık tarafından  kesilmeye çalışılmakta ve bu Atlantik çizgisi daha sonra eski İngiliz sömürgeleri olan  Hindistan ve  Avustralya da devreye sokularak, Yeni Zellanda’ya kadar  Britanya İmparatorluğunun oluşturduğu dünya devleti yapılanması, “Common wealth" örgütlenmesi üzerinden  tamamlanmak istenmektedir. Böylece, Londra yeniden dünyanın merkezi olurken New York ve Washington geride bırakılacak, Londra ile İstanbul arasında bir  geçiş köprüsü  kurulacaktır. Bugünkü dünya  düzeninin eski kurucusu olarak İngiltere, ABD'yi kendi içindeki kaos ile baş başa bırakmakta ve geçmişten gelen ortak refah düzeni üzerinden  yeni bir ortak dünya devleti oluşumunu öne çıkarmaktadır.  Tüm dünya ülkeleri ve bölgeleri ile elinde büyük bir bilgi birikimi olan Britanya İmparatorluğunun, sonradan olma Amerika Birleşik Devletleri ya da Almanya, Fransa, Rusya, Çin, İsrail ve İran gibi ülkelerin yeni yayılma stratejilerini merkezi bölgede, Ukrayna –Türkiye yakınlaşması üzerinden  önlemeye yönelmesi, eskisinden çok farklı bir yeni tür küreselleşmeyi öne çıkarmaktadır. Büyük İsrail’i kurmaya çalışan Siyonist lobiler ABD’yi karıştırırken ve bölünmeye doğru sürüklerken, İngiltere eskisi gibi dinamik bir politika ile yeni bir alternatife yönelmiştir.

 

S-6- Türkiye böylesine bir yeni durum karşısında ne yapmalıdır?

 

C-6-Acilen Türkiye’nin bir durum tespiti yapması gerekmektedir. Şimdiye kadar Büyük Avrupa, Büyük İsrail, Büyük Orta Doğu, Büyük Rusya, Büyük İran projeleri ile uğraşarak kendini korumaya çalışan Türk devleti, yeni dönemde  kendi Büyük Türkiye projesini ortaya koyabilmelidir. Hiçbir biçimde Osmanlı dönemine geri dönüşü gerektirmeyecek bir yeni yaklaşım, tıpkı İngiltere’nin yaptığı gibi Türkler tarafından da merkezi coğrafyada geliştirilmeli, Britanya İmparatorluğunun dünya hegemonyası uğruna, Türkiye gene eskisi gibi komşu  devletler ile savaşma çıkmazına sürüklenmemelidir. Osmanlı bu yüzden batmıştır ama bu aşamada, Türkiye Cumhuriyeti yaşanan olaylardan ders alarak dünya barışı için yoluna bir güvenlik devleti olarak devam edebilmelidir. Yurtta ve dünyada barış ilkesi daha eskimemiştir ve Türklere ile insanlığa halen yol göstermeye devam etmektedir. 

KAYNAK: Ankara Kalesi, Anayurt Gazetesi, 5.4.2017.

KİSSİNGER ULUS DEVLETLERİ SAVUNUYOR

KİSSİNGER ULUS  DEVLETLERİ  SAVUNUYOR                    

 

Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN

 

SORU  1-  Yeni ABD başkanı TRUMP  geçen hafta içinde  neden  eski Amerikan Dışişleri bakanı  HENRY  KİSSİNGER   ile görüştü . ?

CEVAP – 1.- Geçen hafta içinde  dünya basınında fotoğrafları ile yer alan  bir randevu da , TRUMP  eski başkan  NİXON döneminin ABD dışişleri bakanı Henry Kissinger ile görüşmesi , bugün  Amerika’da  başkan ve istihbarat örgütleri arasında sürmekte olan  kavga nedeniyle büyük anlam taşımaktadır .ABD diplomasisini belirleyen iki büyük uzman olarak Kissinger ve Brezinsky  bugüne  kadar yeni seçilen  başkanlara öncülük yapmışlardır . Brzesinky geçen ay vefat edince geride kalan en büyük  Amerikan  siyaset bilimcisi olarak Kissinger, geçmişten gelen misyonunu sürdürerek TRUMP ile uzun bir görüşme yapmıştır . Küresel sermayenin aylar öncesinden kendi kontrolü altında tuttuğu uluslararası medya aracılığı ile başkan ilan ettiği Hillary Clinton küresel şirketlerin bütün zorlamalarına rağmen başkan seçilememiş ,Pentagon’un önderliğindeki Amerikan devleti  , emperyalist şirketler ile  Siyonist lobilerin ortaklığına karşı  sert mizaçlı bir adayın başkan olmasını sağlamıştır .

            Çeyrek asırlık küreselleşme macerasının başarısızlıkla sonuçlanması  üzerine bütün dünyada  siyasal gerginlikler ve sıcak çatışmalar artmağa başladığı için  tekelci sermaye sıcak çatışmaları  bir üçüncü dünya savaşına doğru sürüklerken Amerikan devletini eskisi  gibi kullanmak istemiş ama  Amerikan derin devleti böylesine bir senaryo sonrasında, Amerikan devlet düzeninin çökeceğini gördüğü için her türlü savaş senaryosuna mesafeli davranarak  kendi kamu düzenini ve geleceğe dönük  devletsel varlığını korumaya öncelik vererek hareket etmiştir . İşte bu aşamada  5 yıl önce”DÜNYA  DÜZENİ” adı altında yeni bir kitap yazarak küresel kaos senaryolarına karşı çıkan  Amerikan siyasetinin en büyük patronu konumundaki Kissinger, yeni başkan TRUMP ile bir araya gelmiştir . Amerikan emperyal politikalarını yıllarca belirleyen uzman olmasına rağmen  soğuk savaş dönemindeki dikkatli politikaları nedeniyle Nobel barış ödülü alan Henry Kissinger’in  , bir üçüncü dünya savaşı sürecini kesmek üzere  yeni ABD başkanı ile görüştüğü ve bu doğrultuda iş hayatından gelen yeni başkana  ABD merkezli dünya düzeninin sürdürülebilmesi doğrultusunda yeni önerilerde bulunduğu  tahmin edilmektedir . Ayrıca , Henry Kissinger ile yeni başkan  Donald Trump’ın Alman asıllı  Musevi ailelerden gelmesi de yeni başkanlık dönemini etkileyebilecek  bir unsur olarak  öne çıkmaktadır .

Soru-2- Henry  Kissinger son kitabı olan  “DÜNYA DÜZENİ “ isimli çalışmasında neleri ortaya koymaya çalışmıştır ?

Cevap-2- Herkes yeni dünya düzeni üzerine kitap yazarak küresel emperyalizmi dünya halklarına kabül ettirmeye çalışırken ,bu gibi girişimlerin merkezi olan ABD’de  siyasal bilim ve diplomasinin önderi konumundaki Kissinger, yeni dünya düzeni  edebiyatını ve  safsatalarını bir yana bırakarak  eski dünya düzeninden bugüne gelen siyasal ve bilimsel birikimi genç kuşaklara anlatmaya çaba göstermiştir . Tarihin anlamı üzerine  kalın bir doktora tezi yazan Kissinger, hem tarihi hem de siyaseti bilen bir uzman olarak dünyanın geleceği doğrultusunda tahminler yapmağa çalışırken ,  geçmişten gelerek bugünün kuşaklarına yol gösteren  siyasal birikimi dünya kamuoyu önüne getirerek , dünyayı yaklaşmakta olan bir büyük felaketten kurtarmanın yolunu bulmaya çalışmıştır . Daha önceleri Çin,Beyaz Saray,Diplomasi gibi başlıklar ile  siyaset bilimi alanında önemli eserler vermiş olan Kissinger , herkesin yeni dünya düzeni peşinde koştuğu bir aşamada var olan dünya düzenini  koruyarak  ve  bütün dünya ülkelerine  bir siyaset bilimi dersi vererek öncülük yapmıştır . Küresel  sermayenin çıkarları doğrultusunda dünya ısrarla yeni bir düzene doğru sürüklenmesine rağmen  çeyrek yüzyıl sonra yeni bir dünya düzeni kurulamamış ve eski düzen de bozulduğu için bütün dünya bir kaos ortamına doğru sürüklenmiştir . Kissinger, kaos ortamının felaket  senaryolarını  ortaya çıkaracağını vurgularken ,artık  yeni dünya düzeni peşinde koşma gibi yanlış bir girişime izin verilmemesini  ve kaotik ortam üzerinden yaklaşmakta olan siyasal gerginlik ve  karışıklık ,sıcak çatışma  ve  dünya savaşları gibi felaket senaryolarının devreye girmesini önleyecek  bir çizgide var olan devlet düzenlerinin korunması ve desteklenmesi gerektiğini yeni kitabında dile getirmektedir .Yaşanan kaos ortamının ,kitle imha silahlarının yayılışıyla ,devletlerin dağılmasıyla,çevre tahribatının etkileriyle ,soykırıma varan uygulamaların  ısrarla sürdürülmesiyle ve çatışmaları insan anlayışının ötesine taşıma tehdidi oluşturan yeni teknolojilerin yaygınlaşmasıyla herkesi tehdit ettiğini , eski ABD dışişleri bakanı kitabında açıkça dile getirmektedir . Küreselleşme gibi yanlış organize edilen bir sürecin sonunda  şirketler büyürken  ve devletler küçülürken meydana gelen kamu düzeni eksikliği çerçevesinde  insanlık giderek kontroldan çıkan bir dünya yapılanması ile karşı karşıya gelirken , tüm insanlığı ve dünyayı toptan yok edebilecek bir   felaket senaryosunun  Armageddon girişimleri ile  gerçekleşebileceği  düşüncesi ile Kissinger , yeni dünya düzeni safsatalarının  bir yana bırakılarak  var olan ulus devlet düzenlerinin acilen öncelikli olarak korunmaları gerektiğini  vurgulamaktadır .

Soru-3- Kissinger   “Dünya Düzeni “ isimli kitabında neden ulus devletleri desteklemektedir  ?

Cevap-3-Eski ABD dışişleri bakanı , hem sahip olduğu bilgi birikimi ile hem de ABD’nin üç numaralı kişi  olarak yaşadığı  siyasal gelişmelerin getirmiş olduğu geniş  deneyim ile dünyanın  geleceğini  savaş ve kaos gibi tehlikelerden kurtarmak üzere  ulus devletlerin var olan kamu düzenlerinin korunması ve  her türlü emperyalist projeye karşı savunulması gerektiğini kitabında anlatmaya çalışmaktadır . Dünya çoğulcu uluslararası alan yapılanmasına doğru geçiş yaparken, var olan ulus devlet  yapıları hem çıkış noktası olmuş hem de yeni yapılanmanın temel taşı görünümünde katkı sağlamıştır . Batı merkezli emperyalizmin dünya kıtalarına yayılmasıyla  sömürgecilik üzerinden  bölge devletleri oluşturulmaya başlanmış , yirminci yüzyıla gelindiğinde de sömürgeler tasfiye edilerek , bu eski yapılar yeni ulus devletler olarak,  Birleşmiş Milletler çatısı altında diğer ulus devletlere benzer bir statü içinde yer almışlardır . Böylece , dünya halkları uluslaşarak kendi ulus devletlerini kurma ve sahip olma  hakkını elde etmişlerdir . Beş binden fazla etnik topluluğun yaşadığı dünya haritası içinde , ancak  büyük ve geniş etnik gruplar kendi ulus devletlerini kurma hakkını elde etmişlerdir .

            Ne var ki , batının zengin ülkelerinde meydana gelen ekonomik zenginlik  devletlerden şirketlere doğru bir geçiş gösterince , büyük şirketler tekelleşerek uluslararası alanda  kapitalist düzeni kendi kontrolları altına almaya çalışmışlar ve bu yüzden küreselleşme olgusu yeni bir süper emperyalizm uygulaması olarak insanlığa dayatılmıştır . Ekonomik zenginliği devletlerin üzerinden alarak kendi tekellerinde yönlendiren tekelci şirketler, küresel emperyalistlere dönüşürken  ulus devletlerin  giderek zayıfladığı ve kendi ülkesini yönetemez bir kötü duruma düştüğü gözlemlenmiştir . Piyasa ekonomisi oluşturmak gerekçesi ile ekonominin yönetimi devletlerin elinden alınınca  ulus devletler açıkta kalmış ve  dış  borç batağına sürüklenerek  çökertilmişlerdir . Her şeyi  ekonomi üzerinden yönlendirmeye kalkışan  tekelci şirketler , ekonomi üzerinden sahip oldukları gücü siyasal alana kaydırınca ulus devletlerin çekirdeğinde var olan ulusal egemenlik yerine sermaye egemenliği geçmiş ve  büyük şirketlerin bütçeleri  normal ulus devlet bütçelerinin on mislinden fazla büyüme göstermiştir. Bunun sonucunda da , tekelci şirketler devleşirken , ulus devletler  cüceleşmeye başlamış ve  etnik köken ile mezhep farklılıkları emperyal merkezler tarafından kışkırtılarak var olan ulus devletler alt kimlikler ile parçalanarak ve  dünya kıtalarının her bölgesinde sıcak çatışmalar yaratılarak  küresel bir kaos ortamına geçiş sağlanmıştır . İşte yılların siyasetçisi ve bilim adamı Henry Kissinger bu yüzden yeni kitabında  küresel şirketlere karşı çıkarken  var olan kamu düzenlerinin korunabilmesi için ulus devletlerin desteklenmesi gerektiğini açıklamaya çalışmıştır . Aşırı kazançtan gözü dönmüş iş adamlarına dünyanın bir felakete doğru pupa yelken sürüklendiğini  anlatamayan  Kissinger , hem  var olan devletlere hem de  halk kitlelerine çağrıda bulunarak, ulus devletlere destek  talebinde bulunmuştur .

Soru-4-Kissinger yeni kitabında neden  WESTFALİA’NIN  MODERNİZASYONU ‘NU    istemiştir  ?

Cevap-4-Kissinger , dünyayı yakıp yıkmakta olan  süper emperyalizm içerikli küreselleşme senaryolarına karşı çıkarken hayal edilenler peşinde koşmamış, aksine bütün dünyayı tekelci şirketleri aracılığı ile kendi çıkar düzenine bağlayacağını düşünen ve bu doğrultuda hayalci senaryolar peşinde koşan  küreselci patronlara  ders verirken, bir bilim adamı olarak tarihin getirdiği zenginliği  esas almıştır. Ulus devletlerin tarih sahnesine çıkmasındaki ilk aşama olan  WESTFALİA  BARIŞ ANTLAŞMASI’NIN   yeniden ele alınarak ve  günün koşullarına uygun düşecek bir biçimde modernize edilerek uygulama alanına aktarılması gerektiği konusunda ,dünya kamuoyunun dikkatini çekmeye çaba göstermiştir .İki bin yıllık Avrupa tarihinde  din ve mezhep savaşlarına son veren ve Alman birliğinin kuruluşuna öncülük eden Westfalia Antlaşması ‘nı çıkış noktası olarak ele alan Kissinger ,yaklaşık  dört asır sonra   yeniden bu barış metnine dönerken ,modernize edilmiş bir Westfalia antlaşması ile ulus devletlerin  kendini kurtarabileceğini  ve  yeniden güçlendirilebileceğini açıkça ortaya koymuştur . Dünya barışı için  emperyalist saldırılar ile  yıkılmakta olan ulus devletlerin  kendini kurtarabileceği bir yeni aşamaya geçilmesi gerektiği , kitapta  açıkça dile getirilmektedir .

            Bugünün ulus devletine giden yol , Avrupa’daki mezhep savaşlarının en yıpratıcısı olan 30 yıl savaşlarının sona erdirilmesinde, kıtasal barış antlaşması olarak  Westfalia barış antlaşmasının  öne çıktığını tarih kitapları  bugüne yansıtmaktadır . Küresel şirketler dünya devletlerini  by-pas ederek toplumun ve kamusal alanının yönetimini ele almaya çalışırlarken ,  tıpkı Westfalia Barış Antlaşması öncesinde olduğu gibi mezhep farklılıklarını kışkırtarak bir mezhepler ve dinler savaşı üzerinden ulus devletleri yok edebilmenin hesaplarını yapmaktadırlar . Her türlü etnik,dinsel,mezhepsel  alt kimliğin küresel şirketler aracılığı ile horlatıldığı bugünkü küreselleşme aşamasında ,ulus devletler iç ve dış ya da bölgesel çatışmalara alt kimlikler üzerinden sürüklenerek yok edilmeye çalışılmaktadır . Küresel şirketlerin bu oyunlarını yerinde fark eden Kissinger ,günümüzde mezhepler üzerinden bir alt kimlik savaşının Westfalia  Barış Antlaşmasının  modernizasyonu ile önlenebileceğini  bütün dünyaya  haykırmaktadır . Ne var ki , küresel sermayenin denetimine girmiş olan medya ve basın organları  aşırı kazançtan yana olan patronların istekleri doğrultusunda hareket ederken ,Kissinger gibi bir  evrensel siyaset dehasının uyarılarını görmezden gelmekte ya da kulaklarını tıkamaktadırlar . Para babalarının esiri olarak üç maymun oyununu (görme-duyma-konuşma) oynamaya devam eden  küresel medya ,patronların talimatları doğrultusunda yayın yaparak halk kitlelerinin zararına olacak bir biçimde  ulus devletlerin tasfiyesi doğrultusunda  eyleme geçmektedir .Tarihte Westfalia  Barışı sayesinde mezhep savaşlarından kurtulan Avrupa ülkelerinde, kralın egemenliği doğrultusunda merkezi devlet güçlendirilerek  alt kimlikçi bölücülüğün önü kesilmiştir .Merkezi egemenliği esas alan , kralların ülke sınırlarını koruyarak mutlak otoritesini  destekleyen  , klise baskılarını geride bırakan Westfalia Antlaşması Avrupa’da  ulus devletlerin oluşumu sürecinin başlatılmasını sağlamıştır . 1648 yılında otuz yıl savaşları olarak tarihe geçen mezhep savaşları Westfalia Antlaşması ile sona erdirilmiş ve kralların merkezi egemenliği ile ulus devletlerin oluşum süreci başlamıştır . 1789 Fransız devrimi böylesine bir sürecin sonucunda  gerçekleşmiştir . Westfalia Barışı ile iç karışıklıklardan kurtulan Avrupa ülkeleri ulus devletlere dönüşmüştür . Bu gün ise mezhep savaşları ve alt kimlik çatışmaları tırmandırılarak  ulus devletler yıkılmaya çalışılmaktadır . Ulus devletleri yıkarak yerine küçük eyalet devletçikleri oluşturmaya çalışan küresel emperyalistler, alt kimlikçiliği hortlattığı için , böylesine bir durumun tarihte olduğu gibi yeni bir Westfalia Antlaşması ile  ulus devletlerin korunması gerektiğini ,eski ABD dışişleri bakanı Henry Kissinger  bugünün toplumlarına anlatmaya çalışmaktadır . Fransız devriminin ürünü olan bugünün ulus devletlerinin , Fransız devriminin gerçekleşmesine yol açan Westfalia Barışını iyi inceleyerek  kendi varlık düzenlerini , emperyal saldırılara ve iç karışıklıklara karşı koruyabileceğini artık herkesin ve her devletin görmesi gerekmektedir . Westfalia Barışının temel esasları olan merkezi yönetim ,sınırların dokunulmazlığı ,iç işlere karışılmaması ,mezheplerin  özgür varlığı , halk egemenliği  ve uluslararası hukukun  tanınması ilkeleri sayesinde  ulus devletlerin yoluna devam edebileceği kitapta öne sürülmektedir .Bu durumda  yükselen güçler   küresel bir Westfalia  Barışını aramak durumunda kalmaktadırlar .

Soru-5- Kissinger kitabının son bölümünde insanlığa ne gibi mesajlar vermektedir  ?

Cevap-5- Amerikan diplomasisinin en büyük otoritesi olarak Kissinger, kitabının son bölümünde zamanımızın dünya düzeni ile ilgili değerlendirmeler yapmaya çalışmaktadır . Dünyanın geleceği için devletlerin çatışmasına değil işbirliğine gereksinme bulunduğunu ,ABD’nin son dönemin süper gücü olarak dünya barışına önderlik yapması gerektiğini  ,Amerika’nın uygarlığın temsilcisi olarak modern dünyanın oluşumunda önemli görevler yerine getirdiğini ,bir çok ulus devletin ABD şemsiyesi altında kendi güvenliğini aradığını  yazar kitabının son bölümünde anlatmaktadır .Westfalia Barışının dinin taleplerine karşı dünyevi bir düzen getirdiği , devletlerin sahip oldukları ülke toprakları  ve siyasal güçlerin  de yönetimlerde etkili olduğu bu barış metni ile genel olarak kabül  görmektedir .Batı blokunun getirmiş olduğu dünya düzeni geride kalırken , doğu güçleri yeni dönemde  dünyaya açılarak yeni bir düzen oluşumunun içinde yer almaya çalışmaktadırlar . Batı emperyalizminin yarattığı krizlere çözüm getirebilmek için doğu ülkeleri siperlerini geliştirmektedirler .Güç dengelerindeki kaymalar dünya barışını tehdit ederken  siyasal koşullardaki değişiklikler ya da yenilikler  yerinde izlenerek gereken önlemler alınabilirse o zaman  devletlerin sahip olduğu meşru  hukuk düzenlerinin devamlılığı  yeni oluşturulacak dengeler ile  sağlanabilecektedir .Teknolojik alanda meydana gelen hızlı değişiklikler  var  olan düzenlerin  tehlikeye girmesine yol açmakta , ulusal sınırların aşılmasıyla birlikte de ulus devletlerin kendi egemenliklerine dayanan  kamu düzenleri  yıkılmaktadır . Küresel emperyalizm burjuva kesimlere refah getirirken   eşitlik düzenlerini yıkmakta ve  ulus devletleri ekonomik açıdan teslim alarak halk kitlelerinin sefalete sürüklemektedir .

  Kissinger ,yeni dünya düzeni arayışlarının bozmuş olduğu dünya düzeninin yeniden onarılması gerektiğini ,böyle bir yeni yapılanma sağlanamazsa , giderek artan dinsel baskılar ve ekonomik sömürüler yüzünden dünya düzeninin  altüst olacağını ,yeni bir dünya düzeninin kurulamadığını ama bu yüzden eski dünya düzeninin yıkıldığını , eğer acil önlemler alınarak yeni atılımlar ile eski dünya düzeni onarılamazsa, o zaman çöküşlerin ve savaşların küresel bir kaos ve yok oluşa neden olacağını   ,bu yüzden toplumların  ve devletlerin ayakta kalabilmesi için asgari düzeyde gereken önlemlerin alınması gerektiğini  açıkça vurgulamaktadır . Dünya düzeninin tek  ülke tarafından kurulamayacağını  ve  farklı kültürlerin  ile  dinlerin işbirliğine dayanan Westfalia sisteminin modernize edilmesiyle barışın ortak çabalarla sağlanabileceğini  söyleyen Kissinger ,aynı zamanda  dünyayı yangın yerine çeviren savaş senaryolarının da  ulus devletlerin  dayanışmasıyla  önlenebileceğini  söylemektedir.

KAYNAK: Prof. Dr. Anıl  Çeçen / Ankara   Kalesi – Kissinger   Ulus  Devletleri  Savunuyor (12.7.2017-Anayurt Gazetesi).                   

 

YENİ LAVANT SÜRECİNDE KIBRIS

  YENİ LAVANT SÜRECİNDE KIBRIS

 

   Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN

 

  Uluslararası alanın şimdiye kadar çözülememiş ve kalıcı bir barış düzenine  bağlanamayan önde gelen sorunlarından birisi , Kıbrıs  adasındaki çıkmazdır . Dünyanın merkezi coğrafyasında yer alan bu büyük ada her dönemin siyasal gelişmelerinin etkisiyle farklı jeopolitik  konumlara sürüklenmiş , o yüzden de geleceğe dönük bir kalıcı koşullar düzenine  bir türlü kavuşamamıştır . Bugün Kıbrıs sorunu yüz yıl öncesinden daha karışık koşullarda devam edip gitmekte ve bu nedenle de istendiği gibi kalıcı bir barış ortamı sağlanamadığından , ada üzerinde tarafların her yönü ile anlaştığı bir kalıcı  çözüm  bir türlü getirilememektedir .Yeni dünya düzeni arayışlarından  ciddi bir düzensizlik ortamına geçerken , Kıbrıs sorunu  daha ciddi boyutlarda  dünyanın önünü kapayan  ana meselelerden birisi olmayı sürdürmektedir.  Bu yüzden de  Akdeniz’in doğu bölgesinde yeni bir barış ortamı yaratılamamakta ve  Doğu Akdeniz’de yeniden Lavantlaşma olgusu  gündeme  gelmektedir .

  Yedi yüzyıllık Osmanlı barışı sonrasında İmparatorlukların çöküşü  aşamasına gelindiğinde Osmanlı devletinin hemen hemen bütün bölgeleri ayrı devlet olmaya doğru yönlendirilmiştir  .O dönemin süper gücü olarak İngiltere , Rus ve Osmanlı imparatorluklarının çöküşü aşamasında , dünyanın merkezine Fransa ile birlikte gelerek , batı emperyalizmi adına  Orta Doğu’nun kendilerine bağımlı bir biçimde yeniden yapılandırılmasını  bölge ülkelerine dayatmışlardır . Rusların kuzeyden güneye doğru inme aşamasında bölgeye gelen batılı emperyalistler  , Balkanlar,Kafkaslar ve Orta Doğu bölgelerinde merkezi yönetime karşı isyanları kışkırtarak , orta dünyayı  tek bir imparatorluk yönetiminden uzaklaştırarak ,  otuzdan fazla devletin harita üzerinde meydana çıkmasına  yol açan bir süreci başlatmışlardır . Osmanlı sonrası yeni dönemde  ortaya çıkan yeni devletler  kendilerini gelecek için kalıcı bir kurumlaşmaya doğru yönlendirdikleri yeni dönemde ,bu kez batılı emperyalist güçlerin etnik ve mezhepsel meseleleri kaşıyarak bölgede  önce terörü sonra da sıcak çatışmaları kışkırtarak yeni bir savaş coğrafyası yarattıkları görülmüştür .

  Dünya savaşlarının imparatorlukları yok etmesinden sonra ortaya çıkan iki kutuplu soğuk savaş döneminde,  yeni kurulan  ulus devletler  kendilerini geleceğe doğru güçlendirmeye çalışırken,  batının önde gelen emperyalist devletleri  soğuk savaş sonrası için sıcak çatışma planlarını hazırlayarak uygulama alanına getirmişlerdir .İmparatorluktan ulus devlet dönemine geçerken ortaya çıkan otuz devlet yetersiz görülünce , Büyük Orta Doğu ve Büyük İsrail projeleri doğrultusunda  bölgeyi  Amerika Birleşik Devletleri gibi  elli eyaletlik  bir Orta Doğu Birleşik Devletleri  yapılanmasına kavuşturabilmek üzere,  etnik ve dinsel ayrılıklar kışkırtılarak  sıcak çatışmalar üzerinden ulus devletlerin  bölünüp parçalanmasına giden yol açılmış   ,yirminci yüzyılın ikinci yarısından bu yana batılı gizli servisler merkezi alandaki bütün devletlerin parçalanmasını sağlayacak düzeyde,  terörü ve  savaş senaryolarını birbiri ardı sıra  ,eski Osmanlı hinterlandındaki ülkelerde  canlandırmışlardır . Bu doğrultuda , gelecek giderek belirsizleşirken , merkezi alana yönelik olarak hazırlanmış batılı emperyalist senaryolar  birbiriyle yarıştırılarak  devreye sokulmuş  ve   yirminci yüzyılın ikinci yarısında yüz binden fazla insan hayatını kaybetmiştir . Emperyal ve Siyonist devletlerin çıkarları birbirinden çok farklı olduğu için  yeni bir düzen oluşturma doğrultusunda bir türlü anlaşma sağlanamamış ve bu yüzden  hem terör hem de savaş büyüyerek günümüze kadar gelmiştir .

  Osmanlı sonrası için İngilizlerin düşündüğü Yakın Doğu Konfederasyonu   kurulamayınca, İsrail’in oluşumu ile Büyük İsrail İmparatorluğu projesi gündeme getirilmiş ama  Hrıstıyan batı dünyasının karşı çıkması üzerine bu proje de tam olarak devreye giremeyince ,bunun üzerine Amerika Birleşik Devletleri öncülüğünde bir Büyük Orta Doğu Projesi öne çıkarılmaya çalışılmıştır . Lübnan’da başlatılan terör bölge ülkelerine yayılarak  desteklenince ,Orta Doğu devletleri ile birlikte  Akdeniz kıyısında yer alan diğer  devletler de sırası ile karıştırılarak geniş bir istikrarsızlık ortamı yaratılmıştır . Terör ve savaşın zorla dayatılmasıyla haritalar yeniden çizilmeye çalışılmış  ama merkezdeki ulus devletlerin direnerek kendilerini korumaları üzerine , bir türlü Büyük Orta Doğu ya da Büyük İsrail  gibi emperyal  projeler gerçekleştirilememiştir . Bunlara karşı Almanya’nın öncülüğünde bir Avrupa Birliği projesi giderek Büyük Avrupa görünümünde bölgeye doğru tırmandırılınca , bu durumdan rahatsız olan  Atlantik güçleri ve Siyonistler  yeni Roma İmparatorluğu görünümünde bir Akdeniz Birliği projesini  öne çıkarmışlardır . Eski Roma ,Bizans ve Osmanlı İmparatorlukları dünyanın merkezi denizi olan Akdeniz kıyılarında hüküm sürerken , Akdeniz’in hem doğusunda hem de batısında hegemon bir konuma gelebilmek için çalışmışlardır .

  Akdeniz’in  batısı Avrupa kıtasının yanında yer alırken , doğusu da Orta Doğu bölgesinde  yer alarak haritadaki konumunu kazanmıştır . Batı Akdeniz bir Latin dünyası olarak gelişmeler gösterirken   doğu Akdeniz ise ,Hrıstıyan Avrupa’nın ötesinde bir İslam dünyası olarak öne çıkmıştır . Bizans döneminde  Doğu Akdeniz’e Lavant adı verildiği için  , merkezi denizin doğusu  yüzyıllarca Lavant olarak adlandırılmış ve bu doğrultuda gelişmelerin adı konulmaya çalışılmıştır . Kıbrıs adasınını haritada bulunduğu bölgenin gerçek adı Lavant bölgesidir . Şimdiye kadar yeni Orta Doğu bölgesi ya da Büyük Avrupa Birliği yapılanmaları doğrultusunda bir çekişme konusu haline gelen Kıbrıs’ın, yeni dönemde  Avrupa Birliği’nin dışında kalacağı ama  İsrail’in yangın yerine çevirdiği  Orta Doğu bölgesinde yerini  alamayacağı  ama bu ikisinin  ortasında yer alan Doğu Akdeniz yapılanması doğrultusunda  bir yerlere doğru yönelebileceği görülmektedir .  O zaman  , konunun adının Lavant bölgesi olarak konulması gerekmekte ve Doğu Akdeniz bölgesinin Batı Akdeniz ile Orta Doğu bölgelerinin ötesinde kendine özgü koşulları ile  yeni harita üzerinde yerini  alabileceği yavaş yavaş ortaya çıkmaktadır . Şimdiye kadar  bu bölge ile ilgili olarak  görülmeyen bazı gelişmelerin  son zamanlarda birbirini izlediği ve güncel gelişmeler çizgisinde Lavant bölgesi ile birlikte Kıbrıs adasının adının öne çıktığı görülmektedir . Bizans döneminde  Lavant adı verilen bu  bölge , batılı emperyalistlerin yeniden Doğu Akdeniz üzerinden  merkezi alana yöneldikleri aşamada , öne çıkmakta ve güncel siyasal gelişmelerin tam ortasında yer almaktadır .

  Gazze kentinin adının gaz kavramından geldiği , bu kentin altında bölgenin en geniş doğal gaz yataklarının bulunduğu  , Kıbrıs  adasının kuzey  ucundaki  Karpas yarımadasının civarında Akdeniz’in en zengin petrol yataklarının bulunduğu , Kıbrıs adası ile Suriye ve Anadolu arasında yer alan Doğu Akdeniz  bölgelerinin altında gene  Orta Doğu’nun önde gelen ülkeleri  kadar zengin petrol yataklarının yer aldığı ,Libya ile Irak arasında yer alan bu bölgede de çok zengin yer altı kaynaklarının bulunduğu son zamanlarda bilim adamları tarafından açıklanmaktadır .Yüzyıllardır Orta Doğu’da petrol kavgası veren batılı emperyalistlerin ya da Siyonistlerin  bu kavgayı Lavant bölgesindeki yeni yapılanma döneminde de sürdürdükleri görülmektedir . O yüzden İsrail , Kıbrıs Girit hattı gibi bir yeni hat üzerinden , Doğu Akdeniz’in sularının altından petrol ve doğal gaz bağlantılarının Avrupa kıtası ile  yapılmaya çalışıldığı  anlaşılmaktadır . Bu doğrultuda , Rusya ve Fransa Güney Kıbrıs’a girerek bu bölgede yeni üsler oluşturmaya çalışmakta , İsrail ise Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti üzerinden  Kıbrıs adası üzerindeki etkisini artırarak  ada üzerinde kendisine karşı gelişebilecek bazı yeni durumları önlemeye çaba göstermektedir .

  Lavant bölgesinde  yeni keşfedilen  doğal zenginlikler  bütün emperyal devletleri  yeniden bölgeye çekerken , bölge devletleri de  bu durumdan yararlanarak  yeni Lavant sürecinde  eskisine oranla daha avantajlı bir  konuma gelebilmek için uğraşmaktadırlar . Yeni Lavant sürecinde , İsrail Kıbrıs üzerindeki etkisini artırarak bu ada üzerinden Girit ile daha yakın bağlantılar kurmaya çalışmakta ,kendi ülkesinde  konuşlandırmak için yer bulamadığı donanması ile Hava kuvvetlerinin uçak filosunu Akdeniz’in ortasında bomboş duran bir kurak ada olarak Girit’e  yerleştirmeye çalışmakta , böylece İsrail ile Girit arasında Kıbrıs üzerinden geçen bir  Doğu Akdeniz yapılanması çizgisi geliştirerek , Yeni Lavant  sürecini tamamlamaya çaba göstermektedir . İsrail  , Doğu Akdeniz bölgesinde Büyük Orta Doğu projesine alternatif bir projeyi öncelikli olarak devreye sokarken  , Gazze’nin  doğal gaz alanından Kıbrıs’ın petrol bölgesine yönelmekte ve bu hat üzerinden yapılacak bir deniz altı boru sistemi ile  Lavant bölgesinin doğal zenginliklerini , dünyanın en zengin kıtası olan Avrupa’ya taşımak istemektedir . Akdeniz’in tam  ortasında yer alan Girit adası giderek  bağlı olduğu Yunanistan devletinden uzaklaşırken , İsrail ile Lavant bölgesi üzerinden yakınlaşmakta ve yeni durum da Kıbrıs adasının yeni konumunu fazlasıyla değiştirmektedir . İsrail Kıbrıs’ı bir köprü yaparak Girit üzerinden  Avrupa kıtasına bağlanmaya çalışmakta ve böylece Lavant’ın   doğal kaynaklarını zengin  Avrupa piyasasında değerlendirmek  için yeni siyasetler geliştirmektedir .

  Roma İmparatorluğunun  birinci yüzyılın başlarında yıkmış olduğu  İsrail devleti  tarihte üçüncü kez kurulurken,  kendisini önceden yıkmış olan Roma İmparatorluğunun yerini almaya çalışmaktadır . Roma kentinin merkezi konumunun yeni dönemde Kudüs’e geçmesiyle birlikte  Büyük İsrail’i Orta Doğu topraklarında kuramayan Yahudi devletinin  işe Doğu Akdeniz’den başladığı aşamada, yeni Lavant sürecinin bütünüyle Siyonizmin hedeflerine paralel bir doğrultuda gündeme getirdiği ortaya çıkmaktadır . Merkezi topraklara egemen olamayan İsrail , Gazze üzerinden denize açıldığı zaman  Kıbrıs ve Girit gibi büyük adaları kontrolü altına almaya çalışmakta ,Araplara,Türklere ve diğer Müslüman topluluklara karşı  Yahudi insiyatifini eski Bizans’ın eyaleti olan Lavant bölgesi üzerinden  geliştirmeyi hedeflemektedir . Gelecekte bir bütün Akdeniz Birliği oluşturmayı hedefleyen Doğu Akdeniz’deki Lavant yapılanması,  bölgedeki diğer devletleri de etkisi altına almakta ve Akdeniz Birliği’ni eyaletlerden oluşan kıyı devletçikleri biçiminde düşünen Lavant yapılanması ,Suriye’yi de Lübnan benzeri küçük eyalet devletçiklerine dönüştürerek , bölgenin en büyük devleti olan Türkiye’nin parçalanmasını da , yeni Lavant oluşumuna uygun bir doğrultuda  gerçekleştirmeye  çalışmaktadır. Türkiye’nin Akdeniz kıyısındaki bölgelerde ,  Akdeniz Birliği ya da Yeni Lavant oluşumuna paralel düzeyde farklı devlet yapılanmalarının  hedeflendiği anlaşılmaktadır .

   İlk olarak Güney doğu bölgesinden  bölünmeye çalışılan Türkiye’nin her bölgesinde Sevr Antlaşması doğrultusunda  bölücü eğilimler güçlendirilirken , Edirne merkezli Trakya Cumhuriyeti Avrupa Birliği’nin destekleri ile gündeme gelmiştir .Trakya bölgesi ile birlikte Ege Bölgesinde bir İzmir merkezli  İyonya devleti  ayrıca bu tip  yapılanmalara paralel bir çizgide de Antalya merkezli bir Akdeniz Cumhuriyeti oluşumu   öne çıkarılmaktadır . Anadolunun  gayrimüslimleri  Ege bölgesinde toparlanırken , İstanbul’un Musevi kesimlerinin İsrail’e yakın olma doğrultusunda  Antalya üzerinden Akdeniz bölgesine doğru yeni bir yerleşim düzenine yönelirken  ,Trakya İyonya ve Klikya üzerinden  Yeni Lavant bölgeselleşmesinin gereksinme duyduğu Akdeniz Cumhuriyeti olgusu da yavaş yavaş hayata geçirilmektedir . Böylece Türkiye’nin coğrafi bölgeleri eyaletleşirken , Siyonizm Yeni Lavant projesi üzerinden merkezi  coğrafya  yapılanmasını  tamamlama şansını elde etmektedir . Küçük İsrail’in bölgeye egemen olamadığı bir dönemde ,Yeni Lavant yapılanması çerçevesinde  yeni küçük eyaletler İsrail benzeri oluşturulacağı için Siyonizm bu süreci açıkça  desteklemektedir .

  Selçuklular yönetiminde  sıcak  denizlere ulaşan Türkler  , Asya  kıtasının ortalarından gelerek uygarlıklar denizi olan Akdeniz kıyılarına ulaştığı için dünya imparatorlukları kurmuşlardır. Türkler , bugün  Büyük Avrupa,Büyük İsrail  ,Büyük Amerika  ya da Büyük İngiltere gibi  gibi emperyal oluşumlar ile yeniden deniz kıyısından uzaklaştırılarak ,Batı Asya Birliği diyerek  Asya’nın  kurak topraklarına , uçsuz bucaksız çöllerine ve karanlık dehlizlerine yönlendirilerek esir alınmaya çalışılmaktadır . İşte bu durumun çekişme noktası olarak Doğu Akdeniz yeniden öne çıkarken  , Türkiye Cumhuriyeti ‘nin Misakı Milli sınırları içerisinde yer alan Trakya,Ege ve Akdeniz bölgeleri Yeni Lavant Projesi doğrultusunda Anadolu’dan kopartılarak Akdeniz planları içinde kullanılmaya çalışılmaktadırlar . Kapadokya ile Klikya arasında kalan bölgeyi Lavant adı verilen  alanın merkezi  yeri ilan eden  Yeni Lavant’çılar  , Lavant projesinin tamamlanması doğrultusunda  Kıbrıs adasını da bu projenin merkezi olarak açıklamaktadırlar. İsrail Kıbrıs ve Girit üzerinden ortaya koyduğu Avrupa çizgisini , Ege  adaları ve sahilleri üzerinden de sürdürerek  ,Balkanları Avrupalıların elinden almaya ve Yeni Lavant Bölgesini Akdeniz üzerinden Balkanlara kadar genişletmeye dikkat etmektedir . Özellikle ikinci dünya savaşında Balkanlar’dan kovulan Yahudi topluluklarının Orta Doğu’ya gelerek İsrail’i kurmaları sonrasında , Yahudiler  Avrupa kıtasını Hrıstıyanlara  bırakmamak üzere , Doğu Akdeniz üzerinden Balkanlara doğru bir açılımı sürekli olarak gündemde tutmuşlar ve bu yüzden hem Türkiye’nin hem de Yunanistan’ın iç işlerine karışarak  bazı siyasal gelişmelerin önünü açmışlardır .

  Arap baharı olayları da Akdeniz’in yeniden yapılanmasında öne çıkarken , Tunus ve Libya üzerinden  ortaya çıkan karışıklıklar ,Mısır ve Suriye’ye doğru yönlendirilmiştir .Tam bu aşamada  benzeri olaylar Kıbrıs adasına bir Türk-Rum çekişmesi olarak yansıtılmaya çalışılmış ama  adaya girmiş olan Rus insiyatifi bu tür senaryoları önlemiştir . Güney Kıbrıs’ta sayıları her geçen gün artan Rus asıllı nüfus yapısı Rusya ile yakın ilişkiler kurarak Kıbrıs adasının geleceğinde etkili olmaya başlamıştır  .Gelecekte Akdeniz Birliği içinde yer alacak büyük Akdeniz adalarının hepsinin birer ayrı devlet haline dönüştürülmesi planlandığı için ; Korsika,Sardunya,Girit,Sicilya adalarıyla birlikte Kıbrıs’ta tıpkı Malta benzeri bir yeni yapılanma ile karşı karşıya bulunmaktadırlar . Yeni Lavant projesinin merkezi olan Kıbrıs ve Girit adalarını önümüzdeki dönemde  İsrail yönlendirmeye çalışmakta ve bir daha Roma İmparatorluğu gibi bir Avrupa insiyatifinin dünyanın merkezi denizi olan Akdeniz’in kıyılarında  hegemonya  kurarak,  merkezi coğrafya da  etkinlik sağlamasının önüne geçilmek istenmektedir . Kıbrıs adasının  tek devlet olmasını bu yüzden hem Avrupalılar hem de İsrail’liler istemekte  ama hiç birisi bu ada üzerinde yaşamakta olan Türklerin ve Rumların geleceği ile ilgilenmemektedirler . Bu doğrultuda , Kıbrıs’ta tek devlet oluşturulması doğrultusunda zaman zaman Kıbrıs konferansları düzenlenmekte ve  Avrupa  kaynaklı uluslararası merkezler , Türkleri dışlayarak  Hrıstıyan Rumlar üzerinden  Avrupa Birliği içinde bir Kıbrıs devleti düşünürken , İsrail merkezli Yeni Lavant oluşumu çerçevesinde Siyonistler bu durumu önlemek üzere  Türkleri kullanmakta ve zaman içerisinde KKTC adlı kuzeydeki  devlet yapılanmasını ekonomi  üzerinden  Avrupa’nın dışında tutarak , Yeni Lavant’ın içinde  kontrol etmeye çalışmaktadır .

  Kudüs merkezli Yeni Lavant projesi içinde  Kıbrıs  adası ikili bir yapıda değil ama  tek devlet olarak düşünülmekte ve bu doğrultuda Türklerin Anadolu yarımadasına , Rumların da Ege adalarına doğru göç  ettirilmeleri planlanmaktadır . Bu yüzden adadaki Türklerin kalıcı vatandaş olmaları önlenmekte ve Türk-Rum  çatışması körüklenerek  Rumların da  Kıbrıs’ı terk etmelerinin önü açılmak istenmektedir . Batılı gizli servisler  Kıbrıs’ın boşaltılması doğrultusunda  Türk-Rum çatışmasını körüklemelerine rağmen  Rusya’nın adadaki varlığı bu durumu önlemiş , elli bin Rus işadamı güney Kıbrıs üzerinden dünya kıtalarına ekonomik olarak açılırken , yüz bin Rus asıllı insan yerleştiği  Kıbrıs adasını  Hrıstıyan-Yahudi çekişmesinin dışına çıkarmıştır . Böylece Türk-Rum çekişmesi önlenmiştir .

  Avrupa Birliği bir an önce Kıbrıs adasının tamamını kendi sınırları içine almaya çalışırken  , Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini tasfiye edecek  adımlara öncelik vermekte ve Türkleri eşit bir federe devlet olarak görmemekte direnmektedir . Hrıstıyan batı ülkeleri Kıbrıs’ı bir Rum toprağı olarak görmekte ve böylece güney Kıbrıs üzerinden  Avrupa kıtasına bağlamaya öncelik vermektedir . Büyük İsrail ya da Orta Doğu peşinde koşan  Siyonizm ve Atlantik emperyalizmi de Türk tarafını Rumlara karşı kullanarak, Avrupa Birliğinin Doğu Akdenizdeki  Yeni Lavant yapılanması doğrultusunda etkili olmasının önüne geçebilmenin hesaplarını yapmaktadırlar . Geçmişten gelen adanın yerlisi konumundaki Kıbrıslı Türkler  beş yüz bine yakın nüfusları ile Londra’nın bir semtinde tutulmakta ve bunların adaya yeniden dönmelerine izin verilmeyerek ,gelecekte İsrail’in Yeni Lavant bölgesinde  Vatikan’a karşı daha etkili olacağı  farklı bir nüfus yapılanması adanın kuzey bölgesinde oluşturulmaya çalışılmaktadır . Güney Kıbrıs bölgesinde  Rus ve Ermeni asıllı nüfus hızla çoğalırken , adadaki Rum varlığı zayıflatılmakta ama Hrıstıyan dayanışması güçlendirilmektedir .Adanın kuzeyinde ise şirketler ve üniversiteler üzerinden İsrail’in etkisi hızla artmakta ,Avrupa Birliği Türk tarafında etkili olamamakta  ve sonradan oluşturulan kozmopolit nüfus yapısı ile ada Türkiye’den uzak tutulmaya çalışılmaktadır . Özellikle Kuzey Kıbrıs bölgesinin yönetiminde etkin olan nüfus oranları içinde daha çok İsrail’e yakın duran ;   Endülüs göçmeni  Maronit  ,kripto Yahudi ,konverso  , Sabatay  ya da  Ermeni asıllı  unsurlar ada üzerinde hem İsrail’in etkisinin artmasına hem de  Yeni Lavant Projesi doğrultusunda  Hrıstıyan batının Doğu Akdeniz üzerindeki etkilerinin azaltılmasına yönelik çalışmalarını sürdürmektedirler .Türk tarafındaki partileşmede  Türk olmayan alt kimlikler etkili olmakta  ve bu yüzden de Türkiye Kıbrıs sorununda  sürekli olarak kaybetmektedir .  

  Batı kaynaklı Hrıstıyan kesimlerin zorlamaları doğrultusunda son olarak 2017  yılının yaz aylarında  son bir Cenevre konferansı düzenlenmiş ve Kıbrıs meselesinin sona erdirilmesi için çaba gösterilmiştir . Barış görüşmeleri Türk ve Rum taraflarının katılımı ile gerçekleştirilmiş ama  bu görüşmelere hem Avrupa Birliği hem de İsrail ve Rus lobileri de  uzaktan katılmışlardır .Avrupa Kıbrıs’ı İsrail’e kaptırmamak üzere  çabalarken , Rusya’da dünyanın merkezinde yer alan bu adanın  batı hegemonyasına kaymaması için, bir doğu gücü olarak ağırlığını hissettirmeye çabalamıştır .Dünya konjonktürü bir dengeye oturmadığı için  son Cenevre konferansı da sonuçsuz kalmıştır .Altı ana başlıkta toplanan alt sorunların çözümü için ayrı toplantılar düzenlenmiş  ama bir türlü iki tarafın   ortak çözüm önerilerinde birleşmeleri  sağlanamamıştır .Birinci pakette yer alan güvenlik sorunları  ve garantilerin kaldırılması gerektiğini Rumlar savunmuş, Türkler ise eski antlaşmalardan gelen garantilerin devamından yana olmuşlardır .Rumlar Türk ordusunun adadan çekilmesini ilk konu olarak gündeme getirmiş ama Türk tarafı da  adadaki askeri varlığın  devamını kendi varlığı açısından yaşamsal görerek  bu öneriye karşı çıkmışlardır . Yönetim ve güç paylaşımında  Rumlar KKTC’nin tasfiyesini isteyerek Türklere azınlık olmayı önermiş , Türk tarafı da KKTC yapılanmasından  vaz geçmeyerek,  geleceğe dönük iki devletli yapının devam etmesini ve bu yoldan Birleşik Kıbrıs Devleti oluşumuna gidilebileceğini savunmuşlardır . Türk tarafı azınlıklaştırılmayı kabül  etmezken ,aynı zamanda Rum tarafı ile her yönden tam bir eşitlik statüsü talebinde bulunmuştur .  Ayrıca adanın üçte biri konumunda toprakların %36’sı Türklerin elindeyken, Rumlar bu oranın %26’ya indirilmesini talep ederek  Türkleri zayıflatmak istemişlerdir . Rum tarafı ısrarla Avrupa Birliği hukuku isterken ,Türk tarafı kazanılmış hakları doğrultusunda  Rumların bu talebine de karşı çıkmışdır . Barış hareketi sonrasında güneye kaçan Rumların kuzey bölgesindeki topraklarını talep etmeleri de , eşitliğe aykırı olduğu için  Türklerce benimsenmemiştir . Türk tarafı ada üzerinde her yönden eşitlik isterken aynı zamanda her yönden özgürlük talebini de yenilemiştir . Ayrıca ekonominin geliştirilmesi  ve refah düzeyinin yükseltilmesi için önlemler alınması dile getirilmiş ama anlaşma sağlanamamıştır .

  Son Cenevre konferansında Türk tarafının iyi niyetle üzerine düşeni yapmasına rağmen  , Kıbrıs sorununun  uluslararası boyutu ile Yeni Lavant yapılanması sürecindeki  konumu  dikkate alınmadığı için  sonuç elde edilememiştir . Rumlar Avrupa Birliğinin militanları gibi davranırken , Türk askeri birliklerinin  adayı  terk etmesini isterken İngiliz askeri üslerine karışmayarak ciddi bir çelişki içine düşmüşlerdir . Birleşmiş Milletler Genel sekreterinin devreye girmesi  ve barış çağrısında bulunması  da sonuç vermemiş , ada üzerindeki doğu-batı kavgası ile Hrıstıyan-Yahudi çekişmesi devam etmiştir . Görüşmeler bir ortak zemin üzerinde yürütülmediği için  mekik diplomasisi işe yaramamış , Birleşmiş Milletler genel sekreteri bu aşamada duruma müdahale etmek istemiş ama istenen sonuç bu doğrultuda da alınamamıştır . Uluslararası konjonktürün egemen güçleri dünya üzerinde estirdikleri anlaşmazlık ve çekişme rüzgarlarını Kıbrıs sorununun çözümü ile ilgili  olarak  toplanan Cenevre Kongresinde de estirerek anlaşmazlığın kronikleşmesine yardımcı olmuşlardır . Cenevre sonrasında Güney Kıbrıs yönetimi adanın kuzeyinde yer alan  iki yüzden fazla Türk oteline Rumların gitmesini yasaklayarak, adada yeni bir gerginlik ortamının yaratılmasına yol açmıştır .

  Cenevre konferansının öncesinde oluşturulan kamuoyu rüzgarları doğrultusunda ,Türk tarafı şimdiye kadar savunduğu geleneksel  tezlerinden  uzaklaştırılmaya çalışılmıştır . Yirminci yüzyılın soğuk savaş döneminde Kıbrıs adasındaki gelişmeler  , ikinci dünya savaşı sonrası yeni uluslararası konjonktürün  yansıması olarak gündeme gelmiş ve  bu durumda Türk tarafı da kendi çıkarları doğrultusunda bir  Kıbrıs  politikası belirlemiştir . Yarım yüzyılı aşan bir süre içinde  Kıbrıs meselesi  çeşitli aşamalar geçirerek bugünlere gelmiştir . Türkiye Cumhuriyeti ve Kuzey Kıbrıs Türk toplumu bu büyük ada üzerindeki konumunu ve haklarını koruyarak yola devam etmeye çalışmıştır . Bu nedenle ,Rum ve batı baskılarına karşı direnme gösterilmiş ve geleceğe dönük bir  iki toplumlu yeni bir Kıbrıs düzeni oluşturulmaya çalışılmıştır . Avrupa Birliği süreci içinde Rumlar batının bütün Hrıstıyan devletlerinin desteklerini arkalarına alarak , yeniden adada  Türkler için bir azınlık statüsü tanımaya çalışmışlardır . İngiliz mandası döneminden başlayarak , Türk azınlığa karşı Rumların yürütmüş olduğu baskı ve terör olayları nedeniyle, Türk Silahlı Kuvvetlerinin  Kıbrıs Barış Harekatını gerçekleştirmek zorunda kaldığını bugün için unutmamak gerekmektedir . Türk ordusunun adaya ayak basmasıyla başlayan yeni dönemde , Türkler azınlık olmaktan kurtulmuşlar ve adanın kuzey bölgesine yerleşerek Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti adı altında kendi siyasal varlıklarını kurumlaştırmışlardır .

   Son olarak yapılan Cenevre  Konferansı sırasında  Rum kesiminin yeniden eskiye dönerek Türk tarafını eşit bir ortak olarak görmektense  gene eskisi gibi azınlık durumuna düşürmek için çaba sarf ettiği görülmüştür .İki tarafta görüşmeler sırasında çözümün yakın olduğunu dile getirmelerine rağmen  çalışmalarda herhangi bir ilerleme olmamış , Rum tarafı Avrupa Birliği üyeliği konumundan yararlanarak , Türkleri  eskiden olduğu gibi  azınlık statüsüne indirgemeye  çaba göstermiştir . Bu durumda devlet olma hakkı elinden alınmak istenen Kuzey Kıbrıs Türk yönetimi  masadan kalkarak görüşmelere ara vermek zorunda kalmıştır . Dışa karşı bir gizlilik içerisinde yürütülen   Cenevre konferansı sırasında  Türk tarafı sürekli olarak ödün vermeye zorlanmış ve bu doğrultuda Rum tarafının  Türklerin kazanılmış haklarını elinden almaya çalışan olumsuz tutumları  yüzünden , bu konferans da diğerleri gibi başarısızlıkla sonuçlanmıştır.Dönüşümlü başkanlık ve Türklerin yönetime etkin katılımına karşı çıkılmıştır.  Batı emperyalizminin müstakbel bir Akdeniz Birliği projesi doğrultusunda bütün Akdeniz adaları ile birlikte Kıbrıs adası da birleşik bir ada devletine yeniden dönüştürülmek  istenmiştir .  Türk tarafının kendi devletini kurma hakkı ile birlikte KKTC’nin  de  bağımsızlığının elinden alınmak istenmesi , Türklerin şimdiye kadar elde ettikleri  bütün kazanılmış haklarının  ortadan kalkmasına yol açacağı görülmüş ve bu yüzden Türkler masayı terk etmişlerdir .

  İki kurucu devlete dayalı yeni bir ortaklık devleti oluşturmak üzere gündeme getirilmiş olan Birleşik Kıbrıs  Devleti  projesinin önünün kesilerek ,yeniden  Rum egemenliğinde ve Türklerin azınlık olarak yer alacağı  ve kazanılmış haklarını elinden kaçıracağı bir emperyal projenin Türk tarafınca kabül edilmesinin mümkün olmayacağı anlaşılmıştır . İki eşit ortak arasında oluşturulabilecek federal bir Birleşik Kıbrıs  Devleti  yerine Yunanistan destekli bir Rum devletinin  dayatılması ,Kıbrıs  görüşmelerini  geleceğe dönük olarak çıkmaza sürüklemiştir . Böylece Kıbrıs sorununun içeriden çözüme kavuşturulmasının mümkün olamayacağı bir kez daha görülmüş ve  bu uçak gemisi konumundaki bu büyük adanın geleceğinin merkezi coğrafyada gerçekleşmekte olan yeni  bölgesel  oluşumların etkileriyle biçimleneceği bir kez daha anlaşılmıştır . Kıbrıs’ta eşit koşullarda bir  ortak devlet kurulamadığı takdirde , uluslararası sözleşmelerdeki Türk tarafı için sağlanan garantiler devam edecek ve gene bu doğrultuda Türk askeri adada varlığını  en azından İngiliz askeri üsleri kalkana kadar koruyacaktır .Çözümsüzlük aşamasında Rum tarafının batı emperyalizmini baskı unsuru olarak gündeme getirmesi de , Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye Cumhuriyetine bağlanması ile  sonuçlanabilecektir .

  Yeni Lavant sürecinde Kıbrıs adası  iki sıvının arasına sıkışıp kalmıştır . Su ve petrol  insan yaşamındaki iki ana sıvı olarak  Kıbrıs üzerinde yaşayanların hayatını yönlendirmiştir . Türkiye’nin güneyindeki su kaynaklarından Kıbrıs’a denizaltı su sistemi kurulmasına İsrail öncülük yapmış ve kendi su sorununu Kıbrıs üzerinden çözmeye çalışırken , adanın etrafında çok yaygın biçimde bulunan petrol  yataklarını işletmeye açmak üzere, İsrail devleti Hem Yunanistan  cumhuriyeti ile hem de Güney Kıbrıs  yönetimi ile ortaklıklar kurmuştur. Ayrıca ,Türkiye Cumhuriyetinin hem kendi karasularında hem de KKTC’nin sahil şeridinde petrol ve doğal gaz aramasını önlemeye çalışmıştır . İsrail’in iki yüzlü ve çifte standartlı bu  politikaları yüzünden her alanda olduğu gibi Kıbrıs sorununda da Türk devleti son derece zor durumlarda kalmıştır . Türkiye’nin güneyindeki suyun İsrail’e taşınması konusunda Kıbrıs bir köprü konumunda kullanılmak istenirken  , Türkiye’nin kendisine yetmeyen su kaynakları  Büyük Orta Doğu Projesi sonrasında Yeni Lavant  yapılanmasında da  gündeme getirilerek , Türkiye’nin zararına olabilecek yeni  olumsuz gelişmeler dayatılmaktadır . Türkiye’nin suyunu kendisine bağlamak isteyen İsrail bu amaçla Kıbrıs’ı kullanırken ,Kuzey Irak’taki zengin petrol yataklarının vanasını da elinde tutmak istemektedir . Böylece bölge devletlerini parçalayarak Büyük İsrail federasyonunu kuramayan İsrail ,Yeni Lavant Projesi üzerinden  Türkiye’yi parçalayarak , Kıbrıs ve Girit gibi Akdeniz adalarına el koyarak , bu bölgenin her türlü zenginliğini  ekonomik açıdan değerlendirerek  yeni bir süper güç haline gelmeyi  hedeflemektedir .

   Tarihte kendisini yok eden  Akdeniz üzerindeki Roma İmparatorluğu yapılanmasını  hiçbir zaman unutmayan İsrail’in ,geleceğe dönük bir yeni Roma İmparatorluğunu Kudüs merkezli olarak inşa etmeye yöneldiği görülmektedir . Bu projeye karşı başta Vatikan olmak üzere  bütün Hrıstıyan Avrupa devletlerinin karşı çıkacağı  açıktır . Türkiye’nin kendisi dışındaki bu çekişmenin dışında kalması ve hiçbir tarafa alet olmadan  KKTC ile birlikte Türk tarafının politikalarını hem Kıbrıs’ta hem de  Doğu Akdeniz bölgesinde  geçerli kılması , öncelikli olarak  Türkiye Cumhuriyetinin  ilelebet payidar  olması açısından önem taşımaktadır . Osmanlı İmparatorluğunu yıkarak Türkleri tarih sahnesinden sileceklerini zannedenler, Türk devletini ortadan kaldırarak Büyük Orta Doğu Projesi gibi emperyalist  senaryoları gerçekleştirememişlerdir. Avrupa Birliği dağılırken, İsrail’de üçüncü kez  yıkılma  senaryoları ile karşı karşıya bulunmaktadır . Kıbrıs’ın  Türk tarafını dışlayarak ya da Türkiye’ye karşı  bir çizgide yönlendirerek kullanılmasına, Türk ulusu hiçbir zaman   razı olmayacaktır. Türkiye’nin  orta dünyada, Merkezi Devletler Birliği ya da  Kıbrıs’ta 82.vilayet gibi milli senaryoları oldukça ve bu gibi politikalar  ulusalcı ve vatansever  Türk yöneticileri tarafından desteklendikçe, Büyük Orta Doğu,  Yeni Bizans ya da Yeni Lavant  gibi emperyal  senaryolar hiçbir zaman gerçekleşemeyecektir.

ATATÜRK VE YUSUF AKÇURA

Dünyanın merkezi bölgesinde bir Türk devletinin kuruluşunda  son derece etkili olmuş olan  bu iki isim,  tarihsel süreç içerisinde bir dönem beraber bulunmuşlar  ve bu dönemde  bir işbirliği içerisinde olarak geleceğe dönük planlarının Anadolu üzerinde gerçekleşebilmesi  için çaba göstermişlerdir . Günümüz koşullarında her yönden eleştiri konusu olan Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu sırasında  son derece etkin olmuş olan bu iki isimin beraberce ele alınarak ortak bir değerlendirme içerisinde ele alınmasının  bugünün tartışmaları açısından  yararlı sonuçlar vereceği düşünülebilir.

Türk devletinin kuruluşundan doksan yıl sonra,  kuruluş sırasında  etkin çalışmalar yapmış olan bu iki isim arasındaki  bağlantının  siyasal yönleriyle ortaya konulmasında ,  Anadolu’da bir Türk devletinin kuruluşunun arkasında yatan nedenlerin belirlenmesi açısından  zorunluluk vardır . Anadolu’da Türk devletine karşı çıkanlar ,  eski  imparatorluk coğrafyasından göç eden bir çok  topluluğun bugün Türkiye’de birarada yaşadığını öne sürerek ,  bir Türk ulusundan sözedilemiyeceğini ve bu doğrultuda  Türk ulusu olmadığı için de ,  Türklerin kurmuş olduğu bir Türk devletinin gerçeklere uymadığını  açıkca  savunmaktadırlar . Bu nedenle son zamanlarda başta  iktidar partisinin ileri gelenleri olmak üzere Türk kimliği rededilerek ,  yeni bir kimlik türü olarak Türkiyelilik  gibi  bir kavram öne çıkarılmaktadır . Küresel emperyalizmin güdümüne girerek,  Yeni Bizans, Büyük İsrail ya da Yeni Orta çağ gibi plan ve projelere angaje olanlar,  merkezi alandaki Türk devletini ortadan kaldırabilmek için redettikleri Türk kimliğinin silinmesi sürecinde Türkiyelilik kimliğini bir ara  yaklaşım olarak geliştirmeğe çalışmaktadırlar . Bütün bu gibi saçmalıkların sona erebilmesi için ,  Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna öncülük eden iki büyük isimin beraberce ele alınarak bugünün koşullarında yeniden değerlendirilmeleri gerekmektedir .

Anadolu’da Türkçülüğün öncüsü Yusuf akçuraTürk devletinin kurucusu da Mustafa Kemal Atatürk’tür . Eğer bugün bu topraklarda Türkiye Cumhuriyeti adı altında bir Türk ulus devleti varsa , Türk ulusunun fertleri  böylesine  bir oluşumu bu iki büyük öndere borçlu bulunmaktadırlar . Türk ulusunun bütün bireyleri ,  ulusal eğitim programı içerisinde  devletin kurucusu Atatürk ile ilgili her konuyu  öğrenmelerine rağmen , ne yazıktır ki ,  Osmanlı imparatorluğunun son dönemlerinde Türkçülük akımını  bu topraklara getiren Türkçülüğün öncülerinden  habersiz kalmaktadırlar .

 İsteyen bu konularda kütüphaneler dolusu kaynaklara erişebilmektedir ne var ki eksik eğitim sistemi nedeniyle Türkçülük akımının öncüleri ile bilgiler,  eğitim  sistemi içerisinde yeni kuşakların bilgilerine sunulmamaktadır . Atatürk ile ilgilinen ve kendisini Atatürkçü olarak tanımlayan bir çok kişinin bu nedenle Türkçülüğün öncülerini bilmedikleri hele Yusuf  Akçura’yı tanımadıkları  görülmektedir . Türkçülük denilince akla  önce Ziya Gökalp gelmekte ama ,  Türkçülüğü bu ülkeye getiren Yusuf Akçura ile beraber  İsmail Gaspıralı, Zeki Velidi Togan, Sadri Maksudi Arsal  ve Ahmet Ağaoğlu  hatırlanmamaktadır .

Türkiye Cumhuriyetinin vatandaşı olarak  kendilerini Türk kimliği tanımlayan  Türk vatandaşlarının, Türkçülüğün öncülerini ve tarihini bilmemesi bu ülkede çok ciddi bir bilgi eksikliği yaratmıştır . Türkçülüğün kurucularının bilinmemesi,  Atatürk’ün neden Türk devleti kurduğunun  halk kitlelerince anlaşılamamasına yolaçmıştır . Balkanlar’da doğmuş ve büyümüş bir Mustafa Kemal’in  Osmanlıların Balkanlar’dan kovulmasından sonra, Anadolu yarımadası üzerinde bir Türk devleti kurmasının arkasında ,  Yusuf Akçura ve arkadaşlarının  başlatmış olduğu Türkçülük akımının önemli bir rolü bulunmaktadır . Türkçülük olmasa Atatürk ve Atatürkçülük de olamazdı .

Yusuf Akçura ve arkadaşlarının  Kırım üzerinden Türkçülük akımını İstanbul’a taşımalarından önce ,   Avrupa ülkelerine giderek yabancı eğitimi alan gençlerin Osmanlı devletinde başlatmış oldukları JönTürk hareketinin de ülkenin geleceğinde önemli rolleri olmuştur . Yeni Osmanlı  hareketi tutmayınca yerini JönTürk akımı almış  ve Avrupa ülkelerindeki ulus devlet akımı  bu topraklara yansıyınca ,  çok uluslu  siyasal yapıdan tek uluslu bir ulus devlete yönelirken ,  ikinci Meşrutiyet yıllarında  Yusuf Akçura ve arkadaşlarının önce Türk cemiyeti sonra da Türk Ocakları aracılığıyla önemli ölçüde katkıları olmuştur . Jön Türk akımının yaratmış olduğu ortamı  iyi kullanan Türk Ocakları örgütlenmesi ,  Yusuf Akçura’nın önderliğinde imparatorluktan ulus devlete geçişi gerçekleştiren  siyasal odaklar olmuştur . Kırım doğumlu Tatarlar’ın öncülüğünde kurulmuş olan Türk Cemiyeti ve Türk Ocakları ,  çok  kültürlü bir toplum yapısından sonra ulus devlete geçişte  ana merkezler olarak hareket etmişler ve ülkede emperyalizme karşı verilen  ulusal kurtuluş savaşının  öncülük misyonunu yerine getirmişlerdir . Yusuf Akçura bütün bu oluşumların  başlatıcısı olarak Türk tarihinde önemli bir yere sahip olmuştur .Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna giden yolda Yusuf Akçura’nın önemli bir kilometre taşı olduğu  hatırlanırsa ,  günümüzün bir çok  tartışmasına açıklık getirilebilecektir . Atatürk gibi bir ulusal devlet kurucusu önderin tarih sahnesine çıkışının perde arkasında ,  yılların Türkçülük birikiminin taşıyıcısı ve bu topraklara getiricisi olan Yusuf Akçura’nın önde gelen bir rolü bulunmaktadır .

Atatürk ile aşşağı  yukarı benzer tarihlerde doğan ve yaşayan Yusuf Akçura,  bir  Tatar  Türk ailenin evladı olarak  Tataristan’ın başkenti olan Kazan kentinde doğmuştur . Kazan asıllı bir Tatar olmasına rağmen yaşamının önemli bir kısmı Kırım ve Rusya’nın çeşitli kentlerinde geçmiş ve daha sonraki aşamada da  kuzey bölgelerinde elde ettiği Türkçülük birikimini güneye taşımak üzere  İstanbul’a gelmiştir . Rusya’da I905 devriminde  milliyetçi bir önder olarak rol aldıktan sonra ,  1908  tarihinde ikinci meşrutiyetin ilan edilmesi üzerine İstanbul’a gelerek önce Türk Cemiyetini sonra da Türk Ocakları’nı kurmuştur . Eski Hazar İmparatorluğu döneminden  kalma önemli bir Türk asıllı nüfusun Rusya’da yaşaması nedeniyle ,  Yusuf Akçura’nın yaşamı  Rusya ve Türkiye arasında gidip gelmelerle geçmiş  ve her iki ülkedeki Türk potansiyelinin beraberce varolabilmesi  ciddi bir PanTürkçülük akımını Yusuf Akçura   geliştirerek savunmuştur . Rus Çarlığı ve Osmanlı İmparatorluğu çatıları altında yüzyıllarca yaşayan Türk asıllı kitlelerin biraraya gelerek ortak bir büyük Türk devletini tarihte olduğu gibi yeniden kurmaları , Yusuf Akçura ve arkadaşlarının amacı olmuş ve bu doğrultuda başlattıkları Türkçülük çalışmalarını Pan Türkizm doğrultusunda geliştirerek sürdürmüşlerdir .

Fransız devrimi sonrasında başlamış olan milliyetçilik cereyanlarının  Rusya’ya ulaşması  Ruslar’da güçlü bir milliyetçilik başlatmış ,  Rus olmayanlara karşı baskılar artınca  Tatarların öncülüğünde bütün Türk asıllı boyları içine alan geniş ve güçlü bir türkçülük akımı rusya topraklarında  Rus milliyetçiliğine karşı başlatılmıştır . Rusların Ortodoks fanatizmi ile karşılarına aldığı Yahudi toplulukları da ülkede denge kurabilmek üzere Türkçülüğü desteklemişler ve bu yoldan  Rus  milliyetçiliğinin aşırılığa kaçması önlenerek  birlikte yaşamın yolları aranmıştır . Ne var ki ,  Rus milliyetçilerinin önce Yahudi soykırmına yönelmeleri daha sonra  da  Tatarları ülkeden kovmaya yönelmeleri üzerine tatarların öncülüğünde başlatılan Türkçülük  hareketleri kısa zamanda gelişerek  bölgenin geleceğin de gene eskisi gibi Hazar devleti zamanındakine benzer biçimde  etkili olmağa başlamıştır . Ne var ki ,  Rus milliyetçiliğinin daha sonraları emperyalizme yönelmeleri üzerine  önce Tatarlar ve Türkler ve daha sonra da  Çerkezler  bulundukları bölgelerden kovulmuşlardır .  Rusya’dan kovulanlar güneye inerek  Ak ülke olarak gördükleri Anadolu topraklarında yerleşmeğe başlamışlar,  Birinci Dünya Savaşı sonrasında   bu bölgede bir Türk devletinin kurulabilmesi için canları ve başlarıyla çalışmışlardır . Yusuf Akçura  ve Tatar asıllı arkadaşları,  Türkçülüğün kuzeyden güneye  inmesinde  ve Ak ülkede bir Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda  önde gelen bir  taşıyıcı  rolü yerine getirmişlerdir. Bir anlamda Atatürk’ün bir Türk devleti kurmak üzere  tarih sahnesine çıkmasına giden yolu açmışlardır .

Yusuf Akçura Türkiye’ye yerleştikten sonra  zman zaman Rusya ve Avrupa ülkelerine giderekm dünyadaki siyasal hareketleri hem izlemiş hem içinde olmağa çalışmıştır . Bu nedenle Rusya ve Osmanlı ülkesini çok yakından izleyerek hareket etmiş ve Avrupa  ülkelerindeki çalışmaları da yakından izleyerek bunlardan yararlanmanın çabası içerisinde olmuştur . Bir anlamda ondokuzuncu yüzyıldan yirminci yüzyıla geçilirken ,  dünyadaki değişimi kavramağa ve  bu sürecin içinde yer alarak değişimi  Türkçülük doğrultusunda yönlendirmeğe çalışmıştır . Ruslar ile Türkler arasında yaşanan savaşları ve gerilimleri yakından izleyen Akçura  ,  Avrasya bölgesinde yaşamakta olan bütün Türk asıllı toplulukları biraraya getirecek  PanTürkizm akımını geliştirmeyi hedeflemiştir .Avrupa ülkelerinde Jön Türkler ile tanışan ve onlarla ortak çalışmalar yapan Yusuf Akçura ,  Türkçülük birikimini bu genç kadro aracılığı ile  Osmanlı ülkesine taşımak istiyordu .

Rusya’daki Tatar topluluğunun erken uyanması ve gelişmesiyle öne çıkan Türkçülük birikimini Akçura Jön Türklere aktarmak ve bunları örgütleyerek bütün Avrasya bölgesine yönelik bir  PanTürkizmin hazırlığını yapıyordu . Tatar reformculuğunun getirdiği Türkçü birikim Osmanlı devletinde Osmanlıcılık akımından Türkçülük akımına geçişi sağlıyordu . Dilde , fikirde ve işte birlik  ilkesi doğrultusunda,  Türk kökenli toplulukların biraraya gelmeleri ve ortak hareket ederek bir Büyük Türk Birliğini gerçekleştirmeleri  düşünülüyordu . Rusların Panslavizmine ve Ortodoksçuluğuna karşılık PanTürkizmin de aynı zamanda Panislamizm ile işbirliği yapması gerektiği düşünülüyordu . Böylece Almanya’nın elinden  Panislamizm akımı alınarak  Rusya’nın Pan Ortodoksculuğuna karşı  Avrasya bölgesinde etkinliği artırmak üzere kullanılması planlanıyordu .Yusuf Akçura hem Rus emperyalizmine hem de Avrupa ülkelerinin Avrasya’ya girmelerine karşı Türklerin ve müslümanların beraberce ortak hareket etmelerinden yana bir PanTürkizm çizgisi izliyordu . İşin içine müslümanlar da girince Türkçülük akımının çalışma alanı kendiliğinden Rusya’dan Osmanlı ülkesine kayıyordu . İslamcılığın yanısıra kültürel milliyetçiliğin de savunulması emperyalist saldırılara karşı daha  güçlü bir Türkçülük akımının öne çıkmasına yardımcı oluyordu . Böylece savaş sonrasında bir Türk devletinin kurulabilmesinin şansı  artıyordu .

Üç tarzı siyaset ismini taşıyan makaleyi Mısır’ın başkenti Kahire’de yayınlanan bir dergide  Yusuf Akçura kamuoyunun dikkatlerine sunduktan sonra ,  merkezi coğrafyada Osmanlı devleti sonrası yeni siyasal yapılanma  bu yazı doğrultusundaki tartışmaların etkisiyle biçimlenmeye başlamıştır . Osmanlıcılığın olamıyacağı belirlenince  İslamcılık denenmek istenmiş ama buna da gayrimüslim kesimler karşı çıkınca geriye tek alternatif olarak Türkçülük kalmıştır . Hırıstıyan Balkan ülkelerinin elden gitmesinden sonra Abdülhamit’in Şam merkezli bir İslyam İmparatorluğunu Anadolu ve Arap yarımadası üzerinde  kurmağa çalışmasına Almanlar destek verince ,  İngilizlerin desteği ile Selanik’ten  Hareket ordusu İstanbul’a gönderilerek  Abdülhamit’in tahttan indirilmesi sağlanmış  ,  İngiliz gizli servislerinin örgütlemesiyle Arnap milliyetçiliği öne cıkınca ,  islama dayanan bir büyük devletin Orta Doğu’da kurulabilmesi ihtimali devredışı kalmıştır . Üç tarzı siyasetin ikincisi olan İslamcılık akımı da böylece devredışı kalınca ,  bu kez üçüncü yol olarak Türkçülük akımı öne geçmiş ve Yusuf Akçura’nın örgütlediği Türk Ocakları sayesinde Türkçülük  akımı Anadolunun her köşesinde hızla örgütlenerek geleceğin Türkiye Cumhuriyetinin temelleri  atılmıştır . 

Tarihsel süreç içerisinde Üç tarzı siyasetten tek tarzı siyasete geçiş kendiliğinden meydana gelmiş ve Türkçülük Osmanlı sonrası dönemde merkezi topraklarda tek geçerli düşünce akımı olarak yeni kurulacak devletin  siyasal yapısını belirlemiştir . Faydacı ve pragmatik  bir düşünce yapısına sahip olan Yusuf Akçura gerçekleşemeyecek hayaller yerine , gerçekleşebilecek hedeflerle uğraşmaya öncelik vermiş ve onun bu gerçekci tutumu nedeniyle kısa zaman sonra bir Türk devleti dünyanın merkezinde kurulmuştur . Kahire’de yayınlanan Türk isimli gazetede yayınlanan üç tarzı siyaset makalesi ,  Osmanlı sonrası için bütün merkezi bölge halklarına ve ülkelerine bir anlamda yön gösteriyordu . Bir Osmanlı milleti yaratılamayınca ,  geniş alanlara yayılmış Türk asıllı toplulukların sahip olduğu Türk kimliğinde birleşilmesi en gerçekci yol olarak görülüyordu . Yusuf  Akçura dilleri , ırkları, gelenekleri, kültürleri ve dinleri aynı olan bütün Türklerin birliğini savunarak,  bir büyük Türk imparatorluğunun yeniden oluşabilmesi için  yoğun çaba harcıyordu . Türk dünyasını hedef  alırken Türklüğü ve Türkçülüğü geliştirmeğe çalışıyor ,  güçlü bir Türkçülük akımı sayesinde büyük bir Türk devletinin kurulabileceğini öne sürüyordu .

Akçura sayesinde PanTürkizm akımı Osmanlı İmparatorluğu sonrası için Türklere ve Müslümanlara bir gelecek planı sunuyordu ,  o da  bir büyük Türk devletinin çatısı altında biraraya gelmekti . Osmanlı İmparatorluğunun çok uluslu yapısı çerçevesinde Türkçülük ya da PanTürkizm akımı  değerlendirildiğinde gayrimüslimlerin  böylesine doğu kökenli bir akımın uzağında durmağa çalıştıkları görülüyor ,  hırıstıyan toplulukların dışlandığı bir aşamada  müslüman kökenli topluluklar Türk kimliği çatısı altında biraraya gelmeğe davet ediliyorlardı .

 Bu aşamada Yahudiler ikiye ayrılıyor ,  bir kısmı gizlice Yahudi kimliğini sürdürme yolunu seçerken ,   daha büyükçe bir kesimi de dönmeliği kabül ederek  müslüman toplum içerisinde bu toplumun kurallarına ve geleneklerine göre yaşamayı ilke olarak kabül ediyordu . Osmanlılar imparatorluk topraklarından geri çekilirken , merkezi ülke konumuna gelen Anadoluya bir çok yerden  milyonlarca insan göçediyor ve göçmenler de Türk kimliği çatısı altında yaşamayı,  kendi gelecekleri ve güvenlikleri açısından doğal karşılıyorlardı . Böylece ,  Birinci Dünya Savaşı sonrasında Sevr antlaşmasının imzalanması üzerine Hırıstıyan ülkeler  Anadoluyu işgale yöneliyorlar ,  göçeden müslümanlar Türk kimliği altında emperyalizme karşı savaş veriyorlar,  dinlerinden dönmüş görünen Yahudi toplulukları da Hırıstıyanlara karşı müslümanların yürüttüğü ulusal kurtuluş savaşını destekleyerek  bağımsız bir Türk devletinin kuruluşunu ,  bölgedeki Arap ve Rus nüfus çoğunluğuna karşı denge oluşturabilmek doğrultusunda destekliyorlardı .

Rusya’daki milli hareketin başından  Anadolu’daki Türkçü harketin başına geçen Yusuf Akçura ,  bütün bu gelişmelerde ön planda etkili oluyordu . Yeminindeki Osmanlı ve İslam kavramları nedeniyle ,  İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeliğini kabül etmeyen Yusuf Akçura ,  tıpkı Atatürk gibi  bu cemiyete uzak duruyor ve İttihatçıların orducu tutumlarına karşı daha halkçı bir örgütlenmeyi  Mustafa Kemal  gibi askeri kesimin dışında kalarak gerçekleştirmeğe çalışıyordu . Zaman içerisinde Jön Türkler ile de ters düşen Akçura daha bağımsız ve gerçekci düşüncelerle Türkçülük akımını geçerli kılmağa çalışıyordu . Ulusal kurtuluş savaşı sonrasında  Atatürk’ün hızla sivil bir rejim kurmasında ve orduyu  siyasetin dışına çekmesinde  böylesine bir tutumun fazlasıyla yararı olmuştur .

Atatürk’ün gerçekleştirdiği Kemalist devrime kadar  batıcı ve yenilikçi hareketler hep Tanzimat döneminin birer uzantısı olarak gündeme gelmiştir . Jön Türkler’de kendilerini Tanzimatın modernleşmeci kadrosu olarak gördüklerinde , Yusuf Akçura bu duruma karşı çıkarak  Atatürk gibi daha kökten bir reformculuğu savunmuştur . Atatürk Tanzimatın tatlı su reformculuğundan uzaklaştıkça ,   bir Türk devletinin çatısı altında ulusal siyasal yapılanma  için kökten reformcu girişimler zorunlu olmuştur . Tanzimat ülkede halk ile aydınlar ve zengin burjuvazi arasında ikilik yaratınca  bir Türk ulusu yaratabilmenin çabası içinde olan Yusuf Akçura ve arkadaşları halkın içinde ve yanında olmuşlardır . Dili , dini ve kültürü bir bütün olan Türk dünyasının  büyüklüğünü savunan Yusuf Akçura ,  böylesine bir hedefi gerçekleştirebilmek üzere ,  Rusya’daki Tatarların erişmiş oldukları gelişmişlik düzeyini Türkiye’ye taşıyabilmenin  arayışı içine giriyordu . Osmanlı Türklerinin Rusya’da  yaşayan kardeşlerinin gelişmişlik düzeyini örnek almaları gerektiğini sürekli olarak savunan Akçura ,  çıkardığı dergiler ve yazdığı makaleler aracılığı ile bu durumu  Anadoluya taşıyabilmenin  mücadelesini yapıyordu . Akçura’nın bu çabaları sonucunda ,  Ziya Gökalp  Üç tarzı siyaset benzeri bir  kitabı kaleme alıyor ve bunun adını da” Türkleşmek , İslamlaşmak ve Muassırlaşmak “ biçiminde belirleyerek  Akçura’nın izinde bir çizgi izliyordu . Ziya Gökalp’in devreye girmesiyle beraber Akçura yalnızlıktan kurtuluyor  ve Türkçü çizgide bir kadro oluşumu gerçekleştirilerek , toplumun hızla Türkleştirilmesi sağlanıyordu .

Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde başlamış olan PanTürkizm akımı , Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan sonra  Kemalist Türkiye’ye yardım ve katkı misyonunu üstleniyor ve  Türk dünyası için örnek ülke olarak kurulmuş olan Türkiye cumhuriyeti üzerinden PanTürkizm  akımını sürdürmek aşamasına geliniyordu . Anadolu’da bir milli devletin Türkiye cumhuriyeti olarak kurulmasında son derece önemli  katkılar sağlamış olan Yusuf Akçura , sonraki aşamalarda  Kemalist Türkiye’nin hızla gelişebilmesi için  çalışmalar yapıyordu . Osmanlı sonrasında batı dünyası için gündeme gelmiş olan Doğu sorunun çözümünde Türkiye merkezli bir yolun izlenmesi için Yusuf Akçura öne çıkıyor ve Türk ile Slav toplulukları arasında sürüp gelmekte olan çekişmenin çözüme kavuşturulabilmesi için,   güçlü bir Türkiye’nin yaratılmasına öncelik  veriliyordu .

Anglosaksonların, Fransızların, hırıstıyanların ve Rusların bölgedeki hesaplarına karşı  Türklerin güçlenebilmeleri için Almanya ile işbirliği yapmaları düşüncesi Akçura’ya tıpkı Abdülhamit ve İttihat Terakki gibi cazip geliyordu . Dar kapsamlı Tatarcılık yerine geniş kapsamlı bir Türkçülüğü Türk dünyasının  geleceği açısından daha doğru bulan Yusuf Akçura ,  Türkiye Cumhuriyetini böylesine güçlü bir yapılanmanın merkez ülkesi olarak görüyordu . Bu nedenle devletin ve yeni Türk üniversitesinin kuruluş çalışmalarında yer almış Ankara’daki devleti desteklemek üzere Ankara Hukuk Fakültesi ile Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde dersler vererek , yeni Türk devletini yönetecek güçlü kadroların yetişebilmesi için çaba gösteriyordu .Ankara ve İstanbul’da  yapılan bilimsel toplantılara delege olarak katılarak ,  yeni  Türk devletinin bilimsel açıdan güçlenebilmesi doğrultusunda yoğun çaba harcıyordu . Devleti kuran partiye üye olarak önce İstanbul ve daha sonra da  Kars milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisinde görev yapmıştır .

Bu arada ,  dil ve  tarih kurumlarının kuruluş çalışmalarına katıldı ,  daha sonra da Türk Tarih Kurumu başkanlığına seçildi . Böylece,  Yusuf Akçura sahip olduğu bütün bilgi birikimini hem bilimsel kurumlarda hem siyasal organlar da Türkiye’ye aktararak kısa zamanda türkiye Cumhuriyetinin önemli bir gelişme göstermesine  ciddi katkılar sağlamıştır . Bu tür çalışmalarla Cumhuriyetin onuncu yılı büyük coşkularla kutlanmıştır . Yusuf Akçura almış olduğu bilimsel ve siyasal görevler aracılığı ile Kemalist hareket içinde bir nefer olarak görev  yaptı ve bütün birikimini Atatürk’e bir danışman olarak aktarma fırsatını buldu .

Türkiye Cumhuriyetinin kurucusunun  az zamanda büyük işler başarmasında Yusuf Akçura gibi önemli bir siyasal ve bilimsel birikime sahip olan  danışmanın katkıları büyüktür . Akçura Rusya ve Avrupa ülkelerinde edindiği bilgileri ve gördüklerini sürekli olarak Mustafa Kemal’e aktararak O’nun  bir Türk devleti kurarken tarihsel bilgi birikimine uygun olarak hareket etmesini sağlamıştır . Atatürk’ün büyük başarılarının perde arkasında var olan önemli uzmanlardan birisinin de Yusuf Akçura olduğu söylenebilir çünkü ,  cumhuriyetin ilanından  ölümüne kadar uzun bir süre  parlamentoda milletvekili olarak hep ön sıralarda yeralmıştır .

Atatürk ,  ulusal kurtuluş savaşı sonrasında bir Türk devleti kurmayı kabül etmiş ama Yusuf Akçura’nın PanTürkizm düşüncesini benimsememiştir . Daha çok bir ideale dayanan bu yaklaşım ,  Anadolu coğrafyasının jepolitiğine o dönemin koşullarında pek uygun düşmüyordu . Bir asker olan Atatürk ,  jeopolitiğin inceliklerini iyi bildiği için bir  bilim adamı olan Yusuf Akçura’dan bu açıdan ayrılıyordu . Atatürk daha işin başında Türkiye Büyük Millet Meclisini açış konuşmasında Pantürkizm, Panislamizm ve de PanTuranizm gibi yayılmacı  akımlardan  uzak kalacaklarını ,  yalnızca Misakı milli sınırları içerisinde egemenlik haklarını savunacaklarını , kesinlikle Osmanlı İmparatorluğu gibi emperyalist bir politika uygulamıyacaklarını söyleyerek ,  Yusuf Akçura’nın bütün Türk dünyasını biraraya getirme  hedefinden uzaklaşıyordu . Türk devletinin halkçı ve çoğulcu bir yapıya dayanması gerektiğini savunan Akçura , ise geleceğe dönük olarak Türk dünyasının birlikteliğini  Sovyetler Birliği emperyalizmine karşı savunuyor ve yaptığı tarih araştırmaları ile Türk dünyasının sosyalist rejime karşı ayakta kalabilmesinin hazırlıklarını yürütüyordu . Akçura’nın yasal olarak vatandaşı olduğu Kemalist devlet ,  

O’nun özlemlerini tam olarak yansıtmıyordu  ama gene de geleceğe dönük olarak çalışmaların sürdürülmesi gerektiğine inanarak ,  Türkiye’de kalmağa ve  çalışmalarını ısrarla kamuoyuna taşımağa kararlı görünüyordu . Yaratacısı olduğu PanTürkizm’in gerçekleşemiyeceğini anlamasına rağmen bu doğrultudaki çalışmalarından vazgeçmiyor ve Türkiye Cumhuriyetini bu doğrultuda güçlendirebilmenin yollarını arıyordu . Türklerin tarih sahnesine çıkmış olduğu Orta Asya stepleri ile Rusya arasında yaşamakta olan türk topluluklarının ortak geleceğini Osmanlı ülkesinde dağınık bir biçimde yaşamakta olan Türk boyları ile beraber düşünmek ,  Yusuf Akçura için vazgeçilemiyecek bir  kutsal düşünce idi .

Atatürk’ün Misakı Milli sınırları içerisinde Anadolu Türkçülüğü ile yetinmesi  bir yönü ile asker kişiliğinden gelen gerçekci bir yaklaşımın  sonucu idi . Bunu gören  Yusuf Akçura PanTürkizm açısından umutsuzluğa sürüklense de anadolu Türkçülüğüne katkıda bulunmağa devam ediyordu . Yusuf akçura’nın emperyalist Türkçülük anlayışı Atatürk’un ulus devlet içinde demokratik Türkçülük anlayışı ile tam olarak uyuşmuyordu . Ziya Gökalp’in zaman zaman öne çıkması Atatürk ile Yusuf Akçura arasındaki mesafenin dengelenmesi açısından  yararlı oluyor ve bir anlamda  milli sınırlar içerisinde ülke Türkçülüğü ile o dönemin koşullarında yetiniliyordu .

Atatürk,  Avrupa kıtasının yanıbaşında çağdaş bir cumhuriyet rejimi ve buna temel olarak da modern bir ulus devlet kurarken ,  her türlü emperyalist yaklaşımın ötesinde hareket etmek  zorunda kalıyordu , çünkü Türkler bir imparatorluk kaybetmişti. Ruslar ise bir eski imparatorluk çökertmelerine rağmen yeni dönemin koşullarında yepyeni bir ideolojik imparatorluğun merkezi ülkesi olarak ayakta kaldıkları için Türkler’ den daha avantajlı bir konuma sahip bulunuyorlardı .

Osmanlı ve Rusya türkleri ayrı dünyaların insanları olarak bir türlü biraraya gelemiyorlar ve bu nedenle de Yusuf Akçura’nın idealize ettiği büyük Türk birliğine giden yol açılamıyordu . Atatürk bu durumu iyi bilen bir önder olarak geleceğe hazırlanıyor ve Sovyetler Birliğinin yıkılacağı günlere hazırlıklı olmak gerektiğini ,  cumhuriyetin onuncu yılındaki konuşmalarında dile getiriyordu .

Türk Ocaklarında örgütlenen bazı Türkçülerin de sosyalist düşünce de olması ,  Moskova merkezli kurulmuş olan Türkiye Komünist Partisinin , Rusya ve Türkiye’de Türkçü çalışmalar yapması da Atatürk’ü kuşkuya düşürüyor ve bu nedenle  aşırı bir Türkçü görünüm vermeden hareket etmeyi doğru buluyordu . Sovyetler birliği gibi bir büyük dev devlet yapılanmasının merkezi konumundaki Rusya’yı karşısına almayan Mustafa Kemal ,  Anadolu Türkçülüğü ile yetinirken ,  Rusya’daki Türkleri dile getirerek bir Rus tepkisi ile karşı karşıya kalmamağa dikkat ediyordu .

Bu durum daha sonraki yıllarda Türk ocaklarının kapatılarak yerlerine  Halkevlerinin açılmasına  neden olacaktır , çünkü Türk Ocakları sürekli olarak Rusya’da yaşayan Türk topluluklarını dile getirdiği için ,  Rusya’nın büyük bir baskısı sonucunda  imparatorluktan ulus devlete geçiş aşamasının bu köprü kuruluşları kapatılmış  ve milli sınırlar içerisinde bir toplum entegrasyonuna öncelik veren Halkevleri projesi   devreye sokulmuştur . Bu gibi değişikliklere rağmen ,  Anadoludaki Türk devletinden umudunu kesmeyen Yusuf Akçura ,  Anadolu Türklüğünün gelişebilmesi için Türk kültürü doğrultusunda bir ulusculuğun ülkede etkili olmasına çalışıyordu .

Atatürk milliyetçiliği doğrultusunda yapılan ulusalcı çalışmalarda Yusuf Akçura’nın  sürekli olarak ön  planda yer aldığı görülmüştür . Akçura , Türk Tarih Kurumunun kurucusu ve başkanı olarak Türkiye’de ilk ulusal tarih kongrelerini düzenlemiş ve Türklerin tarihten gelen kökenlerinin  daha iyi belirlenebilmesi için  çeşitli araştırma projelerini devreye sokmuştur . Türk Ocaklarının dergisi olan Türk Yurdu’ndan sonra  Tarih kurumunun bilimsel yayın organı olan  Belleten dergisinin de kuruculuğunu ve yöneticiliğini yaparak ,  Türk tarihi açısından önemli çalışmalara öncülük yapmıştır . Atatürk’ün istediği konularda araştırmaların yapılmasını ,  Atatürk’ün tarihe olan büyük merakının karşılanması konusunda  gerekli kaynakların sağlanması gibi işleri hep Yusuf Akçura üstlenmiştir . Bir anlamda Atatürk’ün geniş bir tarih kültürüne sahip olmasını sağlayan uzmanlardan birisi olarak da Yusuf Akçura’nın o dönemde öne çıktığı görülmektedir .

Atatürk de bu nedenle  Akçura’ya güvenerek kendisinin tarih kurumunun kurucu başkanı olmasına yardımcı olduğu görülmektedir . Akçura ve mustafa kemal birlikteliği ve diyalogu sayesinde  Anadoludaki Türk devletinin tarihsel açıdan doğru temeller üzerinde kurulduğu görülmektedir . Bu nedenle,  bir çok büyük soruna ve emperyal baskıya rağmen  Türk devletinin doksan yıldır ayakta kalması  temellerinin sağlam atılmasıyla açıklanabilir. Temellerin sağlam olmasının yanısıra gene tarih bilinci ile doğru bir devlet modelinin seçilmiş olmasının da bu  başarılı sonucun alınmasında etkili olduğu söylenebilir .

Türk devletinin kuruluşu sırasında Atatürk’e çok yakın bir konumda olan  Yusuf Akçura’nın  Kemalizm’in biçimlenmesinde de etkili olduğu söylenebilir . Atatürk’ün düşünceleri ve yaptıklarının sistemli bir bütünü olan Kemalizm’in bir siyasal sistem ve akım olarak ortaya çıkmasında  Yusuf Akçura bir uzman  danışman olarak önde gelen  katkılar sağlamıştır . Türk devletinin resmi tarih anlayışının oluşumunda ,  Güneş Dil Teorisinin geliştirilmesinde , milli bir Türk kültürünün yaratılmasında  en önde gelen uzmanlardan birisi her zaman Yusuf Akçura olmmuştur . Kemalist laiklik uygulamasının ,  Rusya’daki Türklerin  ulusal kurtuluş hareketi olan Cedidizm’den  farklı olması karşısında Yusuf Akçura’nın daha mesafeli hareket ettiği görülmüştür .  Akçura , Medrese eğitimine müslüman  halk kitlelerinin gereksinmelerinin karşılanması doğrultusunda  devam edilebileceğini  ,  Tataristan kökenli bir  müslüman olarak  savunabilmiştir .

Devletin kuruluş aşamasında ,  Kazan ve Kırım kökenli Tatarlar ve Karayların müslüman yapıya daha hoşgörülü bakmalarına rağmen ,  Selanik  kökenli göçmen  Sabatayların  İslama daha mesafeli bakmaları nedeniyle ,  iş bir anlamda din kavgasına dönüşme eğilimi göstermiş ,  bu nedenle de Kemalist rejim  sonraki aşamada daha sert bir laiklik anlayışının uygulayıcısı olmuştur . Rusya’da ortaya çıkan sosyalist rejimin katı bir  Ateizm politikasını resmen uygulaması da Kemalist laiklik anlayışının sertleşmesinde önemli bir  rol oynamıştır . Rusların hırıstıyanlığına karşı Rusya Türkleri müslümanlığı  kendi kimliklerini korumak açısından daha yakın görmüşler,  bu nedenle Tatar ve Karay kökenli göçmenler Türkiye’de  İslama daha yakın durmuşlardır . 

Makedonya kökenli Sabataylar ise ,  Yahudi kökenleri nedeniyle İslama daha mesafeli durmuşlar ve bu doğrultuda daha katı bir laiklik uygulamasından yana olmuşlardır . Rusya Türklerinin hırıstıyan dünyası içinde yaşamaları ,  Osmanlı Türklerinin ise müslüman bir ülkede yaşamaları nedeniyle ortaya çıkan farklılık ,  Türkiye’de yeni rejimin oluşumu sürecinde etkili olmuştur .ve Türk dünyasının geleceğinde dinin rolü üzerinde önemli fikir ayrılıklarının doğmasına  yolaçmıştır .         

Atatürk ve Yusuf Akçura ,  tarihin aynı döneminde birlikte yaşamışlar ve  ondokuzuncu yüzyıldan yirminci yüzyıla doğru bir değişim aşamasının içinde yer alarak geleceğe doğru Türk dünyasının belirlenmesinde birlikte etkili olmuşlardır . O dönemin koşullarında gündeme gelen Sovyetler birliği modeli dışında kalarak ,  Osmanlı ülkesinin Türkleri ile beraber  geleceğe doğru bir bağımsızlık düzenini yakalamışlar ,  Sovyet emperyalizminin esir aldığı Rusya Türkleri için fazla birşeyler yapamamışlardır . Komünist rejimden kaçanların sığınağı konumuna gelen Türkiye  Cumhuriyeti  Sovyetler Birliği ile sınır komşusu olduğu için soğuk savaş döneminin zor koşullarında fazla hareket edememiş ve Orta Asya ile Rusya bölgelerinde yaşamakta olan Türkler için  demirperde engeli nedeniyle  ortak çalışmalar geliştirilememiştir .

Bunu gören Atatürk ,  Türk ulusuna , Sovyetler Birliğinin dağılacağı günlere hazırlıklı olmak gerektiğini bir siyasal vasiyet olarak bırakmıştır . Yirmi yıl önce Sovyetler birliği dağılmış olmasına rağmen ,  batı emperyalizminin baskıları nedeniyle ,  Türk devleti   Atatürk ve Yusuf Akçura’nın ortak özlemi olan  Türk dünyasının geleceğe  dönük birliği için fazla birşey yapılamamıştır . Sovyet sonrası dönem küreselleşme aşaması olarak ilan edilmiş ve sürekli olarak batı merkezli politikalar  Avrasya bölgesi için dışarıdan empoze edilmeğe başlanmıştır . Avrupa, Amerika ve İsrail merkezli batı üçgenine sıkıştırılmış olan Türkiye Cumhuriyeti,  gelecekte Anadolu Türkleri ile Orta Asya ve Rusya Türklerini biraraya getirecek çalışmaları bir türlü gerektiği gibi devreye sokamamıştır .

Artık Atatürk’ün Türkiyesinin  Yusuf Akçura’nın özlemleri doğrultusunda bütün Türk dünyasının biraraya gelebilmesi doğrultusunda etkili çalışmalar yaparak hem merkez hem de öncü ülke konumuna gelmesi gerekmektedir . Türkiye cumhuriyeti devleti kendisini bu doğrultuda yönetecek siyasal iktidarları  yıllardır beklemektedir . Batılı emperyalistlerin her türlü engellemesi aşılarak , Türk devletini bu doğrultuda yönetecek yeni bir iktidarın bir an önce işbaşına gelmesini sağlayacak mekanizmaları artık Anadolu Türklerinin daha fazla zaman yitirmeden devreye sokmaları gerekmektedir . Türk dünyası da bu doğrultuda Türkiye’ye yardımcı olmalıdır .  

ATATÜRK'ÜN VASİYETİ VE HİLAFET FEDERASYONU

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 

Bir duvarın üzerine dünya haritası asıldığında, önce bir genel görünüm ile yetinmek zorunda kalınmaktadır. Ne var ki, haritanın yanına gelerek, her gece televizyon kanallarında gösteri yapan bazı ilgililer gibi harita üzerindeki çizgilerin ve sınırların incelenmesiyle birlikte, birbirinden çok farklı konumda çeşitli yerleşim ve yapılanma modelleri ile karşı karşıya kalındığı görülmektedir. Adalar ile karaların, denizlerle göllerin birbirine karışmış olduğu, çöller ile buzulların ters bölgelerde yer aldığı bir doğal yapılanma durumu, dünyanın bugünü için olduğu kadar geleceği açısından da genel bir fikir vermektedir. Ülkeler ve bölgeler arasındaki mesafelerin bakış açılarına göre değiştiği, durduğunuz yerin konumuna göre, ülke ve bölge yakınlıkları ya da uzaklıklarının sürekli olarak durum değiştirdiği bir yuvarlak dünya yapılanması içinde  insanlar yaşamlarını sürdürmeye çabalarken, ülke ve devletler de harita üzerinde meydana gelen değişikliklerin yansımalarının getirdiği yenilikler ile değişken jeopolitik konumların hesabını iyi yaparak, yeni dünya haritası üzerinde ne gibi değişiklik ve yenilikler ile  karşı karşıya gelebileceklerini öncelikle belirlemeye çalışmaktadırlar. Haritalar ile ortaya konulan bu küresel konum ülkeler, bölgeler, toplumlar ve devletler açısından yeni durumları gündeme getirdiği için, yeryüzü karaları üzerinde yer alan tüm canlılar ve onların kurmuş oldukları yapılanmaların zamanla eskiyerek gerilere doğru gittiği görülmekte ve yeni ortaya çıkan koşullar ve durumların ise gündeme gelen yeni tablolar üzerinden geçmişten gelen bütün siyasal, sosyal ve küresel yapılanmaları değişime zorladığı anlaşılmaktadır. Bu açıdan bütün dünya ülkeleri değişimin dayatmalarıyla uğraşmak zorunda kalmaktadırlar. Böylesine bir süreç içinde de devletlerin ve de kuruluşların yöneticileri geleceği kurtarmak amacıyla bazı sıkı önlemler alarak, değişimin yıkıcı yansımalarına karşı geçmişten gelen kamu düzenlerini koruyacak yeni yapılanmalara gitmektedirler. Her ülkenin jeopolitik konumu aynı zamanda geleceğinin de belgesi olarak ortaya çıktığı için, tüm çabalar var olan kazanılmış durumları korumak ve gelmekte olan tehlikeli gelişmelere karşı çıkmak doğrultusunda yeni mücadelelerin yapılmasını doğal olarak gündeme getirmektedir.

Duvardaki dünya haritasına bakıldığı zaman haritanın batı bölgesinde Amerika ve Avrupa kıtalarını yan yana getiren batı blokunun bütünüyle bir kontrol mekanizması içinde yer aldığı ve haritanın doğu tarafına bakan kesiminde ise tıpkı batı bloku gibi Çin Halk Cumhuriyeti’nin geniş topraklarının var olduğu göze çarpmaktadır. Dünya haritasının batısında batı bloku yer alırken, doğusunda da doğu bloku yerine geçecek bir biçimde, çağımızın en büyük ve geniş devleti olarak Çin gerçeğinin var olduğu anlaşılmaktadır. Bugünün dünyasında gündeme gelmiş olan bu ikili yapılanma doğu ve batı blokları arasında bir yeni dengeli durum ortaya çıkarırken yeryüzü kıtalarının tam ortasında yer alan ve doğudan batıya ya da batıdan doğuya doğru uzanan Müslüman ülkeler zinciri ile insanlar karşı karşıya kalmaktadır. Eski ABD dışişleri bakanı olan Condeleza Rice yeni dünya düzeni kurulurken yirmi iki ülkenin sınırlarının değişeceğini ve bu doğrultuda dünya haritası üzerinde önemli kaydırmalar yapılabileceğini açıkça söylemiştir. Ona göre Afrika kıtasının en batısında yer alan Fas’tan başlayarak sürekli doğuya doğru gidilirse, birbirine sınır komşusu olan bu yirmi iki ülkenin bir orta dünya hattı olarak batıdan doğuya doğru uzandıkları görülmektedir. Harita üzerinde ABD merkezli batı bloku en geniş alanı kapsarken, ABD’nin karşısında Çin kale gibi öne çıkmakta ve doğu ile batı arasında uzanıp gitmekte olan İslam coğrafyası da dünyanın en geniş üçüncü alanı olarak burada yerini almaktadır. ABD’nin en büyük düşmanı konumundaki Çin’in önünü kesecek en büyük coğrafya orta alanda öne çıkmış olan İslam toprakları olarak görüldüğü için, ABD önderliğindeki Müslüman ülkelerin toprakları, Çin ve ona bağlı olarak doğu blokunun genişlemesine karşı çıkartılmaktadır.

Atatürk devlet kuran bir önder olarak ve askeri okullarda almış olduğu jeopolitik eğitimlerin yansımalarıyla, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden yolda  Misakı Milli sınırlarının çizilmesi aşamasında çok doğru bir karar alarak, yeni Türk devletinin kuruluşuna giden yolda dünyanın en zor coğrafyasının tam ortalarında kurulmakta olan yeni ulus devletin sınırlarını çok gerçekçi bir yaklaşım içinde belirlenmesini sağlayarak, her türlü riskli gelişmelere karşı Türkiye Cumhuriyeti’nin birlik ve bütünlük içinde varlığını korumasını sağlayabilmiştir. Savaş sonrası bir ortamda gündeme gelen düzensizlik eski imparatorlukların yıkılmasına giden yolları açarken, aynı zamanda gelecek yüzyılın ulus devletlerinin oluşumunu da gündeme getiriyordu. İmparatorlukların bittiği aşamada ulus devletlerin gündeme gelmesi, aslında geçmişten gelen siyasal birikimlerin savaş sonrası ortamda öne çıkmasını gerçekleştiriyordu. Atatürk’ de Birinci Dünya savaşı sonrası dönemde ortaya çıkan ulusalcı önderlerden birisi olarak, yeni bir ulus devlet projesini ile tarih sahnesinde Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken, dünyanın geleceği ile de yakından ilgilenerek bu konuda yaptığı okumaları ve araştırmaları zaman zaman dile getirerek, nasıl bir dünya gerçeği ile insanlığın gelecekte karşı karşıya kalacağını fırsat buldukça dile getirerek anlatıyordu. Dünya tarihini çok yakından inceleyen Mustafa Kemal bu çalışmaları sırasında tarih biliminin temel eserlerini inceleyerek, kendisine göre çıkarmış olduğu sonuçları söylev ve demeçlerinde dile getirmiştir. Tarih bilimi ile yakın duran insanların geçmişten geleceğe dünyadaki değişimden haberdar olmasıyla birlikte geleceğin dünyasında neler olacağı da tartışma alanına gelmektedir. Atatürk kendi zamanının bugününü temsil eden bir projeyi ulus devletler çağına uygun olarak gerçekleştirmeye çalışırken, aynı zamanda geleceği de dikkate alarak yarının dünyasında neler olacağını ve bu çizgide insanlığın ne gibi yeni tablolar ile karşılaşabileceğini çeşitli fırsatlarda dile getirerek, bu bilgi birikimini kurmuş olduğu cumhuriyet rejiminin gelecekte yöneticisi olacak genç kadrolara anlatıyordu.

Atatürk düşünce ve görüşlerini yazıları ve konuşmaları ile ortaya koyarken, hayatının son döneminde bazı vasiyetname ve miras konularını gündeme getirerek gelecek ile ilgili görüşlerini kâğıt üzerinde yazılı bir biçimde belirlemeye çaba göstermiştir. Gelecek kuşaklara bir birikim bırakılırken herkes önce özel konulara ve mal varlığına, sonra da içinde bulunulan siyasal ortam ile ilgili düşüncelerini tespit ettirmeye çalışmaktadır. Daha sonraki aşamada dışa dönük genel konular ve resmi evrak düzenlemeleri tamamlanmaya çalışılarak, ortaya bir vasiyetname ya da miras belgesi konumunda irade ve düşünceleri tespit etme ile ilgili değerlendirmeler yapılarak, resmî belgelerdeki irade beyanlarının geleceğe tüm yönleri ile aktarılmasına çalışılırken, Atatürk’ün kendi el yazısı ile yazarak bırakmış olduğu bir miras belgesinin olduğu bilinmektedir. Bu konuda eski bir avukat olan Mazhar Leventoğlu bir kitap hazırlayarak, miras hukuku açısından Atatürk’ün Türk ulusuna ve ailesine bırakmış olduğu irade beyanının hukuk bilimi açısından değerlendirmesini yapmıştır. Atatürk’ün ailesi ve kardeşi ile ilgili el yazısı belgelerdeki bazı açıklamalar sonraki dönemde de gündeme getirilen tartışmalara ışık tutmuştur. Atatürk’ün özel mirası ile ilgili yazılı metne herkesin saygılı davrandığı bir ortamda, Atatürk’ün kendisinden sonraki dönemde kurmuş olduğu cumhuriyet devletinin ne gibi zorluklar ve karışıklıklar ile ilgili görüş ve düşüncelerinin bulunduğuna dair ikinci bir tespit belgesinin de bir devlet kurucu önder olarak ülkesinin geleceğinde karşı karşıya kalınabilecek bir önlem olarak düşünülerek, Türk devletinin merkezi kurumlarında geleceğe dönük bir biçimde korunmasına çalışılmıştır. Atatürk’ün Anıt Kabir ’deki yerine taşındığı sene olan 1953 yılında bu konular ilk kez tartışma konusu olmuş ama, bir askeri döneme doğru sürüklenirken devletin kuruluşu ile ilgili belgeler o dönemin başbakanı Adnan Menderes’in uzak durması yüzünden yeterince inceleme konusu olarak ele alınamamıştır. 12 Eylül döneminde devlet yeniden düzenlenirken o dönemin askeri yönetimi Atatürk’ün vasiyeti ve mirası ile ilgili özel bir araştırma yaptırmış ve bu konudaki devletin elinde bulunan belgelerin o dönemin koşulları elverişli olmadığı gerekçesiyle cumhuriyetin yüzüncü yılında resmen açıklanması uygun görülerek, bu konu ile ilgili devlet açıklamasının o dönemde yapılması devlet organlarınca önlenmiş ve bu açıklama işi bugünlere ertelenmiştir.

Atatürk’ün vasiyetini bugün için önemli kılan konu, kendisinin gelecekteki dünya düzeni ve Türk devletinin karşı karşıya kalabileceği siyasal çıkmazlar hakkındaki görüşlerini açıklığa kavuşturarak geleceğin dünyasında ulus devletlerin durumunu açıklamaya çalışmasıdır. Bir ulus devlet olarak Türk cumhuriyeti örgütlenirken, Avrupa tipi laik devlet yapılanması benimsenmiş ve bir halkçı rejim olarak ulusal bir devlet düzenine yönelme olmuştur. Devletin dayandığı temel ilkeler anayasal metin içinde kabul edilirken, Türkiye Büyük Millet Meclisinin çıkardığı kanunlar çerçevesinde saltanat ve hilafet rejimleri kaldırılarak, imparatorluktan ulus devlete ve başında halifenin bulunduğu din devletinden çağdaş laik ulus devlete geçerken, hilafet rejimi de gene bir başka kanun ile kaldırılarak ülkede yeni bir devrim yapılmıştır. Bu devrimci dönüşümlerin öncüsü ve önderi olan Atatürk yeni devletin yapısını anayasal ilkeler düzeyinde belirlerken, tıpkı Hristiyanlık ve Musevilik gibi bir tek tanrılı din olan İslam dininin geleceği ile ilgili görüşlerini zaman zaman dile getirerek, devrimci dönüşüm ile geçmişten gelen geleneksel durumun çatışmasını önlemeye çaba göstermiştir. Bu doğrultuda kendi söylev ve demeçleri içinde yer alan birçok konuşma ve yazısında din, laiklik, hilafet, hak ve özgürlükler gibi ana konularda görüşlerini dile getirmiş ve bugünün dünyası ile geleceğin dünya düzenleri hakkındaki görüşlerini bugünlere yansıtmaya çaba göstermiştir. Atatürk kendi döneminde geleceğin dünyasının kurulabilmesi için merkezi coğrafyada cesur adımlar atarken, çağdaş dünyanın gerisinde kalmış olan saltanat ve hilafet düzenlerini de Türk halkının oluşturduğu TBMM aracılığı ile kaldırarak, bir kanun ve hukuk devleti olmanın gereğini yerine getirmiştir. Bu sayede atılan adımlar çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’ni geleceğin nurlu ufuklarına doğru taşırken yeni devlet saltanat ve hilafet düzenlerinin daha ilerisi bir çizgide kurulmuş oluyordu. Konu devletin temel yapılanması ile ilgili olduğu için her türlü tartışmanın üstünde tutularak, Türkiye Cumhuriyeti’nin gelecekteki durumunu kesinleştirmek üzere devlet kurucusunun vasiyetine özellikle hilafet konusunda Atatürk’ün düşünceleri eklenerek, Misakı Milli sınırları içinde yer alan yeni devletin farklı yerlere doğru çekilmesi ya da emperyalist projeler doğrultusunda, Türk ulusunun zarar görmesine yol açabilecek yeniden yapılanmalara yönlendirilmesi önlenmeye çalışılmıştır.

Halifelik anlamına gelen hilafet rejimi din adına egemenliğin tek bir adamın eline verilmesidir. Merkezi Vatikan olan bir dünya yapılanması içinde bir Papaz hem tüm Hristiyan dünyasının hem de Papalık devletinin başkanı seçildiği gibi, benzeri bir doğrultuda bir din adamının ya da devlet yöneticisinin bütün İslam dünyasının başkanı ve önderi olarak kabul edilmesini Hilafet devleti çatısı altında olmasını savunan görüş de tıpkı Vatikan gibi bir din devletini Müslümanların da Hilafet devleti olarak kurmalarını normal olarak karşılamaktadır. Vatikan benzeri bir örgütlenmeyi Akdeniz kıyısında İsrail olarak kuran Museviler de kendi din devletlerini Vatikan benzeri bir yapıda kurduklarını söylerken, İslam dünyasının iki kutsal şehri olan Mekke ve Medine kentlerini içine alan bir üçüncü din devletini gene Akdeniz kıyısında Hicaz devleti adıyla kurulabilmesinin tartışmaları soğuk savaşın sona ermesi ve küreselleşme aşamasına gelindikten sonra başlamış ve yeni bir dünya düzeni kurulması doğrultusunda tartışılmıştır. Büyük Orta Doğu Projesinde ABD, Büyük İsrail projesinde İsrail ve Yakın Doğu Konfederasyonu projesinde İngiltere, merkezi alandaki tüm Müslüman devletlerin bir araya gelmeleri sayesinde bir İslam imparatorluğu  oluşturacak şekilde yeni bir yapılanmanın arayışı içine girmişler ve bu yolda çalışmalarını hızlandırarak ulus devletleri geride bırakacak biçimde yeniden imparatorluklar çağına geçişin ön hazırlıklarını  tamamlamaya çalışırken, Türk devletini ve yetkili kamu bürokratlarını her defasında uyararak Yeni Osmanlıcılık adı altında eski Osmanlı Hilafet devletine bir geri dönüş, bugünlerde siyasal gündeme taşınmaya çalışılmaktadır. Eski Osmanlı topraklarında Hristiyan ve Musevi dinine mensup devletler kurulurken İslam coğrafyasının yeni bir Osmanlı düzeni arayışına girmesi demek, Balkanlar’da Hristiyan, Orta Doğu’da Musevi devletlerin de bu çatı altında yer almaları anlamına gelecektir. O zaman da Halifelik devletinde sadece Müslüman toplum değil ama kozmopolit bir yapılanma içinde, Osmanlı devrinde olduğu gibi her dinden insanların yer alabileceği laik olmayan bir siyasal düzen kurulması için çalışılmaktadır.

Hilafet tartışmaları Osmanlı devletinin yıkılmasıyla başlamış ve bu devletin toprakları üzerinde ulus devletlerin kurulmasıyla yeni bir aşamaya geçilmiş ve aradan yüz yıllık bir zaman dilimi geçtikten sonra da bu kez ulus devletin yıpranması ve şikayetlerin artması dikkate alınarak, yeniden Osmanlı devletine geri dönme eğilimi öne çıkmıştır. Bugün Yeni Osmanlı hareketi içinde birçok Müslüman ve dinci topluluk, Hilafet düzeni içinde bir orta çağ benzeri din düzeni kurulması doğrultusunda, bir araya gelebilmektedirler. Böylesine bir arayış içine girmiş olan bu toplulukların ana hedefi olarak Yeni Osmanlıcılık akımının gösterilmesi beraberinde hem laiklik düzeninin kaldırılmasına hem de Hilafet devletine geri dönülmesine yol açabileceği için, geçmişten gelen Halifelik ve laiklik düzenlerinin karşılaştırılarak tartışılması öne çıkmaktadır. Bir Türk devleti olan Osmanlı imparatorluğunun yıkılması sırasında Halifelik tartışılarak bu yapıdan vazgeçilmesine karar verilmiş ve bu kararın uzantısı olarak da 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan bir kanun ile Halifelik düzeni ortadan kaldırılmıştır. TBMM bu yasanın çıkartılmasından önce Saltanat ve Hilafet rejimlerini birbirinden ayırmış ve bu konuda önce Saltanatı daha sonra da Hilafeti yürürlükten kaldırmıştır. Son Osmanlı padişahının İngiliz gemisiyle kaçışından sonra yeni bir Halife’nin göreve başlaması TBMM kararıyla yapılmış ama uygulamada hükümet ile Halife arasında çeşitli sorunlar ortaya çıkınca, bu kurumun da tıpkı Saltanat rejimi gibi kaldırılmasına meclis tarafından karar verilmiştir. Bütün İslam dünyasının en büyük otoritesi olarak belirlenmiş olan Halifelik rejiminin yeni yönetim ile uyuşmaması ve sık sık çelişkilere düşmesi yüzünden cumhuriyet rejimi Halifelik makamını da iptal ederek, tam anlamıyla demokratik bir cumhuriyet devleti oluşturulmasına karar verilmiştir. Atatürk ve arkadaşları tarafından gereksiz ve mahsurlu görülmesine rağmen Birinci meclisin içinde Atatürk’e karşı çıkan hilafetçi grubun ısrarlı direnişleri üzerine, önce Halifelik kurumunun bir süre devamına karar vermişlerdir. TBMM’de Halifelik makamının tüm İslam dünyası üzerinde etkin olması nedeniyle, Osmanlıcı Hilafetçiler bu kurumun devamı için ısrarlı takipçi olmuşlardır. Daha güçlü bir devlet için dinin karşıya alınmaması, ayrıca isyanların bastırılması için Hilafet ’ten yararlanılması gerektiği TBMM görüşmelerinde dile getirilmiştir.

Cumhuriyet rejiminin ilanı üzerine son seçilen Halife hükümet ve meclis kararlarını dikkate almadan kendi bildiği çalışmalara yönelince, kısa zamanda iki başlı bir organizasyon görünümü yaratılmıştır. Atatürk’ün cumhurbaşkanı seçilerek devletin temsil makamına gelmesinden sonra Halife Abdülmecit devletin ikinci başı olarak temaslarını yürütmeye çalışmış ama devlet içinde ikilem ile birlikte hükümet çalışmalarında da karışıklıklar ortaya çıkınca Halifelik kurumunun kaldırılmasına karar verilmiştir. Bu arada ikinci meclisin göreve gelmesini sağlayan genel seçimler sayesinde meclis kadrosu yenilenmiş ve Halifeyi destekleyen muhafazakâr kesimler meclis dışında kalmışlardır.  3 Mart I924 tarihli ve 431 sayılı” Hilafetin ilgasına ve Hanedanı Osmani’nin Türkiye Cumhuriyeti memalik’i  haricine çıkarılmasına dair kanun “çıkarılarak, Hilafet devletine son verilmiş ve böylece demokratik bir cumhuriyet rejimi kurularak Osmanlı hanedanının bütün yetkilerine son verilmiştir.  Kuvayı Milliyetçiler çağdaş bir cumhuriyet rejimi kurabilmenin peşinde koşarken, İngiliz emperyalizmi de Halifelik ile yakınlık kurarak ve ulusal kurtuluş savaşını yürüten halk güçlerine karşı Hilafet ordusu adı altında yeni bir örgütlenmeye giderek, ulusal kurtuluş savaşını ikiye bölmeye çalıştılar. Kuvayı Milliye’ye karşı Kuvayı-İnzibatiye isimli bir Hilafet ordusu ile Osmanlı’nın başkenti olarak İstanbul ve çevresini egemen olarak, Kuvay-ı Milliye güçlerinin eski başkent İstanbul’u ele geçirmelerini önlemeye çalışmışlardır. Halifelik kurumu, İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in ölümünden sonra elçi yetkileriyle göreve gelerek peygamberin yaptıkları ve söyledikleri doğrultusunda halk kitlelerine önderlik yapan kişilere çalışma düzeni sağlayan bir yapılanma olarak, Osmanlı devletinin son aşamasında tartışma konusu yapılarak ortadan kaldırılmıştır. Orta çağ uzantısı olan din egemenliği arayışı içinde olan Hilafetçiler, dinin sağladığı eski ortamı hedefleyerek halk egemenliği ve cumhuriyet yönetimi ilkelerine karşı çıkarlarken, gene eskisi gibi içinden geldikleri Orta çağ uygarlığını aramışlar ve bu doğrultuda yapılan çalışmalar ile de Hilafet rejimini canlandırmak istemişlerdir.

Bugünün dünyasında Orta çağ benzeri rejimler kurmak ya da yaşatmak mümkün olmadığı için peygamber Hz. Muhammed benzeri bir yönetim düzeni günümüzde kurulamamaktadır. Orta çağ da peygamber aynı zamanda Halife konumunda olduğu için her iki misyonu da birlikte götürüyordu. Yönetim tam olarak tekelde toplanınca Peygamber kendinden sonra yerine geçerek Halife olacak adayları belirleyerek, kendinden sonra devamlılık sağlayacak Halifeler düzenini kendisi kurmuştur. Halife olacaklar temsilcilerin seçimi ile tamamlanacak bir süreç sonucunda seçilerek belirlenmişlerdir. Hz. Muhammed din ve dünya işlerini bir arada yürüten bir devlet başkanı konumunda olduğu için onun zamanında peygamberin tekelinde toplanan gücün kendisini takiben göreve gelen Halife’ye aktarılması benimsenmiştir. Peygamberin ölümünden sonra halifelik mücadeleleri çok sert geçmiş ve kanlı olaylar birbiri ardı sıra gündeme geldikçe, İslam tarihi hak ve hukuk çizgisinin çok ötesindeki gelişmeler aracılığı ile kanlı ve çatışmacı bir çizgide ilerleme olmayınca, din adına barış sağlamak giderek zorlaşmış ve sonraki yıllarda siyasal bölünmeler bu çizgide devam ederek yeni grupların ve Halife adaylarının öne çıkmasına yol açmıştır. Bu durumun sonucunda da yeni yeni tarikatlar ve cemaatler birbirini izleyerek din dünyasında istikrarsızlık ortamı yaratmışlardır. Kimin Halife olacağı meselesi yüzünden başlayan çekişmeler daha sonraki aşamalarda kimin cemaatleri yöneteceği   noktasına geldiğinde, Halifelik sisteminin tek başına barış düzeni açısından yetersiz kaldığı ve bu nedenle bütün İslam toplumlarından gelecek katılımlarla, dinsel örgütlenmenin ötesinde kalıcı bir devlet düzeninin varlığının zorunluluğu bir kez daha doğrulanmıştır. Osmanlı döneminde de yaşanan olaylar ve benzeri siyasal gelişmeler sadece Halifelik düzeni ile bir devlet düzeni kurabilmenin mümkün olamadığını ortaya koymuştur. Dini otoriteler aracılığı ile çağdaş bir kamu düzeninin kurulamadığı bir gerçeklik olarak öne çıkınca, o zaman Halifelik ile normal devlet düzeni birlikteliği Endülüs, Emevi, Abbasi, Memlük ve Osmanlı devletleriyle tarih boyunca denenmiştir. Savaşlar aracılığı ile Memluk devletinden Osmanlı devletine geçen Halifelik son üç yüz yıl Osmanlıların elinde kalmıştır. İslam devletleri uzunca bir süre halifelik rejimleriyle yönetilmiş ve bu doğrultuda Halifelik mücadeleleri verilmiştir. İmparatorluk peşinde koşan İslam devletleri her zaman için birkaç Müslüman devleti kendi hegemonyası altına alabilme doğrultusunda halifelik düzeni kurarak ve kendilerini merkezi güç olarak ilan ederek daha büyük İslam devletleri oluşturmaya çalışmışlardır. 

Yıkılan bir İslam imparatorluğunun kalıntıları arasından bir ulus devlet ve çağdaş cumhuriyet çıkarabilme çabasına yönelen Atatürk, bu doğrultuda önce saltanatı kaldırmış daha sonra da ayrı bir kanun ile Halifelik düzenini iptal ederek, bu makamı yeni kurulan devletin en üst organı olan Türkiye Büyük Millet Meclisinin manevi kişiliği nezdinde temsil edilmesini sağlayan bir geçici statüye bağlamıştır. Gelecekteki muhtemel siyasal gelişmeler doğrultusunda İslam dünyasının en üst düzeyde yönetilmesine sağlayacak böylesine bir makamı, zaman içerisinde geleceğe dönük yeni bir yapılanma üzerinden tekrar devreye sokulması gibi bir yeni duruma karşı hazırlıklı olmaya dikkat etmiştir. Özellikle Atatürk’ün ağzından çıkan sözlere dayanılarak gündeme getirilmiş bir metinde Atatürk Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğini konuşurken, gelecekte dünyanın çok genişleyeceği ve nüfusun fazlasıyla artacağını ve bu gibi bir yeni durumda tek bir halife ile işlerin yürütülemeyeceğini ifade etmiştir. Atatürk’ün yirminci yüzyılın ilk yarısında yeni bir devlet kurarken, gelecek yüzyılda Müslüman coğrafya da birden fazla devlet olabileceğini, ortaya yirmi ya da yirmi beş İslam devletinin çıkabileceğini bu durumda gene tarihte görüldüğü gibi, Müslüman devletler arasında hegemonya savaşlarının ortaya çıkmasını önlemek amacıyla, var olan bütün İslam devletlerinin temsilcilerinden oluşabilecek bir Hilafet Konseyinin kurulabileceğini belirttiği söylenmektedir. Tek ve büyük bir devletin çatısı altında harekete geçecek Hilafet Konseyi’nin zaman zaman toplanarak alacağı kararlar aracılığı ile İslam dünyasının yönetimini sağlayabileceği konusu o dönemde tartışma konusu olmuştur. Müslüman devletlerin bir araya gelmeleriyle oluşturulacak Hilafet konseyinin bir araya gelememe durumu da dikkate alındığında, her İslam devletinin çatısı altında yer alabileceği bir federasyon ya da konfederasyon devletinin de gelecekte kurulabileceğini Atatürk’ün belirttiği söylenmektedir.

Atatürk’ün ağzından çıkan sözlerin tespit edilmesiyle ortaya konan vasiyetname benzeri bir metin ölçü olarak ele alındığında, Saltanatın geride kalmasını tartışmayan Atatürk’ün, hilafeti geleceğe dönük bir tartışma konusu yapması ve bu sorunun çözümünde artık bir halifenin temsil edeceği bir Hilafet rejimi ile değil, tüm Müslüman ülkelerin birer temsilci ile yer alacağı bir katılımcı düzen çerçevesinde, yeni bir örgütlenme modeli gündeme getirilmektedir. Atatürk’e göre her toplumun ya da devletin birbirinden alabileceği farklı ihtiyaçları vardır. Bu durumda bağımsız İslam devletlerinin temsilcileri bir araya gelerek kongreler yapabilirler ya da bir Hilafet Konseyi adı altında örgütlenerek ortak gereksinmelerin karşılanması çizgisinde yapmaları gereken girişimlerde bulunabilirler. Ayrıca böyle bir konseyin kurulamadığı durumlarda da İslam devletleri bir Hilafet Federasyonu ya da benzeri bir konfederasyon çatısı altında bir araya gelerek, geçmişteki Halifelik kurumunun kaldırılmasından doğan boşluğun karşılanmasını sağlayabilirler. İslam devletleri arasında geliştirilen ortak ilişkilerin korunması ve başlatılan ilişkilerin var olan koşullara uygun birlikte hareketi sağlamak üzere, bütün İslam devletlerinin eşit ve ortak katılımı ile bir meclisin kurulabileceği gene Atatürk tarafından dile getirildiği söylenmektedir. Atatürk’ün ağzından bir bütünlük içinde dile getirildiği belirtilen bu sözlerin gelecekte Birleşik İslam Devleti gibi bir siyasal yapılanmayı öne çıkarabileceği ve bu katılımcı İslam Meclisinin başına Halife unvanı verilen konumda birisinin seçilebileceği gene o metin içinde belirtilebilecektir. Aksi takdirde herhangi bir İslam devletinin, bir kimseye, bütün İslam dünyasının işlerini yönetme ve yürütme yetkileri vermesinin akıl ve mantığa hiçbir zaman uygun gelemeyeceği, gene Atatürk tarafından hazırlanan büyük söylev de yer almıştır. (Atatürk – NUTUK, Orhan Selim, s.532-533)

1938 yılının 6 Eylül günü Beyoğlu 6.Noteri İsmail Kunter’in Dolmabahçe sarayına çağrıldığı ve Cumhurbaşkanlığı genel sekreteri Hasan Rıza Soyak’ın huzurunda   vasiyetnamede değişikliği yapıldığı gene aynı kaynaklar tarafından öne sürülmüştür. Ayrıca, Atatürk’ün na’şının Anıtkabir’e taşındığı aşamada Atatürk ile ilgili olarak bir genel durum değerlendirilmesinin gündeme geldiği ama dönemin başbakanı Adnan Menderes’in arkasındaki İslam cemaatlerinden çekindiği için, böyle bir adım atılmasına uzak durduğu gene aynı kaynaklar üzerinden tartışılmıştır. Büyük Söylev de Hilafet ile ilgili yazılan satırlarda, Hilafet rejiminin yeniden canlandırılmasına dönük bazı cümlelere de rastlanmaktadır. Söylevin çeşitli kısımlarında Atatürk’ün cümlelerinde Halifelik kurumunun gelecekteki durumuna dikkat çekildiği öne sürülmektedir. Ayrıca Atatürk Cumhuriyeti ile ilgili her şeyin elden geçirildiği bir dönem olan 12 Eylül , askeri rejimi sırasında, var olduğu ileri sürülen Atatürk’ün vasiyetinin  resmen açıklanmaması konusunun da açıklığa kavuşturulması  ile ilgili davalar açılmış ama Türk yargısı bu konuda çekingen davranarak, kamuoyu önünde devletin kurucu önderinin mirasçılarına bırakmış olduğu cumhuriyet devleti ile ilgili  laiklik rejimi ve dini yapılanma konularında var olan sorunların ortada kalmasına yol açılmıştır. Adnan Menderes ve Kenan Evren dönemlerinde ele geçirilen fırsatların değerlendirilmesinden kaçınıldığı bir süreç içinde bugün gelinen yeni aşamada gene Atatürk’ün gizli kalan vasiyeti gündeme getirilmekte ve büyük şehirlerde Türkiye’nin yakın geleceği ile ilgili senaryolar tartışılırken, bu vasiyetnamede var olduğu öne sürülen Hilafet Federasyonu ya da konseyi gibi dinci yapılanmalar, Atatürk’ün vasiyetnamesi üzerinden öne çıkarılmaktadır. Devletin kurucu önderinin kendi ulusuna bırakmış olduğu mirasının bütün yönleriyle ele alınarak açıklığa kavuşturulması, ya da bugüne kadar saklanan böylesine bir vasiyetname üzerinden geleceğin yeni siyasal yapılanmasının beraberinde gündeme getirdiği yeni siyasal koşulların Türk ulusunun önünde ele alınarak tartışılması gerektiği, her geçen gün karşı karşıya kalınan olumsuz olaylar ile bir kez daha doğrulanmaktadır. Türk devletinin kurucusunun iradesine sansür koymak ya da bu çizgide baskı uygulamak gibi hareket tarzlarının gizlilikler senaryosuna destek olduğu açıktır. Türk devletini yönetmek şansını elde eden siyasal iktidarların şimdiye kadar gizli kalmış gerçeklerin açıklığa kavuşturulmasından uzak durulması, bugünün koşullarında ancak emperyalist devletlerin Türkiye ile ilgili gizli işgal senaryolarını sürdürmelerine katkı sağlamaktadır.

Küreselleşme sürecinde öne çıkan Orta Doğu, Orta Asya, Kuzey Afrika  ve Güney Asya gibi Müslümanların çoğunlukta olduğu bölgelerde  yeni siyasal yapılanmalara gidildiği, bunların bir kısmının dışarıdan finanse edilen  terör ve benzeri anarşi olayları ile birlikte, bu gibi hukuk dışı ve suç gelişmelerine karşı komşu devletlerin bir araya gelerek dışarıdan gelen emperyalist saldırı ve işgal girişimlerine karşı işbirliği yaparak kazanılmış haklar doğrultusunda dayanışmaya gittikleri  ve  bazen da daha ileriye giderek bölgesel birlikler kurmaya yöneldikleri görülmektedir. Bu gibi gelişmelerin içinde İslam devletleri de tıpkı diğer ülkeler gibi hareket ederek ya komşu dayanışmasına ya da bölgesel birliklere yönelmektedirler. Hristiyan devletler Avrupa Birliği gibi kıtasal birlikteliklere yönelirken, Papalık çatısı altında bir araya gelmeleri gibi Müslüman devletler de Kuzey Afrika, Orta Doğu, Orta Asya ve Güney Asya bölgelerinde İslam dayanışması doğrultusunda bölgesel birliklere yönelmektedirler. Ne var ki, dünyanın ortası olarak kabul edilen merkezi coğrafya da üç büyük din iki bin yıl önceden gelen var olma senaryoları doğrultusunda hareket ederek, bugünlere geldiği için, dinler arası çekişmeler günümüzde devam ederek geleceğin yeniden yapılanmasında etkin olmaktadırlar. En son olarak Ukrayna savaşı ile ilgili gelişmelerin orta dünya da yokmuş gibi görünün bir Musevi yapılanmasının, Müslüman ve Hristiyan yapılanmasıyla boy ölçüşecek kadar güçlü olduğunu öne çıkarmıştır. Atatürk bu durumu yakından izlediği için, kutsal topraklar üzerinde yabancıların saldırı ve işgalci girişimlerine izin verilmeyeceğini Bombay Chronicle isimli gazetenin 27.71937 tarihli nüshasında dile getirmiştir. Eski Osmanlı topraklarının Hristiyan emperyalizmi ile Musevi Siyonizmine alet olmayacağını Atatürk bu demecinde açıkça dile getirmiştir. Avrupa ülkelerinin Orta Doğu bölgesinde emperyalist senaryolara girişmesine önlemek üzere Atatürk gerekirse, bölge devletlerinin iş birliği yaparak bir bölgesel birlik çatısı altında birleşebileceklerini ifade etmiştir. Atatürk’ün bu sözleri de Halifelik kurumunun birleştiriciliğinde merkezi coğrafyadaki Müslüman ülkelerin ortak bir çatı altında toplanabileceklerini aynı doğrultuda desteklemektedir.

Atatürk büyük söylevinde yaptığı açıklamalar sırasında İran ve Afganistan gibi Müslüman devletlerin Halifenin yönetim yetkisini tanıma konusunu gündeme getirerek, bir Hristiyan birlik olan Avrupa’nın her türlü emperyalist saldırısına karşı merkezi bölge devletlerinin kardeşçe bir araya gelerek karşı çıkabileceklerini ve direnerek örgütlenebileceklerini dile getirirken, antiemperyalist tutumunu açıkça ortaya koymuştur. Atatürk bu gibi görüşlerini sıralarken, İngiliz tarihçi Wells’in dünya tarihi isimli kitabını öne çıkarmakta ve gelecekte bir dünya devleti kurulabileceğini, bu kitaba dayanarak dile getirmektedir. Dünyanın merkezi bir organizasyon tarafından yönetilmesinin bazı yararları olabileceğini, dünya çapında bir barış düzeni gerçekleştirebilmek üzere tek ve bütün bir dünya, devletinin kuruluşunun yararlı olabileceğini de ifade eden Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu önderi, geleceğin dünyası ile ilgili düşüncelerini öne sürerken, tarih boyunca devam edip gelen dinler arası savaşlara bir son verilmesi ve bu doğrultuda da tüm insanlığı bir araya getirecek yeni bir  ortak dünya dinine gereksinme olduğuna  işaret etmiştir. Dünyaya yayılmış olan bütün dinlerin ötesine giderek yeni bir dünya dini üzerinde bir araya gelmenin, dünya barışına katkı sağlayacağını görerek yeni bir barış düzeni oluşturabilmenin arayışı içine girmiştir. Atatürk aynı kaynaktaki görüşlerini sürdürürken katı ve bağnaz bir hilafetçiliğe karşı çıkmakta ve belirli bölgelerde emperyalizme yönelen bir Pan-İslamizm akımının doğru olmadığını söyleyerek, bu akıma karşı açıkça tavır koymuştur. Üç büyük kıtaya yayılmış olan İslam dininin yeniden yapılanması sırasında, Müslüman halk kitlelerine baskı yapılmaması ve hepsinin serbest bırakılması sayesinde tüm İslam toplumlarının kendiliğinden bir araya gelerek, dönemin koşullarına uygun uzlaşma ve birleşme noktaları bulabileceğini gene Atatürk açıkça dile getirerek, geleceğe yönelik bir biçimde Türk ulusuna yön göstermektedir . Her devletin ve toplumun birbirinden alacağı ihtiyaçları dikkate alınırsa eski bir kurum olan Hilafete yeniden yönelmeden, çağın gerekleri doğrultusunda bazı yeni uzlaşma ve birleşme yöntemleri geliştirilebilecektir.

 

(Atatürk’ün açıklanmayan vasiyeti ve Hilafet- Celal Tahir, Turquie Diplomatik, Ekim 2012  )

 

KAYNAK: Prof. Dr. Anıl Çeçen /Atatürk'ün Vasiyeti ve Hilafet Federasyonu (prof-dr-anil-cecen.blogspot.com, 16 Mayıs 2022 Pazartesi).

 

 

 

 

İ K İ Ş E H R İ N H İ K A Y E S İ

                       

İ K İ     Ş E H R İ N     H İ K A Y E S İ    :

P A R İ S   -   L O N D R A        v e       A N K A R A    -     İ S T A N B U L 

 

Prıf. .Dr. ANIL   ÇEÇEN

  

Bu yazının başlığında yer alan başlığı taşıyan iki ayrı kitap yayınlanmıştır .Bunlardan birincisi bir Avrupa ülkesinde diğeri de Türkiye’de yayınlanarak okur kitlelerine ulaştırılmıştır . İlk basılan kitap Londra ve Paris üzerinden Avrupa devletlerinin ne durumda olduğunu incelerken , ikincisi de Türkiye’nin başkenti  Ankara ile   Türkiye’nin en büyük kenti olarak da İstanbul’u birlikte  ele alarak incelemektedir . Bu iki kitabın başlıklarının “İKİ ŞEHRİN HİKAYESİ “olması dünyanın en büyük kentleri arasında karşılaştırma yapma olanağını gündeme getirdiği gibi , aynı zamanda da hem Avrupa kıtasının hem de bir Türk ülkesi olarak Türkiye’nin önde gelen büyük merkezlerinin beraberce ele alınarak ,içinde bulunulan sürecin önümüzdeki dönemde hangi yönlere doğru yol alacağı üzerinde düşünme şansını öne çıkarmaktadır . Aslında her büyük devlette bir başkent ile birlikte bir de ticaret merkezi olarak büyüyerek  ve ekonomik  dev haline gelerek , metropolitan ölçülerde büyüyen büyük kentlerin bulunduğunu , dünya haritasını incelerken görmek gerekmektedir . Dünyanın önde gelen büyük devletlerine bakıldığı zaman , ABD’de  Washington ile New York , Rusya’da Moskova ile Petersburg, Çin’de Pekin ile Şangay ,Hindistan’da Yeni Delhi ile Bombay ,Fransa’da Paris ile Marsilya , Almanya’da Berlin ile  Hamburg bu duruma göre gelişerek ,bugünkü benzer yapılanmanın önde gelen merkezleri olarak dikkati çekmektedir .Dünyanın önde gelen büyük ülkelerinde siyasal başkentin yanı sıra ,ekonomik merkez olarak  büyüyen ekonomik kentlerin de ,ticaret alanında başkentlere benzeyen bir hegemonik konuma ulaşabildikleri görülmektedir .

   Bazan dünyanın belirli bölgelerinde öne geçen ve büyüyerek başkentleri geride bırakan bazı  dev şehirlerde öne çıkabilmektedirler . Bir devletin çatısı altında  ilan edilen siyasal başkentlere paralel olarak ekonomik başkentler doğal olarak  görülmektedir . Tarihin son dönemlerinde  gelişmeler gösteren yayılmacılık ve  emperyalizm olguları ,uluslararası alanda devletlerin  ve  kentlerin konumlarını belirlerken ülkelerin içinde siyasal ve ekonomik başkentlerin çekişmeli durumlara doğru sürüklendikleri görülmekte ve bu durum ülke işlerinin görülmesi sırasında ,devlet yönetimi açısından bazı handikaplara yol açabilmektedir . Bir ülke içindeki kentler arasında yarış ve rekabet oluşumları normal olarak görülürken , başka ülkelerin sınırları içinde  dünya sahnesine çıkan büyük kentlerin rekabet ve çekişme süreçleri içerisinde gelişmelerini tamamlamaya çalıştıkları göze çarpmaktadır. Dünya tarihi incelendiği zaman , ülkeler ve devletlerin farklı zamanlarda öne çıktıkları ya da birbirini izleyen dönemlerde harita üzerindeki yerlerini sağlamlaştırarak ,bölgesel oluşum süreçleri içerisinde önde gelen merkezler olarak kendilerine yeni pozisyonlar kazanabilmektedirler . Bazan ortaya çıkan doğal afetlerin kamu düzenlerinin bozulmalarına neden olabildikleri anlaşıldığından , bütün devletler kendilerini koruyabilecek önlemleri acilen alabilmenin yollarını aramaktadırlar . Yer yüzü haritası içinde yer alan bütün ülkeler hem birbirleriyle ,hem de kendi sınırları içinde barındırdıkları  kentleriyle birlikte varlıklarını koruyabilmenin ya da geleceğe doğru adım atabilmenin girişimleri içinde belirleyici olmaya çalışmaktadırlar . Devletler kendi geleceklerini güvenceye alabilme doğrultusunda  bu tür girişimlere kalkıştıkları zaman zaman gündeme gelebilmektedir . Ülkelerin kaderlerini belirleyen siyasal  oluşumlar  öncelikle başkentlerin ortasında yer alan meydanlarda ortaya çıktığı gibi , yenilik rüzgarlarının  yarattığı gelişmeler de toplumsal alanda önemli sayılabilecek değişikliklere açılan kapıları halk kitlelerine  göstermektedir. Bu doğrultuda şehirlerin gündemine gelen değişiklikler  toplumları  yeni yapılanmalara doğru sürüklerken ,ortaya hareketlilikler üzerinden değişime doğru yönlendirilen çağdaş kentler gerçeği ile ,insanlık karşı karşıya kalmaktadır . Devletler her aşamada güvenliklerini sağlamaya çalışırken beraberinde kentlerin de geleceğini belirlemektedirler .

   Bir ülkede siyasal düzen kurma konusunda  var olan iki büyük şehrin hikayesi açısından konuya bakıldığı zaman  uluslararası alandaki devletler ve kentler arasındaki rekabet ile birlikte  şehirler arasındaki çekişmelerin de öne çıkarak ülke ve bölge meseleleri içindeki  etkinlerini korumaya çalıştıkları  üzerinde durulması gereken bir sorun olarak  öne çıkarken , bu konu bugün için uluslararası ağırlıkların artmasıyla birlikte daha da üst düzeyde bir çekişme konusu olarak  bir uluslararası mesele olarak ,günümüzün  devletlerini ve kentlerini uğraştırmaktadır .Modern çağlar birbiri ardı sıra gündeme gelerek  yüzyıllar geçip gittikçe  ,yılların birikimi sonucunda büyüyen devletlerde  merkezi konuma sahip olan büyük kentler başkent olma statüsünü kazanırken ,zamanla artan ticaretin sonucunda da sahillerdeki büyük kentler kendiliğinden ekonomik merkezler olarak öne çıkarak, evrensel düzeydeki gelişmelerin içinde anahtar roller oynamaya başlamışlardır . İnsanlığın gelişim süreci içinde bilimsel ve teknolojik alanlardaki patlamalar , üniversiteleri evren kentleri konumuna getirmiş ve bilim yuvalarının yenileşen teknoloji ile birlikte öne geçerek insanlığın geleceği için yön gösteren rehberlik misyonunu öne çıkarmıştır . Bilimsel devrimler kadar siyasal devrimler de insanlık tarihi içinde önde gelen bir yere sahip oldukları için Amerikan ,Fransız ve Sovyet devrimleri modern dünyanın oluşumuna giden yol çizgisinde  günlük yaşamda ve uluslararası alanda öncü roller oynamıştır .Bugünkü dünya düzeninin oluşumunda batı tipi bir yapılanma sürecinde ,Fransa Avrupa kıtasının merkez ülkesi olarak bu kıtanın gelişiminde her yönü ile etkili olmuştur . Bu çerçevede  bu ülkenin başkenti konumunu elde eden Paris , Avrupa kıtasının merkezi haline gelirken  bir ada ülkesi olarak İngiltere dünyanın en küçük kıtasının dışında kalarak okyanuslar üzerinden denizlere açılmak zorunda kalmıştır . Fransa bir kara ülkesi olarak Avrupa kıtasının merkezi  haline gelirken  ,  İngiltere de ana karanın dışında kalan bir deniz ülkesi olarak okyanuslara açılmış ve beş kıtayı hedef alarak  küresel bir dünya imparatorluğu kurabilmenin arayışı içinde olmuştur . Manş denizinin iki karşı kıyı ülkesi  olarak İngiltere ve Fransa   ,bir yönü ile Avrupalaşma diğer yönü ile de dünyalaşma ya da evrenselleşme süreçlerinin  lokomotifleri olarak öncülük yapmışlardır .

   Dünyanın ilk anayasası olarak kabül edilen Magna Charta ile  iktidarların tüm yetkilerinin sınırlandığı bir demokratik rejime yönelen İngiltere ile , bilimsel ve teknik gelişmelerin yarattığı birikimin önce toplumsal sonra da siyasal devrime yönelttiği Fransa açısından , modern çağlara giriş aşamasında meydana gelen farklı çizgiler ,bu iki ülkenin başkentlerindeki gelişmeler sonucunda insanlık tarihi dönemecinde iki şehir olarak Paris ile Londra’yı karşı karşıya getirmiştir .İngiltere yazılı olmayan bir anayasa ile siyasal gelişmeleri kontrol altında tutmaya çalışırken  ,hak ve özgürlükleri dengeleyebilmek için krala geniş yetkiler tanımış ve böylece demokratik çizgideki yeni gelişmelerin ülke içinde bir siyasal patlamaya ya  da devrime yönelmesine karşı çıkarak , Fransız devrimi gibi yeni bir siyasal oluşuma izin vermemiştir .İngiltere geçmişten gelen devletin yapısını temsil eden krallık rejimini takviye ederek güçlendirirken , kara Avrupasının tam merkezinde yer alan Fransız devleti ülke içindeki yenilikleri kontrol edemeyince  krallık rejimini koruyamamış , ekmek bulamayanlara pasta teklifi getiren krallık rejimi toplumsal tabanını kaybederek  çökme aşamasına gelince ,  başkentin ortasında yer alan Bastil hapishaneleri işgal edilerek , siyasal mahkumlar serbest bırakılmıştır . Devrimin ilk adımları hapishaneleri boşaltırken Paris bütün Avrupa kıtasına  öncülük yaparak devletin yapısını krallıktan cumhuriyete doğru dönüştürüyordu . İngiltere’nin sahil şehri olan Londra aynı zamanda başkent haline dönüşürken , bir kara ülkesi olan Fransa’da deniz kenarında olmayan Paris, Avrupa demokrasisinin merkezi  olarak Fransa cumhuriyetinin başkenti konumunu güçlendiriyordu .Böylece ortaçağdan çıkış ve modern çağlara geçiş aşamasında Londra üzerinden İngiltere dünya liderliğine doğru yönelirken  , Fransa’nın başkenti olarak da Paris Avrupa kıtasının liderliğine doğru adım atıyordu . Charles Dickens ,iki şehrin hikayesini anlattığı kitabında Fransa’da mahkum olan bir doktorun başına gelenleri anlatırken İngiltere’de  Fransız otoriterizmine karşı İngiliz özgürlükçülüğünün anlatımını yapmaya çalışmaktadır . Devrime doğru ilerleyen Paris yanarken , Londra’da krallıkla dengelenen  demokrasi içinde sakin ve huzurlu bir ortam anlatılmaktadır .

   Bugünkü çağdaş dünyayı yaratan Fransız devriminin sancıları Paris’i yakarken  , ülkede her şeyin alt üst olduğu bir çöküş sonrasında cumhuriyet rejiminin merkezi oluşumu dikkate alınarak ,sonraki kuşaklara bir devrimin nasıl meydana geldiği Paris kentinde yaşananlar üzerinden dile getirilmektedir . Paris Avrupa’da tutuşan alevlerin altında yanarken , dünyaya açılmış olan İngiltere daha sakin ve huzurlu bir ortamda  geleceğin evrensel düzenini oluşturabilmenin çabaları içinde köklü bir dönüşüme doğru yöneliyordu . Çağdaş dünyayı yaratan Fransız devrimi başkent Paris’de maydana gelirken bir ihtilal  ortamının nasıl doğduğu ve geleceğin yeni siyasal düzeninin nasıl ortaya çıktığı  “iki şehrin hikayesi “ isimli kitapta bugünün yeni kuşaklarına ders verircesine anlatılmaktadır . Fransız devrimini uzaktan seyreden ve  bazı müdahaleler ile yönlendiren İngiltere , siyasal mücadeleleri kontrol ederken bir deniz ve ada ülkesi olmaktan gelen özelliklerini sonuna kadar kullanarak , Fransa’daki gibi büyük toplumsal patlamalara ya da kraliyet hanedanının katliamlarla sona erdirilmesi gibi köklü değişikliklere uzak kalmayı başarmıştır . Açlık , sefalet  ve sosyal çöküntülerin yol açtığı felaketler aşamasında Fransız devrimi önlenememiş ve hanedan yönetimine dayanan krallık  rejimi                                  yerini  tüm halk kitlelerinin ortaklaşa katılacağı bir cumhuriyet rejimine  bırakmak zorunda kalmıştır . Çağdaş dünya yavaş yavaş ortaya çıkarken bir kara ülkesi olarak Fransa Avrupa kıtasının , İngiltere ise denizler üzerinden dünya kıtalarının merkezi haline gelirken , Paris ve Londra gibi iki  büyük kent dünya yönetiminin karşıt merkezleri olarak belirginlik kazanmışlardır . Bu yüzden Paris , bilim, kültür ve ulus devlet olarak siyaset merkezi kimliği ile önem kazanırken , Londra deniz aşırı ülkelerin ve sömürgelerin yeni merkezi olarak ortaya çıkmış ve ekonomi ile ticaret  üzerinden bir imparatorluk yapılanması ile  beş kıtaya yayılarak yepyeni bir dünya gücü yaratmıştır . Fransa ve İngiltere gibi büyük Avrupa devletlerinin yeni dünya düzeninde farklı çizgilerde gelişmeler göstermesi yüzünden ,Fransa Paris ile İngiltere Londra ile simgelenmiştir . Bu iki büyük devletin çekişmeleri ve yeni dönemlerdeki uygulamaları birbirinden çok farklı çizgileri siyasal alana kazandırdığı için uzun süren savaşlara bu iki ülke sürüklenmişler ama ,bugünkü modern uygarlık barış arayışları ile bu tür savaşları önlemiştir .

   Bugün dünya haritası incelendiği zaman ikiyüz den fazla devletin bu harita üzerinde yer aldığı göze çarpmaktadır . Bazı büyük devletlerde başkentler ile sahil kentleri arasında hegemonya çekişmeleri gündeme gelebildiği için ülkeler arası durumlarda zamanla bazı değişiklikler gündeme gelebilmektedir .Bazan ülkeler başkentlerini değiştirerek sahil kentleri üzerinde denetim sağlamaya çalışmaktadırlar . Bazı durumlarda ise  çok  büyüyen sahil kentlerinin  ,yeni ekonomik merkez olarak aynı zamanda siyasal gelişmelere de merkez olmaya yönelmeleri yüzünden  ülkedeki başkentlerin durumu tehlikeli siyasal saldırılara hedef olabilmektedir . Bazan devletler arası ilişkilerin değişmesi ya da barış ortamını bozabilecek savaşların ağırlıklı bir biçimde siyasal gelişmelere etki yapması  nedeniyle , ülkeler başkentlerini değiştirmek zorunda kalarak ulusal sınırlar içerisinde yeni  yerleşim yerlerini belirli bir aşamadan sonra  başşehir olarak ilan edebilmektedirler . Daha çok ülkelerdeki iç karışıklıklar ya da bölgede var olan emperyal güçlerin saldırılara geçerek  meydana getirdikleri değişimler ,ülkelerdeki devlet yapılarını sarsabilmekte ya da emperyalist devletlerin gündeme getirdiği bölgesel planlar doğrultusunda bölge devletlerinde karşılaşılan  değişimler, başkentler ile  deniz kenarı sahil kentlerini ülke sınırları içerisinde karşı karşıya getirerek , geçmişten gelen kamu düzenlerini parçaladıkları ya da yok ederek var olan devlet düzenlerini tarihe mal ettikleri göze çarpmaktadır . Her devletin kendi anayasal yapılanmasına uygun düşen bir çizgide sahip olduğu kamu düzenleri bu gibi durumlarda büyük tehlikeler ile hatta  yok olma durumları ile karşılaştığı için  her devlet geçmişten gelen devlet düzenlerini sonuna kadar korur ve kazanılmış haklarının elinden alınmasına da karşı çıkarak ömrünü uzatmaya çaba gösterir . Bütün ulus devletler ulusların var olma mücadeleleriyle kuruldukları için her devlet ulusal bir tabana dayanır ve başkentler devletlerin olduğu kadar milletlerin de merkezi konumundadır . Deniz kenarındaki büyük sahil kentlerinde ise uluslar değil, sahillerden deniz ticareti yapan ticaret burjuvazisi egemen olduğu için ,çok uluslu burjuvazi ya da karma topluluklar hegemonyasında  , başkentlere karşı oluşumlar öne geçebilmektedir .

   Türkiye Cumhuriyeti dünya haritasında yer alan orta büyüklükte bir devlet olarak başkent Ankara ile diğer seksen vilayet arasında ülke koşullarına oturan bir jeopolitik oluşum ile  geleceğe dönük bir yapılanmayı anayasal bir düzen içinde  hukuk devletine dönüştürmeyi başarmıştır .Her devlet yapılanmasında ortaya çıkan kamusal alan sorunu hem kentler hem de devletler açısından önem taşımaktadır . Devletler gibi kentlerin de kamusal olan olarak kabül edilmesiyle birlikte , ulus devletlerin içinde yer alan kentler de yerel yönetimler olarak aynı zamanda yerel devlet konumunda kabül edildikleri için  kentlerin varlığı ve yapılanmaları siyasal bir karakter taşımaktadır . Devletlerin içinde ve başkent konumundaki merkez şehirlerde devletlerin temel kamusal örgütleri kurulduğu için devletler ile birlikte kentler de ,kamusal alanın bir parçası sayılarak doğal olarak  bunların içinde yer almaktadırlar .Bu açıdan bakıldığında devletlerin kamusal örgütlenmeleri belirli bir bütünlük içinde başkentlerin yerel  kamu hizmetlerinin yapıldığı merkezi ve ortalık alanlarda gerçekleştirilmektedir .Kentlerin eski çağlarda yerel devlet tipleri olarak öne çıkmaları ile başlayan kamusal alan tartışmaları  sonraki dönemlerde daha geniş sınırlar içinde ele alınmaya başlandığında ,bölge ve ulus devlet modelleri ile birlikte ele alınarak tartışılmış ve geleceğe dönük oluşumlarda bu açılar çizgisinde belirli bir kimlik  üzerinden tanımları yapılmaya çalışılmıştır . Devletlerin üzerinde yer aldığı ülkeler ve yerel çizgide buralarda öne çıkan yapılanmaların kamusal alandaki kimliklerinin ortaya çıkarak belirginlik kazanmaları açısından ,kamusal alan tartışmaları yaygınlık kazanarak önem kazanmıştır . Yerellik olgusu mekanların siyasallık kazanması aşamasında , değerlendirmelere yardımcı olmakta ve yerel devletler olarak  il ve ilçe belediyeleri tartışma konusu olarak eskisi gibi yeniden gündeme gelmektedir. Bu çerçevede yapılmakta olan değerlendirmelerde her devlet ya da yönetim üzerinde bulunduğu toprakların özelliklerine göre anlam ve görünüm kazanmaktadır .Böyle bir  aşamada  bölgesel, yerel ve ulusal kimliklerdeki  yönetim biçimleri kendi  özellikleri doğrultusunda yeni kamusallıklarını yaratarak , diğer devlet ve siyasal yapılanmalardan ayrılan bir çizgide geleceğe dönük bir biçimde varlıklarını geliştirmeye çalışmaktadırlar .

   Ulusallık özelliğinin belirleyici olduğu , ulus devletler ve yapılanmalar zaman içinde  öne çıkarken ,bu yapıya uygun düşen ya da kuruluş sırasında  başlangıç noktası olarak hizmet gören merkezi yerdeki ulus devlet yapılanması devlet ile bütünleşen bir çizgide önem kazanırken ,var olan ulus devletin geleceğe yönelik bir çizgide yoluna devam edebilmesi için devlet yapılanması ile birlikte, başkent olma özelliğinin devam etmesi gerekmektedir . Bir devletin kuruluşu sırasında dayanak noktası ya da ortaya çıkış yeri olarak kullanılma durumundaki merkezi konumdaki başkentlerin ,devletlerle birlikte birleşerek tek bir devlet hükmü şahsiyeti oluşumunun çatısı altında buluşmaları ve bir araya gelerek yaratacakları ortak bir bütünleşme oluşumu çerçevesinde ,devlet ya da ulusun karşısına çıkabilecek her türlü çıkmazın aşılmasının bir çok açıdan önemi bulunmaktadır . Kentler ile birlikte yerel devlet oluşumu ya da yapılanmaları ,kamusal alana ulusal düzeyde  yeniden katkı sağlayarak eskisinden daha farklı oluşumlara yardımcı olmaktadırlar . Ne var ki, kentlerin yerel yönetimler ya da devletler olarak devreye sokulmalarıyla birlikte ,ulusal ya da bölgesel devletlerin  yerleşik  yapılanmaları kökünden sarsarak eskisinden çok daha farklı  bir görünümün ortaya çıkmasına  yardımcı olundukları  anlaşılmaktadır .  Devletler ile kentler arasındaki ilişkiler ya da bağlantılar bu düzeylerde ele alınırken ,devletlerin merkezi devletin kamusal alanı olan başkentler ile  aralarındaki gelişmelerin dikkate alınarak incelenmesi gerekmektedir . Bu noktada eski başkentlerin kendilerinden beklenen katkıları sağlaması önemli bir gösterge olmaktadır . Var olan ulus devlet ya da bölge devleti başkentleri ile kaynaştığı ve sarsılmaz bir bütünlük içinde geleceğe dönük  bir yolda , emin adımlarla ilerlediği sürece ,hiç kimse ya da siyasal güç devlet ile başkentler arasındaki siyasal bütünleşmenin kopmaz bağlarını hiçbir biçimde koparması mümkün değildir . Bu gibi durumlarda  ve  uluslararası konjonktürün belirleyici olduğu gelişmelerde devletlerin başkentleri ile bağları koparılabilmekte  ve ortaya çıkan yeni konjonktürün dayatmaları doğrultusunda ya sahil kentlerinden birisi ya da yeni ortaya çıkan gelişmelerin eksenine oturan başka bir kent yeni bir başkent olarak öne çıkabilmektedir .

   Bugün gelinen aşamada bir yanda geçen yüzyıldan gelen ulusal kurtuluş savaşının merkezi olarak Ankara’nın başkent olma statüsünün devam ettiği Ankara varken , bir de Türkiye’nin içinde bulunduğu merkezi coğrafyanın yeniden gündeme gelmesi çizgisinde uluslararası konjonktürün yansımaları doğrultusunda ,İstanbul’un yeni başkent olarak dayatıldığı ortaya çıkmıştır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde bütün orta dünya İstanbul gibi bir bölgesel başkente bağlı durumda iken ,imparatorluk sonrası dönemde bir ulusal kurtuluş savaşı sayesinde kurulan ulus devletin jeopolitik konumu da ülkenin tam ortalarında  Ankara’yı ulus devletin merkezi başkenti konumu durumuna getirmiştir . Ne var ki , cumhuriyetin  yüzüncü yılına girerken , yüzyıllık bir dönem sonrasında yeni dünya düzeni arayışları  çizgisinde ulus devlete yönelik tehditler ve dış müdahaleler gündeme getirilirken , Türkiye Cumhuriyetinin ulusal başkentinin Ankara’dan İstanbul’a doğru taşındığı anlaşılmaktadır .Önce özel bankalar , daha sonra resmi bankalar ve üçüncü aşamada ise ekonomik kamu kurumlarının İstanbul’a taşınmasıyla birlikte ,ulus devletin başkentinin  Kuvayı Milliye’nin merkezinden alınarak ,eski imparatorluk döneminin geçmişteki merkezi olan İstanbul’a taşınmak istendiği görülmektedir . Osmanlı devletinin çöküşünden sonra Ankara’nın başkent olması sürecinde batılı ülkeler nasıl direndiyse bugün gelinen noktada benzeri bir biçimde batının emperyal devletlerinin ortaya koydukları emperyal projelerde  Ankara’yı başkent olarak görmedikleri aksine yeniden İstanbul’u başkent konumuna getiren uydurma haritalar aracılığı ile  ulus devlet başkentini ortadan kaldırarak , emperyalistlerin projelerine uygun olarak geçmişten gelen Roma ve Bizans imparatorluklarının merkezi konumundaki bu her tarafı açık bir kenti  ,bölgesel devletin başkentine dönüştürme eğiliminde oldukları anlaşılmaktadır . Bölgesel imparatorluktan ulus devlete geçerken değiştirilen başkentin şimdi  yeniden bölgesel devlete geçerken tekrar değiştirilmeye çalışılması ancak emperyalist plan ve müdahaleler ile açıklanabilir . İki kutuplu dünyayı çökerten batı emperyalizminin dünya çapında bir yeni düzene yönelirken , tüm bölgelerle birlikte merkezi coğrafyadaki düzeni de bozmaya çalışırken ,diğer ulus devletler ile birlikte  Türklerin anavatanı olan Anadolu topraklarından ve bu yarımadanın ortasındaki ulusal başkentten Türkleri uzaklaştırmaya çalışmaktadırlar .

   Kuvayı Milliye’nin merkezi olan Ankara kenti daha sonraki aşamada ulusal başkent olarak ilan edilirken Misakı Milli sınırları içindeki ulusal vatanın bölünmez bütünlüğü esas alınmıştır .Bu  açıdan  Edirne’den Ardahan’a kadar Kuvayı Milliye’nin kolları uzanmış ve Balkanlar ile Kafkaslar arasındaki Anadolu yarımadası Türklerin ana vatanı olurken ,ülkenin tam ortasında yer alan  Ankara kenti de Türk devletinin ulusal başkenti olma aşamasına gelmiştir .İmparatorluğun çökertilmesi yüzünden bir ulus devlet tarih sahnesine çıkarken , şimdi de bir ulus devlet tarihin derinliklerine gömülmek istenmektedir . Küresel düzende emperyalistlerin yeni planları dayatmaları yüzünden , ulus devlet Türkiye Cumhuriyeti dağılmaya doğru iteklenirken  Türklerin elinden alınan ulusal başkent Ankara’nın yerine eski Bizans ve Roma imparatorluklarının merkezi olan İstanbul yeniden canlandırılarak , ulus devlet yerine  alt kimliklerin  eyaletler halinde örgütlenmesiyle ortaya çıkarılacak bir  bölgesel federasyon, merkezi coğrafyanın tam ortalarında kurulmak istenmektedir . Bu topraklarda ise Türklerin ulus devleti bir ulusal kurtuluş savaşı sonrasında kurulduğu için Büyük Orta Doğu ya da Büyük İsrail projeleri doğrultusunda bölgeye saldıran emperyalistler ve Siyonistler ,bölgenin merkezi devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmaya çalıştıkları için ,Türkiye’yi haritadan silmek, başkentini dağıtmak ve emperyalistlerin  alt kimlikçi politikalarıyla  yeni Sevr planına uygun bir biçimde bölücü federasyonlaşmanın önünü açmak üzere , Türk devleti ile Türk ulusuna karşı  toplu bir saldırıya geçmenin hazırlıklarını tamamlayarak , bu doğrultuda eyleme geçme aşamasına gelmişlerdir .ABD’nin Balkanlara çok miktarda asker getirmesi , Ege adalarına asker çıkartmaları ,Kıbrıs adasındaki  silah ambargosunun kaldılması emperyalist saldırı planlarının başlangıç girişimleri olarak bugünün koşullarında uygulama aşamasına getirilmiştir . Ankara’yı hedef alan siyasal saldırıların yeni dönemde askeri saldırılar ile sürdürülerek Türk ulus devleti yerine çok uluslu bir federasyon dayatması  gündeme getirilmektedir .

   Emperyalizm ile bölgedeki ulus devletler karşı karşıya getirilirken , gelecekte muhtemel bir üçüncü dünya savaşı da batılı emperyalistler ve Siyonistlerin işbirliği ile bölge ülkeleri üzerinden çıkartılmaya çalışılmaktadır .Ankara ile İstanbul’u beraberce ele alarak inceleyen bazı bilim adamları her iki kentin özelliklerini karşılaştırırken  Ankara’yı devletin, ordunun ve Türk ulusunun  merkezi olarak tanımlarlarken , Roma ve Bizans imparatorlukları döneminden gelme farklı dinlerin ve alt kimlikli grupların bu kentte bir arada yaşadıklarını ve bu yüzden İstanbul’un bir metropolitan kent olarak kozmopolit bir toplumsal yapılanmaya sahip olduğundan, Türklerin ulus devletlerinin ötesinde bir çoklu kimliğe sahip bulunduğunu ve  bu açıdan yeni dönemde bir bölge devletine doğru gidilirken İstanbul’daki ulus devlet temsilcileri olarak bulunan Türkleri dışlayan bir yeni yönelişin yabancı göçmenler aracılığı ile geliştirildiği görülmektedir . Normal koşullarda İstanbul ele alındığı zaman ülkedeki bütün sermayenin bu sahil kentinde bir araya getirildiği ,adında Türk ismi bulunan bazı derneklerin varlığına rağmen, İstanbul’da toplanan büyük sermayenin büyük çoğunluğunun yabancı ve gayrimüslim toplum kesimlerinin ellerinde bulunduğu ve  Türk kimliği taşımayan ve Türkiye’nin ulus devlet yapılanmasına karşı çıkan gayrimüslim yabancıların  çıkarları doğrultusunda bu lobilerin harekete geçerek ,eski Roma ve Bizans imparatorluklarının merkezi olan bu kentteki  yabancı sermayenin , siyaseti finanse ederek ve  medyanın patronluğunu yürüterek Atatürk cumhuriyetini tarih sahnesinden silmek için her yola başvurdukları açıkça görülmektedir . İstanbul kenti bu gibi nedenler yüzünden Türkiye ve Ankara karşıtı hareketlerin ve siyasal gelişmelerin merkezi konumuna gelmiştir . Ankara devlet, millet ve ordu imajları ile  Türk ulus devletinin bugüne kadar merkezliğini yapmıştır ama , bu küresel yeni bir dünya düzeni için seferber olan yabancı sermaye tekelci şirketleri aracılığı ile  ulus devletleri yıkarken ,İstanbul  Türkiye karşıtı bir ekonomik yapılanma üzerinden sermaye ve medya  ile yıkıcı bir siyaset  ve emperyalist  güçler ortaklığında , dış güçler ile aynı  çizgide saldırganlığın merkezi haline gelmiştir . İşte bu gelinen yeni aşamada artık Ankara ile İstanbul kentleri yeni bir çatışmanın tam merkezi konumuna gelmiştir . Kanal İstanbul projesi ile İstanbul tıpkı Hong-Kong gibi deniz aşırı bir ada devleti haline getirilerek , ulusal hukuk denetiminden uzaklaştırılmaktadır                Yeni dönemde siyasal gelişmeler birbiri ardı sıra devreye girerken , Ankara tıpkı Moskova gibi bir doğu başkenti konumuna doğru iteklenmiştir . Rusya dış dünya ile bağlantısını Petersburg gibi bir sahil kenti üzerinden yürütürken ,Türkiye’de Ankara gibi bir Avrasya başkenti oluşumunun tam göbeğinde kalmış ve bu durumu aşabilmek için de Ankara İstanbul üzerinden batı dünyası ile ilişkilerini sürdürmeye çaba göstermiştir . Ne var ki , Ankara dış dünyaya açılmak için mücadele ederken , batı dünyasının emperyalistleri ve Siyonistleri Türkiye’ye giriş kapısı olarak İstanbul’u kullanmaktan çekinmemişlerdir . İstanbul’un ulusal kimliğin ötesindeki kozmopolit nüfus yapılanması Türkiye’nin  batı ile ilişkilerini bozmuş ve emperyal projelerin bu eski Bizans merkezi üzerinden yürütülmesinin önünü açmıştır . Avrupa ve Asya merkezli yeni yapılanmalar gündeme gelirken ,Türkiye ile birlikte İstanbul’da çok hareketli bir geçiş dönemi yaşamıştır . Kentsel dönüşüm ile eski İstanbul yıkılırken , gökdelen binaların kentin her yerine yapılmasıyla birlikte , İstanbul’da batılı başkentlerde olduğu gibi  yeni bir metropolitan   yapılanmanın önü açılmıştır . İstanbul küreselleşme döneminde öne geçerken , Türk devletinin başkenti olarak Ankara geride kalmış ,ABD başkanı Bush Türkiye’ye geldiği zaman merkezi coğrafyanın Osmanlı döneminde olduğu gibi İstanbul’dan yönetilmesi gerektiğini Türkiye başbakanına açıkça söylemiştir . ABD Avrasya döneminde doğu politikalarını İstanbul üzerinden yönlendirmeye çalışırken ,Ankara ile değil İstanbul ile çalışmaya öncelik vermiş ve Büyük Orta Doğu yapılanması içinde İstanbul’u tıpkı Napolyon’un söylediği gibi Avrasya üzerinden dünyanın başkenti yapılması için çalışmıştır. İsrail devleti Büyük İsrail projesi doğrultusunda  Kudüs’ü dünyanın başkenti yapmaya çalışırken ,ABD ve İngiltere ikilisi Anglo-Sakson güçleri olarak yeni Roma ve Bizans yapılanması doğrultusunda İstanbul’u bölge merkezi yapmak için harekete geçmişlerdir . Böylece uluslararası konjonktür İstanbul’un arkasına geçince ,Türk ulus devletinin başkenti olan Ankara’ya karşı bir küreselleşme rüzgarı estirilerek İstanbul’a Ankara’daki kamu kurumları taşınma yoluna gidilmiştir .

   Küresel güçler eski dünya düzenine son vermişler ama yeni bir dünya düzeni kuramamışlardır  Bugün gelinen noktada  yeni bir dünya düzeni yapılanması için küresel tekelci şirketler ulus devlet düşmanlığı yaparak ikiyüz ulus devletten iki bin eyalet devleti çıkartabilmenin arayışları içindedirler . Sorun ulus devletlerin yıkılmasıyla çözülemeyecek , ikiyüz civarındaki ulusal yapıların yenilenmesiyle beş kıtada var olan beş bin civarında etnik grup harekete geçerek kendi devletlerini kurabilmenin çabası içine girebileceklerdir .O zaman küreselcilerin geliştirdiği iki bin eyalet devleti projesi de yetersiz kalacak ve beş bin eyaletin dini, etnik ve kültürel alt kimliklerin kendi devletlerini gündeme getirmeleriyle birlikte dünya devletleri fazlasıyla bölünerek küçük küçük parçalar halinde gündeme geleceklerdir . Osmanlı sonrasında merkezi coğrafya için planlar ve projeler hazırlayan İngiltere’nin İstanbul merkezli çalışmaları yüzünden Osmanlı sonrasında bu bölgede gündeme getirilmiş olan ulus devletlerin de devre dışı bırakılarak eyalet ve şehir devletleri üzerinden yeni bir merkezi coğrafya oluşumu geçmişten gelen Sevr planı doğrultusunda öne çıkartılmaya çalışılmaktadır . İstanbul hem bir küresel kent olarak uluslararası yapılanmalarda öne geçerken , Ankara eski ulus devletin merkezi olarak devre dışı bırakılmaya çalışılmaktadır . Ulus devletin ve ulusal toplumun bütünüyle  tasfiyesi düşünülürken ,alt kimlikli gruplar ile eyaletler ve şehir devletleri hazırlıkları öne geçmektedir . Bu çerçevede  tarihsel olarak gündeme gelmiş olan  Ankara-İstanbul arasındaki geçmişten gelen rekabet ve çekişme  süreci yeni dönemde küreselleşme ve ulus devlet karşıtlığına dönüşmüştür .Yeni dönemde ,İstanbul’cular küreselci olurlarken , Ankara’cılar da ulusalcı olmak durumunda kalmışlardır . Kuvay-ı Milliye hareketinin merkezi olan Ankara kenti yeni dönemde,  ulusalcı hareketin de öncüsü ve merkezi olmak durumundadır .

   Ankara -İstanbul çekişmesi içinde yer alan İstanbul’cu aydınların   bur tartışmayı kazanmak için , çekişmeyi iki şehir arasında olmaktan çıkartarak Ankara-Türkiye arasında bir kamplaşmaya doğru yönlendirmişlerdir . Onlara göre Atatürk Türkiyesi geride kalmış ve bu yüzden de Ankara gerici bir kent olarak ,geçmişin uzantısı olarak yeni dönemde  tutuculuğun merkezi haline gelmiştir .Tutum ve tavırlarına ilerici  bir görünüm kazandırmak için İstanbul’daki gelişmeleri inceleyenler ,Türkiyeci bir yaklaşım görünümünde ulus devlet ve Ankara karşıtlığını sürdürmeye çalışmışlardır . Ankara’nın ulusal başkent olmasına itiraz edenler , Kuvayı Milliye hareketinin uzantısı olarak yeni bir ulusalcı hareketin doğmasını önlemek isteyenler ,İstanbul üzerinden Ankara karşıtlığına devam etmişlerdir . Atatürk cumhuriyetini savunan Birinci cumhuriyetçilere  saldıran ikinci cumhuriyetçiler ,İstanbul medyası üzerinden örgütlenerek , alt kimlikçi federasyonculuğu savunan ikinci cumhuriyetçiliği  Atatürk cumhuriyetinin yerine geçirmek istemişlerdir . Ankara-İstanbul çekişmesi son yıllarda Birinci ve İkinci cumhuriyetçi akımların da başlıca tartışma konularından birisi haline gelmiştir . Ankara sadece Atatürk cumhuriyeti zamanında değil Hitit , Galatya, Frigya ve Roma  dönemlerinde de Anadolu yarımadasının tam ortasında başkent olma şansına sahip olmuş bir eski başkenttir .Bu nedenle Ankara’nın bugünkü başkent olma statüsüne son vermek isteyen Türkiye ve Ankara karşıtlarının ,yeniden tarih kitaplarına yönelerek dünya tarihi içinde Anadolu yarımadası ile birlikte Ankara kentinin tarihi dönemler içindeki yerini ve konumunu iyi anlamak durumundadırlar . Türk devleti emperyalist oyunlara karşı çıkacak kadar güce her zaman sahip olmuş ve ulusal kurtuluş savaşını tüm cephelerde kazanarak bağımsız çağdaş bir cumhuriyet kurabilmenin onurunu yaşamıştır İstanbul’un emperyalistler tarafından işgal edilmesine karşılık ,Ankara Misakı Milli sınırlarına kucak açarak ve tüm Anadolu halkı ile bütünleşerek  içine girilen yeni kurtuluş savaşını da kazanacaktır . O zaman iki şehrin hikayesi savaş ile değil ama barış ile sonuçlanacaktır . Bu aşamada  Türkiye’nin bütünlüğünün korunabilmesi için ,Ankara hem ulusal başkent hem de bölgesel merkez olarak hareket ederek emperyalistlerle mücadele etmek  zorundadır .

 

 

                                                                                                         

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör