Hukuk profesörü, akademisyen, fikir adamı, yazar, gazeteci, STK yöneticisi, Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) kurucuları ve genel başkanlarından. 24 Mayıs 1948, Ankara doğumlu. Anıttepe İlkokulu (1958), Ankara TED Koleji (1966) ve Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi (1970) mezunu. 1971'de avukatlık stajını tamamlayarak Türkiye ve Ortadoğu Enstitüsüne (TODAİE) asistan oldu.
I2 Mart döneminde o dönemin hükümeti tarafından hazırlanan İdari Reform komisyonunda merkezi idare sekreterliği görevinde bulundu. I990 yılı sonrasında 2013 yılına kadar TODAİE yönetim kurulunda üniversite temsilcisi olarak görev yaptı. Üniversite dergilerinde çeşitli bilimsel araştırmaları yayınlandı.
Üniversite öğrenciliği yıllarından başlayarak Ulus, Barış, Halkçı, Yenigün, Güneş ve Ayyıldız gazetelerinde araştırmacı ve köşe yazarı olarak çalıştı. 1970-1978 arasında arkadaşlarıyla birlikte Kemalist ideolojinin aylık "Adım" dergisini çıkardı. Sonraki yıllarda ise "Halkevleri" dergisini yayımladı, derginin genel yayın yönetmenliğini üstlendi.
1972 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesine asistan
olarak geçti, öğretim üyesi olarak görev yapmaya başladı. Aynı yerde 1978
yılında Genel Kamu Hukuku alanında doktorasını tamamladı. Doçentliğe yükseldiği 1984’te üniversitedeki görevinden
ayrılarak serbest avukatlığa başladı.
Bu dönemde 1972-1978
yılları arasında Halkevleri Atatürk
Enstitüsü Genel Sekreterliği görevini
üstlendi. 1974-1978 arasında Halkevleri Dergisi'nin genel yayın yönetmenliğini
yaptı. 1972-1978 arasında Halkevleri Atatürk Enstitüsü Genel Sekreterliğini,
1975-1977 yıllarında Halkevleri 2. Başkanlığını, 1974-1978 arasında UNESCO
Eğitim Komitesi sekreterliğini, 1976-1986 yılları arasında Sanat Kurumu
Başkanlığını yürüttü. Bu kurumun başkanı olarak
başkentte önemli kültürel etkinlikleri yerine getirdi.
1990 yılında arkadaşları ile beraber Atatürkçü Düşünce Derneği’ni kurdu ve önce kurucu genel sekreter, daha sonra da genel başkan yardımcısı olarak on yılı aşkın bir süre bu derneğin yönetiminde bulundu ve yurt düzeyinde örgütlenmesinde fiilen görev yaptı .Son yıllara kadar derneğin üst düzey yönetiminde etkin çalışmalarda bulundu .
1980’li yıllarda üniversitelerde YÖK düzenine geçilirken üniversiteden ayrılmak zorunda kalmıştı.1985 yılında dışarıdan sınava girerek Genel Kamu Hukuku alanında doçentlik unvanını kazandı. On yıllık avukatlık döneminden sonra 1990 yılı başında Danıştay kararı ile üniversiteye dönerek Genel Kamu Hukuku dalında Profesör oldu. Bu yıldan sonra yoğun öğretim programları yürüterek, üniversitede Genel Kamu Hukuku ,İnsan Hakları, Siyaset Bilimi, Devlet ve Jeopolitik, Atatürk ilkeleri ve Cumhuriyet tarihi alanlarında çeyrek yüzyıla yaklaşan bir süreçte dersler verdi . Ankara Hukuk Fakültesinin yanı sıra on yıla yakın bir süre Gazi Üniversitesi Hukuku Fakültesinde de Genel Kamu Hukuku dersleri verdi .
1992-1996 yılları arasında Kültür Bakanlığı danışmanı olarak görev yaptı. Aynı süre içinde Birleşmiş Milletlere bağlı olan WIPO isimli uluslararası düşünce hakları kurumunda Türkiye delegesi olarak görev yaptı. Uluslararası alanda telif haklarının geliştirilmesi ile ilgili çeşitli toplantılarda Türkiye’yi temsil etti .
1997-2000 yılları arasında Başbakanlık çatısı altında İnsan haklarından sorumlu devlet bakanlığı danışmanı olarak görev yaptı .İnsan hakları yüksek kurulunun oluşumunda ve Başbakanlık çatısı altında insan hakları ile ilgili birimlerin kurulmasında çeşitli görevler yaptı. Türkiye’nin insan hakları sorunlarının çözümü doğrultusunda çeşitli raporlar ve tasarılar hazırladı. Uluslararası insan hakları konferanslarında Türkiye Cumhuriyetini delege olarak temsil etti.
1990 yılında bir grup Türkoloji ve Hungaroloji uzmanı ile birlikte Türk-Macar Dostluk Derneği’ni kurdu. Yirmi yılı aşkın bir süredir bu derneğin başkanı olarak Türkoloji’nin halen merkezi konumundaki Macaristan ile Türkiye’nin ilişkilerinin geliştirilebilmesi için çeşitli ortak çalışmalarda bulundu.
Prof. Dr. Anıl Çeçen, halen Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Genel Kamu Hukuku anabilim dalı başkanı ve gene aynı fakültenin Kamu Hukuku bölümü başkanı olarak görev yapmakta; lisans eğitimi çalışmalarının yanı sıra geleceğin öğretim üyelerini yetiştirebilme doğrultusunda lisansüstü çalışmalara da ağırlık vermektedir .
2000’li yıllarda başkent Ankara’da Türkiye’nin ilk ulusal düşünce kuruluşu olan
Avrasya Stratejik Araştırmalar Kurumunun
kurucusu oldu ve beş yıl süre ile bu kurumun yönetiminde görev aldı. Aynı kuruluşun
çıkardığı Avrasya Dosyası dergisinin yazı kurulu üyeliğinin yanında Türk
Hukuk Kurumu, Sanat Kurumu, Türk Devrim Kurumu, Atatürkçü Düşünce Derneği,
Halkevleri, Dil Derneği, Edebiyatçılar Derneği üyeleri arasında yer aldı.
Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi
Enstitüsünde (TODAİE) 25 yıl süre ile yönetim kurulu üyesi olarak görev yapan
Prof. Dr. Anıl Çeçen'in hukuk,
siyasal bilgiler, siyaset bilimi, jeopolitik ve stratejik
konularda ile
kültürel konularda Adım (1960-70), Halkevleri (1971-78), Ulus
(1969), Barış (1971), Yeni Ulus (1972), Yeni Halkçı
(1973), Akis (1986), Yenigün, Güneş (1988-89), Ayyıldız,
Sosyal Demokrat (1990), Avrasya Dosyası, Stratejik Analiz , Jeopolitik, 2023, Müdafai Hukuk, Düşün Yazıları, Yankı gibi aylık dergilerde düzenli olarak üç yüzden fazla makalesi yayımlandı.
Ayrıca haftalık yayınlanan ULUS
gazetesinde beş yıl süre ile
siyasal konularda makaleler yayımladı. Halen kemalistyaklasim.info
isimli internet sitesinde beş yüzü aşkın
makalesi yayınlanmaktadır. Genel Kamu Hukuku, siyaset bilimi ,
Atatürk,cumhuriyet tarihi ,jeopolitik,ve strateji alanlarında otuza yakın kitabı yayınlanmıştır.
ESERLERİ:
Sendikalizm (1970), Türkiye’de Sendikacılık (1973), Adalet Kavramı (1981), Sosyal Demokrasi (1984), Tarihte Türk Devletleri (1986), Düşünce Hukuku (derleme, 1995), Düşünce Hukuku Fikir ve Sanat Eserleri Mevzuatı Sinema ve Video Eserleri Mevzuatı Sözleşmeler (1995), Atatürk ve Cumhuriyet (1995), Kültür ve Politika (1996), Ulusal Sol (1997), Kemalizm (1998, yeni bas. 2006), Atatürk ve Avrasya (1999), İnsan Hakları Rehberi (1999), Atatürk'ün Kültür Kurumu Halkevleri (2000), İnsan Hakları (2000), Türkiye Cumhuriyeti Ulus Devleti (2001), Çeçenistan Dosyası (2002), Türkiye Cumhuriyeti Ulus Devleti (2002), Ulusal Sol (2005), Kıbrıs Çıkmazı (2005), Türkiye ve Avrasya (2006), Türk Devletleri (2006), Türkiye'nin B Planı (2007), Kıbrıs Çıkmazı (2008), Türkiye’nin Avrupa Macerası (2008), Güncel Kemalizm (2009), ADD’nin Kitabı (2010), Günümüzde Atatürkçülük (2013), Türkiye’nin Birliği (2013), Türkiye ve Balkanlar (2015), Kapitokrasi (2015), Türkiye’nin Konumu (2015), Ankara Savunması (2017).
KAYNAKÇA: İhsan Işık / Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia
of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve
Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) - Ünlü Fikir ve Kültür
Adamları (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 3, 2013) - Encyclopedia of
Turkey’s Famous People (2013).
TEK TÜRKİYE, ANCAK KEMALİZM İLE MÜMKÜNDÜR
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Soru-1- Neden son zamanlarda
TEK VATAN ya da TEK TÜRKİYE kavramı öne çıkıyor?
Cevap-1-Son yıllarda yapılan seçimlerde ortaya çıkan bir slogan olarak TEK VATAN ya da TEK TÜRKİYE kavramı kamu oyunda öne çıkmaya başladı. Bugünün siyasetinin önde gelenleri konuşmalarını yaparken, ellerini havaya kaldırarak sırasıyla parmaklarını sayarken, tek vatan, tek devlet, tek millet ve tek bayrak diye bir sıralamayı halkın gözü önünde yeni bir slogan haline getirmektedirler. Ne var ki, uygulamada iş tamamen farklı bir çizgide tek lidere doğru gitmekte ve halk bu kavramlar ile uğraşırken, tek lider çıkmazına Türk siyaseti saplanıp kalmaktadır. Çağdaş demokrasilerde olmadığı gibi bir tek lider hegemonyası öne çıkartılırken, arkasından tek parti rejimi gündeme gelmekte Türkiye cumhuriyeti devletin kuruluş döneminde olduğu gibi yeniden bir tek partili yapıya doğru sürüklenmekte ve bunun sonucunda da anayasaya göre ulus devlet olması gereken Türk devleti, parti devleti görünümü kazanmaktadır. Bu durumda, ülkenin birliği ve bütünlüğü doğrultusunda geliştirilen tek vatan ya da tek devlet yaklaşımlarının yerini tek parti ve tek lider olgusu almaktadır. Böylesine farklı bir durumun ortaya çıkması da Türkiye’de rejim tartışmalarına yol açmakta ve tek lider oluşumu yüzünden demokrasi yerine diktatörlük sorunu etkinlik kazanmaktadır. Kuruluş modeli olarak tek devlet ve vatan üzerine yapılandırılmış olan Türkiye Cumhuriyetinin, tek parti ve tek lider çıkmazına sürüklenmesi tümüyle ters bir sonuç ortaya çıkarmıştır. Çağdaş cumhuriyet rejimi altında gelişmiş bir demokrasi arayışı içinde bulunan halk kitlelerinin, aranılanın tersi bir otoriter tablo ile karşı karşıya kalması ülkemizde demokratik gelecek açısından karamsar bir ortam yaratmıştır.
Soru-2- Tek vatan arayışı, Tek
Türkiye olgusu ile birlikte nasıl açıklanabilir?
Cevap-2- Türkiye Cumhuriyeti kuruluşu gereği üniter bir devlet statüsüne sahip bulunmaktadır. Batı dillerinde yer almış bir Latin kavramı olan üniterlik sözlük anlamı olarak teklik ya da tekillik olarak anlaşılmaktadır. Üniter devlet denildiği zaman Türklerin ülkesinde tek bir devlet olduğu ve bu devletin ülke sınırları içerisinde bir başka devlete izin verilemeyeceği ifade edilmeye çalışılmaktadır. Türklerin durumu diğer milletler ile karşılaştırıldığı zaman ayrı bir durum göstermektedir. Çünkü çok geniş bir coğrafyaya yayılmış bulunan bir Türk dünyası tarihsel bir gerçeklik olarak vardır ama Misakı Milli sınırları içerisinde Türklerin tek bir vatanı vardır o da Türkiye’dir. Türk devletinin kuruluşu Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılmasıyla gerçekleştirilmiştir. Devletin kurucu başkanı Atatürk, Meclisi açış konuşmasında Pan-Türkizm ya da Pan-İslamizim yapılmayacağını, yeni devletin ilan edilen ulusal sınırları içerisinde ülkede barış düzenini tesis edeceğini, böylece bir barış ve güvenlik devleti olarak tarih sahnesine çıkan Türkiye Cumhuriyetinin aynı zamanda dünyada barışı kurmak üzere sınırların ötesine giden her türlü emperyalist politikadan vazgeçeceğini, Osmanlı İmparatorluğu döneminde olduğu gibi Türkiye Cumhuriyetinin sınırlarının ötesinde hiçbir biçimde siyasal macera aramayacağını, uluslararası kamuoyuna bir kesin bir söz olarak açıklamıştır. Bu doğrultuda, yirminci yüzyılı bir barış düzeni içerisinde geride bırakan Türk devleti, içinde bulunduğu merkezi coğrafyanın geleceğine yönelik yeni emperyalist projeler yüzünden hem tek vatanı hem de tek devletini kaybetmek riski ile karşı karşıya gelmiştir. Kuzey ve Orta Asya’da yer alan Türk dünyasında milyonlarca Türk asıllı insan yaşamaktadır ama Türk devleti ulusal sınırları ile bağlı kalarak hiçbir biçimde irredantist bir politikaya yönelmemiştir. Vatanın bağımsızlığı için verilen ulusal kurtuluş savaşı sonrasında Türk ulusu milli sınırları ile yetinerek ayakta kalmıştır.
Soru-3- Neden içinde bulunulan geçiş döneminde TEK VATAN sorunu öne
çıkmıştır?
Cevap-3- Birinci dünya savaşı ile imparatorluklar parçalandığı için ulus devletler tarih sahnesine çıkmıştır. Bu nedenle yirminci yüzyıl bir ulus devletler çağı olmuştur. Savaş sonrasında gündeme gelen iki kutuplu dünyada aynı zamanda bir soğuk savaş düzeni ortaya çıkarken, savaş sonrasının ulus devletleri böylesine hassas bir dengede varlıklarını koruyabilmişlerdir. Ne var ki, sosyalist sistemin dağılması üzerine gündeme gelen tek merkezli kutuplaşma bütün dünyaya küresel sermayenin başında bulunduğu bir yeni emperyalizmi dayatınca, ulus devletler küresel sermayenin temsilcisi olan tekelci şirketler aracılığı ile tasfiye edilmeye başlanmıştır. Böylesine bir süreç sonunda bütün ulus devletlerin sahip olduğu ulusal ve üniter yapılar aşınmaya başlamış ve zamanla çöküş ile dağılma olguları kaçınılmaz bir biçimde öne çıkmıştır. Ulus devletlerin bağımsızlığı ile ulusal vatanlarına sahip olma şansını yakalayan dünya ulusları yeni dönemde uluslararası tekelci şirketlerin hegemonyası doğrultusunda büyük bir saldırı rüzgarına muhatap olurlarken, aynı zamanda vatanlarını da kaybetme riski ile karşılaşmışlardır. Sınırsız sermaye ile hareket eden küresel şirketler dünyanın her yerini satın alarak ele geçirirken, ulus devletlerin milli sınırları içerisindeki vatanlarına da el koyma aşamasına gelmişlerdir. Bu yüzden küreselleşmeye açık davranan ulus devletler çeyrek asırlık bir zaman dilimi sonrasında vatanlarını kaybetme durumu ile karşı karşıya kalmışlardır. Bu nedenle, küresel emperyalizme karşı ulusların yeni bir anti-emperyalist savaş vererek vatanlarını kurtarma aşamasına gelinmiştir. Türk siyasetinde tek vatan ve tek devlet sloganlarının yükselmesinin arkasında böylesine bir konjonktürel bir durum vardır. Siyaset kadroları da bu doğrultuda seçimlere girerken ya da halk oylamaları sırasında ulusal bağımsızlığı yansıtan tek vatan ve tek devlet kavramlarını dile getirerek, küresel güçlerin emperyal müdahalelerine karşı halkın ulusal tepkilerini destekleyerek haklılık kazandırmak istemişlerdir.
Soru-4- Tek vatan konusu her yönü ile tartışılırken,neden tek devlet
konusu da gündeme gelmiştir?
Cevap-4- Teorik olarak vatan ve devlet kavramları birbirinden ayrı olmasına rağmen uygulamada ikisi bir bütün teşkil ettiği için, tek vatan ile birlikte tek devlet konusu da tartışma alanına gelmiştir. Vatan ile devlet kavramları ayrı bilim dallarının inceleme konusu olmasına rağmen, uygulamadaki birliktelikleri tek vatan ile beraber tek devlet arzusunu da tartışma alanına getirmiştir. Vatan konusu coğrafya ve jeopolitik bilimlerinin inceleme alanında olmasına rağmen, devlet sorunu da hukuk ve siyasal bilimin sınırları içerisinde ele alınmaktadır. Ne var ki, devletsiz vatanın olamayacağı gibi vatansız devlet de olamaz. Bu durumun bir istisnası olarak çağımızın sorunu olan Filistin meselesi İsrail meselesinin bir yansıması olarak öne çıkmıştır. İsrail iki bin yıl önce Romalıların Yahudileri kovması yüzünden kaybettikleri devletlerini, yirminci yüzyılda tekrar aynı topraklar üzerinde kurmaya kalkışınca Filistinlilerin vatanını işgal ederek onların gerçek bir devlete sahip olma hakkını ortadan kaldırmışlardır. Bu yüzden Filistinliler devletlerini kurmalarına rağmen vatanlarını ellerinden kaçırdıkları için tam anlamıyla bir devlet düzenine kavuşmakta zorlanmaktadırlar. Genel Kamu Hukuku bilim dalının getirdiği açıklamalar doğrultusunda, her devletin ülke ya da vatan,nüfus ya da toplum ile birlikte egemenlik olmak üzere üç tane esaslı unsuru vardır. Bu doğrultuda, devletler ülkelerini milli sınırlar ile çevirerek kendi yurttaşlarına bir vatan kazandırırken, dünyanın herhangi bir bölgesinde ya da kara parçasında kendi kendini yönetme gücünü kazanmış olan topluluklar da egemenliklerinin sınırını, sahip oldukları siyasal gücün etkisi ile belirledikleri aşamada devletlerini kurdukları anda aynı zamanda kendi vatanlarını da kazanmış olmaktadırlar. Yirminci yüzyılın ulus devletleri bu doğrultuda dünya haritası üzerinde kendi vatanlarını elde ettikleri için, bugünün küresel emperyalizm çağında kendilerini savunurken aynı zamanda vatan savunmasını da birlikte yapmak zorunda kalmaktadırlar.
Soru -5- Tek vatan olgusu,
Türkiye’nin özel koşullarında ne ifade etmektedir?
Cevap-5- Tek vatan Türkiye Cumhuriyeti açısından ulusal kurtuluş savaşı ile ilan edilmiş ve Lozan Antlaşması ile kazanılmış olan Misakı Milli sınırları içinde kalan toprak parçasının bütününü ifade etmektedir. Yirminci yüzyılın soğuk savaş ortamının durağanlığında pek de fazla önemsenmeyen bu konu, ABD dışişleri bakanının merkezi coğrafyada 22 devletin sınırlarının değişeceğini söylemesi ile birlikte fazlasıyla önem kazanmıştır. Bu nedenle, ulus devletler milli sınırlarını korumaya öncelik vererek, sınırlar içinde yer alan vatan savunmasına yeniden girmek zorunda kalmışlardır. Türk devleti de emperyalizmin bölge devletlerini parçalaması gerçeği karşısında, tek vatan ile birlikte tek devlet kavramını birlikte savunmak zorunda kalmıştır. Yıkılan bir imparatorluğun merkezi alanlarını milli sınırlar içerisinde birleştiren Kuvayı Milliye hareketi, bu yüzden bir asır sonra yeniden güncellik kazanmakta, devlet ve vatan ile birlikte tek millet ve tek bayrak da savunma alanına girmiştir. Türkiye sahip olduğu coğrafi koşullar nedeniyle üç kıta ortasında bir merkezi alanı kendisi için vatan haline getiren Misakı Milli sınırlarını kabul ederek tarih sahnesine çıkmıştır. Trakya gibi Avrupa parçası olan bir kara alanı ile, Anadolu gibi bir Asya yarımadası tamamen jeopolitik koşulların zorlaması yüzünden aynı milli sınırların içinde yer almıştır. Üç büyük yarımada üzerine kurulu bulunan Osmanlı İmparatorluğu tarih sahnesinden çekilince Balkanlar’da geride kalan Trakya toprakları Küçük Asya denilen Anadolu yarımadası ile birlikte düşünülerek merkezi bir devlet konumunda Türkiye Cumhuriyetinin haritası belirlenmiştir. Rusya Federasyonu gibi bir dev ülkenin merkezi alanı işgal etmesinin önlenmesi doğrultusunda güneyde güçlü bir tampon devlet gerektiği için Türkiye bugünkü sınırlarına sahip olabilmiştir.
Soru-6- Türkiye’nin Misakı Milli sınırları ile belirlenmiş olan topraklarının
tek vatan olarak belirlenmesi, nasıl mümkün olabilmiştir.
Cevap-6-Bu sorunun cevabı tek kelime ile Kemalizm’dir. Kurucu önderin ortaya koymuş olduğu devlet modeli, Kemalizm olarak açıklandığı için Kemalist yapılanma bugün de devam etmektedir. Kemalizm, bir devlet modeli olarak jeopolitik koşulların dikkate alınması ile oluşturulmuş bir sistemdir. Bir imparatorluk düzeninden ulus devlet yapılanmasına gidilirken, Kemalizm bir eklektik sistem ve bir tarihsel zorunluluğun yansıması olarak güncellik kazanmıştır. Kemalizm,Türkiye cumhuriyetinin anayasal ilkeleri olarak kabul edilen altı ana ilkenin birleşmesi ile uygulama alanına girmiştir. Altı ilke olarak milliyetçilik, cumhuriyetçilik, laiklik, devletçilik, halkçılık ve devrimcilik ilkeleri bütünsel çerçevede savunulmuştur. Bu altı ilkenin ilk üçü Fransız devriminden diğer üçü ise Sovyet devriminden gelen ilkeler olarak ele alınmış ve Türkiye potası içinde birleştirilerek üç dünya arasında merkezi bir devlet modeli kurulmuştur. Batı dünyası ile birlikte Sovyet ve İslam dünyaları aynı dönemde birlikte var olurken, Kemalist model doğrultusunda üç dünyanın dışında yeni bir merkezi yapı olarak Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Fransız ve Sovyet devrimlerinin getirdiklerinden yararlanırken, üç ayrı dünyanın kesiştiği noktada ve dünyanın jeopolitik merkezinde hiçbir başka modele benzemeyen siyasal yapılanma Atatürk’ün kurucu önderliğinde gerçekleştirilmiştir. Üç kıta ile birlikte üç yarımadanın da birleştiği merkezi bölgenin özelliklerine göre gerçekçi bir yapılanmaya gidilirken, Kemalist model de güçlü bir ulusal, üniter ve merkezi devlet oluşumu başarılabilmiştir. Bu topraklar üzerinde Kemalist modeli ile var olan Türkiye cumhuriyeti gene aynı model sayesinde ayakta kalarak yirminci yüzyılda yoluna devam edebilmiştir.
Soru-7- Son seçimler ve
referandumlarda ortaya çıkan üç Türkiye haritası, tek vatan ve tek devlet
ilkeleri ileTürkiye’nin geleceği açısından nasıl değerlendirilebilir?
Cevap-7- Türkiye’de yapılan genel seçimler ve referandumlar sonucunda üçe bölünmüş Türkiye haritasının çıkmasının nedeni, Türkiye’yi son dönemlerde yöneten iktidarların devletin kuruluş modelini ihmal ederek ülkeyi yönetmeye kalkmalarıdır. Var olan jeopolitik koşulların zorunlu sonucu olan kuruluş modelinin, batı emperyalizminin merkezi coğrafya için hazırladığı siyasal projelere alet olarak ihmal edilmesinin sonucunda, seçimlerde sürekli olarak üçe bölünmüş Türkiye haritası çıkmaktadır. Meclis başkanı çıkıp laiklik kaldırılmalıdır dediği bir ortamda ülkede var olan farklı din anlayışlarının mensuplarının harekete geçtiği ve Trakya ile Anadolu’nun batı kesimlerine yönelerek, orta Anadolu’da giderek öne çıkmaya başlayan İslam devleti yapılanmasına sırtlarını döndükleri göze çarpmaktadır. Bizans ve Osmanlı döneminden kalma Gayrimüslimler, Ermeniler, Yahudiler, Rumlar ve ateistler Osmanlı yıkılırken bu ülkeyi nasıl terk ettilerse, benzeri bir yurt dışına gitme hareketine bugün de yönelmektedirler. Son yıllarda ülke değiştiren, yurt dışında gayrimenkul alan ve yatırım yapan Türk vatandaşlarının sayıları giderek artmaktadır. Üçe bölünmüş Türkiye haritasında Doğu Anadolu’da başka bir ulus devlet oluşumu öne çıkarken, ülkenin Arabistan gibi bir İslam devletine dönüşümü sürecinde de gayrimüslimlerin tepki göstererek iç ya da dış göçlere katıldıkları, sandıklar açılınca ortaya çıkan seçim sonuçları ile daha anlaşılır bir duruma gelmiştir. Seçimlerin getirdiği üçe bölünmüş Türkiye haritasında devleti kuran parti Batı Anadolu'nun sahil zenginleri partisine dönüşmüştür. Orta Anadolu'nun Türkçü partisi ise bu bölgede İslam kimliğinin öne çıkması ile Batı Anadolu’ya doğru bir taban kayması yaşamıştır. Bir anlamda Doğu Anadolu’da gündeme getirilen bir başka ulus devlete taban kazandırma girişimleri sonucunda milliyetçi parti Batı Anadolu partisi konumuna gelmiştir.Doğu bölgesinde ise etnik ayrılıkçı yeni bir ulusçu parti ortaya çıkmıştır.
Atatürk, kurucu önder olarak Türkiye’nin jeopolitik koşullarını iyi bildiği için, bir milli devlet kurarken içe dönük milliyetçiliğin toplumu bölmemesi için aynı zamanda halkçılık ilkesini de kabul ederek ve Halkevlerini bu doğrultuda kurarak halkçılık anlayışı çizgisinde toplumu bütünleştirmeye öncelik vererek, Doğu Anadolu topraklarında devletin ulusal kimliği dışında bir başka ulus devletin kuruluşunu önlemeye çalışmıştır. Aynı zamanda Osmanlı döneminde ülkenin batı kıyılarında yer alan ve ekonomi ile ticareti yönlendiren lövanten unsurlar ile Yahudi, Ermeni, Rumlar ve Süryanilerden oluşan gayrimüslim unsurlardan oluşan İslam dışı toplumları da dikkate alarak laik devlet yapılanması ile Fransız devrimi doğrultusunda bir batı tipi devlet modelini, Küçük Asya toprakları üzerinde gerçekleştirmeye çalışmıştır. Atatürk cumhuriyetinin temel ilkeleri olan altı ana ilkeyi iç ve dış jeopolitik koşulları dikkate alarak belirlerken, Türkiye Cumhuriyetinin kurucu irade ve model doğrultusunda yüz yıl ayakta kalmasını sağlamıştır. Şimdi dünya yeni bir yapılanma dönemine girerken emperyal projeler Türkiye’nin kuruluş modelini devre dışı bıraktığı için yeniden Doğu Anadolu’da başka ulus devlet oluşumları gündeme getirilmekte, meclis başkanı laikliğe karşı çıkarken, gayrimüslim toplum kesimleri de yeniden Batı Anadolu topraklarında İyonya, Marmara ya da Trakya Cumhuriyetleri kurma girişimlerine yönelmektedirler. Ayrıca İstanbul’un yeniden Vatikan destekli yeni Bizans ya da Konstantinapolis’e dönüştürülmesi girişimleri de, batı emperyalizminin ana hedeflerinden birisi olarak öne çıkmaktadır. Türk halkı seçim sonucunda ortaya çıkan üç Türkiye haritasının bu doğrultuda bölünme ve dağılma sinyalleri verdiğini görmektedir. Yüz yıl önce de bu koşullar varken, merkezde büyük bir ulus devlet kuran Kemalizm bu nedenle yeniden güncellik kazanmıştır. Artık Türkiye yeniden Kemalist modele dönmek zorundadır. Kemalizm ile dünya sahnesine çıkan ve yirminci yüzyılı geride bırakan Türkiye Cumhuriyeti, yirmi birinci yüzyılda yoluna devam edebilmek için yeniden Kemalizm’e dönerek ilelebet payidar olabilecektir.
KAYNAK: Anayurt Gazetesi, Ankara Kalesi 23.6.2017.
SURİYE BÖLÜNÜRSE TÜRKİYE DE BÖLÜNÜR
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
S-1- ABD’nin geçen hafta yaptığı
Suriye saldırısını nasıl karşılıyorsunuz.?
C-1- Bu saldırı yeni seçilen başkan TRUMP’ın bir gövde gösterisi olarak görülebilir. Biliyorsunuz daha TRUMP seçimden sonra üç ay içinde kendi yönetimini oluşturması için ataması gereken 3 bin kişilik kamu kurumlarının başına gelecek kadrosunu kuramadı. Küresel sermayenin önde gelen temsilcileri ABD’deki lobileri aracılığı ile ABD yönetimini etkileyerek kendi çıkar düzenleri doğrultusunda bu süper devleti yönlendirmeye kalkışıyorlar. O yüzden TRUMP’ın atamış olduğu bir çok yeni yönetici ya istifa etmek zorunda kaldı ya da göreve başlamaları engellendi. Üç aydır bir kaos yaşayan Amerikan başkentinden karar çıkmıyordu. Suriye saldırısı ile ilgili vur emri bu karışık ortamdan çıkan ilk önemli karar olarak değerlendirilmelidir. TRUMP bu emri ile oturması önlenmeye çalışılan başkanlık koltuğuna oturmuştur. Kavgacı ve saldırgan bir kişiliğe sahip bulunan yeni başkan, ilk kararı olan vur emri ile önümüzdeki dönemi bir savaş dönemi olarak belirlemiştir.
S-2- OBAMA neden böyle bir emir vererek Suriye’ye saldırmadı?
C-2- OBAMA Amerikan devletinin yetiştirmiş olduğu bir kamu görevlisi idi. Bu doğrultuda hep Amerikan devletinin çıkarlarına öncelik veren bir politika uyguladı. Bu nedenle, BUSH döneminde İsrail güvenliği için Körfez savaşına ABD’nin çok fazla angaje olmasını dikkate alarak, ABD’yi yeni bir Orta Doğu savaşından uzak tutmaya başladı. Ayrıca Hrıstiyanlığın kutsal topraklarının bulunduğu Suriye devletinin ülkesine VATİKAN’ın uyarılarını dikkate alarak hiçbir zaman askeri birlik göndermedi. Böylece dünya barışına küreselleşme döneminde önemli katkılar sağladı. Daha önceki dönemde baba-oğul BUSH’ları kullanan savaş lobileri ve Siyonist gruplar OBAMA’yı etkileyemeyince, merkezi coğrafyadaki savaşı yeni kurdukları terör örgütleri üzerinden yürütmeye çalışmışlardır. Küresel sermayenin Siyonistler ile işbirliği yaparak oluşturmaya çalıştığı üçüncü dünya savaşının başlaması için yapılan baskılara, OBAMA bir devlet görevlisi başkan olarak sürekli olarak karşı çıkmış ve önce Rusya başkanı Putin ile daha sonraları da İran’ın yeni seçilmiş olan başkanı Ruhani ile diyalog kurarak, bölgedeki dıştan destekli terörün bir büyük savaşa dönüşümünü engellemiştir. Bu yüzden OBAMA savaş isteyen Siyonist lobilerin sürekli tehdidi altında çalışmıştır. Kennedy gibi bir komplo riski ile karşı karşıya kalmasına rağmen ABD ordusunu savaşa sokmayarak barışa yardımcı olmuştur.
S-3-TRUMP ile OBAMA arasında ne gibi farklar görüyorsunuz. ABD politikası bu aşamadan sonra nasıl gelişmeler gösterebilir.?
C-3- OBAMA bir eski devlet görevlisi ve HARWARD üniversitesi mezunu bir hukukçu idi. TRUMP ise mahalle aralarındaki kavgalardan, piyasa çekişmelerinden ve vahşi kapitalizmin kaosundan çıkan bir kavgacı başkan olarak görünmektedir. Bu kavgalar sonrasında zenginliği yakalayan bir süper zengin olarak, yüzden fazla ülkede yaptırmış olduğu TRUMP TOWER isimli yüksek kuleler aracılığı ile en büyük zengin olarak kendini göstermeğe çalışırken, ABD başkanlığına talip olarak göreve gelmiştir. Son ABD seçimlerini cumhuriyetçiler ya da demokratlardan hiç birisi kazanamamıştır. Seçimlere girerken iki büyük güvenlik örgütü karşı karşıya kalmış, CİA dış istihbarat olarak küresel sermaye ile çalışırken, FBI da iç istihbarat olarak Amerikan devletinin kurumları ile çalışmış ve sermayenin içinden çıkan bir iş adamını, Amerikan devleti küresel sermayenin baskılarını önlemek üzere devlet başkanlığı makamına getirmiştir. Küresel sermayenin adayı Clinton seçimleri kaybederken, ABD devletinin adayı olan TRUMP, FBI organizasyonu ile devletin başına gelmiştir. TRUMP bu yüzden seçim öncesi ve sonrasında sürekli olarak CİA ile kavga etmek zorunda kalmış ama başkan seçilince de ilk olarak CİA merkezine giderek barışmaya çalışmıştır. Ne var ki, küresel sermaye ve Siyonist lobiler ABD’yi sürekli olarak kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya alıştıkları için gene eskisi gibi manevraya kalkışmışlar ama TRUMP ve FBI'ın tepkileri ile karşılaşmışlardır. Amerikan devleti OBAMA'nın barışçı politikalarını sürdürmeye çalışırken, savaş isteyen küresel sermaye ve Siyonist lobilerin baskıları giderek artmaya başlamış ve bu yüzden yeni başkan kendi yönetimini daha tam olarak kuramamıştır. Olaylar yeni başkanı savaşa doğru sürüklerken, OBAMA’nın barış arayan politikalarından uzaklaşma başlamış ve Siyonizmin yükselttiği Armegeddon dalgaları doğrultusunda, TRUMP Suriye’nin vurulması emrini vermiştir. Böylece Orta Doğu savaşa mahkum edilmiştir.
S-4-Saldırı öncesinde olaylar nasıl gelişmiştir?
C-4- Emperyalist bütün devletler bir ülkeye saldırmadan önce o ülkenin iç işlerine karışarak ortalığı önce karıştırırlar daha sonra da müdahale ederler. Müdahale ederken de kendi yaptıkları gizli karışıklıkları gerekçe olarak gösterirler. İsrail’in nükleer yalanları ile Amerikan ordusu Irak’a girmiştir. Şimdi de benzeri senaryolar ile İran’a yönelik bir askeri saldırı hazırlanmaktadır. Bu aşamada, Suriye’deki olaylar tırmandırılmaktadır. ABD seçimleri nedeniyle durgunluk geçiren Orta Doğu’da yeni bir hareketlenme için TRUMP’a vur emri verdirilmiş ve bölge yeniden sıcak çatışmalara doğru sürüklenmiştir. Suriye’de savaş devam ederken, hiçbir yönetimin kimyasal saldırı yapması mümkün değilken, ABD’yi yeniden savaşa sürüklemek isteyen lobilerin komploları ile bir kimyasal saldırı olayı düzenlenerek, füze saldırısı için elverişli bir ortam yaratılmış ve böylece TRUMP döneminin ilk uygulaması olarak saldırı gerçekleştirilmiştir. Irak’da başlayan ve bu aşamada Suriye’de devam eden savaşı kutsal bir savaş olarak nitelendiren din çevreleri de, Suriye savaşının giderek Armegeddon adı verilen bir kıyamet senaryosuna dönüştürülmesi amacıyla savaşın içinde yer alan terör örgütlerini çatışmaları artırma doğrultusunda yönlendirmişlerdir. Özellikle bir vekalet savaşını tırmandırabilmek üzere batılı ülkelerin kurarak sahaya sürdüğü terör örgütlerinin, ABD saldırısı öncesinde yeni karışıklıklar yaratarak, emperyal müdahaleye zemin hazırladıkları görülmüştür. Büyük devletler de bu karışıklıklardan kendi çıkarları doğrultusunda yararlanmaya çalışmışlardır.
S-5- ABD saldırısı uluslararası
konjonktürde ne gibi yansımalar yaratmıştır.?
C-5- ABD saldırısı öncesinde herkes Amerikan başkentindeki karışıklıkla uğraşırken, Avrupa kıtasındaki önemli gelişmeler dünya ortamını fazlasıyla etkiliyordu. Fransa başkanlığına hazırlanan milliyetçi Le Pen’in seçimlerde destek için Rusya’ya gitmesi sonrasında, Petersburg’da bir terör olayının doğmasını uzman kuruluşlar ABD’nin Putin’e tepkisi olarak görürken, aynı hafta içinde İsveç’in başkenti Stockholm kentinde meydana gelen terör olayını da, İsveç merkezli bir Baltık Birliği oluşumunu, Almanya ve Rusya’ya karşı destekleyen Amerika’ya karşı Rusya’nın tepkisi olarak, belirli merkezler gördüklerini açıklamışlardır. OBAMA döneminde Orta Doğu bölgesinde başlatılmış olan ABD - Rusya işbirliğinin savaş lobilerinin devreye girmesi üzerine bozulduğu ortaya çıkınca, ABD ile Rusya arasında uluslararası konjonktürdeki olayları birbirlerine karşı kullanma dönemine girilmiştir. İsrail’in bütün kışkırtmalarına rağmen Orta Doğu’da şimdiye kadar bir büyük üçüncü dünya savaşının çıkmaması, geride kalmış olan iki büyük dünya savaşından hem Rusya’nın hem de ABD’nin gereken dersleri almış olmasıdır. ABD - Rusya arasında gerginliğin öne çıkmış olması dünyayı yeni bir soğuk savaş ortamına sürükleyebilir ve bu yüzden uluslararası alanda yeni bir baskı dönemi ile insanlık karşı karşıya kalabilir. Ayrıca geride kalmış olan bazı çatışmalar yeniden sıcak savaşa dönüşebilir.
S-6- Suriye’ye yapılan saldırı Türkiye’yi nasıl etkileyebilir?
C-6- Türkiye Cumhuriyeti diğer bölge ülkeleri ile birlikte Sovyetler Birliğinin dağılması sonrasında bir büyük batı saldırısı ile karşı karşıya kalmıştır. Dünya savaşları sonrasında merkeze gelen İngiltere ve ABD’nin destekleriyle kurulmuş olan İsrail’in, bütün orta dünyaya egemen olabilmesi için savaş süreci Irak sonrasında Suriye’de tırmandırılmaya çalışılırken, Kuzey Irak sonrasında ortaya bir de Kuzey Suriye yapılanması çıkartılmak istenmiştir. Kuzey Irak savaşı sırasında Türkiye de savaşa sokulmak istenmiş ama TBMM Türk ulusunun temsilcisi olarak bu girişime karşı çıkmıştır. Şimdi aynı oyun Suriye üzerinden gerçekleştirilmek istenirken, Türkiye gene bu savaşa da karşı çıkacaktır. Şimdiye kadar Suriye savaşı dışında kalmaya çalışan Türk devleti, Kuzey Irak petrol sahasını bir Kürt koridoru ile Akdeniz’e bağlamak isteyen batı emperyalizmine ve İsrail Siyonizmine alet olmamak için mücadele vermek durumundadır. Ne var ki, Kürt koridoru doğrultusunda Kuzey Irak’ta birbiri ardı sıra kantonlar Akdenize doğru dizilirken, ABD ve müttefikleri gene uçuşa yasak bölge ilan ederek Türkiye’nin kendi çıkarları doğrultusunda sınırlarını koruması önlenmeye çalışılmıştır. Irak benzeri bir duruma düşmemek isteyen Türkiye Cumhuriyeti, Kuzey Suriye üzerinden yürütülen saldırılara karşı hem kendini korumuş hem de Türk sınırlarını tehdit eden petrol koridorunu önlemek üzere Fırat Kalkanı harekatı düzenleyerek, bölgedeki saldırıları önleyici bir müdahalede bulunmuştur. Emperyalizme karşı savaşarak kurulmuş olan Türk devleti hiçbir zaman komşularına karşı emperyal bir saldırıda bulunmamış ama kendi sınırlarını Misakı Milli çizgisinde koruma konusunda her zaman hassas davranarak ülkenin birliği ve bütünlüğünü bugüne kadar sürdürmüştür.
S-7- Suriye olayları ve savaşı bundan sonra ne gibi gelişmeler gösterebilir ve Türkiye’yi nasıl
etkiler?
C-7- Suriye de tıpkı Irak gibi eski Osmanlı ülkesidir. Türkiye ise bu imparatorluğun merkezi alanıdır ve imparatorluğun çöküşünden sonra tarih sahnesine çıkan Türk milletinin ana vatanıdır. Türkler tıpkı Irak ve Suriyeliler gibi, öncelikle kendi vatanlarına sahip çıkmak durumundadırlar. Bir imparatorluk arazisinin ortasında kurulmuş olan bu üç devletin sınırları birbirlerinin sınırları ile çevrilerek güvence altına alınmıştır. Bu yüzden Irak ya da Suriye’nin bölünmesi aynı zamanda Türkiye’nin de bölünmesi anlamına gelecektir. Daha dün Kuzey Irak’ta uçuş yasağı ile güvenli bölgeye dönüştürülen yerde bugün bir Kürt devleti kurulmakta ve Türkiye’nin güneydoğu bölgesi ile birleştirilmek istenmektedir. Ayrıca aynı dönemde Suriye’nin kuzeyinde Kürt kantonları kurularak Kuzey Irak petrolü Akdeniz’e taşınmak istenmekte ve petrolün vanası da Hayfa limanında İsrail’in eline verilmeye çalışılmaktadır. İsrail Orta Doğu coğrafyasında küçük bir devlet olarak yoluna devam edemediği için kendisinin merkezinde yer alacağı ve Kudüs’ün başkent olacağı bir Büyük İsrail İmparatorluğunu ABD’nin taşeronluğu aracılığı kurmaya çalışmaktadır. ABD’deki Siyonist lobilerin desteği ile kurulan İsrail devleti bugün büyütülmek istenirken, Irak sonrasında Suriye savaşı ile yola devam edilmek istenmekte ve daha sonraki aşamada da bir mezhep çatışması yaratılarak, Türkiye ve İran devletleri de benzeri bir biçimde eyaletlere bölünerek ortadan kaldırılmak istenmektedir. Bu nedenle, Irak ya da Suriye’nin bölünmesi aynı zamanda Türkiye ve İran’ın da bölünmesi anlamına gelmektedir. Osmanlı devletini ortadan kaldıran Balkanizasyon, tıpkı Balkanlar’da olduğu gibi Türkiye üzerinden Orta Doğu’ya taşınmak istenmektedir. Irak’tan üç, Suriye’den beş, Türkiye’den on, İran’dan beş, Arabistan’dan üç, Mısır’dan iki, Libya’dan üç yeni devletçik eyaletler halinde koparılarak, Osmanlı hinterlandı üzerinde Orta Doğu Birleşik Devletleri adı altında, tıpkı Amerika Birleşik Devletleri gibi bir bölgesel devlet kurulmak istenmektedir. Batı ve İsrail’in çıkarları için oluşturulmak istenen bölgesel devlet nedeniyle bütün bölge ülkeleri parçalanma tehdidi ile karşı karşıyadır. Bu aşamada Suriye’nin bölünmesi aynı zamanda Türkiye’nin bölünmesidir. Bölge devletleri artık buna izin vermemelidir.
KAYNAK: Ankara Kalesi, Anayurt Gazetesi, 12.4.2017.
İNGİLTERE YENİ DÜNYA DEVLETİ KURUYOR.
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
S-1- İngiltere’nin Brexit kararı
alarak Avrupa Birliğinden çıkmasını nasıl
karşılıyorsunuz.
C-1- İngiltere Avrupa Birliğinin kurucu üyesi değildir. Almanya ve Fransa birlikteliği ile kurulmuş olan Avrupa Birliği, bu iki büyük devletin çevresinde yer alan küçük devletlerin bir araya getirilmesiyle 8’ler adı verilen Avrupa devletlerinin öncülüğünde kurulmuştur. 8 devletin öncülüğünde kurulmuş olan Avrupa Birliği bugün 28 devletin çatısı altında yer aldığı bir kıtasal devletler birliği yapılanmasına dönüşmüştür. İngiltere bu büyük birlikteliğe sonradan girmiş ama para sistemi ile birlikte ortak sınırlar uygulamasının dışında kalarak, Almanya ya da Fransa gibi iki ezeli rakibinin denetimi altına girmekten kaçınmıştır. Her zamanki gibi diğer devletlerden farklı bir tavır geliştirerek, kuruluşuna katılmadığı Avrupa Birliğine bir süre içine girerek gelişmeleri içeriden izlemiş ama bu birlikteliğin ekonomisi Alman kontroluna girince, kıtasal yönetimde ise Fransa öne geçince, İngiltere Avrupa’dan uzaklaşarak, gene eskisi gibi okyanuslara açılmayı ve denizler üzerinden oluşturduğu yeni dünya devleti oluşturma projesine öncelik tanıyarak, Brexit kararı ile Avrupa Birliğinden ayrılmıştır. Bu durum, yarım yüzyıllık Avrupa Birliği projesinin duraklamasına ve giderek bir iç tartışma sürecinin öne çıkmasına neden olmuştur.
S-2- Brexit kelimesi ne anlama
gelmektedir.
C-2-İki İngilizce kelimenin birleştirilmesiyle Brexit kavramı ortaya çıkmıştır. Kelimenin ilk yarısı İngiliz imparatorluğunun resmi adı olan Britanya kavramından gelmektedir. İngilizlerin elli beş ülkeyi bir çatı altında topladığı eski sömürge imparatorluğunun resmi adı olarak Britanya İmparatorluğu ismi kullanılmıştır. İkinci hece ise İngilizce de çıkış anlamına gelen “exit” kavramından alınmıştır. Böylece İngiltere’nin Avrupa Birliğinden ayrılmasının adı resmen Brexit kavramı ile ifade edilmeye başlanmıştır. Avrupa kıtasının dışında bir ada devleti olarak İngiltere, her zaman kendi kafasına göre takılmış ve kıtasal birliktelik içerisinde erimemek üzere, okyanuslar üzerinden bir büyük dünya imparatorluğunun hazırlayıcısı olmuştur. Avrupa kıtasının her zaman dışında kalan İngiltere, bir anlamda günümüzde dünyayı yönetmekte olan Atlantik insiyatifinin Amerika Birleşik Devletleri ile birlikte kurucusu olmuştur. İngiltere’nin para ve sınır birliği politikalarına karşı çıkarak ayrılma yoluna gitmesi, birlik içindeki politikalar yüzünden iflas etme noktasına gelen İtalya, Yunanistan, İspanya, Portekiz gibi Akdeniz ülkelerinin de ayrılmayı düşünmeye başladıkları görülmektedir. Özellikle tek para politikası yüzünden iflas aşamasına gelmiş olan Avrupa devletlerinin, İngiltere gibi ayrılarak gene eskisi gibi kendi ulusal paralarını basmak istemesi, tek kıta parası olarak yürürlüğe konulmuş olan Euro alanından bir an önce çıkma isteklerini öne çıkarmıştır. İtalya kendisi için tıpkı İngiltere gibi bir “İtexit" politikasını, alacağı ayrılma kararı ile önümüzdeki dönemde gündeme getirebilir. Le Pen daha iktidara gelmeden, şimdiden Fransa’daki milliyetçiler bir “Frexit “ kararını tartışmaya başlamışlardır. Bu açıdan “Brexit” için Avrupa Birliğinin sonu açıklamaları yapılmaktadır.
S-3-Türkiye açısından “Brexit" ne anlama gelmektedir. Brexit’ten
başlayarak bir “Trexit" çıkışı gündeme gelebilir mi?
C-3-Türkiye daha Avrupa Birliğine tam olarak girmediği için, bu birlikten İngiltere gibi ayrılması mümkün değildir. Türkiye Cumhuriyeti, yirminci yüzyılın ortalarında tam üyelik için başvurmasına rağmen bekleme odasında tutulmuş ve içeriye tam üye olarak girmesine izin verilmemiştir. Tam üyelik olmadığı için bir “Trexit" kararı uygulamasını gündeme getirmek pek mümkün görülmemektedir. Ne var ki, tam üyelik süreci devam ederken, Avrupa Birliği standartlarının görüşüldüğü müzakere süreci karşılıklı taraflarca sürdürülmekte ve Türkiye’nin Avrupa macerası bir türlü istenen çizgide sonuçlanamamaktadır. Türkiye için “Trexit “ uygulaması gerçekleşmemiş olan tam üyelik üzerinden değil ama halen devam etmekte olan aday üyelik süreci açısından gündeme gelmektedir. Bu aşamada hem Türkiye Cumhuriyeti hem de Avrupa Birliğinin, yarım yüzyıllık sonuçsuz kalan girişimleri dikkate alarak yeni politikalar geliştirmesi ve belki de bir “Trexit” kararı alarak, birbirini aldatma oyununa dönüşmüş olan, müzakere sürecini yeni komikliklerden kurtarmasında yarar bulunmaktadır. Brexit aşamasına gelmiş olan Avrupa Birliğinin üyelerinin beklentilerini karşılayamadığı bu aşamada, yeni “exit” yani çıkış kararları ile karşılaşması mümkündür. Türkiye Cumhuriyeti de İngiltere gibi yeniden bağımsız bir uluslararası statüye yönelerek kendisi için bu Brexit” kararından yararlanabilir. Brexit’ten Trexit’e geçişi Türkiye’nin düşünmesi gerekmektedir.
S-4-İngiltere Avrupa Birliğinden ayrılırken, nasıl bir alternatif yola
yönelmektedir?
C-4- Bu sorunun yanıtı tarihin derinliklerinde saklı bulunmaktadır. Rönesans ve Reform sonrasında Avrupa devletleri dünyaya açılırken, İngiltere en güçlü devlet olarak, beş kıta üzerinden bir dünya imparatorluğu oluşturmaya çalışmıştır. Bunun adını ortak refah anlamına gelen “Common wealth” kavramı ile ortaya koymaya çalışan İngiltere, Birleşmiş Milletler örgütünün kurulmasından sonra bütün eski sömürgelerini serbest bırakmış ve bu devletler dünya uluslar ailesi içinde kendilerine yer bulmaya yönelmişlerdir. Ne var ki, aynı İngiltere eski sömürgelerini bütünüyle özgür bırakmamış ve bu “Common wealth" örgütü çatısı altında hepsini toplayarak, geleceğin dünya devleti oluşumunun temellerini atmaya çalışmıştır. Bir anlamda, Britanya İmparatorluğu bütün eski İngiliz sömürgelerini ayrı devletler halinde böylesine bir oluşumun içerisine alırken, bir ortak yarar düzeninden yola çıkarak, hepsini kapsayıcı bir dünya devleti oluşumunun çatısı altında bir araya getirmiştir.
Avrupa Birliği dönemi, İngiltere’nin kendi dünya devleti projesine ara verilmesine neden olmuş ve Britanya İmparatorluğu Avrupa Birliği kararları doğrultusunda yolunda ilerlemiştir. Ne var ki, bu kıtasal birliği ekonomik açıdan Almanya’nın, siyasal açıdan da Fransa’nın yönlendirmesi ile İngiltere üçüncü planda kalarak ayrılma kararını vermiştir. Avrupa Birliği üyesiyken dünyanın beş kıtası üzerindeki sömürgelerini ortak refah düzeni içinde tutan İngiltere, yeni dönemde Avrupa kıtasına sırtını dönerek, gene eskisi gibi okyanuslar ve denizler üzerinden bir yeni dünya devleti düzeni kurmaya öncelik verecekmiş gibi görünmektedir. Ortak refah hedefinde eski sömürgelerini bir arada tutan Britanya İmparatorluğu bir ortak dünya devletine giderken, Atlantik insiyatifini bütün dünya kıtalarına egemen kılabilmenin arayışı içerisine girmiştir. Eski rakipleri Fransa ve Almanya’yı bir kenarda bırakan İngiltere geleneksel imparatorluk siyasetine yönelirken, vazgeçmediği kendi parası aracılığı ile dünya ekonomisini de bir düzene kavuşturmanın arayışındadır. İngiltere eski sömürgesi olan Amerika Birleşik Devletleri ile de, yeni bir Atlantik hegemonyasının arayışı içine girmiş ama, bu büyük devletin içine sürüklenmiş olduğu iç kavgalar nedeniyle, eskisi gibi bir ABD ve Birleşik Krallık birlikteliğini öne çıkaramamıştır. Kraliçe yönetimi, bu durumda işin başa düştüğünü görünce, gene eskisi gibi bir Atlantik egemenliğini, eski sömürgeleri ve “Common wealth" yapılanması üzerinden öne çıkararak, Siyonist küresel sermayenin dünya çapında imparatorluk arayışının önünü kesmeye yönelmiştir. Birleşik Devletler üzerinden bir dünya devleti, İsrail yüzünden kurulamayınca, bu kez Birleşik Krallık üzerinden bir dünya devleti oluşturma projesine geri dönülmüştür. Bu yüzden birinci dünya savaşı öncesi bir konjonktür ile dünya karşı karşıya gelmiştir.
S-5- Bugünün koşullarında Birleşik Krallık Avrupa Birliğinden bağımsız
nasıl bir yol izleyebilir?
C-5- Önümüzdeki dönemde, İngiltere öncelikli olarak hiç terk etmediği sömürgelerindeki eski yapılanmasına dönerek bu siyasal yapılar üzerinden bir ortak dünya devleti oluşumunu öne çıkarmaya çalışacaktır. Birinci dünya savaşı sonrasında Türkiye’ye resmen girmiş olan İngiliz emperyalizmi, Türkiye’nin batı dünyasının ya da Atlantik insiyatifinin çıkarları doğrultusunda bir yerde olmasına dikkat etmiştir. İngiltere’nin tam Avrupa Birliğinde çıkışı aşamasında Türkiye’nin bu birliğin patronu konumundaki Almanya ile kavga etme noktasına gelmesi bir rastlantı değildir. Kendisi Avrupa ile bütünleşmeyen Birleşik Krallık, Türkiye’nin de bu kıtasal birliğe tam üye olarak girmesini engellemiştir. Almanya kıtasal birlik patronluğu için, Fransa ise İsrail’in Akdeniz hegemonyası projeleri doğrultusunda Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne karşı çıkarken İngiltere hepten Türkiye’yi Avrupa kıtasının dışında tutmaya çalışmıştır. Şimdi İngiltere Avrupa’yı dışlayarak yeni bir dünya açılımına yönelirken, merkezi coğrafyanın tam ortasında yer alan Türkiye’den işe başlamaktadır. Kendisi Brexit’e yönelirken Türkiye’yi de Trexit’e doğru yönlendirerek, Avrupa Birliği’ni dışlayan yeni bir küresel insiyatifi, orta dünyada Türkiye üzerinden öne çıkarmaya yönelmektedir.
ABD merkezli küreselleşme dönemi biterken, Almanya ve Fransa patronajında bir Avrupa yapılanması da geride bırakılmakta, Rusya’ya karşı bir tampon devlet olarak oluşturulan Ukrayna ile Osmanlı uzantısı olan Türkiye, iki ülke arasındaki vizelere son verilerek yakınlaştırılırken, Rusya’nın güneye inerek, İsrail’in kuzeye çıkarak, İran’ın Orta Doğu’ya yayılarak ya da Avrupa Birliği’nin doğuya açılarak merkezi coğrafyada hegemonya kurmalarının yolu da, gene Ukrayna –Türkiye hattı üzerinden Birleşik Krallık tarafından kesilmeye çalışılmakta ve bu Atlantik çizgisi daha sonra eski İngiliz sömürgeleri olan Hindistan ve Avustralya da devreye sokularak, Yeni Zellanda’ya kadar Britanya İmparatorluğunun oluşturduğu dünya devleti yapılanması, “Common wealth" örgütlenmesi üzerinden tamamlanmak istenmektedir. Böylece, Londra yeniden dünyanın merkezi olurken New York ve Washington geride bırakılacak, Londra ile İstanbul arasında bir geçiş köprüsü kurulacaktır. Bugünkü dünya düzeninin eski kurucusu olarak İngiltere, ABD'yi kendi içindeki kaos ile baş başa bırakmakta ve geçmişten gelen ortak refah düzeni üzerinden yeni bir ortak dünya devleti oluşumunu öne çıkarmaktadır. Tüm dünya ülkeleri ve bölgeleri ile elinde büyük bir bilgi birikimi olan Britanya İmparatorluğunun, sonradan olma Amerika Birleşik Devletleri ya da Almanya, Fransa, Rusya, Çin, İsrail ve İran gibi ülkelerin yeni yayılma stratejilerini merkezi bölgede, Ukrayna –Türkiye yakınlaşması üzerinden önlemeye yönelmesi, eskisinden çok farklı bir yeni tür küreselleşmeyi öne çıkarmaktadır. Büyük İsrail’i kurmaya çalışan Siyonist lobiler ABD’yi karıştırırken ve bölünmeye doğru sürüklerken, İngiltere eskisi gibi dinamik bir politika ile yeni bir alternatife yönelmiştir.
S-6- Türkiye böylesine bir yeni durum karşısında ne yapmalıdır?
C-6-Acilen Türkiye’nin bir durum tespiti yapması gerekmektedir. Şimdiye kadar Büyük Avrupa, Büyük İsrail, Büyük Orta Doğu, Büyük Rusya, Büyük İran projeleri ile uğraşarak kendini korumaya çalışan Türk devleti, yeni dönemde kendi Büyük Türkiye projesini ortaya koyabilmelidir. Hiçbir biçimde Osmanlı dönemine geri dönüşü gerektirmeyecek bir yeni yaklaşım, tıpkı İngiltere’nin yaptığı gibi Türkler tarafından da merkezi coğrafyada geliştirilmeli, Britanya İmparatorluğunun dünya hegemonyası uğruna, Türkiye gene eskisi gibi komşu devletler ile savaşma çıkmazına sürüklenmemelidir. Osmanlı bu yüzden batmıştır ama bu aşamada, Türkiye Cumhuriyeti yaşanan olaylardan ders alarak dünya barışı için yoluna bir güvenlik devleti olarak devam edebilmelidir. Yurtta ve dünyada barış ilkesi daha eskimemiştir ve Türklere ile insanlığa halen yol göstermeye devam etmektedir.
KAYNAK: Ankara Kalesi, Anayurt Gazetesi, 5.4.2017.
KİSSİNGER ULUS DEVLETLERİ SAVUNUYOR
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
SORU 1- Yeni ABD başkanı TRUMP geçen hafta içinde neden eski Amerikan Dışişleri bakanı HENRY KİSSİNGER ile görüştü . ?
CEVAP – 1.- Geçen hafta içinde dünya basınında fotoğrafları ile yer alan bir randevu da , TRUMP eski başkan NİXON döneminin ABD dışişleri bakanı Henry Kissinger ile görüşmesi , bugün Amerika’da başkan ve istihbarat örgütleri arasında sürmekte olan kavga nedeniyle büyük anlam taşımaktadır .ABD diplomasisini belirleyen iki büyük uzman olarak Kissinger ve Brezinsky bugüne kadar yeni seçilen başkanlara öncülük yapmışlardır . Brzesinky geçen ay vefat edince geride kalan en büyük Amerikan siyaset bilimcisi olarak Kissinger, geçmişten gelen misyonunu sürdürerek TRUMP ile uzun bir görüşme yapmıştır . Küresel sermayenin aylar öncesinden kendi kontrolü altında tuttuğu uluslararası medya aracılığı ile başkan ilan ettiği Hillary Clinton küresel şirketlerin bütün zorlamalarına rağmen başkan seçilememiş ,Pentagon’un önderliğindeki Amerikan devleti , emperyalist şirketler ile Siyonist lobilerin ortaklığına karşı sert mizaçlı bir adayın başkan olmasını sağlamıştır .
Çeyrek asırlık küreselleşme macerasının başarısızlıkla sonuçlanması üzerine bütün dünyada siyasal gerginlikler ve sıcak çatışmalar artmağa başladığı için tekelci sermaye sıcak çatışmaları bir üçüncü dünya savaşına doğru sürüklerken Amerikan devletini eskisi gibi kullanmak istemiş ama Amerikan derin devleti böylesine bir senaryo sonrasında, Amerikan devlet düzeninin çökeceğini gördüğü için her türlü savaş senaryosuna mesafeli davranarak kendi kamu düzenini ve geleceğe dönük devletsel varlığını korumaya öncelik vererek hareket etmiştir . İşte bu aşamada 5 yıl önce”DÜNYA DÜZENİ” adı altında yeni bir kitap yazarak küresel kaos senaryolarına karşı çıkan Amerikan siyasetinin en büyük patronu konumundaki Kissinger, yeni başkan TRUMP ile bir araya gelmiştir . Amerikan emperyal politikalarını yıllarca belirleyen uzman olmasına rağmen soğuk savaş dönemindeki dikkatli politikaları nedeniyle Nobel barış ödülü alan Henry Kissinger’in , bir üçüncü dünya savaşı sürecini kesmek üzere yeni ABD başkanı ile görüştüğü ve bu doğrultuda iş hayatından gelen yeni başkana ABD merkezli dünya düzeninin sürdürülebilmesi doğrultusunda yeni önerilerde bulunduğu tahmin edilmektedir . Ayrıca , Henry Kissinger ile yeni başkan Donald Trump’ın Alman asıllı Musevi ailelerden gelmesi de yeni başkanlık dönemini etkileyebilecek bir unsur olarak öne çıkmaktadır .
Soru-2- Henry Kissinger son kitabı olan “DÜNYA DÜZENİ “ isimli çalışmasında neleri ortaya koymaya çalışmıştır ?
Cevap-2- Herkes yeni dünya düzeni üzerine kitap yazarak küresel emperyalizmi dünya halklarına kabül ettirmeye çalışırken ,bu gibi girişimlerin merkezi olan ABD’de siyasal bilim ve diplomasinin önderi konumundaki Kissinger, yeni dünya düzeni edebiyatını ve safsatalarını bir yana bırakarak eski dünya düzeninden bugüne gelen siyasal ve bilimsel birikimi genç kuşaklara anlatmaya çaba göstermiştir . Tarihin anlamı üzerine kalın bir doktora tezi yazan Kissinger, hem tarihi hem de siyaseti bilen bir uzman olarak dünyanın geleceği doğrultusunda tahminler yapmağa çalışırken , geçmişten gelerek bugünün kuşaklarına yol gösteren siyasal birikimi dünya kamuoyu önüne getirerek , dünyayı yaklaşmakta olan bir büyük felaketten kurtarmanın yolunu bulmaya çalışmıştır . Daha önceleri Çin,Beyaz Saray,Diplomasi gibi başlıklar ile siyaset bilimi alanında önemli eserler vermiş olan Kissinger , herkesin yeni dünya düzeni peşinde koştuğu bir aşamada var olan dünya düzenini koruyarak ve bütün dünya ülkelerine bir siyaset bilimi dersi vererek öncülük yapmıştır . Küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda dünya ısrarla yeni bir düzene doğru sürüklenmesine rağmen çeyrek yüzyıl sonra yeni bir dünya düzeni kurulamamış ve eski düzen de bozulduğu için bütün dünya bir kaos ortamına doğru sürüklenmiştir . Kissinger, kaos ortamının felaket senaryolarını ortaya çıkaracağını vurgularken ,artık yeni dünya düzeni peşinde koşma gibi yanlış bir girişime izin verilmemesini ve kaotik ortam üzerinden yaklaşmakta olan siyasal gerginlik ve karışıklık ,sıcak çatışma ve dünya savaşları gibi felaket senaryolarının devreye girmesini önleyecek bir çizgide var olan devlet düzenlerinin korunması ve desteklenmesi gerektiğini yeni kitabında dile getirmektedir .Yaşanan kaos ortamının ,kitle imha silahlarının yayılışıyla ,devletlerin dağılmasıyla,çevre tahribatının etkileriyle ,soykırıma varan uygulamaların ısrarla sürdürülmesiyle ve çatışmaları insan anlayışının ötesine taşıma tehdidi oluşturan yeni teknolojilerin yaygınlaşmasıyla herkesi tehdit ettiğini , eski ABD dışişleri bakanı kitabında açıkça dile getirmektedir . Küreselleşme gibi yanlış organize edilen bir sürecin sonunda şirketler büyürken ve devletler küçülürken meydana gelen kamu düzeni eksikliği çerçevesinde insanlık giderek kontroldan çıkan bir dünya yapılanması ile karşı karşıya gelirken , tüm insanlığı ve dünyayı toptan yok edebilecek bir felaket senaryosunun Armageddon girişimleri ile gerçekleşebileceği düşüncesi ile Kissinger , yeni dünya düzeni safsatalarının bir yana bırakılarak var olan ulus devlet düzenlerinin acilen öncelikli olarak korunmaları gerektiğini vurgulamaktadır .
Soru-3- Kissinger “Dünya Düzeni “ isimli kitabında neden ulus devletleri desteklemektedir ?
Cevap-3-Eski ABD dışişleri bakanı , hem sahip olduğu bilgi birikimi ile hem de ABD’nin üç numaralı kişi olarak yaşadığı siyasal gelişmelerin getirmiş olduğu geniş deneyim ile dünyanın geleceğini savaş ve kaos gibi tehlikelerden kurtarmak üzere ulus devletlerin var olan kamu düzenlerinin korunması ve her türlü emperyalist projeye karşı savunulması gerektiğini kitabında anlatmaya çalışmaktadır . Dünya çoğulcu uluslararası alan yapılanmasına doğru geçiş yaparken, var olan ulus devlet yapıları hem çıkış noktası olmuş hem de yeni yapılanmanın temel taşı görünümünde katkı sağlamıştır . Batı merkezli emperyalizmin dünya kıtalarına yayılmasıyla sömürgecilik üzerinden bölge devletleri oluşturulmaya başlanmış , yirminci yüzyıla gelindiğinde de sömürgeler tasfiye edilerek , bu eski yapılar yeni ulus devletler olarak, Birleşmiş Milletler çatısı altında diğer ulus devletlere benzer bir statü içinde yer almışlardır . Böylece , dünya halkları uluslaşarak kendi ulus devletlerini kurma ve sahip olma hakkını elde etmişlerdir . Beş binden fazla etnik topluluğun yaşadığı dünya haritası içinde , ancak büyük ve geniş etnik gruplar kendi ulus devletlerini kurma hakkını elde etmişlerdir .
Ne var ki , batının zengin ülkelerinde meydana gelen ekonomik zenginlik devletlerden şirketlere doğru bir geçiş gösterince , büyük şirketler tekelleşerek uluslararası alanda kapitalist düzeni kendi kontrolları altına almaya çalışmışlar ve bu yüzden küreselleşme olgusu yeni bir süper emperyalizm uygulaması olarak insanlığa dayatılmıştır . Ekonomik zenginliği devletlerin üzerinden alarak kendi tekellerinde yönlendiren tekelci şirketler, küresel emperyalistlere dönüşürken ulus devletlerin giderek zayıfladığı ve kendi ülkesini yönetemez bir kötü duruma düştüğü gözlemlenmiştir . Piyasa ekonomisi oluşturmak gerekçesi ile ekonominin yönetimi devletlerin elinden alınınca ulus devletler açıkta kalmış ve dış borç batağına sürüklenerek çökertilmişlerdir . Her şeyi ekonomi üzerinden yönlendirmeye kalkışan tekelci şirketler , ekonomi üzerinden sahip oldukları gücü siyasal alana kaydırınca ulus devletlerin çekirdeğinde var olan ulusal egemenlik yerine sermaye egemenliği geçmiş ve büyük şirketlerin bütçeleri normal ulus devlet bütçelerinin on mislinden fazla büyüme göstermiştir. Bunun sonucunda da , tekelci şirketler devleşirken , ulus devletler cüceleşmeye başlamış ve etnik köken ile mezhep farklılıkları emperyal merkezler tarafından kışkırtılarak var olan ulus devletler alt kimlikler ile parçalanarak ve dünya kıtalarının her bölgesinde sıcak çatışmalar yaratılarak küresel bir kaos ortamına geçiş sağlanmıştır . İşte yılların siyasetçisi ve bilim adamı Henry Kissinger bu yüzden yeni kitabında küresel şirketlere karşı çıkarken var olan kamu düzenlerinin korunabilmesi için ulus devletlerin desteklenmesi gerektiğini açıklamaya çalışmıştır . Aşırı kazançtan gözü dönmüş iş adamlarına dünyanın bir felakete doğru pupa yelken sürüklendiğini anlatamayan Kissinger , hem var olan devletlere hem de halk kitlelerine çağrıda bulunarak, ulus devletlere destek talebinde bulunmuştur .
Soru-4-Kissinger yeni kitabında neden WESTFALİA’NIN MODERNİZASYONU ‘NU istemiştir ?
Cevap-4-Kissinger , dünyayı yakıp yıkmakta olan süper emperyalizm içerikli küreselleşme senaryolarına karşı çıkarken hayal edilenler peşinde koşmamış, aksine bütün dünyayı tekelci şirketleri aracılığı ile kendi çıkar düzenine bağlayacağını düşünen ve bu doğrultuda hayalci senaryolar peşinde koşan küreselci patronlara ders verirken, bir bilim adamı olarak tarihin getirdiği zenginliği esas almıştır. Ulus devletlerin tarih sahnesine çıkmasındaki ilk aşama olan WESTFALİA BARIŞ ANTLAŞMASI’NIN yeniden ele alınarak ve günün koşullarına uygun düşecek bir biçimde modernize edilerek uygulama alanına aktarılması gerektiği konusunda ,dünya kamuoyunun dikkatini çekmeye çaba göstermiştir .İki bin yıllık Avrupa tarihinde din ve mezhep savaşlarına son veren ve Alman birliğinin kuruluşuna öncülük eden Westfalia Antlaşması ‘nı çıkış noktası olarak ele alan Kissinger ,yaklaşık dört asır sonra yeniden bu barış metnine dönerken ,modernize edilmiş bir Westfalia antlaşması ile ulus devletlerin kendini kurtarabileceğini ve yeniden güçlendirilebileceğini açıkça ortaya koymuştur . Dünya barışı için emperyalist saldırılar ile yıkılmakta olan ulus devletlerin kendini kurtarabileceği bir yeni aşamaya geçilmesi gerektiği , kitapta açıkça dile getirilmektedir .
Bugünün ulus devletine giden yol , Avrupa’daki mezhep savaşlarının en yıpratıcısı olan 30 yıl savaşlarının sona erdirilmesinde, kıtasal barış antlaşması olarak Westfalia barış antlaşmasının öne çıktığını tarih kitapları bugüne yansıtmaktadır . Küresel şirketler dünya devletlerini by-pas ederek toplumun ve kamusal alanının yönetimini ele almaya çalışırlarken , tıpkı Westfalia Barış Antlaşması öncesinde olduğu gibi mezhep farklılıklarını kışkırtarak bir mezhepler ve dinler savaşı üzerinden ulus devletleri yok edebilmenin hesaplarını yapmaktadırlar . Her türlü etnik,dinsel,mezhepsel alt kimliğin küresel şirketler aracılığı ile horlatıldığı bugünkü küreselleşme aşamasında ,ulus devletler iç ve dış ya da bölgesel çatışmalara alt kimlikler üzerinden sürüklenerek yok edilmeye çalışılmaktadır . Küresel şirketlerin bu oyunlarını yerinde fark eden Kissinger ,günümüzde mezhepler üzerinden bir alt kimlik savaşının Westfalia Barış Antlaşmasının modernizasyonu ile önlenebileceğini bütün dünyaya haykırmaktadır . Ne var ki , küresel sermayenin denetimine girmiş olan medya ve basın organları aşırı kazançtan yana olan patronların istekleri doğrultusunda hareket ederken ,Kissinger gibi bir evrensel siyaset dehasının uyarılarını görmezden gelmekte ya da kulaklarını tıkamaktadırlar . Para babalarının esiri olarak üç maymun oyununu (görme-duyma-konuşma) oynamaya devam eden küresel medya ,patronların talimatları doğrultusunda yayın yaparak halk kitlelerinin zararına olacak bir biçimde ulus devletlerin tasfiyesi doğrultusunda eyleme geçmektedir .Tarihte Westfalia Barışı sayesinde mezhep savaşlarından kurtulan Avrupa ülkelerinde, kralın egemenliği doğrultusunda merkezi devlet güçlendirilerek alt kimlikçi bölücülüğün önü kesilmiştir .Merkezi egemenliği esas alan , kralların ülke sınırlarını koruyarak mutlak otoritesini destekleyen , klise baskılarını geride bırakan Westfalia Antlaşması Avrupa’da ulus devletlerin oluşumu sürecinin başlatılmasını sağlamıştır . 1648 yılında otuz yıl savaşları olarak tarihe geçen mezhep savaşları Westfalia Antlaşması ile sona erdirilmiş ve kralların merkezi egemenliği ile ulus devletlerin oluşum süreci başlamıştır . 1789 Fransız devrimi böylesine bir sürecin sonucunda gerçekleşmiştir . Westfalia Barışı ile iç karışıklıklardan kurtulan Avrupa ülkeleri ulus devletlere dönüşmüştür . Bu gün ise mezhep savaşları ve alt kimlik çatışmaları tırmandırılarak ulus devletler yıkılmaya çalışılmaktadır . Ulus devletleri yıkarak yerine küçük eyalet devletçikleri oluşturmaya çalışan küresel emperyalistler, alt kimlikçiliği hortlattığı için , böylesine bir durumun tarihte olduğu gibi yeni bir Westfalia Antlaşması ile ulus devletlerin korunması gerektiğini ,eski ABD dışişleri bakanı Henry Kissinger bugünün toplumlarına anlatmaya çalışmaktadır . Fransız devriminin ürünü olan bugünün ulus devletlerinin , Fransız devriminin gerçekleşmesine yol açan Westfalia Barışını iyi inceleyerek kendi varlık düzenlerini , emperyal saldırılara ve iç karışıklıklara karşı koruyabileceğini artık herkesin ve her devletin görmesi gerekmektedir . Westfalia Barışının temel esasları olan merkezi yönetim ,sınırların dokunulmazlığı ,iç işlere karışılmaması ,mezheplerin özgür varlığı , halk egemenliği ve uluslararası hukukun tanınması ilkeleri sayesinde ulus devletlerin yoluna devam edebileceği kitapta öne sürülmektedir .Bu durumda yükselen güçler küresel bir Westfalia Barışını aramak durumunda kalmaktadırlar .
Soru-5- Kissinger kitabının son bölümünde insanlığa ne gibi mesajlar vermektedir ?
Cevap-5- Amerikan diplomasisinin en büyük otoritesi olarak Kissinger, kitabının son bölümünde zamanımızın dünya düzeni ile ilgili değerlendirmeler yapmaya çalışmaktadır . Dünyanın geleceği için devletlerin çatışmasına değil işbirliğine gereksinme bulunduğunu ,ABD’nin son dönemin süper gücü olarak dünya barışına önderlik yapması gerektiğini ,Amerika’nın uygarlığın temsilcisi olarak modern dünyanın oluşumunda önemli görevler yerine getirdiğini ,bir çok ulus devletin ABD şemsiyesi altında kendi güvenliğini aradığını yazar kitabının son bölümünde anlatmaktadır .Westfalia Barışının dinin taleplerine karşı dünyevi bir düzen getirdiği , devletlerin sahip oldukları ülke toprakları ve siyasal güçlerin de yönetimlerde etkili olduğu bu barış metni ile genel olarak kabül görmektedir .Batı blokunun getirmiş olduğu dünya düzeni geride kalırken , doğu güçleri yeni dönemde dünyaya açılarak yeni bir düzen oluşumunun içinde yer almaya çalışmaktadırlar . Batı emperyalizminin yarattığı krizlere çözüm getirebilmek için doğu ülkeleri siperlerini geliştirmektedirler .Güç dengelerindeki kaymalar dünya barışını tehdit ederken siyasal koşullardaki değişiklikler ya da yenilikler yerinde izlenerek gereken önlemler alınabilirse o zaman devletlerin sahip olduğu meşru hukuk düzenlerinin devamlılığı yeni oluşturulacak dengeler ile sağlanabilecektedir .Teknolojik alanda meydana gelen hızlı değişiklikler var olan düzenlerin tehlikeye girmesine yol açmakta , ulusal sınırların aşılmasıyla birlikte de ulus devletlerin kendi egemenliklerine dayanan kamu düzenleri yıkılmaktadır . Küresel emperyalizm burjuva kesimlere refah getirirken eşitlik düzenlerini yıkmakta ve ulus devletleri ekonomik açıdan teslim alarak halk kitlelerinin sefalete sürüklemektedir .
Kissinger ,yeni dünya düzeni arayışlarının bozmuş olduğu dünya düzeninin yeniden onarılması gerektiğini ,böyle bir yeni yapılanma sağlanamazsa , giderek artan dinsel baskılar ve ekonomik sömürüler yüzünden dünya düzeninin altüst olacağını ,yeni bir dünya düzeninin kurulamadığını ama bu yüzden eski dünya düzeninin yıkıldığını , eğer acil önlemler alınarak yeni atılımlar ile eski dünya düzeni onarılamazsa, o zaman çöküşlerin ve savaşların küresel bir kaos ve yok oluşa neden olacağını ,bu yüzden toplumların ve devletlerin ayakta kalabilmesi için asgari düzeyde gereken önlemlerin alınması gerektiğini açıkça vurgulamaktadır . Dünya düzeninin tek ülke tarafından kurulamayacağını ve farklı kültürlerin ile dinlerin işbirliğine dayanan Westfalia sisteminin modernize edilmesiyle barışın ortak çabalarla sağlanabileceğini söyleyen Kissinger ,aynı zamanda dünyayı yangın yerine çeviren savaş senaryolarının da ulus devletlerin dayanışmasıyla önlenebileceğini söylemektedir.
KAYNAK: Prof. Dr. Anıl Çeçen / Ankara Kalesi – Kissinger Ulus Devletleri Savunuyor (12.7.2017-Anayurt Gazetesi).
YENİ LAVANT
SÜRECİNDE KIBRIS
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Uluslararası alanın şimdiye kadar çözülememiş
ve kalıcı bir barış düzenine
bağlanamayan önde gelen sorunlarından birisi , Kıbrıs adasındaki çıkmazdır . Dünyanın merkezi
coğrafyasında yer alan bu büyük ada her dönemin siyasal gelişmelerinin
etkisiyle farklı jeopolitik konumlara
sürüklenmiş , o yüzden de geleceğe dönük bir kalıcı koşullar düzenine bir türlü kavuşamamıştır . Bugün Kıbrıs
sorunu yüz yıl öncesinden daha karışık koşullarda devam edip gitmekte ve bu
nedenle de istendiği gibi kalıcı bir barış ortamı sağlanamadığından , ada
üzerinde tarafların her yönü ile anlaştığı bir kalıcı çözüm
bir türlü getirilememektedir .Yeni dünya düzeni arayışlarından ciddi bir düzensizlik ortamına geçerken ,
Kıbrıs sorunu daha ciddi boyutlarda dünyanın önünü kapayan ana meselelerden birisi olmayı sürdürmektedir. Bu yüzden de
Akdeniz’in doğu bölgesinde yeni bir barış ortamı yaratılamamakta ve Doğu Akdeniz’de yeniden Lavantlaşma
olgusu gündeme gelmektedir .
Yedi yüzyıllık Osmanlı barışı sonrasında
İmparatorlukların çöküşü aşamasına
gelindiğinde Osmanlı devletinin hemen hemen bütün bölgeleri ayrı devlet olmaya
doğru yönlendirilmiştir .O dönemin süper
gücü olarak İngiltere , Rus ve Osmanlı imparatorluklarının çöküşü aşamasında ,
dünyanın merkezine Fransa ile birlikte gelerek , batı emperyalizmi adına Orta Doğu’nun kendilerine bağımlı bir biçimde
yeniden yapılandırılmasını bölge ülkelerine
dayatmışlardır . Rusların kuzeyden güneye doğru inme aşamasında bölgeye gelen
batılı emperyalistler ,
Balkanlar,Kafkaslar ve Orta Doğu bölgelerinde merkezi yönetime karşı isyanları
kışkırtarak , orta dünyayı tek bir
imparatorluk yönetiminden uzaklaştırarak ,
otuzdan fazla devletin harita üzerinde meydana çıkmasına yol açan bir süreci başlatmışlardır . Osmanlı
sonrası yeni dönemde ortaya çıkan yeni
devletler kendilerini gelecek için
kalıcı bir kurumlaşmaya doğru yönlendirdikleri yeni dönemde ,bu kez batılı
emperyalist güçlerin etnik ve mezhepsel meseleleri kaşıyarak bölgede önce terörü sonra da sıcak çatışmaları
kışkırtarak yeni bir savaş coğrafyası yarattıkları görülmüştür .
Dünya savaşlarının imparatorlukları yok
etmesinden sonra ortaya çıkan iki kutuplu soğuk savaş döneminde, yeni kurulan
ulus devletler kendilerini
geleceğe doğru güçlendirmeye çalışırken,
batının önde gelen emperyalist devletleri soğuk savaş sonrası için sıcak çatışma
planlarını hazırlayarak uygulama alanına getirmişlerdir .İmparatorluktan ulus
devlet dönemine geçerken ortaya çıkan otuz devlet yetersiz görülünce , Büyük
Orta Doğu ve Büyük İsrail projeleri doğrultusunda bölgeyi
Amerika Birleşik Devletleri gibi elli eyaletlik
bir Orta Doğu Birleşik Devletleri
yapılanmasına kavuşturabilmek üzere,
etnik ve dinsel ayrılıklar kışkırtılarak sıcak çatışmalar üzerinden ulus
devletlerin bölünüp parçalanmasına giden
yol açılmış ,yirminci yüzyılın ikinci yarısından bu yana
batılı gizli servisler merkezi alandaki bütün devletlerin parçalanmasını
sağlayacak düzeyde, terörü ve savaş senaryolarını birbiri ardı sıra ,eski Osmanlı hinterlandındaki ülkelerde canlandırmışlardır . Bu doğrultuda , gelecek
giderek belirsizleşirken , merkezi alana yönelik olarak hazırlanmış batılı
emperyalist senaryolar birbiriyle
yarıştırılarak devreye sokulmuş ve
yirminci yüzyılın ikinci yarısında yüz binden fazla insan hayatını
kaybetmiştir . Emperyal ve Siyonist devletlerin çıkarları birbirinden çok
farklı olduğu için yeni bir düzen
oluşturma doğrultusunda bir türlü anlaşma sağlanamamış ve bu yüzden hem terör hem de savaş büyüyerek günümüze
kadar gelmiştir .
Osmanlı sonrası için İngilizlerin düşündüğü
Yakın Doğu Konfederasyonu
kurulamayınca, İsrail’in oluşumu ile Büyük İsrail İmparatorluğu projesi
gündeme getirilmiş ama Hrıstıyan batı
dünyasının karşı çıkması üzerine bu proje de tam olarak devreye giremeyince ,bunun
üzerine Amerika Birleşik Devletleri öncülüğünde bir Büyük Orta Doğu Projesi öne
çıkarılmaya çalışılmıştır . Lübnan’da başlatılan terör bölge ülkelerine
yayılarak desteklenince ,Orta Doğu
devletleri ile birlikte Akdeniz
kıyısında yer alan diğer devletler de
sırası ile karıştırılarak geniş bir istikrarsızlık ortamı yaratılmıştır . Terör
ve savaşın zorla dayatılmasıyla haritalar yeniden çizilmeye çalışılmış ama merkezdeki ulus devletlerin direnerek
kendilerini korumaları üzerine , bir türlü Büyük Orta Doğu ya da Büyük
İsrail gibi emperyal projeler gerçekleştirilememiştir . Bunlara
karşı Almanya’nın öncülüğünde bir Avrupa Birliği projesi giderek Büyük Avrupa
görünümünde bölgeye doğru tırmandırılınca , bu durumdan rahatsız olan Atlantik güçleri ve Siyonistler yeni Roma İmparatorluğu görünümünde bir Akdeniz
Birliği projesini öne çıkarmışlardır . Eski
Roma ,Bizans ve Osmanlı İmparatorlukları dünyanın merkezi denizi olan Akdeniz
kıyılarında hüküm sürerken , Akdeniz’in hem doğusunda hem de batısında hegemon
bir konuma gelebilmek için çalışmışlardır .
Akdeniz’in
batısı Avrupa kıtasının yanında yer alırken , doğusu da Orta Doğu bölgesinde yer alarak haritadaki konumunu kazanmıştır . Batı
Akdeniz bir Latin dünyası olarak gelişmeler gösterirken doğu Akdeniz ise ,Hrıstıyan Avrupa’nın
ötesinde bir İslam dünyası olarak öne çıkmıştır . Bizans döneminde Doğu Akdeniz’e Lavant adı verildiği için , merkezi denizin doğusu yüzyıllarca Lavant olarak adlandırılmış ve bu
doğrultuda gelişmelerin adı konulmaya çalışılmıştır . Kıbrıs adasınını haritada
bulunduğu bölgenin gerçek adı Lavant bölgesidir . Şimdiye kadar yeni Orta Doğu
bölgesi ya da Büyük Avrupa Birliği yapılanmaları doğrultusunda bir çekişme
konusu haline gelen Kıbrıs’ın, yeni dönemde
Avrupa Birliği’nin dışında kalacağı ama
İsrail’in yangın yerine çevirdiği
Orta Doğu bölgesinde yerini alamayacağı
ama bu ikisinin ortasında yer alan Doğu Akdeniz yapılanması
doğrultusunda bir yerlere doğru
yönelebileceği görülmektedir . O
zaman , konunun adının Lavant bölgesi
olarak konulması gerekmekte ve Doğu Akdeniz bölgesinin Batı Akdeniz ile Orta
Doğu bölgelerinin ötesinde kendine özgü koşulları ile yeni harita üzerinde yerini alabileceği yavaş yavaş ortaya çıkmaktadır .
Şimdiye kadar bu bölge ile ilgili
olarak görülmeyen bazı gelişmelerin son zamanlarda birbirini izlediği ve güncel
gelişmeler çizgisinde Lavant bölgesi ile birlikte Kıbrıs adasının adının öne
çıktığı görülmektedir . Bizans döneminde Lavant adı verilen bu bölge , batılı emperyalistlerin yeniden Doğu
Akdeniz üzerinden merkezi alana
yöneldikleri aşamada , öne çıkmakta ve güncel siyasal gelişmelerin tam
ortasında yer almaktadır .
Gazze kentinin adının gaz kavramından geldiği
, bu kentin altında bölgenin en geniş doğal gaz yataklarının bulunduğu , Kıbrıs
adasının kuzey ucundaki Karpas yarımadasının civarında Akdeniz’in en
zengin petrol yataklarının bulunduğu , Kıbrıs adası ile Suriye ve Anadolu
arasında yer alan Doğu Akdeniz
bölgelerinin altında gene Orta
Doğu’nun önde gelen ülkeleri kadar zengin
petrol yataklarının yer aldığı ,Libya ile Irak arasında yer alan bu bölgede de
çok zengin yer altı kaynaklarının bulunduğu son zamanlarda bilim adamları
tarafından açıklanmaktadır .Yüzyıllardır Orta Doğu’da petrol kavgası veren
batılı emperyalistlerin ya da Siyonistlerin
bu kavgayı Lavant bölgesindeki yeni yapılanma döneminde de sürdürdükleri
görülmektedir . O yüzden İsrail , Kıbrıs Girit hattı gibi bir yeni hat
üzerinden , Doğu Akdeniz’in sularının altından petrol ve doğal gaz
bağlantılarının Avrupa kıtası ile
yapılmaya çalışıldığı anlaşılmaktadır
. Bu doğrultuda , Rusya ve Fransa Güney Kıbrıs’a girerek bu bölgede yeni üsler
oluşturmaya çalışmakta , İsrail ise Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti
üzerinden Kıbrıs adası üzerindeki
etkisini artırarak ada üzerinde
kendisine karşı gelişebilecek bazı yeni durumları önlemeye çaba göstermektedir
.
Lavant bölgesinde yeni keşfedilen doğal zenginlikler bütün emperyal devletleri yeniden bölgeye çekerken , bölge devletleri
de bu durumdan yararlanarak yeni Lavant sürecinde eskisine oranla daha avantajlı bir konuma gelebilmek için uğraşmaktadırlar . Yeni
Lavant sürecinde , İsrail Kıbrıs üzerindeki etkisini artırarak bu ada üzerinden
Girit ile daha yakın bağlantılar kurmaya çalışmakta ,kendi ülkesinde konuşlandırmak için yer bulamadığı donanması
ile Hava kuvvetlerinin uçak filosunu Akdeniz’in ortasında bomboş duran bir
kurak ada olarak Girit’e yerleştirmeye
çalışmakta , böylece İsrail ile Girit arasında Kıbrıs üzerinden geçen bir Doğu Akdeniz yapılanması çizgisi geliştirerek
, Yeni Lavant sürecini tamamlamaya çaba
göstermektedir . İsrail , Doğu Akdeniz
bölgesinde Büyük Orta Doğu projesine alternatif bir projeyi öncelikli olarak
devreye sokarken , Gazze’nin doğal gaz alanından Kıbrıs’ın petrol
bölgesine yönelmekte ve bu hat üzerinden yapılacak bir deniz altı boru sistemi
ile Lavant bölgesinin doğal
zenginliklerini , dünyanın en zengin kıtası olan Avrupa’ya taşımak istemektedir
. Akdeniz’in tam ortasında yer alan
Girit adası giderek bağlı olduğu
Yunanistan devletinden uzaklaşırken , İsrail ile Lavant bölgesi üzerinden
yakınlaşmakta ve yeni durum da Kıbrıs adasının yeni konumunu fazlasıyla
değiştirmektedir . İsrail Kıbrıs’ı bir köprü yaparak Girit üzerinden Avrupa kıtasına bağlanmaya çalışmakta ve
böylece Lavant’ın doğal kaynaklarını
zengin Avrupa piyasasında
değerlendirmek için yeni siyasetler
geliştirmektedir .
Roma İmparatorluğunun birinci yüzyılın başlarında yıkmış
olduğu İsrail devleti tarihte üçüncü kez kurulurken, kendisini önceden yıkmış olan Roma
İmparatorluğunun yerini almaya çalışmaktadır . Roma kentinin merkezi konumunun
yeni dönemde Kudüs’e geçmesiyle birlikte
Büyük İsrail’i Orta Doğu topraklarında kuramayan Yahudi devletinin işe Doğu Akdeniz’den başladığı aşamada, yeni
Lavant sürecinin bütünüyle Siyonizmin hedeflerine paralel bir doğrultuda
gündeme getirdiği ortaya çıkmaktadır . Merkezi topraklara egemen olamayan
İsrail , Gazze üzerinden denize açıldığı zaman
Kıbrıs ve Girit gibi büyük adaları kontrolü altına almaya çalışmakta
,Araplara,Türklere ve diğer Müslüman topluluklara karşı Yahudi insiyatifini eski Bizans’ın eyaleti
olan Lavant bölgesi üzerinden
geliştirmeyi hedeflemektedir . Gelecekte bir bütün Akdeniz Birliği
oluşturmayı hedefleyen Doğu Akdeniz’deki Lavant yapılanması, bölgedeki diğer devletleri de etkisi altına
almakta ve Akdeniz Birliği’ni eyaletlerden oluşan kıyı devletçikleri biçiminde
düşünen Lavant yapılanması ,Suriye’yi de Lübnan benzeri küçük eyalet
devletçiklerine dönüştürerek , bölgenin en büyük devleti olan Türkiye’nin
parçalanmasını da , yeni Lavant oluşumuna uygun bir doğrultuda gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Türkiye’nin Akdeniz
kıyısındaki bölgelerde , Akdeniz Birliği
ya da Yeni Lavant oluşumuna paralel düzeyde farklı devlet yapılanmalarının hedeflendiği anlaşılmaktadır .
İlk
olarak Güney doğu bölgesinden bölünmeye
çalışılan Türkiye’nin her bölgesinde Sevr Antlaşması doğrultusunda bölücü eğilimler güçlendirilirken , Edirne
merkezli Trakya Cumhuriyeti Avrupa Birliği’nin destekleri ile gündeme gelmiştir
.Trakya bölgesi ile birlikte Ege Bölgesinde bir İzmir merkezli İyonya devleti ayrıca bu tip
yapılanmalara paralel bir çizgide de Antalya merkezli bir Akdeniz
Cumhuriyeti oluşumu öne çıkarılmaktadır
. Anadolunun gayrimüslimleri Ege bölgesinde toparlanırken , İstanbul’un
Musevi kesimlerinin İsrail’e yakın olma doğrultusunda Antalya üzerinden Akdeniz bölgesine doğru
yeni bir yerleşim düzenine yönelirken
,Trakya İyonya ve Klikya üzerinden
Yeni Lavant bölgeselleşmesinin gereksinme duyduğu Akdeniz Cumhuriyeti
olgusu da yavaş yavaş hayata geçirilmektedir . Böylece Türkiye’nin coğrafi
bölgeleri eyaletleşirken , Siyonizm Yeni Lavant projesi üzerinden merkezi coğrafya
yapılanmasını tamamlama şansını
elde etmektedir . Küçük İsrail’in bölgeye egemen olamadığı bir dönemde ,Yeni
Lavant yapılanması çerçevesinde yeni
küçük eyaletler İsrail benzeri oluşturulacağı için Siyonizm bu süreci
açıkça desteklemektedir .
Selçuklular yönetiminde sıcak denizlere
ulaşan Türkler , Asya kıtasının ortalarından gelerek uygarlıklar
denizi olan Akdeniz kıyılarına ulaştığı için dünya imparatorlukları kurmuşlardır.
Türkler , bugün Büyük Avrupa,Büyük
İsrail ,Büyük Amerika ya da Büyük İngiltere gibi gibi emperyal oluşumlar ile yeniden deniz
kıyısından uzaklaştırılarak ,Batı Asya Birliği diyerek Asya’nın
kurak topraklarına , uçsuz bucaksız çöllerine ve karanlık dehlizlerine
yönlendirilerek esir alınmaya çalışılmaktadır . İşte bu durumun çekişme noktası
olarak Doğu Akdeniz yeniden öne çıkarken
, Türkiye Cumhuriyeti ‘nin Misakı Milli sınırları içerisinde yer alan
Trakya,Ege ve Akdeniz bölgeleri Yeni Lavant Projesi doğrultusunda Anadolu’dan
kopartılarak Akdeniz planları içinde kullanılmaya çalışılmaktadırlar .
Kapadokya ile Klikya arasında kalan bölgeyi Lavant adı verilen alanın merkezi yeri ilan eden
Yeni Lavant’çılar , Lavant
projesinin tamamlanması doğrultusunda
Kıbrıs adasını da bu projenin merkezi olarak açıklamaktadırlar. İsrail
Kıbrıs ve Girit üzerinden ortaya koyduğu Avrupa çizgisini , Ege adaları ve sahilleri üzerinden de
sürdürerek ,Balkanları Avrupalıların
elinden almaya ve Yeni Lavant Bölgesini Akdeniz üzerinden Balkanlara kadar
genişletmeye dikkat etmektedir . Özellikle ikinci dünya savaşında Balkanlar’dan
kovulan Yahudi topluluklarının Orta Doğu’ya gelerek İsrail’i kurmaları
sonrasında , Yahudiler Avrupa kıtasını
Hrıstıyanlara bırakmamak üzere , Doğu
Akdeniz üzerinden Balkanlara doğru bir açılımı sürekli olarak gündemde
tutmuşlar ve bu yüzden hem Türkiye’nin hem de Yunanistan’ın iç işlerine
karışarak bazı siyasal gelişmelerin
önünü açmışlardır .
Arap baharı olayları da Akdeniz’in yeniden
yapılanmasında öne çıkarken , Tunus ve Libya üzerinden ortaya çıkan karışıklıklar ,Mısır ve
Suriye’ye doğru yönlendirilmiştir .Tam bu aşamada benzeri olaylar Kıbrıs adasına bir Türk-Rum
çekişmesi olarak yansıtılmaya çalışılmış ama
adaya girmiş olan Rus insiyatifi bu tür senaryoları önlemiştir . Güney
Kıbrıs’ta sayıları her geçen gün artan Rus asıllı nüfus yapısı Rusya ile yakın
ilişkiler kurarak Kıbrıs adasının geleceğinde etkili olmaya başlamıştır .Gelecekte Akdeniz Birliği içinde yer alacak
büyük Akdeniz adalarının hepsinin birer ayrı devlet haline dönüştürülmesi
planlandığı için ; Korsika,Sardunya,Girit,Sicilya adalarıyla birlikte Kıbrıs’ta
tıpkı Malta benzeri bir yeni yapılanma ile karşı karşıya bulunmaktadırlar .
Yeni Lavant projesinin merkezi olan Kıbrıs ve Girit adalarını önümüzdeki
dönemde İsrail yönlendirmeye çalışmakta
ve bir daha Roma İmparatorluğu gibi bir Avrupa insiyatifinin dünyanın merkezi
denizi olan Akdeniz’in kıyılarında
hegemonya kurarak, merkezi coğrafya da etkinlik sağlamasının önüne geçilmek
istenmektedir . Kıbrıs adasının tek
devlet olmasını bu yüzden hem Avrupalılar hem de İsrail’liler istemekte ama hiç birisi bu ada üzerinde yaşamakta olan
Türklerin ve Rumların geleceği ile ilgilenmemektedirler . Bu doğrultuda ,
Kıbrıs’ta tek devlet oluşturulması doğrultusunda zaman zaman Kıbrıs
konferansları düzenlenmekte ve
Avrupa kaynaklı uluslararası
merkezler , Türkleri dışlayarak
Hrıstıyan Rumlar üzerinden Avrupa
Birliği içinde bir Kıbrıs devleti düşünürken , İsrail merkezli Yeni Lavant
oluşumu çerçevesinde Siyonistler bu durumu önlemek üzere Türkleri kullanmakta ve zaman içerisinde KKTC
adlı kuzeydeki devlet yapılanmasını
ekonomi üzerinden Avrupa’nın dışında tutarak , Yeni Lavant’ın
içinde kontrol etmeye çalışmaktadır .
Kudüs merkezli Yeni Lavant projesi içinde Kıbrıs
adası ikili bir yapıda değil ama
tek devlet olarak düşünülmekte ve bu doğrultuda Türklerin Anadolu
yarımadasına , Rumların da Ege adalarına doğru göç ettirilmeleri planlanmaktadır . Bu yüzden
adadaki Türklerin kalıcı vatandaş olmaları önlenmekte ve Türk-Rum çatışması körüklenerek Rumların da
Kıbrıs’ı terk etmelerinin önü açılmak istenmektedir . Batılı gizli
servisler Kıbrıs’ın boşaltılması
doğrultusunda Türk-Rum çatışmasını
körüklemelerine rağmen Rusya’nın adadaki
varlığı bu durumu önlemiş , elli bin Rus işadamı güney Kıbrıs üzerinden dünya
kıtalarına ekonomik olarak açılırken , yüz bin Rus asıllı insan yerleştiği Kıbrıs adasını
Hrıstıyan-Yahudi çekişmesinin dışına çıkarmıştır . Böylece Türk-Rum
çekişmesi önlenmiştir .
Avrupa Birliği bir an önce Kıbrıs adasının
tamamını kendi sınırları içine almaya çalışırken , Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini tasfiye
edecek adımlara öncelik vermekte ve
Türkleri eşit bir federe devlet olarak görmemekte direnmektedir . Hrıstıyan
batı ülkeleri Kıbrıs’ı bir Rum toprağı olarak görmekte ve böylece güney Kıbrıs
üzerinden Avrupa kıtasına bağlamaya
öncelik vermektedir . Büyük İsrail ya da Orta Doğu peşinde koşan Siyonizm ve Atlantik emperyalizmi de Türk
tarafını Rumlara karşı kullanarak, Avrupa Birliğinin Doğu Akdenizdeki Yeni Lavant yapılanması doğrultusunda etkili
olmasının önüne geçebilmenin hesaplarını yapmaktadırlar . Geçmişten gelen
adanın yerlisi konumundaki Kıbrıslı Türkler
beş yüz bine yakın nüfusları ile Londra’nın bir semtinde tutulmakta ve bunların
adaya yeniden dönmelerine izin verilmeyerek ,gelecekte İsrail’in Yeni Lavant
bölgesinde Vatikan’a karşı daha etkili
olacağı farklı bir nüfus yapılanması
adanın kuzey bölgesinde oluşturulmaya çalışılmaktadır . Güney Kıbrıs
bölgesinde Rus ve Ermeni asıllı nüfus
hızla çoğalırken , adadaki Rum varlığı zayıflatılmakta ama Hrıstıyan
dayanışması güçlendirilmektedir .Adanın kuzeyinde ise şirketler ve
üniversiteler üzerinden İsrail’in etkisi hızla artmakta ,Avrupa Birliği Türk
tarafında etkili olamamakta ve sonradan
oluşturulan kozmopolit nüfus yapısı ile ada Türkiye’den uzak tutulmaya
çalışılmaktadır . Özellikle Kuzey Kıbrıs bölgesinin yönetiminde etkin olan
nüfus oranları içinde daha çok İsrail’e yakın duran ; Endülüs göçmeni Maronit
,kripto Yahudi ,konverso , Sabatay
ya da
Ermeni asıllı unsurlar ada
üzerinde hem İsrail’in etkisinin artmasına hem de Yeni Lavant Projesi doğrultusunda Hrıstıyan batının Doğu Akdeniz üzerindeki
etkilerinin azaltılmasına yönelik çalışmalarını sürdürmektedirler .Türk
tarafındaki partileşmede Türk olmayan
alt kimlikler etkili olmakta ve bu
yüzden de Türkiye Kıbrıs sorununda
sürekli olarak kaybetmektedir .
Batı kaynaklı Hrıstıyan kesimlerin zorlamaları
doğrultusunda son olarak 2017 yılının
yaz aylarında son bir Cenevre konferansı
düzenlenmiş ve Kıbrıs meselesinin sona erdirilmesi için çaba gösterilmiştir .
Barış görüşmeleri Türk ve Rum taraflarının katılımı ile gerçekleştirilmiş
ama bu görüşmelere hem Avrupa Birliği
hem de İsrail ve Rus lobileri de uzaktan
katılmışlardır .Avrupa Kıbrıs’ı İsrail’e kaptırmamak üzere çabalarken , Rusya’da dünyanın merkezinde yer
alan bu adanın batı hegemonyasına
kaymaması için, bir doğu gücü olarak ağırlığını hissettirmeye çabalamıştır .Dünya
konjonktürü bir dengeye oturmadığı için
son Cenevre konferansı da sonuçsuz kalmıştır .Altı ana başlıkta toplanan
alt sorunların çözümü için ayrı toplantılar düzenlenmiş ama bir türlü iki tarafın ortak
çözüm önerilerinde birleşmeleri
sağlanamamıştır .Birinci pakette yer alan güvenlik sorunları ve garantilerin kaldırılması gerektiğini
Rumlar savunmuş, Türkler ise eski antlaşmalardan gelen garantilerin devamından
yana olmuşlardır .Rumlar Türk ordusunun adadan çekilmesini ilk konu olarak
gündeme getirmiş ama Türk tarafı da
adadaki askeri varlığın devamını
kendi varlığı açısından yaşamsal görerek
bu öneriye karşı çıkmışlardır . Yönetim ve güç paylaşımında Rumlar KKTC’nin tasfiyesini isteyerek
Türklere azınlık olmayı önermiş , Türk tarafı da KKTC yapılanmasından vaz geçmeyerek, geleceğe dönük iki devletli yapının devam
etmesini ve bu yoldan Birleşik Kıbrıs Devleti oluşumuna gidilebileceğini
savunmuşlardır . Türk tarafı azınlıklaştırılmayı kabül etmezken ,aynı zamanda Rum tarafı ile her
yönden tam bir eşitlik statüsü talebinde bulunmuştur . Ayrıca adanın üçte biri konumunda toprakların
%36’sı Türklerin elindeyken, Rumlar bu oranın %26’ya indirilmesini talep
ederek Türkleri zayıflatmak
istemişlerdir . Rum tarafı ısrarla Avrupa Birliği hukuku isterken ,Türk tarafı
kazanılmış hakları doğrultusunda Rumların
bu talebine de karşı çıkmışdır . Barış hareketi sonrasında güneye kaçan
Rumların kuzey bölgesindeki topraklarını talep etmeleri de , eşitliğe aykırı
olduğu için Türklerce benimsenmemiştir .
Türk tarafı ada üzerinde her yönden eşitlik isterken aynı zamanda her yönden
özgürlük talebini de yenilemiştir . Ayrıca ekonominin geliştirilmesi ve refah düzeyinin yükseltilmesi için
önlemler alınması dile getirilmiş ama anlaşma sağlanamamıştır .
Son Cenevre konferansında Türk tarafının iyi
niyetle üzerine düşeni yapmasına rağmen
, Kıbrıs sorununun uluslararası
boyutu ile Yeni Lavant yapılanması sürecindeki
konumu dikkate alınmadığı
için sonuç elde edilememiştir . Rumlar
Avrupa Birliğinin militanları gibi davranırken , Türk askeri birliklerinin adayı
terk etmesini isterken İngiliz askeri üslerine karışmayarak ciddi bir
çelişki içine düşmüşlerdir . Birleşmiş Milletler Genel sekreterinin devreye
girmesi ve barış çağrısında
bulunması da sonuç vermemiş , ada
üzerindeki doğu-batı kavgası ile Hrıstıyan-Yahudi çekişmesi devam etmiştir .
Görüşmeler bir ortak zemin üzerinde yürütülmediği için mekik diplomasisi işe yaramamış , Birleşmiş
Milletler genel sekreteri bu aşamada duruma müdahale etmek istemiş ama istenen
sonuç bu doğrultuda da alınamamıştır . Uluslararası konjonktürün egemen güçleri
dünya üzerinde estirdikleri anlaşmazlık ve çekişme rüzgarlarını Kıbrıs
sorununun çözümü ile ilgili olarak toplanan Cenevre Kongresinde de estirerek
anlaşmazlığın kronikleşmesine yardımcı olmuşlardır . Cenevre sonrasında Güney
Kıbrıs yönetimi adanın kuzeyinde yer alan iki yüzden fazla Türk oteline Rumların
gitmesini yasaklayarak, adada yeni bir gerginlik ortamının yaratılmasına yol
açmıştır .
Cenevre konferansının öncesinde oluşturulan
kamuoyu rüzgarları doğrultusunda ,Türk tarafı şimdiye kadar savunduğu
geleneksel tezlerinden uzaklaştırılmaya çalışılmıştır . Yirminci
yüzyılın soğuk savaş döneminde Kıbrıs adasındaki gelişmeler , ikinci dünya savaşı sonrası yeni uluslararası
konjonktürün yansıması olarak gündeme
gelmiş ve bu durumda Türk tarafı da
kendi çıkarları doğrultusunda bir Kıbrıs politikası belirlemiştir . Yarım yüzyılı aşan
bir süre içinde Kıbrıs meselesi çeşitli aşamalar geçirerek bugünlere
gelmiştir . Türkiye Cumhuriyeti ve Kuzey Kıbrıs Türk toplumu bu büyük ada
üzerindeki konumunu ve haklarını koruyarak yola devam etmeye çalışmıştır . Bu
nedenle ,Rum ve batı baskılarına karşı direnme gösterilmiş ve geleceğe dönük
bir iki toplumlu yeni bir Kıbrıs düzeni
oluşturulmaya çalışılmıştır . Avrupa Birliği süreci içinde Rumlar batının bütün
Hrıstıyan devletlerinin desteklerini arkalarına alarak , yeniden adada Türkler için bir azınlık statüsü tanımaya
çalışmışlardır . İngiliz mandası döneminden başlayarak , Türk azınlığa karşı Rumların
yürütmüş olduğu baskı ve terör olayları nedeniyle, Türk Silahlı
Kuvvetlerinin Kıbrıs Barış Harekatını
gerçekleştirmek zorunda kaldığını bugün için unutmamak gerekmektedir . Türk
ordusunun adaya ayak basmasıyla başlayan yeni dönemde , Türkler azınlık
olmaktan kurtulmuşlar ve adanın kuzey bölgesine yerleşerek Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti adı altında kendi siyasal varlıklarını kurumlaştırmışlardır .
Son
olarak yapılan Cenevre Konferansı
sırasında Rum kesiminin yeniden eskiye
dönerek Türk tarafını eşit bir ortak olarak görmektense gene eskisi gibi azınlık durumuna düşürmek
için çaba sarf ettiği görülmüştür .İki tarafta görüşmeler sırasında çözümün
yakın olduğunu dile getirmelerine rağmen
çalışmalarda herhangi bir ilerleme olmamış , Rum tarafı Avrupa Birliği
üyeliği konumundan yararlanarak , Türkleri
eskiden olduğu gibi azınlık
statüsüne indirgemeye çaba göstermiştir
. Bu durumda devlet olma hakkı elinden alınmak istenen Kuzey Kıbrıs Türk
yönetimi masadan kalkarak görüşmelere ara
vermek zorunda kalmıştır . Dışa karşı bir gizlilik içerisinde yürütülen Cenevre konferansı sırasında Türk tarafı sürekli olarak ödün vermeye
zorlanmış ve bu doğrultuda Rum tarafının
Türklerin kazanılmış haklarını elinden almaya çalışan olumsuz tutumları yüzünden , bu konferans da diğerleri gibi
başarısızlıkla sonuçlanmıştır.Dönüşümlü başkanlık ve Türklerin yönetime etkin
katılımına karşı çıkılmıştır. Batı
emperyalizminin müstakbel bir Akdeniz Birliği projesi doğrultusunda bütün
Akdeniz adaları ile birlikte Kıbrıs adası da birleşik bir ada devletine yeniden
dönüştürülmek istenmiştir . Türk tarafının kendi devletini kurma hakkı
ile birlikte KKTC’nin de bağımsızlığının elinden alınmak istenmesi ,
Türklerin şimdiye kadar elde ettikleri
bütün kazanılmış haklarının
ortadan kalkmasına yol açacağı görülmüş ve bu yüzden Türkler masayı terk
etmişlerdir .
İki kurucu devlete dayalı yeni bir ortaklık
devleti oluşturmak üzere gündeme getirilmiş olan Birleşik Kıbrıs Devleti projesinin önünün kesilerek ,yeniden Rum egemenliğinde ve Türklerin azınlık olarak
yer alacağı ve kazanılmış haklarını
elinden kaçıracağı bir emperyal projenin Türk tarafınca kabül edilmesinin
mümkün olmayacağı anlaşılmıştır . İki eşit ortak arasında oluşturulabilecek
federal bir Birleşik Kıbrıs Devleti yerine Yunanistan destekli bir Rum
devletinin dayatılması ,Kıbrıs görüşmelerini
geleceğe dönük olarak çıkmaza sürüklemiştir . Böylece Kıbrıs sorununun
içeriden çözüme kavuşturulmasının mümkün olamayacağı bir kez daha görülmüş ve bu uçak gemisi konumundaki bu büyük adanın
geleceğinin merkezi coğrafyada gerçekleşmekte olan yeni bölgesel
oluşumların etkileriyle biçimleneceği bir kez daha anlaşılmıştır . Kıbrıs’ta
eşit koşullarda bir ortak devlet
kurulamadığı takdirde , uluslararası sözleşmelerdeki Türk tarafı için sağlanan
garantiler devam edecek ve gene bu doğrultuda Türk askeri adada varlığını en azından İngiliz askeri üsleri kalkana
kadar koruyacaktır .Çözümsüzlük aşamasında Rum tarafının batı emperyalizmini
baskı unsuru olarak gündeme getirmesi de , Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye
Cumhuriyetine bağlanması ile
sonuçlanabilecektir .
Yeni Lavant sürecinde Kıbrıs adası iki sıvının arasına sıkışıp kalmıştır . Su ve
petrol insan yaşamındaki iki ana sıvı
olarak Kıbrıs üzerinde yaşayanların
hayatını yönlendirmiştir . Türkiye’nin güneyindeki su kaynaklarından Kıbrıs’a
denizaltı su sistemi kurulmasına İsrail öncülük yapmış ve kendi su sorununu
Kıbrıs üzerinden çözmeye çalışırken , adanın etrafında çok yaygın biçimde
bulunan petrol yataklarını işletmeye
açmak üzere, İsrail devleti Hem Yunanistan
cumhuriyeti ile hem de Güney Kıbrıs
yönetimi ile ortaklıklar kurmuştur. Ayrıca ,Türkiye Cumhuriyetinin hem
kendi karasularında hem de KKTC’nin sahil şeridinde petrol ve doğal gaz
aramasını önlemeye çalışmıştır . İsrail’in iki yüzlü ve çifte standartlı bu politikaları yüzünden her alanda olduğu gibi
Kıbrıs sorununda da Türk devleti son derece zor durumlarda kalmıştır . Türkiye’nin
güneyindeki suyun İsrail’e taşınması konusunda Kıbrıs bir köprü konumunda
kullanılmak istenirken , Türkiye’nin
kendisine yetmeyen su kaynakları Büyük
Orta Doğu Projesi sonrasında Yeni Lavant
yapılanmasında da gündeme
getirilerek , Türkiye’nin zararına olabilecek yeni olumsuz gelişmeler dayatılmaktadır . Türkiye’nin
suyunu kendisine bağlamak isteyen İsrail bu amaçla Kıbrıs’ı kullanırken ,Kuzey
Irak’taki zengin petrol yataklarının vanasını da elinde tutmak istemektedir .
Böylece bölge devletlerini parçalayarak Büyük İsrail federasyonunu kuramayan
İsrail ,Yeni Lavant Projesi üzerinden
Türkiye’yi parçalayarak , Kıbrıs ve Girit gibi Akdeniz adalarına el
koyarak , bu bölgenin her türlü zenginliğini
ekonomik açıdan değerlendirerek
yeni bir süper güç haline gelmeyi
hedeflemektedir .
Tarihte
kendisini yok eden Akdeniz üzerindeki
Roma İmparatorluğu yapılanmasını hiçbir
zaman unutmayan İsrail’in ,geleceğe dönük bir yeni Roma İmparatorluğunu Kudüs
merkezli olarak inşa etmeye yöneldiği görülmektedir . Bu projeye karşı başta
Vatikan olmak üzere bütün Hrıstıyan
Avrupa devletlerinin karşı çıkacağı
açıktır . Türkiye’nin kendisi dışındaki bu çekişmenin dışında kalması ve
hiçbir tarafa alet olmadan KKTC ile
birlikte Türk tarafının politikalarını hem Kıbrıs’ta hem de Doğu Akdeniz bölgesinde geçerli kılması , öncelikli olarak Türkiye Cumhuriyetinin ilelebet payidar olması açısından önem taşımaktadır . Osmanlı
İmparatorluğunu yıkarak Türkleri tarih sahnesinden sileceklerini zannedenler,
Türk devletini ortadan kaldırarak Büyük Orta Doğu Projesi gibi emperyalist senaryoları gerçekleştirememişlerdir. Avrupa
Birliği dağılırken, İsrail’de üçüncü kez
yıkılma senaryoları ile karşı
karşıya bulunmaktadır . Kıbrıs’ın Türk
tarafını dışlayarak ya da Türkiye’ye karşı
bir çizgide yönlendirerek kullanılmasına, Türk ulusu hiçbir zaman razı olmayacaktır.
Türkiye’nin orta dünyada, Merkezi Devletler
Birliği ya da Kıbrıs’ta 82.vilayet gibi
milli senaryoları oldukça ve bu gibi politikalar ulusalcı ve vatansever Türk yöneticileri tarafından desteklendikçe,
Büyük Orta Doğu, Yeni Bizans ya da Yeni
Lavant gibi emperyal senaryolar hiçbir zaman gerçekleşemeyecektir.
Dünyanın merkezi bölgesinde bir
Türk devletinin kuruluşunda son derece
etkili olmuş olan bu iki isim, tarihsel süreç içerisinde bir dönem beraber
bulunmuşlar ve bu dönemde bir işbirliği içerisinde olarak geleceğe
dönük planlarının Anadolu üzerinde gerçekleşebilmesi için çaba göstermişlerdir . Günümüz
koşullarında her yönden eleştiri konusu olan Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu
sırasında son derece etkin olmuş olan bu
iki isimin beraberce ele alınarak ortak bir değerlendirme içerisinde ele
alınmasının bugünün tartışmaları
açısından yararlı sonuçlar vereceği
düşünülebilir.
Türk devletinin kuruluşundan
doksan yıl sonra, kuruluş sırasında etkin çalışmalar yapmış olan bu iki isim
arasındaki bağlantının siyasal yönleriyle ortaya konulmasında , Anadolu’da bir Türk devletinin kuruluşunun
arkasında yatan nedenlerin belirlenmesi açısından zorunluluk vardır . Anadolu’da Türk devletine
karşı çıkanlar , eski imparatorluk coğrafyasından göç eden bir
çok topluluğun bugün Türkiye’de birarada
yaşadığını öne sürerek , bir Türk
ulusundan sözedilemiyeceğini ve bu doğrultuda
Türk ulusu olmadığı için de , Türklerin kurmuş olduğu bir Türk devletinin
gerçeklere uymadığını açıkca savunmaktadırlar . Bu nedenle son zamanlarda
başta iktidar partisinin ileri gelenleri
olmak üzere Türk kimliği rededilerek , yeni bir kimlik türü olarak Türkiyelilik gibi
bir kavram öne çıkarılmaktadır . Küresel emperyalizmin güdümüne girerek,
Yeni Bizans, Büyük İsrail ya da Yeni
Orta çağ gibi plan ve projelere angaje olanlar, merkezi alandaki Türk devletini ortadan
kaldırabilmek için redettikleri Türk kimliğinin silinmesi sürecinde
Türkiyelilik kimliğini bir ara yaklaşım
olarak geliştirmeğe çalışmaktadırlar . Bütün bu gibi saçmalıkların sona
erebilmesi için , Türkiye Cumhuriyetinin
kuruluşuna öncülük eden iki büyük isimin beraberce ele alınarak bugünün
koşullarında yeniden değerlendirilmeleri gerekmektedir .
Anadolu’da Türkçülüğün öncüsü
Yusuf akçuraTürk devletinin kurucusu da Mustafa Kemal Atatürk’tür . Eğer bugün
bu topraklarda Türkiye Cumhuriyeti adı altında bir Türk ulus devleti varsa , Türk
ulusunun fertleri böylesine bir oluşumu bu iki büyük öndere borçlu
bulunmaktadırlar . Türk ulusunun bütün bireyleri , ulusal eğitim programı içerisinde devletin kurucusu Atatürk ile ilgili her
konuyu öğrenmelerine rağmen , ne
yazıktır ki , Osmanlı imparatorluğunun
son dönemlerinde Türkçülük akımını bu
topraklara getiren Türkçülüğün öncülerinden
habersiz kalmaktadırlar .
İsteyen bu konularda kütüphaneler dolusu
kaynaklara erişebilmektedir ne var ki eksik eğitim sistemi nedeniyle Türkçülük
akımının öncüleri ile bilgiler, eğitim
sistemi içerisinde yeni kuşakların bilgilerine sunulmamaktadır . Atatürk
ile ilgilinen ve kendisini Atatürkçü olarak tanımlayan bir çok kişinin bu
nedenle Türkçülüğün öncülerini bilmedikleri hele Yusuf Akçura’yı tanımadıkları görülmektedir . Türkçülük denilince akla önce Ziya Gökalp gelmekte ama , Türkçülüğü bu ülkeye getiren Yusuf Akçura ile
beraber İsmail Gaspıralı, Zeki Velidi
Togan, Sadri Maksudi Arsal ve Ahmet
Ağaoğlu hatırlanmamaktadır .
Türkiye Cumhuriyetinin vatandaşı
olarak kendilerini Türk kimliği tanımlayan Türk vatandaşlarının, Türkçülüğün öncülerini
ve tarihini bilmemesi bu ülkede çok ciddi bir bilgi eksikliği yaratmıştır . Türkçülüğün
kurucularının bilinmemesi, Atatürk’ün
neden Türk devleti kurduğunun halk
kitlelerince anlaşılamamasına yolaçmıştır . Balkanlar’da doğmuş ve büyümüş bir
Mustafa Kemal’in Osmanlıların Balkanlar’dan
kovulmasından sonra, Anadolu yarımadası üzerinde bir Türk devleti kurmasının
arkasında , Yusuf Akçura ve
arkadaşlarının başlatmış olduğu Türkçülük
akımının önemli bir rolü bulunmaktadır . Türkçülük olmasa Atatürk ve
Atatürkçülük de olamazdı .
Yusuf Akçura ve
arkadaşlarının Kırım üzerinden Türkçülük
akımını İstanbul’a taşımalarından önce , Avrupa ülkelerine giderek yabancı eğitimi
alan gençlerin Osmanlı devletinde başlatmış oldukları JönTürk hareketinin de
ülkenin geleceğinde önemli rolleri olmuştur . Yeni Osmanlı hareketi tutmayınca yerini JönTürk akımı
almış ve Avrupa ülkelerindeki ulus
devlet akımı bu topraklara yansıyınca , çok uluslu
siyasal yapıdan tek uluslu bir ulus devlete yönelirken , ikinci Meşrutiyet yıllarında Yusuf Akçura ve arkadaşlarının önce Türk
cemiyeti sonra da Türk Ocakları aracılığıyla önemli ölçüde katkıları olmuştur .
Jön Türk akımının yaratmış olduğu ortamı
iyi kullanan Türk Ocakları örgütlenmesi , Yusuf Akçura’nın önderliğinde imparatorluktan
ulus devlete geçişi gerçekleştiren
siyasal odaklar olmuştur . Kırım doğumlu Tatarlar’ın öncülüğünde
kurulmuş olan Türk Cemiyeti ve Türk Ocakları , çok
kültürlü bir toplum yapısından sonra ulus devlete geçişte ana merkezler olarak hareket etmişler ve
ülkede emperyalizme karşı verilen ulusal
kurtuluş savaşının öncülük misyonunu
yerine getirmişlerdir . Yusuf Akçura bütün bu oluşumların başlatıcısı olarak Türk tarihinde önemli bir
yere sahip olmuştur .Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna giden yolda Yusuf
Akçura’nın önemli bir kilometre taşı olduğu
hatırlanırsa , günümüzün bir
çok tartışmasına açıklık
getirilebilecektir . Atatürk gibi bir ulusal devlet kurucusu önderin tarih
sahnesine çıkışının perde arkasında , yılların Türkçülük birikiminin taşıyıcısı ve
bu topraklara getiricisi olan Yusuf Akçura’nın önde gelen bir rolü
bulunmaktadır .
Atatürk ile aşşağı yukarı benzer tarihlerde doğan ve yaşayan Yusuf
Akçura, bir Tatar
Türk ailenin evladı olarak
Tataristan’ın başkenti olan Kazan kentinde doğmuştur . Kazan asıllı bir
Tatar olmasına rağmen yaşamının önemli bir kısmı Kırım ve Rusya’nın çeşitli
kentlerinde geçmiş ve daha sonraki aşamada da
kuzey bölgelerinde elde ettiği Türkçülük birikimini güneye taşımak
üzere İstanbul’a gelmiştir . Rusya’da
I905 devriminde milliyetçi bir önder
olarak rol aldıktan sonra , 1908 tarihinde ikinci meşrutiyetin ilan edilmesi
üzerine İstanbul’a gelerek önce Türk Cemiyetini sonra da Türk Ocakları’nı
kurmuştur . Eski Hazar İmparatorluğu döneminden
kalma önemli bir Türk asıllı nüfusun Rusya’da yaşaması nedeniyle , Yusuf Akçura’nın yaşamı Rusya ve Türkiye arasında gidip gelmelerle
geçmiş ve her iki ülkedeki Türk potansiyelinin
beraberce varolabilmesi ciddi bir PanTürkçülük
akımını Yusuf Akçura geliştirerek savunmuştur . Rus Çarlığı ve
Osmanlı İmparatorluğu çatıları altında yüzyıllarca yaşayan Türk asıllı
kitlelerin biraraya gelerek ortak bir büyük Türk devletini tarihte olduğu gibi
yeniden kurmaları , Yusuf Akçura ve arkadaşlarının amacı olmuş ve bu doğrultuda
başlattıkları Türkçülük çalışmalarını Pan Türkizm doğrultusunda geliştirerek
sürdürmüşlerdir .
Fransız devrimi sonrasında
başlamış olan milliyetçilik cereyanlarının
Rusya’ya ulaşması Ruslar’da güçlü
bir milliyetçilik başlatmış , Rus
olmayanlara karşı baskılar artınca
Tatarların öncülüğünde bütün Türk asıllı boyları içine alan geniş ve
güçlü bir türkçülük akımı rusya topraklarında
Rus milliyetçiliğine karşı başlatılmıştır . Rusların Ortodoks fanatizmi
ile karşılarına aldığı Yahudi toplulukları da ülkede denge kurabilmek üzere
Türkçülüğü desteklemişler ve bu yoldan
Rus milliyetçiliğinin aşırılığa
kaçması önlenerek birlikte yaşamın
yolları aranmıştır . Ne var ki , Rus
milliyetçilerinin önce Yahudi soykırmına yönelmeleri daha sonra da
Tatarları ülkeden kovmaya yönelmeleri üzerine tatarların öncülüğünde
başlatılan Türkçülük hareketleri kısa
zamanda gelişerek bölgenin geleceğin de
gene eskisi gibi Hazar devleti zamanındakine benzer biçimde etkili olmağa başlamıştır . Ne var ki , Rus milliyetçiliğinin daha sonraları
emperyalizme yönelmeleri üzerine önce
Tatarlar ve Türkler ve daha sonra da
Çerkezler bulundukları
bölgelerden kovulmuşlardır . Rusya’dan
kovulanlar güneye inerek Ak ülke olarak
gördükleri Anadolu topraklarında yerleşmeğe başlamışlar, Birinci Dünya Savaşı sonrasında bu bölgede bir Türk devletinin kurulabilmesi
için canları ve başlarıyla çalışmışlardır . Yusuf Akçura ve Tatar asıllı arkadaşları, Türkçülüğün kuzeyden güneye inmesinde
ve Ak ülkede bir Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda önde gelen bir taşıyıcı
rolü yerine getirmişlerdir. Bir anlamda Atatürk’ün bir Türk devleti
kurmak üzere tarih sahnesine çıkmasına
giden yolu açmışlardır .
Yusuf Akçura Türkiye’ye
yerleştikten sonra zman zaman Rusya ve
Avrupa ülkelerine giderekm dünyadaki siyasal hareketleri hem izlemiş hem içinde
olmağa çalışmıştır . Bu nedenle Rusya ve Osmanlı ülkesini çok yakından izleyerek
hareket etmiş ve Avrupa ülkelerindeki
çalışmaları da yakından izleyerek bunlardan yararlanmanın çabası içerisinde
olmuştur . Bir anlamda ondokuzuncu yüzyıldan yirminci yüzyıla geçilirken , dünyadaki değişimi kavramağa ve bu sürecin içinde yer alarak değişimi Türkçülük doğrultusunda yönlendirmeğe
çalışmıştır . Ruslar ile Türkler arasında yaşanan savaşları ve gerilimleri
yakından izleyen Akçura , Avrasya bölgesinde yaşamakta olan bütün Türk
asıllı toplulukları biraraya getirecek
PanTürkizm akımını geliştirmeyi hedeflemiştir .Avrupa ülkelerinde Jön
Türkler ile tanışan ve onlarla ortak çalışmalar yapan Yusuf Akçura , Türkçülük birikimini bu genç kadro aracılığı
ile Osmanlı ülkesine taşımak istiyordu .
Rusya’daki Tatar topluluğunun
erken uyanması ve gelişmesiyle öne çıkan Türkçülük birikimini Akçura Jön
Türklere aktarmak ve bunları örgütleyerek bütün Avrasya bölgesine yönelik
bir PanTürkizmin hazırlığını yapıyordu .
Tatar reformculuğunun getirdiği Türkçü birikim Osmanlı devletinde Osmanlıcılık
akımından Türkçülük akımına geçişi sağlıyordu . Dilde , fikirde ve işte
birlik ilkesi doğrultusunda, Türk kökenli toplulukların biraraya gelmeleri
ve ortak hareket ederek bir Büyük Türk Birliğini gerçekleştirmeleri düşünülüyordu . Rusların Panslavizmine ve
Ortodoksçuluğuna karşılık PanTürkizmin de aynı zamanda Panislamizm ile
işbirliği yapması gerektiği düşünülüyordu . Böylece Almanya’nın elinden Panislamizm akımı alınarak Rusya’nın Pan Ortodoksculuğuna karşı Avrasya bölgesinde etkinliği artırmak üzere
kullanılması planlanıyordu .Yusuf Akçura hem Rus emperyalizmine hem de Avrupa
ülkelerinin Avrasya’ya girmelerine karşı Türklerin ve müslümanların beraberce
ortak hareket etmelerinden yana bir PanTürkizm çizgisi izliyordu . İşin içine
müslümanlar da girince Türkçülük akımının çalışma alanı kendiliğinden Rusya’dan
Osmanlı ülkesine kayıyordu . İslamcılığın yanısıra kültürel milliyetçiliğin de
savunulması emperyalist saldırılara karşı daha
güçlü bir Türkçülük akımının öne çıkmasına yardımcı oluyordu . Böylece
savaş sonrasında bir Türk devletinin kurulabilmesinin şansı artıyordu .
Üç tarzı siyaset ismini taşıyan
makaleyi Mısır’ın başkenti Kahire’de yayınlanan bir dergide Yusuf Akçura kamuoyunun dikkatlerine
sunduktan sonra , merkezi coğrafyada
Osmanlı devleti sonrası yeni siyasal yapılanma
bu yazı doğrultusundaki tartışmaların etkisiyle biçimlenmeye başlamıştır
. Osmanlıcılığın olamıyacağı belirlenince
İslamcılık denenmek istenmiş ama buna da gayrimüslim kesimler karşı
çıkınca geriye tek alternatif olarak Türkçülük kalmıştır . Hırıstıyan Balkan
ülkelerinin elden gitmesinden sonra Abdülhamit’in Şam merkezli bir İslyam
İmparatorluğunu Anadolu ve Arap yarımadası üzerinde kurmağa çalışmasına Almanlar destek verince ,
İngilizlerin desteği ile
Selanik’ten Hareket ordusu İstanbul’a
gönderilerek Abdülhamit’in tahttan
indirilmesi sağlanmış , İngiliz gizli servislerinin örgütlemesiyle
Arnap milliyetçiliği öne cıkınca , islama dayanan bir büyük devletin Orta Doğu’da
kurulabilmesi ihtimali devredışı kalmıştır . Üç tarzı siyasetin ikincisi olan
İslamcılık akımı da böylece devredışı kalınca , bu kez üçüncü yol olarak Türkçülük akımı öne
geçmiş ve Yusuf Akçura’nın örgütlediği Türk Ocakları sayesinde Türkçülük akımı Anadolunun her köşesinde hızla
örgütlenerek geleceğin Türkiye Cumhuriyetinin temelleri atılmıştır .
Tarihsel süreç içerisinde Üç tarzı
siyasetten tek tarzı siyasete geçiş kendiliğinden meydana gelmiş ve Türkçülük
Osmanlı sonrası dönemde merkezi topraklarda tek geçerli düşünce akımı olarak
yeni kurulacak devletin siyasal yapısını
belirlemiştir . Faydacı ve pragmatik bir
düşünce yapısına sahip olan Yusuf Akçura gerçekleşemeyecek hayaller yerine , gerçekleşebilecek
hedeflerle uğraşmaya öncelik vermiş ve onun bu gerçekci tutumu nedeniyle kısa
zaman sonra bir Türk devleti dünyanın merkezinde kurulmuştur . Kahire’de
yayınlanan Türk isimli gazetede yayınlanan üç tarzı siyaset makalesi , Osmanlı sonrası için bütün merkezi bölge
halklarına ve ülkelerine bir anlamda yön gösteriyordu . Bir Osmanlı milleti
yaratılamayınca , geniş alanlara yayılmış
Türk asıllı toplulukların sahip olduğu Türk kimliğinde birleşilmesi en gerçekci
yol olarak görülüyordu . Yusuf Akçura
dilleri , ırkları, gelenekleri, kültürleri ve dinleri aynı olan bütün Türklerin
birliğini savunarak, bir büyük Türk
imparatorluğunun yeniden oluşabilmesi için
yoğun çaba harcıyordu . Türk dünyasını hedef alırken Türklüğü ve Türkçülüğü geliştirmeğe
çalışıyor , güçlü bir Türkçülük akımı
sayesinde büyük bir Türk devletinin kurulabileceğini öne sürüyordu .
Akçura sayesinde PanTürkizm akımı
Osmanlı İmparatorluğu sonrası için Türklere ve Müslümanlara bir gelecek planı
sunuyordu , o da bir büyük Türk devletinin çatısı altında
biraraya gelmekti . Osmanlı İmparatorluğunun çok uluslu yapısı çerçevesinde
Türkçülük ya da PanTürkizm akımı
değerlendirildiğinde gayrimüslimlerin
böylesine doğu kökenli bir akımın uzağında durmağa çalıştıkları
görülüyor , hırıstıyan toplulukların
dışlandığı bir aşamada müslüman kökenli
topluluklar Türk kimliği çatısı altında biraraya gelmeğe davet ediliyorlardı .
Bu aşamada Yahudiler ikiye ayrılıyor , bir kısmı gizlice Yahudi kimliğini sürdürme
yolunu seçerken , daha büyükçe bir
kesimi de dönmeliği kabül ederek
müslüman toplum içerisinde bu toplumun kurallarına ve geleneklerine göre
yaşamayı ilke olarak kabül ediyordu . Osmanlılar imparatorluk topraklarından
geri çekilirken , merkezi ülke konumuna gelen Anadoluya bir çok yerden milyonlarca insan göçediyor ve göçmenler de
Türk kimliği çatısı altında yaşamayı, kendi gelecekleri ve güvenlikleri açısından
doğal karşılıyorlardı . Böylece , Birinci Dünya Savaşı sonrasında Sevr
antlaşmasının imzalanması üzerine Hırıstıyan ülkeler Anadoluyu işgale yöneliyorlar , göçeden müslümanlar Türk kimliği altında emperyalizme
karşı savaş veriyorlar, dinlerinden
dönmüş görünen Yahudi toplulukları da Hırıstıyanlara karşı müslümanların
yürüttüğü ulusal kurtuluş savaşını destekleyerek bağımsız bir Türk devletinin kuruluşunu , bölgedeki Arap ve Rus nüfus çoğunluğuna karşı
denge oluşturabilmek doğrultusunda destekliyorlardı .
Rusya’daki milli hareketin
başından Anadolu’daki Türkçü harketin
başına geçen Yusuf Akçura , bütün bu
gelişmelerde ön planda etkili oluyordu . Yeminindeki Osmanlı ve İslam
kavramları nedeniyle , İttihat ve
Terakki Cemiyeti üyeliğini kabül etmeyen Yusuf Akçura , tıpkı Atatürk gibi bu cemiyete uzak duruyor ve İttihatçıların
orducu tutumlarına karşı daha halkçı bir örgütlenmeyi Mustafa Kemal
gibi askeri kesimin dışında kalarak gerçekleştirmeğe çalışıyordu . Zaman
içerisinde Jön Türkler ile de ters düşen Akçura daha bağımsız ve gerçekci
düşüncelerle Türkçülük akımını geçerli kılmağa çalışıyordu . Ulusal kurtuluş
savaşı sonrasında Atatürk’ün hızla sivil
bir rejim kurmasında ve orduyu siyasetin
dışına çekmesinde böylesine bir tutumun
fazlasıyla yararı olmuştur .
Atatürk’ün gerçekleştirdiği
Kemalist devrime kadar batıcı ve
yenilikçi hareketler hep Tanzimat döneminin birer uzantısı olarak gündeme
gelmiştir . Jön Türkler’de kendilerini Tanzimatın modernleşmeci kadrosu olarak
gördüklerinde , Yusuf Akçura bu duruma karşı çıkarak Atatürk gibi daha kökten bir reformculuğu
savunmuştur . Atatürk Tanzimatın tatlı su reformculuğundan uzaklaştıkça , bir Türk devletinin çatısı altında ulusal
siyasal yapılanma için kökten reformcu
girişimler zorunlu olmuştur . Tanzimat ülkede halk ile aydınlar ve zengin
burjuvazi arasında ikilik yaratınca bir
Türk ulusu yaratabilmenin çabası içinde olan Yusuf Akçura ve arkadaşları halkın
içinde ve yanında olmuşlardır . Dili , dini ve kültürü bir bütün olan Türk
dünyasının büyüklüğünü savunan Yusuf
Akçura , böylesine bir hedefi gerçekleştirebilmek
üzere , Rusya’daki Tatarların erişmiş
oldukları gelişmişlik düzeyini Türkiye’ye taşıyabilmenin arayışı içine giriyordu . Osmanlı Türklerinin
Rusya’da yaşayan kardeşlerinin
gelişmişlik düzeyini örnek almaları gerektiğini sürekli olarak savunan Akçura ,
çıkardığı dergiler ve yazdığı makaleler
aracılığı ile bu durumu Anadoluya
taşıyabilmenin mücadelesini yapıyordu . Akçura’nın
bu çabaları sonucunda , Ziya Gökalp Üç tarzı siyaset benzeri bir kitabı kaleme alıyor ve bunun adını da”
Türkleşmek , İslamlaşmak ve Muassırlaşmak “ biçiminde belirleyerek Akçura’nın izinde bir çizgi izliyordu . Ziya
Gökalp’in devreye girmesiyle beraber Akçura yalnızlıktan kurtuluyor ve Türkçü çizgide bir kadro oluşumu gerçekleştirilerek
, toplumun hızla Türkleştirilmesi sağlanıyordu .
Osmanlı İmparatorluğunun son
dönemlerinde başlamış olan PanTürkizm akımı , Türkiye Cumhuriyetinin
kuruluşundan sonra Kemalist Türkiye’ye
yardım ve katkı misyonunu üstleniyor ve
Türk dünyası için örnek ülke olarak kurulmuş olan Türkiye cumhuriyeti
üzerinden PanTürkizm akımını sürdürmek
aşamasına geliniyordu . Anadolu’da bir milli devletin Türkiye cumhuriyeti
olarak kurulmasında son derece önemli
katkılar sağlamış olan Yusuf Akçura , sonraki aşamalarda Kemalist Türkiye’nin hızla gelişebilmesi
için çalışmalar yapıyordu . Osmanlı
sonrasında batı dünyası için gündeme gelmiş olan Doğu sorunun çözümünde Türkiye
merkezli bir yolun izlenmesi için Yusuf Akçura öne çıkıyor ve Türk ile Slav
toplulukları arasında sürüp gelmekte olan çekişmenin çözüme kavuşturulabilmesi
için, güçlü bir Türkiye’nin
yaratılmasına öncelik veriliyordu .
Anglosaksonların, Fransızların, hırıstıyanların
ve Rusların bölgedeki hesaplarına karşı
Türklerin güçlenebilmeleri için Almanya ile işbirliği yapmaları
düşüncesi Akçura’ya tıpkı Abdülhamit ve İttihat Terakki gibi cazip geliyordu . Dar
kapsamlı Tatarcılık yerine geniş kapsamlı bir Türkçülüğü Türk dünyasının geleceği açısından daha doğru bulan Yusuf
Akçura , Türkiye Cumhuriyetini böylesine
güçlü bir yapılanmanın merkez ülkesi olarak görüyordu . Bu nedenle devletin ve
yeni Türk üniversitesinin kuruluş çalışmalarında yer almış Ankara’daki devleti
desteklemek üzere Ankara Hukuk Fakültesi ile Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde
dersler vererek , yeni Türk devletini yönetecek güçlü kadroların yetişebilmesi
için çaba gösteriyordu .Ankara ve İstanbul’da
yapılan bilimsel toplantılara delege olarak katılarak , yeni
Türk devletinin bilimsel açıdan güçlenebilmesi doğrultusunda yoğun çaba
harcıyordu . Devleti kuran partiye üye olarak önce İstanbul ve daha sonra
da Kars milletvekili olarak Türkiye
Büyük Millet Meclisinde görev yapmıştır .
Bu arada , dil ve
tarih kurumlarının kuruluş çalışmalarına katıldı , daha sonra da Türk Tarih Kurumu başkanlığına
seçildi . Böylece, Yusuf Akçura sahip
olduğu bütün bilgi birikimini hem bilimsel kurumlarda hem siyasal organlar da
Türkiye’ye aktararak kısa zamanda türkiye Cumhuriyetinin önemli bir gelişme
göstermesine ciddi katkılar sağlamıştır
. Bu tür çalışmalarla Cumhuriyetin onuncu yılı büyük coşkularla kutlanmıştır . Yusuf
Akçura almış olduğu bilimsel ve siyasal görevler aracılığı ile Kemalist hareket
içinde bir nefer olarak görev yaptı ve
bütün birikimini Atatürk’e bir danışman olarak aktarma fırsatını buldu .
Türkiye Cumhuriyetinin
kurucusunun az zamanda büyük işler
başarmasında Yusuf Akçura gibi önemli bir siyasal ve bilimsel birikime sahip
olan danışmanın katkıları büyüktür .
Akçura Rusya ve Avrupa ülkelerinde edindiği bilgileri ve gördüklerini sürekli
olarak Mustafa Kemal’e aktararak O’nun
bir Türk devleti kurarken tarihsel bilgi birikimine uygun olarak hareket
etmesini sağlamıştır . Atatürk’ün büyük başarılarının perde arkasında var olan
önemli uzmanlardan birisinin de Yusuf Akçura olduğu söylenebilir çünkü , cumhuriyetin ilanından ölümüne kadar uzun bir süre parlamentoda milletvekili olarak hep ön
sıralarda yeralmıştır .
Atatürk , ulusal kurtuluş savaşı sonrasında bir Türk
devleti kurmayı kabül etmiş ama Yusuf Akçura’nın PanTürkizm düşüncesini
benimsememiştir . Daha çok bir ideale dayanan bu yaklaşım , Anadolu coğrafyasının jepolitiğine o dönemin
koşullarında pek uygun düşmüyordu . Bir asker olan Atatürk , jeopolitiğin inceliklerini iyi bildiği için
bir bilim adamı olan Yusuf Akçura’dan bu
açıdan ayrılıyordu . Atatürk daha işin başında Türkiye Büyük Millet Meclisini
açış konuşmasında Pantürkizm, Panislamizm ve de PanTuranizm gibi yayılmacı akımlardan uzak kalacaklarını , yalnızca Misakı milli sınırları içerisinde egemenlik
haklarını savunacaklarını , kesinlikle Osmanlı İmparatorluğu gibi emperyalist
bir politika uygulamıyacaklarını söyleyerek , Yusuf Akçura’nın bütün Türk dünyasını biraraya
getirme hedefinden uzaklaşıyordu . Türk
devletinin halkçı ve çoğulcu bir yapıya dayanması gerektiğini savunan Akçura , ise
geleceğe dönük olarak Türk dünyasının birlikteliğini Sovyetler Birliği emperyalizmine karşı
savunuyor ve yaptığı tarih araştırmaları ile Türk dünyasının sosyalist rejime
karşı ayakta kalabilmesinin hazırlıklarını yürütüyordu . Akçura’nın yasal
olarak vatandaşı olduğu Kemalist devlet ,
O’nun özlemlerini tam olarak
yansıtmıyordu ama gene de geleceğe dönük
olarak çalışmaların sürdürülmesi gerektiğine inanarak , Türkiye’de kalmağa ve çalışmalarını ısrarla kamuoyuna taşımağa
kararlı görünüyordu . Yaratacısı olduğu PanTürkizm’in gerçekleşemiyeceğini
anlamasına rağmen bu doğrultudaki çalışmalarından vazgeçmiyor ve Türkiye
Cumhuriyetini bu doğrultuda güçlendirebilmenin yollarını arıyordu . Türklerin
tarih sahnesine çıkmış olduğu Orta Asya stepleri ile Rusya arasında yaşamakta
olan türk topluluklarının ortak geleceğini Osmanlı ülkesinde dağınık bir
biçimde yaşamakta olan Türk boyları ile beraber düşünmek , Yusuf Akçura için vazgeçilemiyecek bir kutsal düşünce idi .
Atatürk’ün Misakı Milli sınırları
içerisinde Anadolu Türkçülüğü ile yetinmesi
bir yönü ile asker kişiliğinden gelen gerçekci bir yaklaşımın sonucu idi . Bunu gören Yusuf Akçura PanTürkizm açısından umutsuzluğa
sürüklense de anadolu Türkçülüğüne katkıda bulunmağa devam ediyordu . Yusuf
akçura’nın emperyalist Türkçülük anlayışı Atatürk’un ulus devlet içinde
demokratik Türkçülük anlayışı ile tam olarak uyuşmuyordu . Ziya Gökalp’in zaman
zaman öne çıkması Atatürk ile Yusuf Akçura arasındaki mesafenin dengelenmesi
açısından yararlı oluyor ve bir
anlamda milli sınırlar içerisinde ülke
Türkçülüğü ile o dönemin koşullarında yetiniliyordu .
Atatürk, Avrupa kıtasının yanıbaşında çağdaş bir
cumhuriyet rejimi ve buna temel olarak da modern bir ulus devlet kurarken , her türlü emperyalist yaklaşımın ötesinde
hareket etmek zorunda kalıyordu , çünkü
Türkler bir imparatorluk kaybetmişti. Ruslar ise bir eski imparatorluk
çökertmelerine rağmen yeni dönemin koşullarında yepyeni bir ideolojik
imparatorluğun merkezi ülkesi olarak ayakta kaldıkları için Türkler’ den daha
avantajlı bir konuma sahip bulunuyorlardı .
Osmanlı ve Rusya türkleri ayrı
dünyaların insanları olarak bir türlü biraraya gelemiyorlar ve bu nedenle de
Yusuf Akçura’nın idealize ettiği büyük Türk birliğine giden yol açılamıyordu .
Atatürk bu durumu iyi bilen bir önder olarak geleceğe hazırlanıyor ve Sovyetler
Birliğinin yıkılacağı günlere hazırlıklı olmak gerektiğini , cumhuriyetin onuncu yılındaki konuşmalarında
dile getiriyordu .
Türk Ocaklarında örgütlenen bazı
Türkçülerin de sosyalist düşünce de olması , Moskova merkezli kurulmuş olan Türkiye
Komünist Partisinin , Rusya ve Türkiye’de Türkçü çalışmalar yapması da
Atatürk’ü kuşkuya düşürüyor ve bu nedenle
aşırı bir Türkçü görünüm vermeden hareket etmeyi doğru buluyordu .
Sovyetler birliği gibi bir büyük dev devlet yapılanmasının merkezi konumundaki
Rusya’yı karşısına almayan Mustafa Kemal , Anadolu Türkçülüğü ile yetinirken , Rusya’daki Türkleri dile getirerek bir Rus
tepkisi ile karşı karşıya kalmamağa dikkat ediyordu .
Bu durum daha sonraki yıllarda
Türk ocaklarının kapatılarak yerlerine
Halkevlerinin açılmasına neden
olacaktır , çünkü Türk Ocakları sürekli olarak Rusya’da yaşayan Türk
topluluklarını dile getirdiği için , Rusya’nın büyük bir baskısı sonucunda imparatorluktan ulus devlete geçiş aşamasının
bu köprü kuruluşları kapatılmış ve milli
sınırlar içerisinde bir toplum entegrasyonuna öncelik veren Halkevleri projesi devreye sokulmuştur . Bu gibi değişikliklere
rağmen , Anadoludaki Türk devletinden
umudunu kesmeyen Yusuf Akçura , Anadolu
Türklüğünün gelişebilmesi için Türk kültürü doğrultusunda bir ulusculuğun
ülkede etkili olmasına çalışıyordu .
Atatürk milliyetçiliği
doğrultusunda yapılan ulusalcı çalışmalarda Yusuf Akçura’nın sürekli olarak ön planda yer aldığı görülmüştür . Akçura , Türk
Tarih Kurumunun kurucusu ve başkanı olarak Türkiye’de ilk ulusal tarih
kongrelerini düzenlemiş ve Türklerin tarihten gelen kökenlerinin daha iyi belirlenebilmesi için çeşitli araştırma projelerini devreye sokmuştur
. Türk Ocaklarının dergisi olan Türk Yurdu’ndan sonra Tarih kurumunun bilimsel yayın organı
olan Belleten dergisinin de kuruculuğunu
ve yöneticiliğini yaparak , Türk tarihi
açısından önemli çalışmalara öncülük yapmıştır . Atatürk’ün istediği konularda
araştırmaların yapılmasını , Atatürk’ün
tarihe olan büyük merakının karşılanması konusunda gerekli kaynakların sağlanması gibi işleri
hep Yusuf Akçura üstlenmiştir . Bir anlamda Atatürk’ün geniş bir tarih kültürüne
sahip olmasını sağlayan uzmanlardan birisi olarak da Yusuf Akçura’nın o dönemde
öne çıktığı görülmektedir .
Atatürk de bu nedenle Akçura’ya güvenerek kendisinin tarih
kurumunun kurucu başkanı olmasına yardımcı olduğu görülmektedir . Akçura ve
mustafa kemal birlikteliği ve diyalogu sayesinde Anadoludaki Türk devletinin tarihsel açıdan
doğru temeller üzerinde kurulduğu görülmektedir . Bu nedenle, bir çok büyük soruna ve emperyal baskıya
rağmen Türk devletinin doksan yıldır
ayakta kalması temellerinin sağlam
atılmasıyla açıklanabilir. Temellerin sağlam olmasının yanısıra gene tarih
bilinci ile doğru bir devlet modelinin seçilmiş olmasının da bu başarılı sonucun alınmasında etkili olduğu
söylenebilir .
Türk devletinin kuruluşu sırasında
Atatürk’e çok yakın bir konumda olan
Yusuf Akçura’nın Kemalizm’in
biçimlenmesinde de etkili olduğu söylenebilir . Atatürk’ün düşünceleri ve
yaptıklarının sistemli bir bütünü olan Kemalizm’in bir siyasal sistem ve akım
olarak ortaya çıkmasında Yusuf Akçura
bir uzman danışman olarak önde
gelen katkılar sağlamıştır . Türk
devletinin resmi tarih anlayışının oluşumunda , Güneş Dil Teorisinin geliştirilmesinde , milli
bir Türk kültürünün yaratılmasında en
önde gelen uzmanlardan birisi her zaman Yusuf Akçura olmmuştur . Kemalist
laiklik uygulamasının , Rusya’daki
Türklerin ulusal kurtuluş hareketi olan
Cedidizm’den farklı olması karşısında
Yusuf Akçura’nın daha mesafeli hareket ettiği görülmüştür . Akçura , Medrese eğitimine müslüman halk kitlelerinin gereksinmelerinin
karşılanması doğrultusunda devam
edilebileceğini , Tataristan kökenli bir müslüman olarak savunabilmiştir .
Devletin kuruluş aşamasında , Kazan ve Kırım kökenli Tatarlar ve Karayların
müslüman yapıya daha hoşgörülü bakmalarına rağmen , Selanik
kökenli göçmen Sabatayların İslama daha mesafeli bakmaları nedeniyle , iş bir anlamda din kavgasına dönüşme eğilimi
göstermiş , bu nedenle de Kemalist
rejim sonraki aşamada daha sert bir
laiklik anlayışının uygulayıcısı olmuştur . Rusya’da ortaya çıkan sosyalist
rejimin katı bir Ateizm politikasını
resmen uygulaması da Kemalist laiklik anlayışının sertleşmesinde önemli
bir rol oynamıştır . Rusların
hırıstıyanlığına karşı Rusya Türkleri müslümanlığı kendi kimliklerini korumak açısından daha
yakın görmüşler, bu nedenle Tatar ve Karay
kökenli göçmenler Türkiye’de İslama daha
yakın durmuşlardır .
Makedonya kökenli Sabataylar ise ,
Yahudi kökenleri nedeniyle İslama daha
mesafeli durmuşlar ve bu doğrultuda daha katı bir laiklik uygulamasından yana
olmuşlardır . Rusya Türklerinin hırıstıyan dünyası içinde yaşamaları , Osmanlı Türklerinin ise müslüman bir ülkede
yaşamaları nedeniyle ortaya çıkan farklılık , Türkiye’de yeni rejimin oluşumu sürecinde
etkili olmuştur .ve Türk dünyasının geleceğinde dinin rolü üzerinde önemli
fikir ayrılıklarının doğmasına
yolaçmıştır .
Atatürk ve Yusuf Akçura , tarihin aynı döneminde birlikte yaşamışlar
ve ondokuzuncu yüzyıldan yirminci
yüzyıla doğru bir değişim aşamasının içinde yer alarak geleceğe doğru Türk
dünyasının belirlenmesinde birlikte etkili olmuşlardır . O dönemin koşullarında
gündeme gelen Sovyetler birliği modeli dışında kalarak , Osmanlı ülkesinin Türkleri ile beraber geleceğe doğru bir bağımsızlık düzenini
yakalamışlar , Sovyet emperyalizminin
esir aldığı Rusya Türkleri için fazla birşeyler yapamamışlardır . Komünist
rejimden kaçanların sığınağı konumuna gelen Türkiye Cumhuriyeti
Sovyetler Birliği ile sınır komşusu olduğu için soğuk savaş döneminin
zor koşullarında fazla hareket edememiş ve Orta Asya ile Rusya bölgelerinde
yaşamakta olan Türkler için demirperde
engeli nedeniyle ortak çalışmalar
geliştirilememiştir .
Bunu gören Atatürk , Türk ulusuna , Sovyetler Birliğinin dağılacağı
günlere hazırlıklı olmak gerektiğini bir siyasal vasiyet olarak bırakmıştır .
Yirmi yıl önce Sovyetler birliği dağılmış olmasına rağmen , batı emperyalizminin baskıları nedeniyle , Türk devleti
Atatürk ve Yusuf Akçura’nın ortak özlemi olan Türk dünyasının geleceğe dönük birliği için fazla birşey
yapılamamıştır . Sovyet sonrası dönem küreselleşme aşaması olarak ilan edilmiş
ve sürekli olarak batı merkezli politikalar
Avrasya bölgesi için dışarıdan empoze edilmeğe başlanmıştır . Avrupa, Amerika
ve İsrail merkezli batı üçgenine sıkıştırılmış olan Türkiye Cumhuriyeti, gelecekte Anadolu Türkleri ile Orta Asya ve
Rusya Türklerini biraraya getirecek çalışmaları bir türlü gerektiği gibi
devreye sokamamıştır .
Artık Atatürk’ün Türkiyesinin Yusuf Akçura’nın özlemleri doğrultusunda
bütün Türk dünyasının biraraya gelebilmesi doğrultusunda etkili çalışmalar
yaparak hem merkez hem de öncü ülke konumuna gelmesi gerekmektedir . Türkiye
cumhuriyeti devleti kendisini bu doğrultuda yönetecek siyasal iktidarları yıllardır beklemektedir . Batılı
emperyalistlerin her türlü engellemesi aşılarak , Türk devletini bu doğrultuda
yönetecek yeni bir iktidarın bir an önce işbaşına gelmesini sağlayacak
mekanizmaları artık Anadolu Türklerinin daha fazla zaman yitirmeden devreye
sokmaları gerekmektedir . Türk dünyası da bu doğrultuda Türkiye’ye yardımcı
olmalıdır .
Prof. Dr. Anıl
ÇEÇEN
Bir
duvarın üzerine dünya haritası asıldığında, önce bir genel görünüm ile yetinmek
zorunda kalınmaktadır. Ne var ki, haritanın yanına gelerek, her gece televizyon
kanallarında gösteri yapan bazı ilgililer gibi harita üzerindeki çizgilerin ve
sınırların incelenmesiyle birlikte, birbirinden çok farklı konumda çeşitli
yerleşim ve yapılanma modelleri ile karşı karşıya kalındığı görülmektedir.
Adalar ile karaların, denizlerle göllerin birbirine karışmış olduğu, çöller ile
buzulların ters bölgelerde yer aldığı bir doğal yapılanma durumu, dünyanın
bugünü için olduğu kadar geleceği açısından da genel bir fikir vermektedir.
Ülkeler ve bölgeler arasındaki mesafelerin bakış açılarına göre değiştiği,
durduğunuz yerin konumuna göre, ülke ve bölge yakınlıkları ya da uzaklıklarının
sürekli olarak durum değiştirdiği bir yuvarlak dünya yapılanması içinde insanlar yaşamlarını sürdürmeye çabalarken,
ülke ve devletler de harita üzerinde meydana gelen değişikliklerin yansımalarının
getirdiği yenilikler ile değişken jeopolitik konumların hesabını iyi yaparak,
yeni dünya haritası üzerinde ne gibi değişiklik ve yenilikler ile karşı karşıya gelebileceklerini öncelikle
belirlemeye çalışmaktadırlar. Haritalar ile ortaya konulan bu küresel konum
ülkeler, bölgeler, toplumlar ve devletler açısından yeni durumları gündeme
getirdiği için, yeryüzü karaları üzerinde yer alan tüm canlılar ve onların
kurmuş oldukları yapılanmaların zamanla eskiyerek gerilere doğru gittiği
görülmekte ve yeni ortaya çıkan koşullar ve durumların ise gündeme gelen yeni
tablolar üzerinden geçmişten gelen bütün siyasal, sosyal ve küresel
yapılanmaları değişime zorladığı anlaşılmaktadır. Bu açıdan bütün dünya
ülkeleri değişimin dayatmalarıyla uğraşmak zorunda kalmaktadırlar. Böylesine
bir süreç içinde de devletlerin ve de kuruluşların yöneticileri geleceği
kurtarmak amacıyla bazı sıkı önlemler alarak, değişimin yıkıcı yansımalarına
karşı geçmişten gelen kamu düzenlerini koruyacak yeni yapılanmalara
gitmektedirler. Her ülkenin jeopolitik konumu aynı zamanda geleceğinin de
belgesi olarak ortaya çıktığı için, tüm çabalar var olan kazanılmış durumları
korumak ve gelmekte olan tehlikeli gelişmelere karşı çıkmak doğrultusunda yeni
mücadelelerin yapılmasını doğal olarak gündeme getirmektedir.
Duvardaki
dünya haritasına bakıldığı zaman haritanın batı bölgesinde Amerika ve Avrupa
kıtalarını yan yana getiren batı blokunun bütünüyle bir kontrol mekanizması
içinde yer aldığı ve haritanın doğu tarafına bakan kesiminde ise tıpkı batı
bloku gibi Çin Halk Cumhuriyeti’nin geniş topraklarının var olduğu göze
çarpmaktadır. Dünya haritasının batısında batı bloku yer alırken, doğusunda da
doğu bloku yerine geçecek bir biçimde, çağımızın en büyük ve geniş devleti
olarak Çin gerçeğinin var olduğu anlaşılmaktadır. Bugünün dünyasında gündeme
gelmiş olan bu ikili yapılanma doğu ve batı blokları arasında bir yeni dengeli
durum ortaya çıkarırken yeryüzü kıtalarının tam ortasında yer alan ve doğudan
batıya ya da batıdan doğuya doğru uzanan Müslüman ülkeler zinciri ile insanlar
karşı karşıya kalmaktadır. Eski ABD dışişleri bakanı olan Condeleza Rice yeni
dünya düzeni kurulurken yirmi iki ülkenin sınırlarının değişeceğini ve bu
doğrultuda dünya haritası üzerinde önemli kaydırmalar yapılabileceğini açıkça
söylemiştir. Ona göre Afrika kıtasının en batısında yer alan Fas’tan başlayarak
sürekli doğuya doğru gidilirse, birbirine sınır komşusu olan bu yirmi iki
ülkenin bir orta dünya hattı olarak batıdan doğuya doğru uzandıkları
görülmektedir. Harita üzerinde ABD merkezli batı bloku en geniş alanı
kapsarken, ABD’nin karşısında Çin kale gibi öne çıkmakta ve doğu ile batı
arasında uzanıp gitmekte olan İslam coğrafyası da dünyanın en geniş üçüncü
alanı olarak burada yerini almaktadır. ABD’nin en büyük düşmanı konumundaki
Çin’in önünü kesecek en büyük coğrafya orta alanda öne çıkmış olan İslam
toprakları olarak görüldüğü için, ABD önderliğindeki Müslüman ülkelerin
toprakları, Çin ve ona bağlı olarak doğu blokunun genişlemesine karşı
çıkartılmaktadır.
Atatürk
devlet kuran bir önder olarak ve askeri okullarda almış olduğu jeopolitik
eğitimlerin yansımalarıyla, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden yolda Misakı Milli sınırlarının çizilmesi
aşamasında çok doğru bir karar alarak, yeni Türk devletinin kuruluşuna giden
yolda dünyanın en zor coğrafyasının tam ortalarında kurulmakta olan yeni ulus
devletin sınırlarını çok gerçekçi bir yaklaşım içinde belirlenmesini
sağlayarak, her türlü riskli gelişmelere karşı Türkiye Cumhuriyeti’nin birlik
ve bütünlük içinde varlığını korumasını sağlayabilmiştir. Savaş sonrası bir
ortamda gündeme gelen düzensizlik eski imparatorlukların yıkılmasına giden
yolları açarken, aynı zamanda gelecek yüzyılın ulus devletlerinin oluşumunu da
gündeme getiriyordu. İmparatorlukların bittiği aşamada ulus devletlerin gündeme
gelmesi, aslında geçmişten gelen siyasal birikimlerin savaş sonrası ortamda öne
çıkmasını gerçekleştiriyordu. Atatürk’ de Birinci Dünya savaşı sonrası dönemde
ortaya çıkan ulusalcı önderlerden birisi olarak, yeni bir ulus devlet projesini
ile tarih sahnesinde Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken, dünyanın geleceği ile de
yakından ilgilenerek bu konuda yaptığı okumaları ve araştırmaları zaman zaman
dile getirerek, nasıl bir dünya gerçeği ile insanlığın gelecekte karşı karşıya
kalacağını fırsat buldukça dile getirerek anlatıyordu. Dünya tarihini çok
yakından inceleyen Mustafa Kemal bu çalışmaları sırasında tarih biliminin temel
eserlerini inceleyerek, kendisine göre çıkarmış olduğu sonuçları söylev ve
demeçlerinde dile getirmiştir. Tarih bilimi ile yakın duran insanların
geçmişten geleceğe dünyadaki değişimden haberdar olmasıyla birlikte geleceğin
dünyasında neler olacağı da tartışma alanına gelmektedir. Atatürk kendi
zamanının bugününü temsil eden bir projeyi ulus devletler çağına uygun olarak
gerçekleştirmeye çalışırken, aynı zamanda geleceği de dikkate alarak yarının
dünyasında neler olacağını ve bu çizgide insanlığın ne gibi yeni tablolar ile
karşılaşabileceğini çeşitli fırsatlarda dile getirerek, bu bilgi birikimini
kurmuş olduğu cumhuriyet rejiminin gelecekte yöneticisi olacak genç kadrolara
anlatıyordu.
Atatürk
düşünce ve görüşlerini yazıları ve konuşmaları ile ortaya koyarken, hayatının
son döneminde bazı vasiyetname ve miras konularını gündeme getirerek gelecek
ile ilgili görüşlerini kâğıt üzerinde yazılı bir biçimde belirlemeye çaba
göstermiştir. Gelecek kuşaklara bir birikim bırakılırken herkes önce özel
konulara ve mal varlığına, sonra da içinde bulunulan siyasal ortam ile ilgili
düşüncelerini tespit ettirmeye çalışmaktadır. Daha sonraki aşamada dışa dönük
genel konular ve resmi evrak düzenlemeleri tamamlanmaya çalışılarak, ortaya bir
vasiyetname ya da miras belgesi konumunda irade ve düşünceleri tespit etme ile
ilgili değerlendirmeler yapılarak, resmî belgelerdeki irade beyanlarının
geleceğe tüm yönleri ile aktarılmasına çalışılırken, Atatürk’ün kendi el yazısı
ile yazarak bırakmış olduğu bir miras belgesinin olduğu bilinmektedir. Bu
konuda eski bir avukat olan Mazhar Leventoğlu bir kitap hazırlayarak, miras
hukuku açısından Atatürk’ün Türk ulusuna ve ailesine bırakmış olduğu irade
beyanının hukuk bilimi açısından değerlendirmesini yapmıştır. Atatürk’ün ailesi
ve kardeşi ile ilgili el yazısı belgelerdeki bazı açıklamalar sonraki dönemde
de gündeme getirilen tartışmalara ışık tutmuştur. Atatürk’ün özel mirası ile
ilgili yazılı metne herkesin saygılı davrandığı bir ortamda, Atatürk’ün
kendisinden sonraki dönemde kurmuş olduğu cumhuriyet devletinin ne gibi
zorluklar ve karışıklıklar ile ilgili görüş ve düşüncelerinin bulunduğuna dair
ikinci bir tespit belgesinin de bir devlet kurucu önder olarak ülkesinin
geleceğinde karşı karşıya kalınabilecek bir önlem olarak düşünülerek, Türk
devletinin merkezi kurumlarında geleceğe dönük bir biçimde korunmasına
çalışılmıştır. Atatürk’ün Anıt Kabir ’deki yerine taşındığı sene olan 1953
yılında bu konular ilk kez tartışma konusu olmuş ama, bir askeri döneme doğru
sürüklenirken devletin kuruluşu ile ilgili belgeler o dönemin başbakanı Adnan
Menderes’in uzak durması yüzünden yeterince inceleme konusu olarak ele
alınamamıştır. 12 Eylül döneminde devlet yeniden düzenlenirken o dönemin askeri
yönetimi Atatürk’ün vasiyeti ve mirası ile ilgili özel bir araştırma yaptırmış
ve bu konudaki devletin elinde bulunan belgelerin o dönemin koşulları elverişli
olmadığı gerekçesiyle cumhuriyetin yüzüncü yılında resmen açıklanması uygun
görülerek, bu konu ile ilgili devlet açıklamasının o dönemde yapılması devlet
organlarınca önlenmiş ve bu açıklama işi bugünlere ertelenmiştir.
Atatürk’ün
vasiyetini bugün için önemli kılan konu, kendisinin gelecekteki dünya düzeni ve
Türk devletinin karşı karşıya kalabileceği siyasal çıkmazlar hakkındaki
görüşlerini açıklığa kavuşturarak geleceğin dünyasında ulus devletlerin
durumunu açıklamaya çalışmasıdır. Bir ulus devlet olarak Türk cumhuriyeti
örgütlenirken, Avrupa tipi laik devlet yapılanması benimsenmiş ve bir halkçı
rejim olarak ulusal bir devlet düzenine yönelme olmuştur. Devletin dayandığı
temel ilkeler anayasal metin içinde kabul edilirken, Türkiye Büyük Millet
Meclisinin çıkardığı kanunlar çerçevesinde saltanat ve hilafet rejimleri
kaldırılarak, imparatorluktan ulus devlete ve başında halifenin bulunduğu din
devletinden çağdaş laik ulus devlete geçerken, hilafet rejimi de gene bir başka
kanun ile kaldırılarak ülkede yeni bir devrim yapılmıştır. Bu devrimci
dönüşümlerin öncüsü ve önderi olan Atatürk yeni devletin yapısını anayasal
ilkeler düzeyinde belirlerken, tıpkı Hristiyanlık ve Musevilik gibi bir tek
tanrılı din olan İslam dininin geleceği ile ilgili görüşlerini zaman zaman dile
getirerek, devrimci dönüşüm ile geçmişten gelen geleneksel durumun çatışmasını
önlemeye çaba göstermiştir. Bu doğrultuda kendi söylev ve demeçleri içinde yer
alan birçok konuşma ve yazısında din, laiklik, hilafet, hak ve özgürlükler gibi
ana konularda görüşlerini dile getirmiş ve bugünün dünyası ile geleceğin dünya
düzenleri hakkındaki görüşlerini bugünlere yansıtmaya çaba göstermiştir.
Atatürk kendi döneminde geleceğin dünyasının kurulabilmesi için merkezi
coğrafyada cesur adımlar atarken, çağdaş dünyanın gerisinde kalmış olan
saltanat ve hilafet düzenlerini de Türk halkının oluşturduğu TBMM aracılığı ile
kaldırarak, bir kanun ve hukuk devleti olmanın gereğini yerine getirmiştir. Bu
sayede atılan adımlar çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’ni geleceğin nurlu ufuklarına
doğru taşırken yeni devlet saltanat ve hilafet düzenlerinin daha ilerisi bir
çizgide kurulmuş oluyordu. Konu devletin temel yapılanması ile ilgili olduğu
için her türlü tartışmanın üstünde tutularak, Türkiye Cumhuriyeti’nin
gelecekteki durumunu kesinleştirmek üzere devlet kurucusunun vasiyetine
özellikle hilafet konusunda Atatürk’ün düşünceleri eklenerek, Misakı Milli
sınırları içinde yer alan yeni devletin farklı yerlere doğru çekilmesi ya da
emperyalist projeler doğrultusunda, Türk ulusunun zarar görmesine yol
açabilecek yeniden yapılanmalara yönlendirilmesi önlenmeye çalışılmıştır.
Halifelik
anlamına gelen hilafet rejimi din adına egemenliğin tek bir adamın eline
verilmesidir. Merkezi Vatikan olan bir dünya yapılanması içinde bir Papaz hem
tüm Hristiyan dünyasının hem de Papalık devletinin başkanı seçildiği gibi,
benzeri bir doğrultuda bir din adamının ya da devlet yöneticisinin bütün İslam
dünyasının başkanı ve önderi olarak kabul edilmesini Hilafet devleti çatısı
altında olmasını savunan görüş de tıpkı Vatikan gibi bir din devletini
Müslümanların da Hilafet devleti olarak kurmalarını normal olarak
karşılamaktadır. Vatikan benzeri bir örgütlenmeyi Akdeniz kıyısında İsrail
olarak kuran Museviler de kendi din devletlerini Vatikan benzeri bir yapıda
kurduklarını söylerken, İslam dünyasının iki kutsal şehri olan Mekke ve Medine
kentlerini içine alan bir üçüncü din devletini gene Akdeniz kıyısında Hicaz
devleti adıyla kurulabilmesinin tartışmaları soğuk savaşın sona ermesi ve
küreselleşme aşamasına gelindikten sonra başlamış ve yeni bir dünya düzeni
kurulması doğrultusunda tartışılmıştır. Büyük Orta Doğu Projesinde ABD, Büyük
İsrail projesinde İsrail ve Yakın Doğu Konfederasyonu projesinde İngiltere,
merkezi alandaki tüm Müslüman devletlerin bir araya gelmeleri sayesinde bir
İslam imparatorluğu oluşturacak şekilde
yeni bir yapılanmanın arayışı içine girmişler ve bu yolda çalışmalarını
hızlandırarak ulus devletleri geride bırakacak biçimde yeniden imparatorluklar
çağına geçişin ön hazırlıklarını
tamamlamaya çalışırken, Türk devletini ve yetkili kamu bürokratlarını
her defasında uyararak Yeni Osmanlıcılık adı altında eski Osmanlı Hilafet
devletine bir geri dönüş, bugünlerde siyasal gündeme taşınmaya çalışılmaktadır.
Eski Osmanlı topraklarında Hristiyan ve Musevi dinine mensup devletler
kurulurken İslam coğrafyasının yeni bir Osmanlı düzeni arayışına girmesi demek,
Balkanlar’da Hristiyan, Orta Doğu’da Musevi devletlerin de bu çatı altında yer
almaları anlamına gelecektir. O zaman da Halifelik devletinde sadece Müslüman
toplum değil ama kozmopolit bir yapılanma içinde, Osmanlı devrinde olduğu gibi
her dinden insanların yer alabileceği laik olmayan bir siyasal düzen kurulması
için çalışılmaktadır.
Hilafet
tartışmaları Osmanlı devletinin yıkılmasıyla başlamış ve bu devletin toprakları
üzerinde ulus devletlerin kurulmasıyla yeni bir aşamaya geçilmiş ve aradan yüz
yıllık bir zaman dilimi geçtikten sonra da bu kez ulus devletin yıpranması ve
şikayetlerin artması dikkate alınarak, yeniden Osmanlı devletine geri dönme
eğilimi öne çıkmıştır. Bugün Yeni Osmanlı hareketi içinde birçok Müslüman ve
dinci topluluk, Hilafet düzeni içinde bir orta çağ benzeri din düzeni kurulması
doğrultusunda, bir araya gelebilmektedirler. Böylesine bir arayış içine girmiş
olan bu toplulukların ana hedefi olarak Yeni Osmanlıcılık akımının gösterilmesi
beraberinde hem laiklik düzeninin kaldırılmasına hem de Hilafet devletine geri
dönülmesine yol açabileceği için, geçmişten gelen Halifelik ve laiklik
düzenlerinin karşılaştırılarak tartışılması öne çıkmaktadır. Bir Türk devleti
olan Osmanlı imparatorluğunun yıkılması sırasında Halifelik tartışılarak bu
yapıdan vazgeçilmesine karar verilmiş ve bu kararın uzantısı olarak da 3 Mart
1924 tarihinde çıkarılan bir kanun ile Halifelik düzeni ortadan kaldırılmıştır.
TBMM bu yasanın çıkartılmasından önce Saltanat ve Hilafet rejimlerini
birbirinden ayırmış ve bu konuda önce Saltanatı daha sonra da Hilafeti
yürürlükten kaldırmıştır. Son Osmanlı padişahının İngiliz gemisiyle kaçışından
sonra yeni bir Halife’nin göreve başlaması TBMM kararıyla yapılmış ama
uygulamada hükümet ile Halife arasında çeşitli sorunlar ortaya çıkınca, bu
kurumun da tıpkı Saltanat rejimi gibi kaldırılmasına meclis tarafından karar
verilmiştir. Bütün İslam dünyasının en büyük otoritesi olarak belirlenmiş olan
Halifelik rejiminin yeni yönetim ile uyuşmaması ve sık sık çelişkilere düşmesi
yüzünden cumhuriyet rejimi Halifelik makamını da iptal ederek, tam anlamıyla
demokratik bir cumhuriyet devleti oluşturulmasına karar verilmiştir. Atatürk ve
arkadaşları tarafından gereksiz ve mahsurlu görülmesine rağmen Birinci meclisin
içinde Atatürk’e karşı çıkan hilafetçi grubun ısrarlı direnişleri üzerine, önce
Halifelik kurumunun bir süre devamına karar vermişlerdir. TBMM’de Halifelik
makamının tüm İslam dünyası üzerinde etkin olması nedeniyle, Osmanlıcı
Hilafetçiler bu kurumun devamı için ısrarlı takipçi olmuşlardır. Daha güçlü bir
devlet için dinin karşıya alınmaması, ayrıca isyanların bastırılması için
Hilafet ’ten yararlanılması gerektiği TBMM görüşmelerinde dile getirilmiştir.
Cumhuriyet
rejiminin ilanı üzerine son seçilen Halife hükümet ve meclis kararlarını
dikkate almadan kendi bildiği çalışmalara yönelince, kısa zamanda iki başlı bir
organizasyon görünümü yaratılmıştır. Atatürk’ün cumhurbaşkanı seçilerek
devletin temsil makamına gelmesinden sonra Halife Abdülmecit devletin ikinci
başı olarak temaslarını yürütmeye çalışmış ama devlet içinde ikilem ile
birlikte hükümet çalışmalarında da karışıklıklar ortaya çıkınca Halifelik
kurumunun kaldırılmasına karar verilmiştir. Bu arada ikinci meclisin göreve
gelmesini sağlayan genel seçimler sayesinde meclis kadrosu yenilenmiş ve
Halifeyi destekleyen muhafazakâr kesimler meclis dışında kalmışlardır. 3 Mart I924 tarihli ve 431 sayılı” Hilafetin
ilgasına ve Hanedanı Osmani’nin Türkiye Cumhuriyeti memalik’i haricine çıkarılmasına dair kanun
“çıkarılarak, Hilafet devletine son verilmiş ve böylece demokratik bir
cumhuriyet rejimi kurularak Osmanlı hanedanının bütün yetkilerine son
verilmiştir. Kuvayı Milliyetçiler çağdaş
bir cumhuriyet rejimi kurabilmenin peşinde koşarken, İngiliz emperyalizmi de
Halifelik ile yakınlık kurarak ve ulusal kurtuluş savaşını yürüten halk
güçlerine karşı Hilafet ordusu adı altında yeni bir örgütlenmeye giderek,
ulusal kurtuluş savaşını ikiye bölmeye çalıştılar. Kuvayı Milliye’ye karşı
Kuvayı-İnzibatiye isimli bir Hilafet ordusu ile Osmanlı’nın başkenti olarak
İstanbul ve çevresini egemen olarak, Kuvay-ı Milliye güçlerinin eski başkent
İstanbul’u ele geçirmelerini önlemeye çalışmışlardır. Halifelik kurumu, İslam
Peygamberi Hz. Muhammed’in ölümünden sonra elçi yetkileriyle göreve gelerek
peygamberin yaptıkları ve söyledikleri doğrultusunda halk kitlelerine önderlik
yapan kişilere çalışma düzeni sağlayan bir yapılanma olarak, Osmanlı devletinin
son aşamasında tartışma konusu yapılarak ortadan kaldırılmıştır. Orta çağ
uzantısı olan din egemenliği arayışı içinde olan Hilafetçiler, dinin sağladığı
eski ortamı hedefleyerek halk egemenliği ve cumhuriyet yönetimi ilkelerine
karşı çıkarlarken, gene eskisi gibi içinden geldikleri Orta çağ uygarlığını
aramışlar ve bu doğrultuda yapılan çalışmalar ile de Hilafet rejimini
canlandırmak istemişlerdir.
Bugünün
dünyasında Orta çağ benzeri rejimler kurmak ya da yaşatmak mümkün olmadığı için
peygamber Hz. Muhammed benzeri bir yönetim düzeni günümüzde kurulamamaktadır.
Orta çağ da peygamber aynı zamanda Halife konumunda olduğu için her iki misyonu
da birlikte götürüyordu. Yönetim tam olarak tekelde toplanınca Peygamber
kendinden sonra yerine geçerek Halife olacak adayları belirleyerek, kendinden
sonra devamlılık sağlayacak Halifeler düzenini kendisi kurmuştur. Halife
olacaklar temsilcilerin seçimi ile tamamlanacak bir süreç sonucunda seçilerek
belirlenmişlerdir. Hz. Muhammed din ve dünya işlerini bir arada yürüten bir
devlet başkanı konumunda olduğu için onun zamanında peygamberin tekelinde
toplanan gücün kendisini takiben göreve gelen Halife’ye aktarılması benimsenmiştir.
Peygamberin ölümünden sonra halifelik mücadeleleri çok sert geçmiş ve kanlı
olaylar birbiri ardı sıra gündeme geldikçe, İslam tarihi hak ve hukuk
çizgisinin çok ötesindeki gelişmeler aracılığı ile kanlı ve çatışmacı bir
çizgide ilerleme olmayınca, din adına barış sağlamak giderek zorlaşmış ve
sonraki yıllarda siyasal bölünmeler bu çizgide devam ederek yeni grupların ve
Halife adaylarının öne çıkmasına yol açmıştır. Bu durumun sonucunda da yeni
yeni tarikatlar ve cemaatler birbirini izleyerek din dünyasında istikrarsızlık
ortamı yaratmışlardır. Kimin Halife olacağı meselesi yüzünden başlayan
çekişmeler daha sonraki aşamalarda kimin cemaatleri yöneteceği noktasına geldiğinde, Halifelik sisteminin
tek başına barış düzeni açısından yetersiz kaldığı ve bu nedenle bütün İslam
toplumlarından gelecek katılımlarla, dinsel örgütlenmenin ötesinde kalıcı bir
devlet düzeninin varlığının zorunluluğu bir kez daha doğrulanmıştır. Osmanlı
döneminde de yaşanan olaylar ve benzeri siyasal gelişmeler sadece Halifelik düzeni
ile bir devlet düzeni kurabilmenin mümkün olamadığını ortaya koymuştur. Dini
otoriteler aracılığı ile çağdaş bir kamu düzeninin kurulamadığı bir gerçeklik
olarak öne çıkınca, o zaman Halifelik ile normal devlet düzeni birlikteliği
Endülüs, Emevi, Abbasi, Memlük ve Osmanlı devletleriyle tarih boyunca
denenmiştir. Savaşlar aracılığı ile Memluk devletinden Osmanlı devletine geçen
Halifelik son üç yüz yıl Osmanlıların elinde kalmıştır. İslam devletleri uzunca
bir süre halifelik rejimleriyle yönetilmiş ve bu doğrultuda Halifelik
mücadeleleri verilmiştir. İmparatorluk peşinde koşan İslam devletleri her zaman
için birkaç Müslüman devleti kendi hegemonyası altına alabilme doğrultusunda
halifelik düzeni kurarak ve kendilerini merkezi güç olarak ilan ederek daha büyük
İslam devletleri oluşturmaya çalışmışlardır.
Yıkılan
bir İslam imparatorluğunun kalıntıları arasından bir ulus devlet ve çağdaş
cumhuriyet çıkarabilme çabasına yönelen Atatürk, bu doğrultuda önce saltanatı
kaldırmış daha sonra da ayrı bir kanun ile Halifelik düzenini iptal ederek, bu makamı
yeni kurulan devletin en üst organı olan Türkiye Büyük Millet Meclisinin manevi
kişiliği nezdinde temsil edilmesini sağlayan bir geçici statüye bağlamıştır.
Gelecekteki muhtemel siyasal gelişmeler doğrultusunda İslam dünyasının en üst
düzeyde yönetilmesine sağlayacak böylesine bir makamı, zaman içerisinde
geleceğe dönük yeni bir yapılanma üzerinden tekrar devreye sokulması gibi bir
yeni duruma karşı hazırlıklı olmaya dikkat etmiştir. Özellikle Atatürk’ün
ağzından çıkan sözlere dayanılarak gündeme getirilmiş bir metinde Atatürk
Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğini konuşurken, gelecekte dünyanın çok
genişleyeceği ve nüfusun fazlasıyla artacağını ve bu gibi bir yeni durumda tek
bir halife ile işlerin yürütülemeyeceğini ifade etmiştir. Atatürk’ün yirminci yüzyılın
ilk yarısında yeni bir devlet kurarken, gelecek yüzyılda Müslüman coğrafya da
birden fazla devlet olabileceğini, ortaya yirmi ya da yirmi beş İslam
devletinin çıkabileceğini bu durumda gene tarihte görüldüğü gibi, Müslüman
devletler arasında hegemonya savaşlarının ortaya çıkmasını önlemek amacıyla,
var olan bütün İslam devletlerinin temsilcilerinden oluşabilecek bir Hilafet
Konseyinin kurulabileceğini belirttiği söylenmektedir. Tek ve büyük bir
devletin çatısı altında harekete geçecek Hilafet Konseyi’nin zaman zaman
toplanarak alacağı kararlar aracılığı ile İslam dünyasının yönetimini
sağlayabileceği konusu o dönemde tartışma konusu olmuştur. Müslüman devletlerin
bir araya gelmeleriyle oluşturulacak Hilafet konseyinin bir araya gelememe
durumu da dikkate alındığında, her İslam devletinin çatısı altında yer
alabileceği bir federasyon ya da konfederasyon devletinin de gelecekte
kurulabileceğini Atatürk’ün belirttiği söylenmektedir.
Atatürk’ün
ağzından çıkan sözlerin tespit edilmesiyle ortaya konan vasiyetname benzeri bir
metin ölçü olarak ele alındığında, Saltanatın geride kalmasını tartışmayan
Atatürk’ün, hilafeti geleceğe dönük bir tartışma konusu yapması ve bu sorunun
çözümünde artık bir halifenin temsil edeceği bir Hilafet rejimi ile değil, tüm
Müslüman ülkelerin birer temsilci ile yer alacağı bir katılımcı düzen
çerçevesinde, yeni bir örgütlenme modeli gündeme getirilmektedir. Atatürk’e
göre her toplumun ya da devletin birbirinden alabileceği farklı ihtiyaçları
vardır. Bu durumda bağımsız İslam devletlerinin temsilcileri bir araya gelerek
kongreler yapabilirler ya da bir Hilafet Konseyi adı altında örgütlenerek ortak
gereksinmelerin karşılanması çizgisinde yapmaları gereken girişimlerde
bulunabilirler. Ayrıca böyle bir konseyin kurulamadığı durumlarda da İslam
devletleri bir Hilafet Federasyonu ya da benzeri bir konfederasyon çatısı
altında bir araya gelerek, geçmişteki Halifelik kurumunun kaldırılmasından
doğan boşluğun karşılanmasını sağlayabilirler. İslam devletleri arasında geliştirilen
ortak ilişkilerin korunması ve başlatılan ilişkilerin var olan koşullara uygun
birlikte hareketi sağlamak üzere, bütün İslam devletlerinin eşit ve ortak
katılımı ile bir meclisin kurulabileceği gene Atatürk tarafından dile
getirildiği söylenmektedir. Atatürk’ün ağzından bir bütünlük içinde dile
getirildiği belirtilen bu sözlerin gelecekte Birleşik İslam Devleti gibi bir
siyasal yapılanmayı öne çıkarabileceği ve bu katılımcı İslam Meclisinin başına
Halife unvanı verilen konumda birisinin seçilebileceği gene o metin içinde
belirtilebilecektir. Aksi takdirde herhangi bir İslam devletinin, bir kimseye,
bütün İslam dünyasının işlerini yönetme ve yürütme yetkileri vermesinin akıl ve
mantığa hiçbir zaman uygun gelemeyeceği, gene Atatürk tarafından hazırlanan
büyük söylev de yer almıştır. (Atatürk – NUTUK, Orhan Selim, s.532-533)
1938
yılının 6 Eylül günü Beyoğlu 6.Noteri İsmail Kunter’in Dolmabahçe sarayına
çağrıldığı ve Cumhurbaşkanlığı genel sekreteri Hasan Rıza Soyak’ın
huzurunda vasiyetnamede değişikliği
yapıldığı gene aynı kaynaklar tarafından öne sürülmüştür. Ayrıca, Atatürk’ün
na’şının Anıtkabir’e taşındığı aşamada Atatürk ile ilgili olarak bir genel
durum değerlendirilmesinin gündeme geldiği ama dönemin başbakanı Adnan
Menderes’in arkasındaki İslam cemaatlerinden çekindiği için, böyle bir adım
atılmasına uzak durduğu gene aynı kaynaklar üzerinden tartışılmıştır. Büyük
Söylev de Hilafet ile ilgili yazılan satırlarda, Hilafet rejiminin yeniden
canlandırılmasına dönük bazı cümlelere de rastlanmaktadır. Söylevin çeşitli
kısımlarında Atatürk’ün cümlelerinde Halifelik kurumunun gelecekteki durumuna
dikkat çekildiği öne sürülmektedir. Ayrıca Atatürk Cumhuriyeti ile ilgili her
şeyin elden geçirildiği bir dönem olan 12 Eylül , askeri rejimi sırasında, var
olduğu ileri sürülen Atatürk’ün vasiyetinin
resmen açıklanmaması konusunun da açıklığa kavuşturulması ile ilgili davalar açılmış ama Türk yargısı
bu konuda çekingen davranarak, kamuoyu önünde devletin kurucu önderinin
mirasçılarına bırakmış olduğu cumhuriyet devleti ile ilgili laiklik rejimi ve dini yapılanma konularında
var olan sorunların ortada kalmasına yol açılmıştır. Adnan Menderes ve Kenan
Evren dönemlerinde ele geçirilen fırsatların değerlendirilmesinden kaçınıldığı
bir süreç içinde bugün gelinen yeni aşamada gene Atatürk’ün gizli kalan
vasiyeti gündeme getirilmekte ve büyük şehirlerde Türkiye’nin yakın geleceği
ile ilgili senaryolar tartışılırken, bu vasiyetnamede var olduğu öne sürülen
Hilafet Federasyonu ya da konseyi gibi dinci yapılanmalar, Atatürk’ün
vasiyetnamesi üzerinden öne çıkarılmaktadır. Devletin kurucu önderinin kendi
ulusuna bırakmış olduğu mirasının bütün yönleriyle ele alınarak açıklığa
kavuşturulması, ya da bugüne kadar saklanan böylesine bir vasiyetname üzerinden
geleceğin yeni siyasal yapılanmasının beraberinde gündeme getirdiği yeni
siyasal koşulların Türk ulusunun önünde ele alınarak tartışılması gerektiği,
her geçen gün karşı karşıya kalınan olumsuz olaylar ile bir kez daha
doğrulanmaktadır. Türk devletinin kurucusunun iradesine sansür koymak ya da bu
çizgide baskı uygulamak gibi hareket tarzlarının gizlilikler senaryosuna destek
olduğu açıktır. Türk devletini yönetmek şansını elde eden siyasal iktidarların
şimdiye kadar gizli kalmış gerçeklerin açıklığa kavuşturulmasından uzak
durulması, bugünün koşullarında ancak emperyalist devletlerin Türkiye ile
ilgili gizli işgal senaryolarını sürdürmelerine katkı sağlamaktadır.
Küreselleşme
sürecinde öne çıkan Orta Doğu, Orta Asya, Kuzey Afrika ve Güney Asya gibi Müslümanların çoğunlukta
olduğu bölgelerde yeni siyasal
yapılanmalara gidildiği, bunların bir kısmının dışarıdan finanse edilen terör ve benzeri anarşi olayları ile birlikte,
bu gibi hukuk dışı ve suç gelişmelerine karşı komşu devletlerin bir araya
gelerek dışarıdan gelen emperyalist saldırı ve işgal girişimlerine karşı
işbirliği yaparak kazanılmış haklar doğrultusunda dayanışmaya gittikleri ve
bazen da daha ileriye giderek bölgesel birlikler kurmaya yöneldikleri
görülmektedir. Bu gibi gelişmelerin içinde İslam devletleri de tıpkı diğer
ülkeler gibi hareket ederek ya komşu dayanışmasına ya da bölgesel birliklere
yönelmektedirler. Hristiyan devletler Avrupa Birliği gibi kıtasal
birlikteliklere yönelirken, Papalık çatısı altında bir araya gelmeleri gibi
Müslüman devletler de Kuzey Afrika, Orta Doğu, Orta Asya ve Güney Asya
bölgelerinde İslam dayanışması doğrultusunda bölgesel birliklere
yönelmektedirler. Ne var ki, dünyanın ortası olarak kabul edilen merkezi
coğrafya da üç büyük din iki bin yıl önceden gelen var olma senaryoları
doğrultusunda hareket ederek, bugünlere geldiği için, dinler arası çekişmeler
günümüzde devam ederek geleceğin yeniden yapılanmasında etkin olmaktadırlar. En
son olarak Ukrayna savaşı ile ilgili gelişmelerin orta dünya da yokmuş gibi
görünün bir Musevi yapılanmasının, Müslüman ve Hristiyan yapılanmasıyla boy
ölçüşecek kadar güçlü olduğunu öne çıkarmıştır. Atatürk bu durumu yakından
izlediği için, kutsal topraklar üzerinde yabancıların saldırı ve işgalci
girişimlerine izin verilmeyeceğini Bombay Chronicle isimli gazetenin 27.71937
tarihli nüshasında dile getirmiştir. Eski Osmanlı topraklarının Hristiyan
emperyalizmi ile Musevi Siyonizmine alet olmayacağını Atatürk bu demecinde
açıkça dile getirmiştir. Avrupa ülkelerinin Orta Doğu bölgesinde emperyalist
senaryolara girişmesine önlemek üzere Atatürk gerekirse, bölge devletlerinin iş
birliği yaparak bir bölgesel birlik çatısı altında birleşebileceklerini ifade
etmiştir. Atatürk’ün bu sözleri de Halifelik kurumunun birleştiriciliğinde
merkezi coğrafyadaki Müslüman ülkelerin ortak bir çatı altında
toplanabileceklerini aynı doğrultuda desteklemektedir.
Atatürk
büyük söylevinde yaptığı açıklamalar sırasında İran ve Afganistan gibi Müslüman
devletlerin Halifenin yönetim yetkisini tanıma konusunu gündeme getirerek, bir
Hristiyan birlik olan Avrupa’nın her türlü emperyalist saldırısına karşı
merkezi bölge devletlerinin kardeşçe bir araya gelerek karşı çıkabileceklerini
ve direnerek örgütlenebileceklerini dile getirirken, antiemperyalist tutumunu
açıkça ortaya koymuştur. Atatürk bu gibi görüşlerini sıralarken, İngiliz
tarihçi Wells’in dünya tarihi isimli kitabını öne çıkarmakta ve gelecekte bir
dünya devleti kurulabileceğini, bu kitaba dayanarak dile getirmektedir.
Dünyanın merkezi bir organizasyon tarafından yönetilmesinin bazı yararları
olabileceğini, dünya çapında bir barış düzeni gerçekleştirebilmek üzere tek ve
bütün bir dünya, devletinin kuruluşunun yararlı olabileceğini de ifade eden
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu önderi, geleceğin dünyası ile ilgili
düşüncelerini öne sürerken, tarih boyunca devam edip gelen dinler arası
savaşlara bir son verilmesi ve bu doğrultuda da tüm insanlığı bir araya
getirecek yeni bir ortak dünya dinine
gereksinme olduğuna işaret etmiştir.
Dünyaya yayılmış olan bütün dinlerin ötesine giderek yeni bir dünya dini
üzerinde bir araya gelmenin, dünya barışına katkı sağlayacağını görerek yeni
bir barış düzeni oluşturabilmenin arayışı içine girmiştir. Atatürk aynı
kaynaktaki görüşlerini sürdürürken katı ve bağnaz bir hilafetçiliğe karşı
çıkmakta ve belirli bölgelerde emperyalizme yönelen bir Pan-İslamizm akımının
doğru olmadığını söyleyerek, bu akıma karşı açıkça tavır koymuştur. Üç büyük
kıtaya yayılmış olan İslam dininin yeniden yapılanması sırasında, Müslüman halk
kitlelerine baskı yapılmaması ve hepsinin serbest bırakılması sayesinde tüm
İslam toplumlarının kendiliğinden bir araya gelerek, dönemin koşullarına uygun
uzlaşma ve birleşme noktaları bulabileceğini gene Atatürk açıkça dile
getirerek, geleceğe yönelik bir biçimde Türk ulusuna yön göstermektedir . Her
devletin ve toplumun birbirinden alacağı ihtiyaçları dikkate alınırsa eski bir
kurum olan Hilafete yeniden yönelmeden, çağın gerekleri doğrultusunda bazı yeni
uzlaşma ve birleşme yöntemleri geliştirilebilecektir.
(Atatürk’ün
açıklanmayan vasiyeti ve Hilafet- Celal Tahir, Turquie Diplomatik, Ekim
2012 )
KAYNAK:
Prof. Dr. Anıl Çeçen /Atatürk'ün Vasiyeti ve Hilafet Federasyonu (prof-dr-anil-cecen.blogspot.com,
16 Mayıs 2022 Pazartesi).
İ K İ Ş E H
R İ N H İ K A Y E S İ :
P A R İ S - L O
N D R A v e A N K
A R A - İ S T A N B U L
Prıf. .Dr. ANIL
ÇEÇEN
Bu yazının başlığında yer alan başlığı taşıyan iki
ayrı kitap yayınlanmıştır .Bunlardan birincisi bir Avrupa ülkesinde diğeri de
Türkiye’de yayınlanarak okur kitlelerine ulaştırılmıştır . İlk basılan kitap
Londra ve Paris üzerinden Avrupa devletlerinin ne durumda olduğunu incelerken ,
ikincisi de Türkiye’nin başkenti Ankara ile Türkiye’nin en büyük kenti olarak da İstanbul’u
birlikte ele alarak incelemektedir . Bu
iki kitabın başlıklarının “İKİ ŞEHRİN HİKAYESİ “olması dünyanın en büyük
kentleri arasında karşılaştırma yapma olanağını gündeme getirdiği gibi , aynı
zamanda da hem Avrupa kıtasının hem de bir Türk ülkesi olarak Türkiye’nin önde
gelen büyük merkezlerinin beraberce ele alınarak ,içinde bulunulan sürecin
önümüzdeki dönemde hangi yönlere doğru yol alacağı üzerinde düşünme şansını öne
çıkarmaktadır . Aslında her büyük devlette bir başkent ile birlikte bir de
ticaret merkezi olarak büyüyerek ve ekonomik dev haline gelerek , metropolitan ölçülerde
büyüyen büyük kentlerin bulunduğunu , dünya haritasını incelerken görmek
gerekmektedir . Dünyanın önde gelen büyük devletlerine bakıldığı zaman ,
ABD’de Washington ile New York ,
Rusya’da Moskova ile Petersburg, Çin’de Pekin ile Şangay ,Hindistan’da Yeni
Delhi ile Bombay ,Fransa’da Paris ile Marsilya , Almanya’da Berlin ile Hamburg bu duruma göre gelişerek ,bugünkü
benzer yapılanmanın önde gelen merkezleri olarak dikkati çekmektedir .Dünyanın
önde gelen büyük ülkelerinde siyasal başkentin yanı sıra ,ekonomik merkez
olarak büyüyen ekonomik kentlerin de ,ticaret
alanında başkentlere benzeyen bir hegemonik konuma ulaşabildikleri
görülmektedir .
Bazan
dünyanın belirli bölgelerinde öne geçen ve büyüyerek başkentleri geride bırakan
bazı dev şehirlerde öne
çıkabilmektedirler . Bir devletin çatısı altında ilan edilen siyasal başkentlere paralel
olarak ekonomik başkentler doğal olarak
görülmektedir . Tarihin son dönemlerinde gelişmeler gösteren yayılmacılık ve emperyalizm olguları ,uluslararası alanda
devletlerin ve kentlerin konumlarını belirlerken ülkelerin
içinde siyasal ve ekonomik başkentlerin çekişmeli durumlara doğru
sürüklendikleri görülmekte ve bu durum ülke işlerinin görülmesi sırasında ,devlet
yönetimi açısından bazı handikaplara yol açabilmektedir . Bir ülke içindeki
kentler arasında yarış ve rekabet oluşumları normal olarak görülürken , başka
ülkelerin sınırları içinde dünya sahnesine
çıkan büyük kentlerin rekabet ve çekişme süreçleri içerisinde gelişmelerini
tamamlamaya çalıştıkları göze çarpmaktadır. Dünya tarihi incelendiği zaman ,
ülkeler ve devletlerin farklı zamanlarda öne çıktıkları ya da birbirini izleyen
dönemlerde harita üzerindeki yerlerini sağlamlaştırarak ,bölgesel oluşum
süreçleri içerisinde önde gelen merkezler olarak kendilerine yeni pozisyonlar
kazanabilmektedirler . Bazan ortaya çıkan doğal afetlerin kamu düzenlerinin
bozulmalarına neden olabildikleri anlaşıldığından , bütün devletler kendilerini
koruyabilecek önlemleri acilen alabilmenin yollarını aramaktadırlar . Yer yüzü
haritası içinde yer alan bütün ülkeler hem birbirleriyle ,hem de kendi
sınırları içinde barındırdıkları
kentleriyle birlikte varlıklarını koruyabilmenin ya da geleceğe doğru
adım atabilmenin girişimleri içinde belirleyici olmaya çalışmaktadırlar . Devletler
kendi geleceklerini güvenceye alabilme doğrultusunda bu tür girişimlere kalkıştıkları zaman zaman
gündeme gelebilmektedir . Ülkelerin kaderlerini belirleyen siyasal oluşumlar
öncelikle başkentlerin ortasında yer alan meydanlarda ortaya çıktığı
gibi , yenilik rüzgarlarının yarattığı gelişmeler
de toplumsal alanda önemli sayılabilecek değişikliklere açılan kapıları halk
kitlelerine göstermektedir. Bu
doğrultuda şehirlerin gündemine gelen değişiklikler toplumları yeni yapılanmalara doğru sürüklerken ,ortaya
hareketlilikler üzerinden değişime doğru yönlendirilen çağdaş kentler gerçeği
ile ,insanlık karşı karşıya kalmaktadır . Devletler her aşamada güvenliklerini
sağlamaya çalışırken beraberinde kentlerin de geleceğini belirlemektedirler .
Bir ülkede
siyasal düzen kurma konusunda var olan iki
büyük şehrin hikayesi açısından konuya bakıldığı zaman uluslararası alandaki devletler ve kentler
arasındaki rekabet ile birlikte şehirler
arasındaki çekişmelerin de öne çıkarak ülke ve bölge meseleleri içindeki etkinlerini korumaya çalıştıkları üzerinde durulması gereken bir sorun
olarak öne çıkarken , bu konu bugün için
uluslararası ağırlıkların artmasıyla birlikte daha da üst düzeyde bir çekişme
konusu olarak bir uluslararası mesele
olarak ,günümüzün devletlerini ve
kentlerini uğraştırmaktadır .Modern çağlar birbiri ardı sıra gündeme
gelerek yüzyıllar geçip gittikçe ,yılların birikimi sonucunda büyüyen
devletlerde merkezi konuma sahip olan
büyük kentler başkent olma statüsünü kazanırken ,zamanla artan ticaretin
sonucunda da sahillerdeki büyük kentler kendiliğinden ekonomik merkezler olarak
öne çıkarak, evrensel düzeydeki gelişmelerin içinde anahtar roller oynamaya
başlamışlardır . İnsanlığın gelişim süreci içinde bilimsel ve teknolojik
alanlardaki patlamalar , üniversiteleri evren kentleri konumuna getirmiş ve
bilim yuvalarının yenileşen teknoloji ile birlikte öne geçerek insanlığın
geleceği için yön gösteren rehberlik misyonunu öne çıkarmıştır . Bilimsel
devrimler kadar siyasal devrimler de insanlık tarihi içinde önde gelen bir yere
sahip oldukları için Amerikan ,Fransız ve Sovyet devrimleri modern dünyanın
oluşumuna giden yol çizgisinde günlük
yaşamda ve uluslararası alanda öncü roller oynamıştır .Bugünkü dünya düzeninin
oluşumunda batı tipi bir yapılanma sürecinde ,Fransa Avrupa kıtasının merkez
ülkesi olarak bu kıtanın gelişiminde her yönü ile etkili olmuştur . Bu
çerçevede bu ülkenin başkenti konumunu
elde eden Paris , Avrupa kıtasının merkezi haline gelirken bir ada ülkesi olarak İngiltere dünyanın en
küçük kıtasının dışında kalarak okyanuslar üzerinden denizlere açılmak zorunda
kalmıştır . Fransa bir kara ülkesi olarak Avrupa kıtasının merkezi haline gelirken ,
İngiltere de ana karanın dışında kalan bir deniz ülkesi olarak
okyanuslara açılmış ve beş kıtayı hedef alarak
küresel bir dünya imparatorluğu kurabilmenin arayışı içinde olmuştur . Manş
denizinin iki karşı kıyı ülkesi olarak
İngiltere ve Fransa ,bir yönü ile
Avrupalaşma diğer yönü ile de dünyalaşma ya da evrenselleşme süreçlerinin lokomotifleri olarak öncülük yapmışlardır .
Dünyanın ilk
anayasası olarak kabül edilen Magna Charta ile
iktidarların tüm yetkilerinin sınırlandığı bir demokratik rejime yönelen
İngiltere ile , bilimsel ve teknik gelişmelerin yarattığı birikimin önce
toplumsal sonra da siyasal devrime yönelttiği Fransa açısından , modern çağlara
giriş aşamasında meydana gelen farklı çizgiler ,bu iki ülkenin başkentlerindeki
gelişmeler sonucunda insanlık tarihi dönemecinde iki şehir olarak Paris ile
Londra’yı karşı karşıya getirmiştir .İngiltere yazılı olmayan bir anayasa ile
siyasal gelişmeleri kontrol altında tutmaya çalışırken ,hak ve özgürlükleri dengeleyebilmek için
krala geniş yetkiler tanımış ve böylece demokratik çizgideki yeni gelişmelerin
ülke içinde bir siyasal patlamaya ya da
devrime yönelmesine karşı çıkarak , Fransız devrimi gibi yeni bir siyasal
oluşuma izin vermemiştir .İngiltere geçmişten gelen devletin yapısını temsil
eden krallık rejimini takviye ederek güçlendirirken , kara Avrupasının tam
merkezinde yer alan Fransız devleti ülke içindeki yenilikleri kontrol
edemeyince krallık rejimini koruyamamış
, ekmek bulamayanlara pasta teklifi getiren krallık rejimi toplumsal tabanını
kaybederek çökme aşamasına gelince
, başkentin ortasında yer alan Bastil
hapishaneleri işgal edilerek , siyasal mahkumlar serbest bırakılmıştır .
Devrimin ilk adımları hapishaneleri boşaltırken Paris bütün Avrupa
kıtasına öncülük yaparak devletin
yapısını krallıktan cumhuriyete doğru dönüştürüyordu . İngiltere’nin sahil
şehri olan Londra aynı zamanda başkent haline dönüşürken , bir kara ülkesi olan
Fransa’da deniz kenarında olmayan Paris, Avrupa demokrasisinin merkezi olarak Fransa cumhuriyetinin başkenti
konumunu güçlendiriyordu .Böylece ortaçağdan çıkış ve modern çağlara geçiş
aşamasında Londra üzerinden İngiltere dünya liderliğine doğru yönelirken , Fransa’nın başkenti olarak da Paris Avrupa
kıtasının liderliğine doğru adım atıyordu . Charles Dickens ,iki şehrin
hikayesini anlattığı kitabında Fransa’da mahkum olan bir doktorun başına
gelenleri anlatırken İngiltere’de
Fransız otoriterizmine karşı İngiliz özgürlükçülüğünün anlatımını
yapmaya çalışmaktadır . Devrime doğru ilerleyen Paris yanarken , Londra’da
krallıkla dengelenen demokrasi içinde
sakin ve huzurlu bir ortam anlatılmaktadır .
Bugünkü
çağdaş dünyayı yaratan Fransız devriminin sancıları Paris’i yakarken , ülkede her şeyin alt üst olduğu bir çöküş
sonrasında cumhuriyet rejiminin merkezi oluşumu dikkate alınarak ,sonraki
kuşaklara bir devrimin nasıl meydana geldiği Paris kentinde yaşananlar
üzerinden dile getirilmektedir . Paris Avrupa’da tutuşan alevlerin altında yanarken
, dünyaya açılmış olan İngiltere daha sakin ve huzurlu bir ortamda geleceğin evrensel düzenini oluşturabilmenin
çabaları içinde köklü bir dönüşüme doğru yöneliyordu . Çağdaş dünyayı yaratan
Fransız devrimi başkent Paris’de maydana gelirken bir ihtilal ortamının nasıl doğduğu ve geleceğin yeni
siyasal düzeninin nasıl ortaya çıktığı
“iki şehrin hikayesi “ isimli kitapta bugünün yeni kuşaklarına ders
verircesine anlatılmaktadır . Fransız devrimini uzaktan seyreden ve bazı müdahaleler ile yönlendiren İngiltere ,
siyasal mücadeleleri kontrol ederken bir deniz ve ada ülkesi olmaktan gelen
özelliklerini sonuna kadar kullanarak , Fransa’daki gibi büyük toplumsal
patlamalara ya da kraliyet hanedanının katliamlarla sona erdirilmesi gibi köklü
değişikliklere uzak kalmayı başarmıştır . Açlık , sefalet ve sosyal çöküntülerin yol açtığı felaketler
aşamasında Fransız devrimi önlenememiş ve hanedan yönetimine dayanan
krallık rejimi yerini tüm halk kitlelerinin ortaklaşa katılacağı
bir cumhuriyet rejimine bırakmak zorunda
kalmıştır . Çağdaş dünya yavaş yavaş ortaya çıkarken bir kara ülkesi olarak
Fransa Avrupa kıtasının , İngiltere ise denizler üzerinden dünya kıtalarının
merkezi haline gelirken , Paris ve Londra gibi iki büyük kent dünya yönetiminin karşıt merkezleri
olarak belirginlik kazanmışlardır . Bu yüzden Paris , bilim, kültür ve ulus
devlet olarak siyaset merkezi kimliği ile önem kazanırken , Londra deniz aşırı
ülkelerin ve sömürgelerin yeni merkezi olarak ortaya çıkmış ve ekonomi ile
ticaret üzerinden bir imparatorluk
yapılanması ile beş kıtaya yayılarak
yepyeni bir dünya gücü yaratmıştır . Fransa ve İngiltere gibi büyük Avrupa
devletlerinin yeni dünya düzeninde farklı çizgilerde gelişmeler göstermesi
yüzünden ,Fransa Paris ile İngiltere Londra ile simgelenmiştir . Bu iki büyük
devletin çekişmeleri ve yeni dönemlerdeki uygulamaları birbirinden çok farklı
çizgileri siyasal alana kazandırdığı için uzun süren savaşlara bu iki ülke
sürüklenmişler ama ,bugünkü modern uygarlık barış arayışları ile bu tür
savaşları önlemiştir .
Bugün dünya
haritası incelendiği zaman ikiyüz den fazla devletin bu harita üzerinde yer
aldığı göze çarpmaktadır . Bazı büyük devletlerde başkentler ile sahil kentleri
arasında hegemonya çekişmeleri gündeme gelebildiği için ülkeler arası
durumlarda zamanla bazı değişiklikler gündeme gelebilmektedir .Bazan ülkeler
başkentlerini değiştirerek sahil kentleri üzerinde denetim sağlamaya
çalışmaktadırlar . Bazı durumlarda ise
çok büyüyen sahil kentlerinin ,yeni ekonomik merkez olarak aynı zamanda
siyasal gelişmelere de merkez olmaya yönelmeleri yüzünden ülkedeki başkentlerin durumu tehlikeli siyasal
saldırılara hedef olabilmektedir . Bazan devletler arası ilişkilerin değişmesi
ya da barış ortamını bozabilecek savaşların ağırlıklı bir biçimde siyasal
gelişmelere etki yapması nedeniyle ,
ülkeler başkentlerini değiştirmek zorunda kalarak ulusal sınırlar içerisinde
yeni yerleşim yerlerini belirli bir
aşamadan sonra başşehir olarak ilan
edebilmektedirler . Daha çok ülkelerdeki iç karışıklıklar ya da bölgede var
olan emperyal güçlerin saldırılara geçerek
meydana getirdikleri değişimler ,ülkelerdeki devlet yapılarını
sarsabilmekte ya da emperyalist devletlerin gündeme getirdiği bölgesel planlar
doğrultusunda bölge devletlerinde karşılaşılan
değişimler, başkentler ile deniz
kenarı sahil kentlerini ülke sınırları içerisinde karşı karşıya getirerek ,
geçmişten gelen kamu düzenlerini parçaladıkları ya da yok ederek var olan
devlet düzenlerini tarihe mal ettikleri göze çarpmaktadır . Her devletin kendi
anayasal yapılanmasına uygun düşen bir çizgide sahip olduğu kamu düzenleri bu
gibi durumlarda büyük tehlikeler ile hatta
yok olma durumları ile karşılaştığı için
her devlet geçmişten gelen devlet düzenlerini sonuna kadar korur ve
kazanılmış haklarının elinden alınmasına da karşı çıkarak ömrünü uzatmaya çaba
gösterir . Bütün ulus devletler ulusların var olma mücadeleleriyle kuruldukları
için her devlet ulusal bir tabana dayanır ve başkentler devletlerin olduğu
kadar milletlerin de merkezi konumundadır . Deniz kenarındaki büyük sahil
kentlerinde ise uluslar değil, sahillerden deniz ticareti yapan ticaret
burjuvazisi egemen olduğu için ,çok uluslu burjuvazi ya da karma topluluklar hegemonyasında
, başkentlere karşı oluşumlar öne
geçebilmektedir .
Türkiye
Cumhuriyeti dünya haritasında yer alan orta büyüklükte bir devlet olarak
başkent Ankara ile diğer seksen vilayet arasında ülke koşullarına oturan bir
jeopolitik oluşum ile geleceğe dönük bir
yapılanmayı anayasal bir düzen içinde
hukuk devletine dönüştürmeyi başarmıştır .Her devlet yapılanmasında ortaya
çıkan kamusal alan sorunu hem kentler hem de devletler açısından önem
taşımaktadır . Devletler gibi kentlerin de kamusal olan olarak kabül
edilmesiyle birlikte , ulus devletlerin içinde yer alan kentler de yerel
yönetimler olarak aynı zamanda yerel devlet konumunda kabül edildikleri için kentlerin varlığı ve yapılanmaları siyasal bir
karakter taşımaktadır . Devletlerin içinde ve başkent konumundaki merkez
şehirlerde devletlerin temel kamusal örgütleri kurulduğu için devletler ile
birlikte kentler de ,kamusal alanın bir parçası sayılarak doğal olarak bunların içinde yer almaktadırlar .Bu açıdan
bakıldığında devletlerin kamusal örgütlenmeleri belirli bir bütünlük içinde başkentlerin
yerel kamu hizmetlerinin yapıldığı
merkezi ve ortalık alanlarda gerçekleştirilmektedir .Kentlerin eski çağlarda
yerel devlet tipleri olarak öne çıkmaları ile başlayan kamusal alan
tartışmaları sonraki dönemlerde daha
geniş sınırlar içinde ele alınmaya başlandığında ,bölge ve ulus devlet
modelleri ile birlikte ele alınarak tartışılmış ve geleceğe dönük oluşumlarda
bu açılar çizgisinde belirli bir kimlik
üzerinden tanımları yapılmaya çalışılmıştır . Devletlerin üzerinde yer
aldığı ülkeler ve yerel çizgide buralarda öne çıkan yapılanmaların kamusal
alandaki kimliklerinin ortaya çıkarak belirginlik kazanmaları açısından ,kamusal
alan tartışmaları yaygınlık kazanarak önem kazanmıştır . Yerellik olgusu
mekanların siyasallık kazanması aşamasında , değerlendirmelere yardımcı olmakta
ve yerel devletler olarak il ve ilçe
belediyeleri tartışma konusu olarak eskisi gibi yeniden gündeme gelmektedir. Bu
çerçevede yapılmakta olan değerlendirmelerde her devlet ya da yönetim üzerinde
bulunduğu toprakların özelliklerine göre anlam ve görünüm kazanmaktadır .Böyle
bir aşamada bölgesel, yerel ve ulusal kimliklerdeki yönetim biçimleri kendi özellikleri doğrultusunda yeni
kamusallıklarını yaratarak , diğer devlet ve siyasal yapılanmalardan ayrılan
bir çizgide geleceğe dönük bir biçimde varlıklarını geliştirmeye
çalışmaktadırlar .
Ulusallık
özelliğinin belirleyici olduğu , ulus devletler ve yapılanmalar zaman
içinde öne çıkarken ,bu yapıya uygun
düşen ya da kuruluş sırasında başlangıç
noktası olarak hizmet gören merkezi yerdeki ulus devlet yapılanması devlet ile
bütünleşen bir çizgide önem kazanırken ,var olan ulus devletin geleceğe yönelik
bir çizgide yoluna devam edebilmesi için devlet yapılanması ile birlikte,
başkent olma özelliğinin devam etmesi gerekmektedir . Bir devletin kuruluşu
sırasında dayanak noktası ya da ortaya çıkış yeri olarak kullanılma durumundaki
merkezi konumdaki başkentlerin ,devletlerle birlikte birleşerek tek bir devlet
hükmü şahsiyeti oluşumunun çatısı altında buluşmaları ve bir araya gelerek
yaratacakları ortak bir bütünleşme oluşumu çerçevesinde ,devlet ya da ulusun
karşısına çıkabilecek her türlü çıkmazın aşılmasının bir çok açıdan önemi
bulunmaktadır . Kentler ile birlikte yerel devlet oluşumu ya da yapılanmaları ,kamusal
alana ulusal düzeyde yeniden katkı
sağlayarak eskisinden daha farklı oluşumlara yardımcı olmaktadırlar . Ne var
ki, kentlerin yerel yönetimler ya da devletler olarak devreye sokulmalarıyla
birlikte ,ulusal ya da bölgesel devletlerin yerleşik yapılanmaları kökünden sarsarak eskisinden çok
daha farklı bir görünümün ortaya çıkmasına yardımcı olundukları anlaşılmaktadır . Devletler ile kentler arasındaki ilişkiler ya
da bağlantılar bu düzeylerde ele alınırken ,devletlerin merkezi devletin
kamusal alanı olan başkentler ile
aralarındaki gelişmelerin dikkate alınarak incelenmesi gerekmektedir .
Bu noktada eski başkentlerin kendilerinden beklenen katkıları sağlaması önemli
bir gösterge olmaktadır . Var olan ulus devlet ya da bölge devleti başkentleri
ile kaynaştığı ve sarsılmaz bir bütünlük içinde geleceğe dönük bir yolda , emin adımlarla ilerlediği sürece
,hiç kimse ya da siyasal güç devlet ile başkentler arasındaki siyasal
bütünleşmenin kopmaz bağlarını hiçbir biçimde koparması mümkün değildir . Bu
gibi durumlarda ve uluslararası konjonktürün belirleyici olduğu
gelişmelerde devletlerin başkentleri ile bağları koparılabilmekte ve ortaya çıkan yeni konjonktürün dayatmaları
doğrultusunda ya sahil kentlerinden birisi ya da yeni ortaya çıkan gelişmelerin
eksenine oturan başka bir kent yeni bir başkent olarak öne çıkabilmektedir .
Bugün gelinen
aşamada bir yanda geçen yüzyıldan gelen ulusal kurtuluş savaşının merkezi
olarak Ankara’nın başkent olma statüsünün devam ettiği Ankara varken , bir de
Türkiye’nin içinde bulunduğu merkezi coğrafyanın yeniden gündeme gelmesi
çizgisinde uluslararası konjonktürün yansımaları doğrultusunda ,İstanbul’un
yeni başkent olarak dayatıldığı ortaya çıkmıştır. Osmanlı İmparatorluğu
döneminde bütün orta dünya İstanbul gibi bir bölgesel başkente bağlı durumda
iken ,imparatorluk sonrası dönemde bir ulusal kurtuluş savaşı sayesinde kurulan
ulus devletin jeopolitik konumu da ülkenin tam ortalarında Ankara’yı ulus devletin merkezi başkenti
konumu durumuna getirmiştir . Ne var ki , cumhuriyetin yüzüncü yılına girerken , yüzyıllık bir dönem
sonrasında yeni dünya düzeni arayışları
çizgisinde ulus devlete yönelik tehditler ve dış müdahaleler gündeme
getirilirken , Türkiye Cumhuriyetinin ulusal başkentinin Ankara’dan İstanbul’a
doğru taşındığı anlaşılmaktadır .Önce özel bankalar , daha sonra resmi bankalar
ve üçüncü aşamada ise ekonomik kamu kurumlarının İstanbul’a taşınmasıyla
birlikte ,ulus devletin başkentinin
Kuvayı Milliye’nin merkezinden alınarak ,eski imparatorluk döneminin
geçmişteki merkezi olan İstanbul’a taşınmak istendiği görülmektedir . Osmanlı
devletinin çöküşünden sonra Ankara’nın başkent olması sürecinde batılı ülkeler
nasıl direndiyse bugün gelinen noktada benzeri bir biçimde batının emperyal
devletlerinin ortaya koydukları emperyal projelerde Ankara’yı başkent olarak görmedikleri aksine
yeniden İstanbul’u başkent konumuna getiren uydurma haritalar aracılığı
ile ulus devlet başkentini ortadan
kaldırarak , emperyalistlerin projelerine uygun olarak geçmişten gelen Roma ve
Bizans imparatorluklarının merkezi konumundaki bu her tarafı açık bir
kenti ,bölgesel devletin başkentine
dönüştürme eğiliminde oldukları anlaşılmaktadır . Bölgesel imparatorluktan ulus
devlete geçerken değiştirilen başkentin şimdi
yeniden bölgesel devlete geçerken tekrar değiştirilmeye çalışılması
ancak emperyalist plan ve müdahaleler ile açıklanabilir . İki kutuplu dünyayı
çökerten batı emperyalizminin dünya çapında bir yeni düzene yönelirken , tüm
bölgelerle birlikte merkezi coğrafyadaki düzeni de bozmaya çalışırken ,diğer
ulus devletler ile birlikte Türklerin
anavatanı olan Anadolu topraklarından ve bu yarımadanın ortasındaki ulusal
başkentten Türkleri uzaklaştırmaya çalışmaktadırlar .
Kuvayı
Milliye’nin merkezi olan Ankara kenti daha sonraki aşamada ulusal başkent
olarak ilan edilirken Misakı Milli sınırları içindeki ulusal vatanın bölünmez
bütünlüğü esas alınmıştır .Bu
açıdan Edirne’den Ardahan’a kadar
Kuvayı Milliye’nin kolları uzanmış ve Balkanlar ile Kafkaslar arasındaki
Anadolu yarımadası Türklerin ana vatanı olurken ,ülkenin tam ortasında yer
alan Ankara kenti de Türk devletinin
ulusal başkenti olma aşamasına gelmiştir .İmparatorluğun çökertilmesi yüzünden
bir ulus devlet tarih sahnesine çıkarken , şimdi de bir ulus devlet tarihin
derinliklerine gömülmek istenmektedir . Küresel düzende emperyalistlerin yeni
planları dayatmaları yüzünden , ulus devlet Türkiye Cumhuriyeti dağılmaya doğru
iteklenirken Türklerin elinden alınan
ulusal başkent Ankara’nın yerine eski Bizans ve Roma imparatorluklarının
merkezi olan İstanbul yeniden canlandırılarak , ulus devlet yerine alt kimliklerin eyaletler halinde örgütlenmesiyle ortaya
çıkarılacak bir bölgesel federasyon,
merkezi coğrafyanın tam ortalarında kurulmak istenmektedir . Bu topraklarda ise
Türklerin ulus devleti bir ulusal kurtuluş savaşı sonrasında kurulduğu için
Büyük Orta Doğu ya da Büyük İsrail projeleri doğrultusunda bölgeye saldıran
emperyalistler ve Siyonistler ,bölgenin merkezi devleti olarak Türkiye
Cumhuriyeti’ni yıkmaya çalıştıkları için ,Türkiye’yi haritadan silmek,
başkentini dağıtmak ve emperyalistlerin alt kimlikçi politikalarıyla yeni Sevr planına uygun bir biçimde bölücü
federasyonlaşmanın önünü açmak üzere , Türk devleti ile Türk ulusuna karşı toplu bir saldırıya geçmenin hazırlıklarını
tamamlayarak , bu doğrultuda eyleme geçme aşamasına gelmişlerdir .ABD’nin
Balkanlara çok miktarda asker getirmesi , Ege adalarına asker çıkartmaları
,Kıbrıs adasındaki silah ambargosunun
kaldılması emperyalist saldırı planlarının başlangıç girişimleri olarak bugünün
koşullarında uygulama aşamasına getirilmiştir . Ankara’yı hedef alan siyasal
saldırıların yeni dönemde askeri saldırılar ile sürdürülerek Türk ulus devleti
yerine çok uluslu bir federasyon dayatması
gündeme getirilmektedir .
Emperyalizm
ile bölgedeki ulus devletler karşı karşıya getirilirken , gelecekte muhtemel
bir üçüncü dünya savaşı da batılı emperyalistler ve Siyonistlerin işbirliği ile
bölge ülkeleri üzerinden çıkartılmaya çalışılmaktadır .Ankara ile İstanbul’u
beraberce ele alarak inceleyen bazı bilim adamları her iki kentin özelliklerini
karşılaştırırken Ankara’yı devletin,
ordunun ve Türk ulusunun merkezi olarak
tanımlarlarken , Roma ve Bizans imparatorlukları döneminden gelme farklı dinlerin
ve alt kimlikli grupların bu kentte bir arada yaşadıklarını ve bu yüzden
İstanbul’un bir metropolitan kent olarak kozmopolit bir toplumsal yapılanmaya
sahip olduğundan, Türklerin ulus devletlerinin ötesinde bir çoklu kimliğe sahip
bulunduğunu ve bu açıdan yeni dönemde
bir bölge devletine doğru gidilirken İstanbul’daki ulus devlet temsilcileri
olarak bulunan Türkleri dışlayan bir yeni yönelişin yabancı göçmenler aracılığı
ile geliştirildiği görülmektedir . Normal koşullarda İstanbul ele alındığı
zaman ülkedeki bütün sermayenin bu sahil kentinde bir araya getirildiği ,adında
Türk ismi bulunan bazı derneklerin varlığına rağmen, İstanbul’da toplanan büyük
sermayenin büyük çoğunluğunun yabancı ve gayrimüslim toplum kesimlerinin
ellerinde bulunduğu ve Türk kimliği
taşımayan ve Türkiye’nin ulus devlet yapılanmasına karşı çıkan gayrimüslim
yabancıların çıkarları doğrultusunda bu
lobilerin harekete geçerek ,eski Roma ve Bizans imparatorluklarının merkezi
olan bu kentteki yabancı sermayenin ,
siyaseti finanse ederek ve medyanın
patronluğunu yürüterek Atatürk cumhuriyetini tarih sahnesinden silmek için her
yola başvurdukları açıkça görülmektedir . İstanbul kenti bu gibi nedenler
yüzünden Türkiye ve Ankara karşıtı hareketlerin ve siyasal gelişmelerin merkezi
konumuna gelmiştir . Ankara devlet, millet ve ordu imajları ile Türk ulus devletinin bugüne kadar
merkezliğini yapmıştır ama , bu küresel yeni bir dünya düzeni için seferber
olan yabancı sermaye tekelci şirketleri aracılığı ile ulus devletleri yıkarken ,İstanbul Türkiye karşıtı bir ekonomik yapılanma
üzerinden sermaye ve medya ile yıkıcı
bir siyaset ve emperyalist güçler ortaklığında , dış güçler ile
aynı çizgide saldırganlığın merkezi
haline gelmiştir . İşte bu gelinen yeni aşamada artık Ankara ile İstanbul
kentleri yeni bir çatışmanın tam merkezi konumuna gelmiştir . Kanal İstanbul
projesi ile İstanbul tıpkı Hong-Kong gibi deniz aşırı bir ada devleti haline
getirilerek , ulusal hukuk denetiminden uzaklaştırılmaktadır Yeni dönemde siyasal gelişmeler
birbiri ardı sıra devreye girerken , Ankara tıpkı Moskova gibi bir doğu
başkenti konumuna doğru iteklenmiştir . Rusya dış dünya ile bağlantısını
Petersburg gibi bir sahil kenti üzerinden yürütürken ,Türkiye’de Ankara gibi
bir Avrasya başkenti oluşumunun tam göbeğinde kalmış ve bu durumu aşabilmek
için de Ankara İstanbul üzerinden batı dünyası ile ilişkilerini sürdürmeye çaba
göstermiştir . Ne var ki , Ankara dış dünyaya açılmak için mücadele ederken ,
batı dünyasının emperyalistleri ve Siyonistleri Türkiye’ye giriş kapısı olarak
İstanbul’u kullanmaktan çekinmemişlerdir . İstanbul’un ulusal kimliğin
ötesindeki kozmopolit nüfus yapılanması Türkiye’nin batı ile ilişkilerini bozmuş ve emperyal
projelerin bu eski Bizans merkezi üzerinden yürütülmesinin önünü açmıştır . Avrupa
ve Asya merkezli yeni yapılanmalar gündeme gelirken ,Türkiye ile birlikte
İstanbul’da çok hareketli bir geçiş dönemi yaşamıştır . Kentsel dönüşüm ile
eski İstanbul yıkılırken , gökdelen binaların kentin her yerine yapılmasıyla
birlikte , İstanbul’da batılı başkentlerde olduğu gibi yeni bir metropolitan yapılanmanın önü açılmıştır . İstanbul
küreselleşme döneminde öne geçerken , Türk devletinin başkenti olarak Ankara
geride kalmış ,ABD başkanı Bush Türkiye’ye geldiği zaman merkezi coğrafyanın
Osmanlı döneminde olduğu gibi İstanbul’dan yönetilmesi gerektiğini Türkiye
başbakanına açıkça söylemiştir . ABD Avrasya döneminde doğu politikalarını
İstanbul üzerinden yönlendirmeye çalışırken ,Ankara ile değil İstanbul ile
çalışmaya öncelik vermiş ve Büyük Orta Doğu yapılanması içinde İstanbul’u tıpkı
Napolyon’un söylediği gibi Avrasya üzerinden dünyanın başkenti yapılması için
çalışmıştır. İsrail devleti Büyük İsrail projesi doğrultusunda Kudüs’ü dünyanın başkenti yapmaya çalışırken
,ABD ve İngiltere ikilisi Anglo-Sakson güçleri olarak yeni Roma ve Bizans
yapılanması doğrultusunda İstanbul’u bölge merkezi yapmak için harekete
geçmişlerdir . Böylece uluslararası konjonktür İstanbul’un arkasına geçince ,Türk
ulus devletinin başkenti olan Ankara’ya karşı bir küreselleşme rüzgarı
estirilerek İstanbul’a Ankara’daki kamu kurumları taşınma yoluna gidilmiştir .
Küresel
güçler eski dünya düzenine son vermişler ama yeni bir dünya düzeni
kuramamışlardır Bugün gelinen noktada yeni bir dünya düzeni yapılanması için
küresel tekelci şirketler ulus devlet düşmanlığı yaparak ikiyüz ulus devletten
iki bin eyalet devleti çıkartabilmenin arayışları içindedirler . Sorun ulus
devletlerin yıkılmasıyla çözülemeyecek , ikiyüz civarındaki ulusal yapıların
yenilenmesiyle beş kıtada var olan beş bin civarında etnik grup harekete
geçerek kendi devletlerini kurabilmenin çabası içine girebileceklerdir .O zaman
küreselcilerin geliştirdiği iki bin eyalet devleti projesi de yetersiz kalacak ve
beş bin eyaletin dini, etnik ve kültürel alt kimliklerin kendi devletlerini
gündeme getirmeleriyle birlikte dünya devletleri fazlasıyla bölünerek küçük
küçük parçalar halinde gündeme geleceklerdir . Osmanlı sonrasında merkezi
coğrafya için planlar ve projeler hazırlayan İngiltere’nin İstanbul merkezli
çalışmaları yüzünden Osmanlı sonrasında bu bölgede gündeme getirilmiş olan ulus
devletlerin de devre dışı bırakılarak eyalet ve şehir devletleri üzerinden yeni
bir merkezi coğrafya oluşumu geçmişten gelen Sevr planı doğrultusunda öne
çıkartılmaya çalışılmaktadır . İstanbul hem bir küresel kent olarak
uluslararası yapılanmalarda öne geçerken , Ankara eski ulus devletin merkezi
olarak devre dışı bırakılmaya çalışılmaktadır . Ulus devletin ve ulusal
toplumun bütünüyle tasfiyesi
düşünülürken ,alt kimlikli gruplar ile eyaletler ve şehir devletleri
hazırlıkları öne geçmektedir . Bu çerçevede
tarihsel olarak gündeme gelmiş olan
Ankara-İstanbul arasındaki geçmişten gelen rekabet ve çekişme süreci yeni dönemde küreselleşme ve ulus
devlet karşıtlığına dönüşmüştür .Yeni dönemde ,İstanbul’cular küreselci
olurlarken , Ankara’cılar da ulusalcı olmak durumunda kalmışlardır . Kuvay-ı
Milliye hareketinin merkezi olan Ankara kenti yeni dönemde, ulusalcı hareketin de öncüsü ve merkezi olmak
durumundadır .
Ankara
-İstanbul çekişmesi içinde yer alan İstanbul’cu aydınların bur tartışmayı kazanmak için , çekişmeyi iki
şehir arasında olmaktan çıkartarak Ankara-Türkiye arasında bir kamplaşmaya
doğru yönlendirmişlerdir . Onlara göre Atatürk Türkiyesi geride kalmış ve bu
yüzden de Ankara gerici bir kent olarak ,geçmişin uzantısı olarak yeni
dönemde tutuculuğun merkezi haline
gelmiştir .Tutum ve tavırlarına ilerici bir görünüm kazandırmak için İstanbul’daki
gelişmeleri inceleyenler ,Türkiyeci bir yaklaşım görünümünde ulus devlet ve
Ankara karşıtlığını sürdürmeye çalışmışlardır . Ankara’nın ulusal başkent
olmasına itiraz edenler , Kuvayı Milliye hareketinin uzantısı olarak yeni bir
ulusalcı hareketin doğmasını önlemek isteyenler ,İstanbul üzerinden Ankara
karşıtlığına devam etmişlerdir . Atatürk cumhuriyetini savunan Birinci
cumhuriyetçilere saldıran ikinci
cumhuriyetçiler ,İstanbul medyası üzerinden örgütlenerek , alt kimlikçi
federasyonculuğu savunan ikinci cumhuriyetçiliği Atatürk cumhuriyetinin yerine geçirmek
istemişlerdir . Ankara-İstanbul çekişmesi son yıllarda Birinci ve İkinci
cumhuriyetçi akımların da başlıca tartışma konularından birisi haline gelmiştir
. Ankara sadece Atatürk cumhuriyeti zamanında değil Hitit , Galatya, Frigya ve
Roma dönemlerinde de Anadolu
yarımadasının tam ortasında başkent olma şansına sahip olmuş bir eski
başkenttir .Bu nedenle Ankara’nın bugünkü başkent olma statüsüne son vermek
isteyen Türkiye ve Ankara karşıtlarının ,yeniden tarih kitaplarına yönelerek
dünya tarihi içinde Anadolu yarımadası ile birlikte Ankara kentinin tarihi
dönemler içindeki yerini ve konumunu iyi anlamak durumundadırlar . Türk devleti
emperyalist oyunlara karşı çıkacak kadar güce her zaman sahip olmuş ve ulusal
kurtuluş savaşını tüm cephelerde kazanarak bağımsız çağdaş bir cumhuriyet
kurabilmenin onurunu yaşamıştır İstanbul’un emperyalistler tarafından işgal
edilmesine karşılık ,Ankara Misakı Milli sınırlarına kucak açarak ve tüm
Anadolu halkı ile bütünleşerek içine
girilen yeni kurtuluş savaşını da kazanacaktır . O zaman iki şehrin hikayesi
savaş ile değil ama barış ile sonuçlanacaktır . Bu aşamada Türkiye’nin bütünlüğünün korunabilmesi için ,Ankara
hem ulusal başkent hem de bölgesel merkez olarak hareket ederek emperyalistlerle
mücadele etmek zorundadır .