İslam bilgini, Diyanet İşleri Başkanlarından (D. 1887, Güzelce / Akseki / Antalya - Ö. 9 Ocak 1951, Ankara). Küçük yaşta “Kur’an-ı Kerim” öğrenmeye, yedi yaşında da camide mukabele okumaya başladı. Önce babası Mahmud Efendi’den, sonra da Mecidiye Medresesi’nde Müderris Abdurrahman Efendi’den dersle aldı. On dört yaşında babasıyla Ödemiş’e giden Ahmed Hamdi, ailesinin fakir olması nedeniyle, öğrenim giderlerini karşılamak için pamuk tarlalarında çalıştı. Köyünde ve Ödemiş’te medrese öğrenimi gördü. Yükseköğrenim görmek için gittiği (1905) İstanbul’da Bayındırlı Muhammed Şükrü Efendi’den İslâmî bilimler, Mehmet Akif (Ersoy)’ten Arap edebiyatı dersleri aldı. Darülfünûn (İstanbul Üniversitesi) Ulûm-ı Aliyye-i Diniye bölümünde üç yıl okudu. Darü’l-Hilafeti’l-Aliyye Medresesi’ni ve Medresetü’l Mütehassisin’in Felsefe-Kelâm ve Hikmet Bölümü’nü birincilikle bitirdi (1918), burada dersiamlığa (camilerde ders veren müderris, hoca) yükseldi. Doktora çalışmasını da Ulûm-ı Aliyye-i Diniye’de verdi. Henüz otuz iki yaşında iken üç fakülteyi tamamladı.
Ahmet Hamdi Bey, öğrencilik yıllarından başlayarak, Heybeliada Mekteb-i Bahriye (Deniz Harp Okulu)’de din ve ahlâk dersleri okuttu (1916). Burada okuttuğu dersler, “Dini Dersler” adı ile üç cilt olarak Sebilürreşad Kütüphanesi tarafından yayımlandı. Heybeliada'daki görevine ek olarak Aksaray Pertevniyal Valide Sultan Camisi’nde kürsü şeyhliğine atanarak İstanbul’un çeşitli camilerinde görevini sürdürdü. Medresetü’l İrşad, İbtidai Dahilî’de tarih felsefesi, psikoloji dersleri verdi. Millî Mücadele yıllarında Anadolu’da verdiği vaazlarla Kuva-yı Milliye’yi destekledi. Ankara Lisesi’nde öğretmenlik yaptıktan (1921-23) sonra Şer’iye ve Evkaf Vekâleti Tedrisat Umum Müdürlüğü (1922-24) görevinde bulundu. Kısa bir süre yaptığı Darülfünûn İlâhiyat Fakültesi hocalığının ardından Diyanet Reisliği (Diyanet İşleri Başkanlığı) Danışma Heyeti üyeliğine seçildi. Milli Mücadele döneminde görevini bırakarak destek olmak için Ankara’ya geldi. 1923’te Darülhilafe’leri ıslah etti. Atatürk’ün övgüsünü kazandı. İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi hadis müderrisi ve diyanet üyesi, eski Ankara Müftüsü Rıfat Börekçi’nin yardımcılığını yaptı.
Ahmet Hamdi Bey, 1925 yılında, Tarikat-i Salahiye Cemiyeti’ne üye olduğu ve çalışmalarına katıldığı savıyla İstiklal Mahkemesi’nde yargılandı, beraat etti. Sonra çeşitli medrese ve okullarda öğretmenlik yaptı. 1924’ten 1933’teki Üniversite reformuna kadar Darülfünun’da hadis ve hadis tarihi dersleri verdi. 1939-47 yılları arasında Diyanet İşleri Başkan Vekilliği yaptı. 1947’de Şerafeddin Yaltkaya’nın ölümü üzerine atandığı Diyanet İşleri Başkanlığı görevini ölümüne kadar sürdürdü. 1951 yılında Ankara’da vefat etti. Ankara Cebeci Askerî Mezarlığı’nda toprağa verilmiştir. Arapça, Farsça ve İngilizce bilmekteydi.
Ahmet Hamdi Akseki’nin makaleleri 1908 yılından itibaren yayımlanmaya başlayarak “Sebilürreşad”, “Selamet”, “Mahfil”, “Yeşilay”, “İslam-Türk Ansiklopedisi” gibi yayın organlarında yer aldı. Diyanet İşleri Başkanlığı’nda görev yaparken M. Hamdi Elmalı’nın “Hak Dini Kur’an Dili” tefsiri ile “Tecrîd-i Sarih Tercümesi ve Şerhi”nin basımında emeği geçti. İlmihal bilgileri veren “İslâm Dini” adlı eseri Türkiye Cumhuriyeti tarihinde en çok basılan kitap oldu. Ahmet Hamdi Akseki, resmi görevlerinin yanında, dinî konudaki çalışmalarını da ihmal etmedi ve yetmiş kadar eser yazdı. Özellikle halkın dini bilgi ihtiyacını karşılamak amacıyla “Dinî Dersler” (3 cilt, 1920), “İslam Dini Fıtridir” (1925), “İslam Dini” (1933) gibi eserler kaleme almıştı.
“Ahmed Hamdi Efendi’nin ilk hocalığı, Heybeliada Mekteb-i Bahriye-i
Şâhâne'de oldu. Devrin Şeyhülislâmı Mustafa Hayri Efendinin tensibi ve hocası
İzmirli İsmail Hakkı'nın himmetiyle, daha Mütehassısın Medresesinin son
sınıfındayken, şimdiki "Deniz Harp Okulu" mânâsındaki bu okula, din
ve ahlâk dersleri ve din felsefesi öğretmenliğine tayin edildi (Mart 1916). Bu
vazifesine ek olarak, İrşad Medresesinde tarih ve felsefe, Darü'l-Hilâfe
Medresesinde de felsefe müderrisliği verildi.
Hocanın bilhassa Bahriye Mektebinde verdiği dersler çok
önemlidir. Çünkü, o zamana kadar çok kuru ve sıkıcı bir metodla işlenen dinî ve
ahlâkî konuları, yepyeni bir anlayışla ve müsbet ilimlerle bağdaştırarak
anlatmaya başlamış, bu suretle de genç bahriyelilerin üzerinde derin tesirler
meydana getirmiştir.
Ahmed Hamdi Efendi, uyguladığı yeni
metod ile, sadece bahriyeli talebelerin değil, aynı zamanda mektebin müdürü ve
öğretmenleri tarafından da fevkalâde sevilip sayılmıştır- Gençlerin
vicdanlarında din duygusunun samimiyetle gelişmesine çalışmış; bu bakımdan da,
din dersi o yıllarda Bahriye Mektebinde en sevilen ve beklenilen bir ders olmuştur.
Daha sonraki yıllarda, bu okuldaki derslerini Dinî Dersler adı altında üç kitap
halinde bastırıp yayınlamıştır- Bu derslerde, özellikle dikkati çeken ve takdir
toplayan kısımlar, "Himmet-i Şer'iyye ve Mesalih-i İçtimaiyye" başlığını
taşıyordu. Bu bölümlerde, ibadetlerin emrediliş hikmet ve sebepleriyle, ferde
ve cemiyete kazandırdığı faydaları açıklanıyordu.” (Vehbi Vakkasoğlu)
ESERLERİ:
Mezahibin Telfiki ve İslâmın
bir Noktaya Cem’i (Reşid Rıza’dan çeviri, 1970), İslâmın Bir Noktaya
Cem’i (Reşit Rıza’dan çeviri 1970, İslâm’da Birlik ve Fıkıh Mezhepleri
adıyla H. Karaman tar. 1974), Bilinmesi Elzem Hakikatlar (1916), Ulema-ı İslâmiye’den Bir Sual ve
Abdullah Guvilyam Efendi’nin Cevabı (1916), Dinî Dersler (3 kitap,
1920, 1921, 1923), Hatemü’l Enbiya Hakkında En Çirkin Bir İddianın Reddiyesi
(Garanik meselesi hakkında Hoca Rasim Avni Efendi’ye cevap, 1922; Garanik
Efsanesi adıyla, 1998), Ahlâk Dersleri (1924, latin harfleriyle 1968),
Askere Din Dersleri (1925, Askere Din Kitabı adıyla 1944), İslâm Dini
Fıtrîdir (1925), Köylüye Din Dersleri (1928), Vel’Asr Sûresinin
Tefsiri (1928; yeni bas. 1998), İslâm (1928), Müslümanlıkta
İktisadın Ehemmiyeti (1932), İslâm Dini (1933), Peygamberimiz
Hazreti Muhammed ve Müslümanlık (1934), Tayyare ve Kuvvet, Yeni
Hutbelerim (2 cilt, 1936-37, 1966), Ramazan Armağanı (1937),
Yavrularımıza Din Dersleri (2 kitap, 1941, 1948), İslâm Fıtrî ve Tabiî
ve Umumî Bir Dindir I- Din ve İslâm Hakkında Umumî Fikirler (c. 1. 1943, c.
2, H. T. Feyizli Tarih, 1918), Peygamberimizin Vecizeleri (1945),
Hicrî
KAYNAKÇA: Veli Ertan / Ahmet Hamdi Akseki’nin Hayatı Eserleri
ve Tesirleri (1966), Süleyman Hayri Bolay / TDV İslâm Ansiklopedisi (c. 2,
1989), Vehbi Vakkasoğlu / Osmanlıdan Cumhuriyete İslâm Âlimleri (2002), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye
Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) -
Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi
(2006, gen. 2. bas. 2007) – Ünlü Bilim Adamları (Türkiye Ünlüleri
Ansiklopedisi, C. 2, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013).
Dergâh,
S. 369, Kasım 2020, s. 19-21. |
14 Eylül 1994 Bir müddettir okumak için
yanımda gezdirdiğim İbrahim Arvas'ın Tarihi Hakikatler-İbrahim Arvas'ın
Hatıratı kitabını (Ankara, Yargıçoğlu Matbaası, 1964, 80 s.)1
Üsküdar vapurunda bitirdim. Vapurlar yıllardır benim ara çalışma
mekânlarımdan biridir. Onun için sakin, herkesi görmeyen/herkese görünmeyen,
denize nâzır köşelerini, pencere kenarlarını severim. Nice kitaplar ve
dergiler okumuşumdur oralarda. Tashih, redaksiyon yaptığım da çok olmuştur.
Deryaya dalarak düşündüğüm, karşıya bakarak Dolmabahçe, Fındıklı, Tophane
sahillerini, Cihangir'i seyrettiğim, oralardaki ani değişmeleri, gariplikleri
tedirginlikle izlediğim de... Elbette
her kitap, her makale vapurda okunmaz ama o mekân olmasaydı muhtemelen birçok
metne masaba- şında ayrıca vakit ayırıp okuma imkânım olmayacaktı. Vapur
faslını şimdilik bir yana kaldıralım çünkü oraya dalarsak çıkamayız. Van
Başkale 1884 doğumlu ve soyadından da anlaşılacağı üzere Arvasi ailesinden
olan ve Sultan Abdülhamit'in hususi himmetiyle (bursuyla diyelim)
Galatasaray Sultanisi'ni bitiren müellif İbrahim Arvas, memurluk, kaymakamlık
ve çok uzun yıllar (1923-1950) Van ve Hakkâri'den CHP milletvekilliği yapmış
biri. Nakşî
şeyhi Abdülhakim Arvasi Efendi amcazâdesi ve kayınpederi oluyor. Tekpartili
yıllar biraz da böyle yıllardır. İbrahim Bey'in ve onun gibi şeyh ailesinden,
hem de Nakşî ve Kürt olmak dahil bazı “yasak” gibi gözüken vasıflara sahip
birçok kişinin milletvekilliği yahut üst kademelerde bürokratlık yaptığını
görüp anlamadan, açıklamadan tekpartili yıllar için bugün olduğu gibi beylik
ve tektip hükümler vermek herkesi çok yanıltıyor; onunla da kalmıyor tarihi
bütün kuvvet ve zaaflarıyla kendi tarihimiz olmaktan çıkarıyor,
“başkaları”nın tarihi yapıyor, başkaları üzerinden okunan bir geçmiş hâline
getiriyor. Herkes, isterseniz “gerçek” bir tarafı pek olmayan taraflar
diyelim, “başkaları”nın tarihinde ferih u fahur kurulup oturmayı ve ahkâm
kesmeyi tercih ediyor; çünkü kolay ve lafazanlığa müsait. Meclis
zabıtları gözden geçirilerek yapılmış bir çalışmaya göre üç dönem hiç
konuşmamış, herhangi bir teklif vermemiş İbrahim Arvas Bey.2 Ne
sabır ve perhizkârlık değil mi?! Doğuda, Kürt bölgelerinde o kadar sert,
kıyıcı hadiselerin, geniş sürgünlerin olduğu, katı laiklik politikalarının
ailesinin fertlerine ulaşacak kadar her tarafı kasıp kavurduğu yıllarda niçin
hiç konuşmuyor ve nasıl hiç konuşmadığı merkezî bir yerde bu kadar uzun
müddet kalabiliyor, tutulabili- |
|
İbrahim
Arvas elinde fötr şapkası, Diyanet İşleri başkanı Ahmet Hamdi Akseki ile
TBMM'den çıkarken. 40'lı yılların son seneleri olmalı. İkisi de papyonlu
olduğuna göre herhâlde bir resepsiyondan çıkıyorlar... |
yor?
Kitabın bir yerinde ilk meclisler için “Meclis'de Entelican[s] servise mensup
bulunmayan her mebus tarassud altında idi ve herbirisinin arkasında bir gölge
gezerdi” (s. 54) diyecektir. Ve
bu evsafa sahip biri rahat ve serbest zamanlarda memleketin “tarihî hakikatler”ini
bize anlatacak... Anlatabilir mi acaba? Gölgeler tamamen zâil olmuş, güneşli
havalar gelmiş mi idi yoksa sınırlara riayet şartıyla konuşmaya izin mi
çıkmıştı?3 Belki biri belki daha fazlası...4 Öyle
ise anlatsın, biz de şüpheyi, soruları elden bırakmadan, hatırat türünün
esas itibariyle sübjektif olduğunu unutmadan dinleyelim, bakalım onun
gözünden yahut sansürlerinden devr-i Cumhuriyette bazı tarihî hadiseler nasıl
cereyan etmiş, neler olmuş... Bunun için kitabını atlamadan okuyoruz. Elbette
büyük bir hatırat değil, ne telif tarzı ve üslubu ne de muhtevası itibariyle,
ama yine de her bir hatırat gibi bazı hususiyetleri ve perhizkâr da olsa
dikkate alınması gereken anekdotları var. Hatırat
meraklıları durûb-ı emsâl sözlüklerine henüz |
girmemiş
olan “hatıratın kötüsü olmaz” atasözünü çok sever, onunla idare ederler. Biz
de şimdilik ona ittiba edelim. Eser hakkında umumi fikir vermek için
anekdotlardan bir iki tanesini kaydedelim isterseniz: Sultan Hamid'e isnat olunan kötülükler
hepsi iftira ve yalandır. Bu hakikatı tarih sayfalarına hediye etmekle
saltanat taraftarı olduğum zehabına kapılanlar hataya düşerler. İyi tatbik
edildiği takdirde dünyada mevcut bütün rejimlerin en iyisi cumhuriyettir. Ve
benim de cumhuriyet layiha-i kanuniyesinde reyim vardır. (s. 11) Eski
Galatasaray Sultanisi mezunu birinin bu kadar kolay genellemeler yapması
şüphe davet etmez de ne yapar!? Hem sultana hiçbir kötülük atfetmeyecek kadar
mutlak Abdülhamitçi (şimdi de sayısına bereket, çok var) hem de mutlak
cumhuriyetçi olur mu? Hem de oy vermiş cumhuriyeti kuran kanuna... Muhtemelen
müellifimiz ikisi de değil, herhâlde siyasetçi olmalı, iki tarafı da idare
ediyor... Anekdotlara devam edelim: [II. Dünya Savaşı arifesinde]
Amerika reisicumhuru Rozvelt ve İngiliz başvekili Çörçil, Mısır seyahatleri
esnasında Adana'ya gelirken Çörçil Almanlarla harbe girmemizi istemiş ve
ısrar etmiştir. O zaman Erkân-ı Harbiye reisi [Genelkurmay başkanı] bulunan
Fevzi Çakmak dayatmış ve ‘bizden istediğin[iz] üç fırka askerle omuz omuza
çarpışacak üç fırka İngiliz askerini getirirseniz ve bize yeni silahlar ve
tanklar verirseniz harbe gireriz, dediklerimizi yapmazsanız biz de harbe
iştirak etmeyiz' demek suretiyle harp felaketini üstümüzden attı. (s. 13) Milli şef İnönü'nün kudret ve iktidarına
halel gelmesin diye tarih kitaplarında pek zikredilmeyen bu mühim hadise ve
teklif önemli. Fakat yazarımız kimden duyduğunu, nereden aldığını malesef
zikretmiyor, rivayet olarak bırakıyor. Ben bu bilgiyi ilk defa İsmet Özel Bey'den
duymuş ve kaynağını sormuştum. Hâlâ izini sürdüğüm bir meseledir bu, hakkında
yazılmış ilmî bir metne tesadüf edemedim bugüne kadar. Büyük şairin o
yıllarda kafasında gezdirdiği şiirlerden biri de “Mareşal'in Tabutu” olduğu
için birçok metne bakmış, cenazeye katılanlardan biri olarak Osman Yüksel
Ser- dengeçti ile görüşmek için Fethiye'ye kadar gitmişti. Devam edelim: [Şeyh Said İsyanı'ndan sonra] Şark illerimizdeki nakl ü teb‘îd [sürgün]
işi bir facia oldu. Hele mahkum olanların birçok ailelerine kan ağlattılar.
On bini mütecaviz olan menkûllerden [yeri yurdu değiştirilmiş sürgünlerden]
garp ve Trakya vilayetlerinde binlerce insan sıkıntı ve ızdırap içinde idi.5
Bazan baba bir vilayete, oğlu diğer |
bir vilayete verilirdi, yan yana gelemiyordu. Hakikatte [Meclis'teki
oylamada] kırmızı reyle adem-i itimat [güvensizlik oyu] veren biz şark
mebuslarından katmerli olarak intikam alındı. (s. 52) Başvekil Hasan Saka (...) Behçet
Kemal Çağlar'a ‘ben yirmibeş sene Mustafa Kemal'in arkadaşlığını yaptım,
senin zan ve tahmin ettiğin gibi Mustafa Kemal Paşa dinsiz değildi ve dini
kaldırmak istemiyordu. Onun yegâne arzusu taassubu kırmaktı' dedi ve
ilkmekteplere din tedrisatının yapılması lüzumunu da ileri sürdü. (s. 78) Mustafa
Kemal Paşa'yı bir şekilde dolanıp, hatta temize çıkarıp İsmet İnönü'yü günah
keçisi yapmak sağ muhafazakâr kesimin bugün de devam eden umumi hilelerinden
ve takıntılarından biridir. Kolay, etkili ve mânidar... Yıllarca CHP'de ve
İnönü'nün emri altında çalışmış biri olarak İbrahim Arvas da bunun “başarılı”
örneklerinden biri. Peki tekparti idaresinin ve Cumhuriyet ideolojisinin
kuruluşunu sağlayan üçüncü büyük ayak mareşal Fevzi Çakmak niçin sağın
“doğru” tarih anlatısında hiç gündeme gelmez ve geldiği zaman da mutlaka
müsbet olarak zikredilir? Bunu hiç düşündünüz mü? Namazında niyazında ve
Nakşi olduğu için mi? Hiç konuşmamasına, “kuzu paşa” lakabına ne dersiniz?
Peki mutlak üç kurucudan biri olarak her şeyden o da bir ölçüde/büyük ölçüde
sorumlu değil mi? Bu sıkıntılı soruyu şimdilik geçelim, mühim
bir aktarıma intikal edelim: (...) Kürsüye gelen başvekil
Şemsettin Günaltay (...) söze başladı ve neticede Kur'an'ı ikiye bölerek bir
kısmı Mekke ve bir kısmı Medine'de nâzil olmuş; biz Mekke'dekileri alırız
çünkü duadır; Medine'dekileri bırakırız çünkü ahkâmdır [ibadet ve hukuka dair
hükümlerdir] ve biz Müslüman ahkâmını tatbik etmekten hariciz dedi. (s. 79) Kitabın konularıyla ve “tarihî hakikatler”le
pek alakası olmayan bir yazı da var bu eserde. Başlığı “Komünizm Büyük
Tehlikesi”. Nereden çıktı bu mevzu derseniz (bence deyin) cevabını aramaya ve
bulmaya müellifin şu cümlelerinden başlayabiliriz: (...) Sonra hükümetin delâletiyle ve tüccarlarımızın muavenet ve
himmetiyle bir de antikomünist teşkilat yapmak da mümkündür. Komünistlerin
yaptığı hücre teşkilatına karşı bu antikomünist teşkilat kuvvetli, anlayışlı,
basiretli insanlara tevdi edilirse asgari bir senede komünizmin gizli
teşkilatını yok eder. (...) Aziz Müslüman zenginler, sizlere bir hadise anlatacağım ve ümit ederim
Allah'ın lütf u kereminden bu hadise sizlere büyük bir ders-i ibret olacak.
Hadise şudur: Otuz sene evvel Yahudi Burla Biraderler müessesesi Hürriyet gazetesi
sahibine bir milyon yedi yüz bin liralık bir çek verdi, gazetenin bütün
makine ve binalarını ve diğer lazım olan bütün ihtiyaçlarını temin ve tesis
ettiler. Ve bu suretle daima Yahudiler lehinde ve Müslümanlar aleyhinde
neşriyat yapmasını temin eylediler. Bu para hibe suretiyle verilmiştir, borç
değildir. Ey Müslüman zenginleri, birkaç tane mukaddesatımızı müdafa eden
mecmualarımız var, bunlarla niçin alakalanmıyorsunuz ve hiç olmazsa
kâğıtlarını temin etmiyorsunuz? Sonra dindar halkımızın neden bir yevmî
[günlük] gazeteleri bulunmasın? Memlekette her gün yevmî gazeteleriyle,
mecmualariyle, dergileriyle Müslüman halkın hissiyatını rencide eden malum
gazete ve mecmualara cevap verebilecek kudret ve kabiliyette gazete ve mecmua
tesis edilmesin. (s. 73-74)6 |
Daha
sonraki taramalarımda tesadüf ettim; bu hatırat kitap olarak yayımlandıktan
sonra herhâlde kısmen ve bazı ilavelerle “Tarihî Hakikatler-Eski Van Mebusu
İbrahim Arvas'ın Hatıratı” başlığı ile Yeni İstiklal gazetesinde de
tefrika edilmiş (sayı: 191-202, 7 Nisan 1965-23 Haziran 1965). Yani kitap ve
bu yazı yayımlandığı tarihten yaklaşık bir yıl sonra meşhur Bugün
gazetesini çıkaracak olan Şevket Eygi'nin (öl. 12 Temmuz 2019) haftalık
gazetesinde, muhtemelen de onun teklifi ve ısrarıyla tefrika ediliyor. Bana sorarsanız
“komünizme karşı Müslüman gazete” meselesine eğilen bu sadet harici yazıyı da
Mülkiye talebeliğinden beri tanıştığı Eygi'nin arzusu, ısrarı ve belki ikna
etmesiyle yazmıştır. Anlaşılan o ki etkili de olmuş. Yeni İstiklal'in
sermayesinde olduğu gibi bazı çevreler ve Müslüman zenginler “bir gazete”
için de (daha sonra nice gazete ve televizyonlar için de!) iyi niyetle
kesenin ağzını açmışlar ve “mücadele” başlamış... Hâlâ devam ediyor. Bizim
talebelik yıllarımızda “Müslümanların da Cumhuriyet gibi bir gazetesi
olsa!” laflarını çok duyardık. Bugün ve Ba- bıalide Sabah, Anadolu
gazeteleri hamiyetperverlerin yardımlarıyla o kalemden çıktı sayılır. Bugün
artık nice “Cumhuriyet”ler oldu, sayısına bereket... Tefrikanın
tarihleri hesaba katıldığında kitabın yazarının da kısa bir müddet sonra, 21
Ekim 1965 tarihinde vefat ettiği görülüyor. Tefrikanın
sonunda şöyle bir not da var: “Bu hatıraların devamı Yakın Tarihimizin
Bilinmeyen Gerçekleri adı altında küçük bir kitap hâlinde basılmaktadır”.
Bu başlıkla bir kitap basılmadığına göre notta çıkacağı haber verilen kitabın
Tarihi Hakikatler'in devamı olması büyük ihtimaldir. (Bu meseleye Not
2'de tekrar döneceğiz).7 Yazar
“menhûs ve melun Kürtçülükten”, “Kürtçü- lüğün başlangıcı”ndan da bahsediyor
ve ailesinin, uzak yakın çevresinin başına gelenlere rağmen bazı ifadeleriyle
resmî görüşe, sağcı yorumlara hayli yaklaşıyor. Ona göre Kürtçülüğün tarihi
II. Mahmut ve Sultan Abdülmecit devrinde Kürt beylerinin yumuşak bir
siyasetle sürgüne tabi tutulmasıyla başlıyor. Kürtlerin Türklüğü meselesi de
var. Onun kaleminden okuyalım: Bedirhan Paşa [İstanbul'a celbi 1848, vefatı 1868] çok dindar olduğu
için böyle aykırı [isyan gibi] hareketlere tevessül etmemiştir. Çünkü
padişaha ve halifeye isyanı küfür addetmiştir. Ancak oğlu tarafından bu kötü
işe [isyana, Kürtçülüğe] tevessül olunmuştur. (...) Bu son senelerde [60'lı
yıllarda] İstanbul'da ve Ankara'da mektepte okuyan şarklı talebe arasında bu
menfi propaganda [Kürtçülük] sinsi sinsi devam etmektedir. Ve bu muzır fikir
maalesef yüksek mekteplerde neşvünema bulmaktadır. Bu maruzatımı tevsik edecek bir ciheti arzetmek isterim. Şöyle ki;
şark illerimizin eşraf ve ekâbiri [yazar kendisini de kastediyor olmalı]
memlekette ufak bir kâtipliğe tayin edildiği zaman memnun ve müftehir kalır.
Bunun ifade ettiği mâna ise büyüktür. Zira devlete en büyük itimadı besler ve
onun hizmetine girmekle mübahat duyar. Aslında Türk olup da lisanını değiştiren bu muazzam kütleye [Kürtlere]
kötü bir şey atfetmek günah ve vebaldir. Bendeniz Şemdinan kaymakamı iken
Gerdi aşireti reisi Oğuz beye sordum; bu ad Türk adıdır, sana nere |
den gelmiş? Cevaben dedi ki: ‘Bendeniz yirmibirinci Oğuz'um, bizdeki
anane baba kendi evladına kendi babasının ismini verir ve böylece
müteselsilen devam eder'. Maalesef Oğuz kabilesinden olan Oğuz bey ise bir
kelime Türkçe bilmiyordu. Amcası Kılıç bey de öyle. Ve Koçbeyi kabilesinin
reisi Mehmet Emin de böyle idi. (s. 25-26) Not 1. Kitabın son sayfasında
ise “Lahika” başlığıyla kısa fakat davetkâr bir metin var. Şöyle diyor
müellif: Tedbirler Kanunu8 karşısında ve henüz mürur-ı zamana [zaman
aşımına] da uğramayan bazı hadisat ve vekayii layıkiyle yazamadım. Esasen
malî vaziyetim de lahikayı [hatıratın devamını, eklerini] şimdilik tab
ettirmeğe imkân vermemektedir. Bu naçiz hatıram neşr ve tevziinden sonra
imkân bulduğum takdirde lahikayı da yazacağım ve tab ve neşredeceğim. Asıl
enteresan noktalar ve heyecan verici hadiseler lahikada olacaktır. Bu
açıklamadan benim anladığım İbrahim Arvas'ın daha geniş bir hatıratının
olduğu, bunu bastırmak istediği, bunun için de bu küçük hatıratın hem
tefrikasını hem de kitaplaşmış hâlini bir yoklama ve etraftan koku alma aracı
olarak kullandığı oldu. Bir zann-ı galipti bu... Bu sebeple geniş hatırata
ulaşmak için aileden insanlar aramaya koyuldum. O yıllarda Cumhuriyet'in ilk
yıllarında, çalıştığım konularla ilgili olup bitenleri tespit etmek yahut
hissiyat düzeyinde işleyen mekanizmaları, tedavüldeki bilgileri, yorumları
öğrenmek için o devirlerde yaşamış medrese ve tekke mensuplarından
yaşayanlarla görüşme imkânları arıyor, vefat etmiş olanların da çocuklarına
ve torunlarına ulaşarak yayımlanmamış (veya mahalli basında çıkmış ama
literatüre geçmemiş) hatırat, günlük ve notlarının olup olmadığını
soruyordum. İbrahim Arvas hem büyük ve etkili bir aşirete, ayrıca Cumhuriyet
devrinde kısmen takip edilmiş bir tarikat ailesine mensup olmak hem de siyasî
kişiliği itibariyle önemli gibi idi. Arvasi
ailesine hususi bir hürmet ve bağlılık gösteren Türkiye gazetesi
çevresinin (Hüseyin Hilmi Işık grubunun) bu tür sorulara doğrudan cevaplar
vermek istemediklerini bilmeme rağmen her ihtimale karşı Babıali'den
tanıdığım bir iki kişiye sordum ve tabii cevap alamadım. Bir mecliste bu
meseleyi konuşurken hazır bulunanlardan bir avukat, İbrahim Bey'in oğlu
Sıddık Arvas'ın Kadıköy'de yazıhanesinin olduğunu söyledi. Herhâlde o da
avukattı gibi anladım. Bu iyi bir tutamak noktası olabilirdi, peşine düşerek
telefonlarını temin ettim; kitabın içine koyduğum kâğıda göre yazıhane: 337
38 28, ev. 366 85 80. Bir
gün perhizkârlıklara ve karşı sorulara kendimi hazırlayarak yazıhanesine
telefon açtım ve kendimi tanıttım, yayınevinden ve çalışmalarımdan bahsettim,
sonra da “lahika”yı sordum. Düzgün ve dikkatli konuşan, ayrıca saygılı bir
insanla karşı karşıya olduğumuz her hâlinden belli idi. Hatıratın mufassal
versiyonunu sorduğumda da aynı ses tonuyla ve tane tane şöyle beyanlarda
bulundu: Evet babamın böyle bir hatıratı var, yaklaşık 500 sayfa civarında...
Meclis'teki faaliyetlerini de (belki konuşma ve takrirlerini de) ihtiva
ediyor. Bunu bastırmak istiyoruz ama bugüne kadar |
mümkün
olmadı... Peki bunu görmemiz mümkün olur mu diye sordum. Olumsuz bir cevap
vermedi ama buyurun, gelin bakın gibi davetkâr ifadeler de kullanmadı,
haberleşiriz, bakarız gibi daha muğlak, bu tür konuşmalar için ümitsiz
denebilecek cümleler kurdu. Ben de ikinci görüşmenin kapısı açık kalsın diye
ısrar etmedim. Bir defa daha kendisini aradım ve konuştuk ama yine hatıratın
kendisine yanaşamadık... Marmara İlahiyat'ta hocalık yaparken soyadı Arvas
olan bir teknik personelle karşılaşınca önce Arvasi- lerden olup olmadığını,
sonra da aile içinde bu hatıratın konuşulup konuşulmadığını, Sıddık Bey'i
tanıyıp tanımadığını sordum. Bir şeyler biliyordu ama hem bilgilerini
netleştirmek hem de Sıddık Bey'e dolaylı yollarla hatıratı sormak için izin
ve vakit istedi. Sorup soruşturduklarından bana söyledikleri arasında sadra
şifa bir şey olmadı. İnternet üzerindeki haberlere bakılırsa Sıddık Bey 2012
yılında vefat etmiş ve dedesinin medfun olduğu Ankara Bağlum'da defnedilmiş. Hatırat kimde kalmıştır acaba? Tarihe
diyeceğim ama Türkiye'de tarih meseleleri, hele yakın tarih bahisleri ve
kurumları çok netamelidir. Not
2. Bu günlük notunu tamamlamaya çalışırken kitabın başka bir yayına
konu olup olmadığına da baktım ve yakın zamanlarda yapılmış iki neşirle
karşılaştım. Biri aynı adla 2005 yılında Biyografi Net Yayınları arasında
basılmış (İstanbul, 192 s.). Sayfa adedinin fazlalığı görülmesini
gerektirecek kadar davetkârdı. Bir nüsha-i fevkalâde buldum. Metinde herhangi
bir ilave yok, sadece başlık ve bol miktarda arabaşlık konmuş, birçok
fotoğraf yerleştirilerek kitap şişirilmiş, ayrıca künye sayfasında ifade
edildiğine göre genel yayın yönetmeni Mahmut Çetin tarafından sadeleştirmeler
yapılmış (sadeleştirmelerin bazıları isabetli değil), az sayıdaki bazı yerler
de metinden çıkarılmıştır. (Ermenilerle ilgili çıkarılmış bir paragraf için
bk. 1964 bs., s. 6; 2005 bs., s. 19). Bu
müdahaleler dışında Biyografi Net Yayınları baskısında ilave edilen kısım
kitabın sonundaki “Arvasi Ailesinin Tarihçesi” başlıklı metindir ve her yerde
bulunabilecek bilgi ve fotoğraflar ihtiva etmektedir (s.141-81). Bu kısmın
sonunda İbrahim Arvas ve Seyyit Ahmet Arvasi (öl. 31 Aralık 1988) hakkında da
kısa malumat verilmektedir (s. 175-81).9 İkinci neşir ise yine
aynı adla HTS Yayıncılık tarafından 2010 yılında yapılmıştır (İstanbul, 109
s.). Bu yayının künye sayfasında, kitaba bir Sunuş da yazan Mehmet Soykan
yayın yönetmeni, Mekki Yassıkaya ise “sadeleştiren” olarak gözüküyor (metin
aynen bırakılmış, sadeleştirmeler parantez içinde verilmiştir). Mehmet Soykan
Sunuş'unda kaynak göstermeden iki buluşundan ve ekinden bahsetmektedir.
Bunlardan biri Arvas'ın Önsöz'ünün sonunda olduğu hâlde 1964 baskısına
girmediği söylenen beş paragraftır. Bu paragraflarda isimler üzerinden aile
şeceresi hakkında bilgi verilmektedir (s. 10-11). İkincisi ise kitabın
sonunda yer alan “Ek: Yakın Tarihimizin Bilinmeyen Gerçekleri” başlıklı kısım
ve en sonda iki sayfalık, Yeni İstiklâl gazetesinde yayımlanmış (sayı:
173, 2 Aralık 1964) “Falih Rıfkı'ya açık mektup”tur (s. 91- |
109).
Ek'in başlığı aslında Yeni İstiklâl'deki tefrikanın sonunda yakında
çıkacağı haber verilen kitabın başlığıdır ama burada kitap hacminde bir
metin olmadığı gibi tekrarlar dışında yeni ve önemli bilgiler de ihtiva
etmemektedir. Yine de bu kısmın başındaki ifadeler karışıklığı (muhtemelen
yaşlanmış yazarın ihtilatlarını da) artırmaktadır: Tarihi Hakikatler altında yazdığım hatıralarımı istediğim
gibi yazamadım. Çünkü Sağır Sultan [İnönü] saltanat tahtında oturmakta idi.
Her bahsin başlığını yazmakla iktifa etmek zaruretinde kalmıştım. Gereken
tafsilatı verememiştim. İsmet İnönü'den hiç bahsede- memiştim. Çünkü
yazsaydım derhal müdahale edecekti. Aşağıdaki yazılar hatıratımın ‘lahika' ve
mütemmimidir. Önce İnönü'nün Cumhuriyetin ilânından beri yaptıklarından en
mühimlerini yazacağım. (...) (s. 91) Tekrar edelim, bu baskının Ek kısmına alınan
yazılarda kaydadeğer bir şey yoktur. Not
3. Çokpartili hayata geçiş yıllarında, iki CHP kabinesinde Milli
Eğitim bakanlığı yapan Tahsin Ban- guoğlu (öl. 3 Mart 1989) ahir ömründe sağ
cenaha yaklaşmış dil meseleleri ile din eğitimi konusunda Cumhuriyet
ideolojisini, hususen İnönü'nün tutumlarını tenkit eder olmuştu. Kendimize
Geleceğiz kitabı (İstanbul, Derya Dağıtım Yay., 1984) başta olmak üzere
birçok konuşma ve röportajında 1949 yılında ilkokullara Din derslerinin
tekrar konması ile İmam Hatip kurslarının ve Ankara İlahiyat Fakültesi'nin
açılışında ciddi ve müsbet katkılarının olduğunu vurgulamıştır. Tahsin Bey'in
yerleştirmeye çalıştığı bu bilgiler en azından tek taraflı olmaları
dolayısıyla eksiktir, bir kısmı da hilaf-ı hakikattir. Dönemin yayın
organlarında, muhafazakâr cenahın dergilerinde yer alan haber ve yorumlar hiç
de Tahsin Bey'i doğrulayan bir karakter göstermez.10 İbrahim
Arvas'ın kitabı Banguoğlu'nun bu meselelerdeki menfi ve engelleyici
tutumlarına vurgu yapması bakımından da önemli sayılır (s. 62-64). Arvas'a
göre Banguoğlu esasen benimsemediği, Meclis'te ve bakanlıkta aleyhte tavır
takındığı bu düzenlemeleri bakanlığı döneminde mecburen yapmıştır. Müellif
1948 yılında Meclis'te kendisine karşı konuşan Banguoğlu'nun “hulasaten”
şunları söylediğini aktarır: İbrahim
beyin bahsettiği Türk İslâm İlahiyat Fakültesi ile İmam Hatip Mektepleri
skolastik zihniyetin ifadesidir; yani ortaçağ zihniyetinin icabâtıdır. Biz
ise asrî ve modern bir devlet kurduk. Artık bu gibi zihniyetlerin bizde yeri
yoktur. Ve bundan dolayı biz bu mektepleri açmayız. (s. 62) Aynı
partiye mensup olan Arvas, “kemâl-i tehevvürle ve çok yüksek sesle
bağırarak”, masaya yumruk vurarak, “iki parmağımı gözüne sokarcasına”
kürsüden Banguoğlu'na verdiği cevabı şöyle anlatıyor: Skolastik dediğin zihniyet asıl Haham
Mektebi'dir. Mebdei [başlangıcı] beşbin seneden başlar. Ve onun ikincisi
Heybeliada'daki Ruhban Papas Mektebi'dir. O da iki bin seneden başlar. Sen bu
iki mektebe de yardım ediyorsun; Maarif Vekâleti bütçesinde fasl-ı mahsusları
[özel ödenek bendleri] vardır. Bunu inkâr edemezsin. İşte asıl skolastik
zihniyet dediğin bu iki zihniyettir. Bizim tabi olduğumuz hars [İslâm kültü |
rü] ise daha taze ve daha esaslıdır. Hem İmam
Hatip Mektepleri İkinci Büyük Millet Meclisi tarafından kanun-ı mahsus
[Tevhid-i Tedrisat Kanunu] ile tesis edilmiştir. Bu kanun tadil edilmediği
gibi lağıv da edilmemiştir. Hâlâ yaşıyor. Zâtıâliniz İkinci Büyük Millet
Meclisi'nden daha mı inkılapçısınız? Hem de sen Müslümanlığa ait İmam ve
Hatip Mektepleri ile Türk İslâm İlahiyat Fakültesi'ni açamazsın. Çünkü senin
mensup olduğun gizli heyet bu işi sana yaptırmaz (...). (s. 62-63) * İşte hatıratların bitmek tükenmek bilmeyen
hatıraları ve güya serbest zamanların kimi objektif kimi sub- jektif
hakikatleri... ■ 1 Kitabın aynı kapak ve aynı yılda
Ankara, Resimli Posta Matbaası'nda da bir baskısı gözüküyor. 2 III, IV ve V. dönemlerde hiç
konuşmayan Arvas'ın Mec- lis'teki faaliyetleri bir makalenin konusu olarak
-zayıf da olsa- çalışılmıştır: Volkan Tunç, “Van milletvekili İbrahim
Arvas'ın biyografisi ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'ndeki faaliyetleri”, Akademik
Tarih ve Düşünce Dergisi, sayı: 6/2, 2019, s. 388-432. https://dergipark.org. tr/tr/download/article-file/753290 3 Hatıratın birkaç yerinde çokpartili
hayata geçildikten sonra kahramanca bir eda ile masaya yumruk vurup
haykırdığını ve elini tabancasının üstüne koyduğunu anlatıyor. bk. s. 56, 57. 4 Yazar hatıratının daha başlarında,
“büyük ve asil bir aileye mensup olduğum için yazdığım bu hatıratımda ne
yalan ve ne de iftira etmedim. Ancak ve ancak hakikatı tebarüz ettirdim” (s.
4), “Karakterim icabı olarak hatıratımda ne bir kelime fazla ve ne de bir
kelime noksan, ne yalan ve ne de iftira etmek asla mevzubahis değildir. Hele
matbuat sütunlarına geçmemiş ve yüzbin kişide bir kişi işitmemiş işbu
hatıratımda birçok gizli hakikatler dolu olduğundan fevkalâde ehemiyeti
haizdir” (s. 5) ifadeleriyle okuyucuyu ve bizi ikna etmeye çalışmaktadır. 5 Kitabın ilk baskısında yer almayan
bir başka yazısında “[İnönü] yirmi bin aileyi ve reislerini sürgün etti ve
evlerini yıktı”; “[İsmet] Paşa! En az elli bin çoluk çocuk, kadın erkek,
ihtiyar masum kanına girdin ve yirmi bin evi yıktın, dağıttın” diyecektir; Tarihi
Hakikatler, İstanbul, HTS Yay., 2010, s. 95, 100. 6 Hatıratın bir faslı da “kökü
dışarıda bir Yahudi tarikatı” olan Masonluğa ve ona karşı alınması gereken
tedbirlere ayrılmıştır (s. 68-71). Bu faslın başında ve sonunda tipik sağcı
değerlendirmeler var: “Mustafa Kemal Paşa'nın sevmediği iki zümre vardı.
Birincisi dönmeler, ikincisi de masonlardı”; “Bunların [Masonların] bugünkü
ahval ve vaziyet karşısında komünistlere nisbetle zararları binde bir
nisbetindedir”. 7 Yeni İstiklâl'de bu tefrika vesilesiyle iki
açıklama yazısı da çıkmıştır: Arvas, Ahmet Gürkan'ın 1952 yılında Mason
localarının kapatılması için Meclis'e verdiği teklifin kanunlaşmasını Celal
Bayar'ın engellediğini yazmış, Gürkan bunun, en azından anlatılan şekliyle
doğru olmadığını ifade etmiştir; Konya milletvekili Ahmet Gürkan, “Bir tavzih”,
Yeni İstiklâl, sayı: 205, 14 Temmuz 1965, s. 4. Arvas'ın kısa cevabı
ise “Sayın Ahmet Gürkan'ın tavzihine cevap” başlığıyla yayımlanmıştır; Yeni
İstiklâl, sayı: 207, 28 Temmuz 1965, s. 5. 8 5 Mart 1962 tarihinde çıkarılan
Tedbirler Kanunu 27 Mayıs darbesi ve idamlar aleyhinde yazılı ve sözlü
beyanlarda bulunmayı yasaklıyordu. Ama İbrahim Arvas'ın bahsettiği herhâlde
bu kanunla sınırlı bir şey değildir, tekpartili yılların “tedbir”lerine,
belki DP iktidarının çıkardığı Atatürk'ü Koruma Kanunu'na da uzanmaktadır. 9 İbrahim Arvas kısmında Mehmet Şevket
Eygi'den şifahi bir hatıra aktarılmaktadır: “Siyasal Bilgiler'de (Ankara)
talebe iken bir gün üstad Necip Fazıl'la birlikte eski Van mebusu ve Seyyit
Abdülhakim Arvasi'nin yeğeni İbrahim Arvas beyi Keçiören'deki bağ evinde
ziyarete gitmiştik. Leziz yemekler yenmiş, nefis çaylar içilmiş, enfes bir
sohbet olmuştu. Bir ara üstad Necip Fazıl duvardaki bir leopar postunu
işaret ederek, ne güzel bir kürk deyivermişti. Bu söz üzerine merhum İbrahim
bey, hemen harem tarafından bir bohça getirtmiş ve postu üstada hediye
etmişti” (s. 177-78). 10 Bu konuda bk. İsmail Kara, Cumhuriyet
Türkiyesi'nde Bir Mesele Olarak İslâm 2, İstanbul, Dergâh Yay., 2016, s.
212-27. |