Hukuk
profesörü, akademisyen, yazar. 20 Ocak 1964, Bingöl doğumlu. İlk ve orta
öğrenimini memleketi olan Bingöl’de yaptı. 1982 yılında kaydolduğu İstanbul
Üniversitesi Hukuk Fakültesinden 1986 yılında mezun oldu. Bir yıllık Avukatlık
Stajını tamamlamasının ardından, 1987 yılında Dicle Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Anabilim Dalında Araştırma Görevlisi
olarak akademisyenlik yaşamına başladı. Yüksek Lisans Eğitimini ‘Platon’un
Hukuk Görüşü’ başlıklı çalışmasıyla, Prof. Dr. Vecdi Aral’ın danışmanlığında;
Doktora programını ‘Hukuk Felsefesi
Açısından Yararcılık Teorisi’ başlıklı çalışmasıyla ve yine Prof. Dr. Vecdi
Aral’ın danışmanlığında tamamladı. 1997 yılında ‘Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi
Doçenti’ unvanını alan yazar, 2004 yılında da aynı anabilim dalına profesör
olarak atandı.
Evli ve iki çocuk babası olan Prof. Dr. Ahmet Gürbüz, Nisan-2013 tarihine kadar çalıştığı Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Anabilim Dalı’ndaki görevi sonrası, bu tarihten itibaren Bingöl Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Hukuk Bilimleri Anabilim Dalı’nda Öğretim Üyesi olarak çalışmalarını sürdürmektedir.
Yazarın “Zen ve Tasavvuf Işığında Kendini Bilmenin Yolu” isimli kitabı 2021 yılında Hindistan Yeni Delhi’de Sterling Publishers tarafından İngilizceye çevirtilerek yayınlandı.
KİTAPLARI:
1- Harabede
Define / Tasavvuf Felsefesinde Temel Vurgular, İnsan Yayınları, İstanbul.
(Dördüncü Baskı: 2018)
(Yedinci Baskı: Kasım 2021)
(2.Baskı: Aralık-2012)
(Yenilenmiş ve Geliştirilmiş 4.Baskı, Mart
2021)
MAKALELER:
1- “Değerler
Teorisi Çerçevesinde Yararcılığın Eleştirisi”, Türkiye ve Orta Doğu Amme
İdaresi Enstitüsü Amme İdaresi Dergisi, Cilt:29, Sayı:2 Haziran 1996’dan Ayrı
Bası, s. 85-88.
2- “John
Stuart Mill’in Özgürlük Konusundaki Düşüncelerinin Değeri”, Mülkiye Dergisi,
Mülkiyeliler Birliği Genel Merkezi Yayın Organı, Ocak-Şubat 2001, Cilt: XXV,
2001 Ankara, s. 361-366.
3-
“Felsefe, Din ve Hukuk İlişkisi Üzerine”, HFSA Hukuk Felsefesi ve
Sosyolojisi Arkivi, 5.Kitap, İstanbul Barosu Yayınları, İstanbul 2002, s.
15-18.
4- “J. J.
Rousseau ve Toplum Sözleşmesi Kuramı’nın Değeri”, e-sosder.com, Elektronik
Sosyal Bilimler Dergisi, 2003.
5-
“Platon’un Hukuk Görüşünün Karşılaştırılması, Değeri ve Sonuçları”, Dicle
Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Yıl: 2003, Sayı: 4, “Dicle Üniversitesi
Hukuk Fakültesi’nin Kuruluşunun XX. Yıldönümüne Armağan” (1982-2002),
Diyarbakır 2003, s. 52-67.
6-
“Hukuksal Meşruluğun Ölçütü Olarak Evrensel Hukuksal Değerler”, HFSA Hukuk
Felsefesi ve Sosyolojisi Arkivi, 11.Kitap, İstanbul Barosu Yayınları, İstanbul
2005, s. 80-108.
7-
“Hukukta Reform Çabalarının Filozofik ve Toplumsal Dinamikleri’, Güncel
Hukuk / Aylık Hukuk Dergisi, Temmuz 2005, Sayı: 19, s. 10-11.
8- “Yargılamada
Nesnelliğin Psikolojik ve İnançsal Boyutu”,
HFSA Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Arkivi, 15.Kitap, İstanbul Barosu
Yayınları, İstanbul 2006, s. 125-128.
9-
“Küreselleşme Olgusu Karşısında Nasıl Bir Hukuk Yaklaşımı İnsanlığa Çözüm Sunabilir",
Ankara Barosu Hukuk Kurultayı 2006, 2.Baskı, Cilt: II, Ankara Barosu Yayınları,
2006 Ankara, s. 359-378, 447-451.
10-
“Demokratik Toplumsal Kültür Nasıl Geliştirilebilir”, Güncel Hukuk /
Aylık Hukuk Dergisi, Aralık 2008 / 12-6, s. 50-53.
11-
“Hukukun Etik Değer Boyutunun Kavranmasının Hukuk Eğitim ve Öğreniminin
Verimliliği Açısından Önemi”, HFSA Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Arkivi,
18.Kitap, İstanbul Barosu Yayınları, İstanbul 2008, s. 104-115.
12-
“Toplumsal Sorunların Çözümünün Biricik Kriteri: Evrensel Hukuk
Değerleri ve İlkeleri”, Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Sayı:
20-21, Yıl: 2009/1-2, Diyarbakır, s. 67-85.
13- “İnsan
Haklarının Filozofik Temelleri”, HFSA Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Arkivi,
20.Kitap, İstanbul Barosu Yayınları, İstanbul 2010, s. 68-83.
14-
“Felsefe, Din ve Hukukun Ortak Özü”, Güncel Hukuk / Aylık Hukuk Dergisi,
Temmuz 2011 / 7-91, s. 42-44.
15-
“Evrensel Hukuk Değerleri ve İlkelerinin Somut Hukuk Disiplinleri
Bağlamında Detaylandırılması Sorunu”, HFSA Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi
Arkivi, 23.Kitap, İstanbul Barosu Yayınları, İstanbul 2012, s. 218-224.
16-
“Günümüz Batılı Politik Yaklaşımlara Etkisi Bağlamında İngiliz
Yararcılığı”, Güncel Hukuk / Aylık Hukuk Dergisi, Ocak 2013 / 1-109, s. 56-63.
17- “Utilitarianism (İngiliz Yararcılığı)
ve Batıdaki Sosyo-Politik Etkileri”, Türkiye Adalet Akademisi Dergisi, Yıl;4,
Sayı:12, Ocak 2013, s.65-80.
18-
“Günümüz Batılı Politik Yaklaşımlara Etkisi Bağlamında İngiliz
Yararcılığı / Utilitarianism”, Leges Kamu Hukuku Dergisi, Yıl:1, Şubat 2013, s.
19-26.
19-
“Günümüz Küresel Topluluk Olgusu Bağlamında Gelenekselliğin ve
Ulusalcılığın Sorgulanması”, Güncel Hukuk / Aylık Hukuk Dergisi, Mayıs 2013,
Sayı: 5-113, s. 50-51.
20-
“Çözüm Sürecinin Gerçek Başarıya Ulaşmasının İki Temel Unsuru”, Güncel Hukuk /
Aylık Hukuk Dergisi, Temmuz 2013, Sayı: 7-115, s. 51.
21- “Bireysel
ve Toplumsal Varoluşun İnsanileştirilmesinin Biricik Yolu” (Geliştirilmiş
Makale), Bilge Adamlar Dergisi, Yıl:2013, Sayı:34.
22- Günümüz Batılı Politik Yaklaşımların Kökeni
Olarak İngiliz Yararcılığı – Utilitarianism, Prof. Dr. Vecdi Aral'a Armağan -
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası Cilt: LXXII, Sayı:1 2014, s.
133-173.
23-
Günümüz Batılı Politik Yaklaşımlara Etkisi Bağlamında İngiliz
Yararcılığı / Utılıtarıanısm, Leges Kamu Hukuku Dergisi, Şubat 2013, Sayı: 1,
s. 19-26.
24- Yargı
Bağımsızlığı Ya da Adil Yargılamanın Manevi Temel Boyutu Üzerine, Leges Ceza
Hukuku Dergisi, Yıl:1, s. 1-3.
25-
Bireysel ve Toplumsal Yaşamın İnsanileştirilmesinin Biricik Yolu, Leges Sosyal
Bilimler Dergisi, Ocak-Nisan 2014, Sayı:1, s. 1-8.
26- İdeoloji
ve İdeolojik Kişilik Kritiği, Güncel Hukuk / Aylık Hukuk Dergisi, Şubat 2015,
Sayı: 2-134, s. 46-49.
27- Evrensel Hukuk Değerleri ve İlkelerinin Somut Hukuk
Disiplinleri Bağlamında Detaylandırılması Sorunu, Dicle Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Dergisi, Cilt: 15-16, Sayı: 22-23-24-25, Yıl: 2010-2011,Diyarbakır
2015, S: 1-10.
28- Toplumsal Sorunların Çözümünün Yegâne Ölçütü Olarak
Evrensel Hukuk Değerleri ve İlkeleri, Leges Anayasa ve İdare Hukuku Dergisi,
Yıl:1, Sayı:1, Ocak-Nisan 2014, S: 1-7.
29- Vecdi Aral'ın Hukuk Felsefesine ''Değer''li Katkısı, Güncel
Hukuk Dergisi, Haziran 2015, Sayı: 6-138, s: 60-62.
30- İdeoloji / İdeolojik Kişilik Olgusunun
Olumsuzluğu Üzerine Taad, Yıl:6, Sayı:22 (Temmuz 2015)
31- Baski
(Zor) ve Özgürlüğün (İrade) Bireysel ve Toplumsal Yaşamdaki Temel
Belirleyiciliği Üzerine, Güncel Hukuk / Aylık Hukuk Dergisi, Ocak 2016 / 1-145,
S. 61-63.
32- Hukuk Bilinmeden Hak (Teala) Bilinebilir mi,
Güncel Hukuk Dergisi, Nisan 2016, Sayı: 4-148, s: 63-65.
33-
Hukuksal Muhakemenin
Temel Paradigması Olarak Evrensel Hukuk Değerleri Ve İlkeleri Nasıl
İşlevselleştirilebilir, Uyuşmazlık Mahkemesi Dergisi, Sayı:7, Haziran 2016, s:
609-621.
34- İdeal/Teorik Din ve Reel/Olgusal Din Ayrımının Anlamı
ve Önemi, Bilge Adamlar, Yıl:15, Sayı: 44, İlkbahar 2017, s. 10-13.
35- Dinsel/İslami Hukuk Kavramı ya da Felsefe-Din ve Hukuk
İlişkisi Üzerine Bir Yaklaşım, Bingöl
Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Yıl
2018, Cilt 2, Sayı 1, Sayfalar 11 – 21.
BİLDİRİLER:
1-
“Felsefe, Din ve Hukuk İlişkisi Üzerine”, Türk Felsefe Derneği 2000
Felsefe Kongresi İnsan Felsefesi, 03-05 Kasım 2000, Ankara.
2- “Hukuksal
Meşruluğun Ölçütü Olarak Evrensel Hukuksal Değerler”,
“Hukuka Felsefi ve Sosyolojik Bakışlar-II” Sempozyum, HFSA / İstanbul
Barosu, 07-11Eylül 2004, İstanbul.
3- “Küreselleşme Olgusu Karşısında Nasıl Bir Hukuk Yaklaşımı
İnsanlığa Çözüm Sunabilir",
4- “Hukukun Etik Değer Boyutunun Kavranmasının Hukuk Eğitim ve Öğreniminin
Verimliliği Açısından Önemi”, Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi Sempozyumu,
2007
5- “İnsan
Haklarının Filozofik Temelleri”, “Hukuka
Felsefi ve Sosyolojik Bakışlar-IV” Sempozyum, HFSA / İstanbul Barosu, Eylül
2008, İstanbul.
6- “Evrensel Hukuk Değerleri
ve İlkelerinin Somut Hukuk Disiplinleri Bağlamında Detaylandırılması Sorunu”, “Hukuka
Felsefi ve Sosyolojik Bakışlar-V” Sempozyum, HFSA / İstanbul Barosu, 13-17
Eylül 2010, İstanbul.
7- “İdeoloji
/ İdeolojik Kişilik Olgusunun Olumsuzluğu Üzerine”, “Hukuka Felsefi ve
Sosyolojik Bakışlar-VII” Sempozyumu, HFSA / İstanbul Barosu, 4-7 Kasım 2014,
İstanbul.
8- Dinsellik ve İdeoloji Olgusu ya
da İslamiyet ve Müslümanlar Bağlamında Din/Dindar ve İdeoloji / İdeolojik
Kişilik Dönüşümü, “Hukuka Felsefi ve Sosyolojik Bakışlar-VIII” Sempozyumu, HFSA
/ İstanbul Barosu, 15-18 Mayıs 2017, İstanbul.
9- Günümüz İslam Coğrafyasının
Temel Sorunlarından Birisi olarak Din-İdeoloji Dönüşümü, IV. Uluslararası
Ortadoğu Sempozyumu, İstanbul Gelişim Üniversitesi, 17-18 Nisan 2018.
DERGİ
EDİTÖRLÜĞÜ:
1- Leges Hukuk Dergisi / Law
Journal, Aylık Hakemli Dergi.
HAKEMLİK
YAPTIĞI
DERGİLER:
Uluslararası Dergiler
1- Law & Justice Review
2- Human Rights Review
3- Küresel Bakış Çeviri Hukuk
Dergisi
4- Elektronik Sosyal Bilimler
Dergisi
5- Medeniyet Law Review
Ulusal
Dergiler
1- Türkiye Adalet Akademisi
Dergisi
2- Uyuşmazlık Mahkemesi Dergisi
3- Leges Kamu Hukuku Dergisi
4- Türkiye Noterler Birliği Hukuk Dergisi
5- Dicle Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi
6- Yeni Yüzyıl Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Dergisi
7- LEGES Ekonomi ve Hukuk
Araştırmaları Dergisi
8- LEGES Anayasa ve İdare Hukuku Dergisi
8- LEGES Ceza Hukuku Dergisi
9- Türk İdare Dergisi
10- Dicle Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Dergisi / Dicle University Journal of Law Faculty
KAYNAKÇA: İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye
Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007), Prof.
Dr. Ahmet Gürbüz, Güncelleme (Ocak 2019), Prof. Dr. Ahmet Gürbüz kitapları
(kitapyurdu.com, 2019), Bilgi Teyidi (19.05.2023).
İDEOLOJİ / İDEOLOJİK KİŞİLİK OLGUSUNUN OLUMSUZLUĞU
ÜZERİNE
Prof. Dr. Ahmet GÜRBÜZ
ÖZET
Kesin
bir tanımı yapılamamakla birlikte “ideoloji” kavramı günümüzde daha çok
olumsuz bir anlamsal niteliğe bürünmekte ve düşünce ya da eylemlerinde objektif
değil de, kendi kalıplaşmış ön yargılarına göre davranan, gerçekliği tanımayan,
dünyayı yalnızca kendi ideleri ve tasarımlarına göre algılayıp biçimlendirmek
isteyen kişi “ideolog/ideolojik kişilik” olarak adlandırılmaktadır. İdeolojik
kişiliğin en önemli ruhsal karakteristik özelliklerinden bir tanesi, onun başka
bir ideolojiyi savunan kimseleri düşman olarak görmesidir.
Modern
kapitalizmin egemen olduğu ve bir sömürü aracı olarak kullanıldığı
günümüz dünyasında siyaset ve hukuk ikilisinin tek bir ideoloji çatısı altında
birleştirildiği ve işlevselleştirildiği söylenebilir. İdeoloji olgusu
aracılığıyla toplumsal yaşama ve dünyaya kendi çıkarları doğrultusunda yön ve
biçim vermek isteyen güç ve odaklar, küreselleşme/teknolojik gelişmeler/kitle
iletişim araçları vb. çağdaş imkân ve vasıtalar yoluyla bu amaçlarına büyük
oranda ulaşmış durumdadırlar. İdeolojilerin/ideoloji olgusunun, çağımız
dünyasında Batı Emperyalizminin bir sömürü aracı olarak işlevselleştirildiği ve
kullanıldığı gerçeği inkâr edilemez.
Bu çalışmada
ele alınan anlamıyla ideoloji olgusu çerçevesinde insanlık tarihi boyunca
gerçekleşen “vukuatlar” üzerine biraz düşününce, insan, Jean Dufour’un dediği
gibi, “ideolojinin tadında bir acılık buluyor” doğrusu. Tarihsel ve çağdaş
bağlamda reel/olgusal olarak bakıldığında tüm ideoloji ve ideolojik
fenomenlerin, Paul Dimitriu’nun trajik ifadesiyle “ilim ve felsefenin aksine
mutlakçı, müsamahasız; aynı imanı paylaşan müminleri, inananları ve mezhep
ihtilafları olan; aktif, militan, emperyalist” bir işlevsel özellik
taşıdıklarını vurgulamak durumundayız.
ANAHTAR
SÖZCÜKLER: İdeoloji, İdeolojik Kişilik, Meşrulaştırma, Etik
Değerler, Sosyo-Politik Egemenlik
A
Study on Negatives of Ideology and Ideological
Identity
ABSTRACT
Nowadays,
the concept of ideology, although not having a certain definition, is generally
associated with a negative meaning. A person, self-centered not being objective
on his opinions and acts, moreover, acting upon his bias, is called having an
“ideological identity” or simply as an “ideologue”. An ideologue perceives the
existence/life based on his ideas alone, and do not acknowledge any other
actuality. An ideologue sees the other people supporting different ideologies
as the enemy, the principal characteristic of the ideological identity.
In today’s
world, where modern capitalism dominates the economy and is used as the
exploitation tool, one can argue on that politics and the law have become
allies and function under the same ideological aim. Power centers employ the
ideology phenomenon to aim redesign of the social life and World according to
their desires. By exploiting the globalization, technological advances, social
media, etc., the power centers mostly achieve their goal. Without argument, in
today’s world, ideologies and the ideology phenomenon are employed as an
exploitation tool by the western imperialism.
Thinking
on the events that have happened throughout the history of humanity, ideology
in the concept of this study has a bitter taste, as Jean Dufour says. In this
regard, as Paul Dimitriu indicates on the contrary to the science and
philosophy, all ideologies and ideological phenomena are rigid and intolerant,
and have devotees, yet divided into different sects, also are activist and
imperialistic.
KEYWORDS: Ideology,
Ideological Identity, Legalization, Ethical Values, Social-Political Hegemony
I- GİRİŞ
Jean
Bruller Vercors’un anlatımıyla, kadim zamanlardan beridir
Bu çalışmanın asıl amacı, ideoloji üzerine yapılmış olan ve tükenmek bilmeyen tartışmalar konusunda bilgi vermek ve onlara eşlik etmek değildir. Kesin bir tanımı yapılamamakla birlikte “ideoloji” kavramı günümüzde daha çok olumsuz bir anlamsal niteliğe bürünmekte ve düşünce ya da eylemlerinde objektif değil de, kendi kalıplaşmış ön yargılarına göre davranan, gerçekliği tanımayan, dünyayı yalnızca kendi ideleri ve tasarımlarına göre algılayıp biçimlendirmek isteyen kişi “ideolog/ideolojik kişilik” olarak adlandırılmaktadır. Bu çalışmada olumsuzlanan “ideoloji” kavramı “varlığa, yaşama, eşya ve olaylara dair tartışılamaz ve mutlak kabul içeren hazır dogmatik sosyal inanç içerikleri ve bu inanç içeriklerinin belirli bir sosyo-politik gaye uğruna araçsal işlev görmesi” anlamında; “ideolojik kişilik” kavramı da bu ideoloji tanımı doğrultusunda “belirlenmiş sosyo-politik gayeler uğruna, tartışılamaz mutlak dogmatik inanç kalıplarına dayalı maddi ve kültürel oluşum/organizasyona bağımlı ve onun direktifinde olan kişi/kurum” anlamında ele alınmakta ve kullanılmaktadır.
Terim/kavram olarak “ideoloji” -Eski Yunan filozoflarından Platon’un “ide/ideal” kavramını çağrıştırmak ya da ona dayanmakla birlikte- son yüzyıllardan itibaren ortaya çıkmış olsa da; aslında bu çalışmada kullanıldığı anlamıyla ”ideoloji” ve “ideolojik insan” içerik/anlam/öz olarak tüm insanlık tarihi boyunca var olmuş ve var olmaya da devam edecektir. Çünkü bu anlamda ideoloji, zaman/mekân/nitelik olarak ne biçimde olursa olsun tüm toplumlar açısından toplumla birlikte, toplumsal yaşamla birlikte ortaya çıkar ve bu görünümüyle reel anlamda bir “evrensellik/insanilik (insana dair olma)” özelliği taşır.
II- ETİMOLOJİK
VE TARİHSEL BAĞLAMDA İDEOLOJİ
Bilindiği gibi, 18.yüzyılın sonlarından itibaren kullanılmaya başlanan “İdeoloji” kelimesi, ilk başlarda, etimolojik anlamına yakın olarak “amacı fikirleri, bunların köken ve niteliklerini incelemek olan bir bilim” anlamını taşıyordu. “İdeoloji” teriminin buna yakın tanımlarından birisi de “ideal ya da soyut tahliller ve kurgusal teorilendirmeler” oluşudur ve bu anlamda kullanılması, 19.yüzyıl Batılı felsefecilerin büyük çoğunluğunun ortak ve temel karakteristik özelliklerinden birisini oluşturmaktadır. Daha sonraları, aşamalı bir biçimde “reel olgulara tekabül etmeyen, soyut fikirler üzerine boş/soyut analiz ve tartışmalar”, “bir siyasi partiye ilham veren doktrin”, “tarihsel/politik dünyanın toptan tevil/yorumlanma sistemi”, “müstakil bir hayatı olan ve münhasıran kendi kanunlarına tabi bir fikirler toplamı” gibi anlamlarda da kullanılan “ideoloji” kavramının yerine zaman zaman, daha esnek ve müphem bağlamda “dünya görüşü” sözcüğü de kullanılmıştır.
Fenomenolojik açıdan ideoloji olgusunun insanlık tarihindeki oluşum/gelişim süreçleri irdelendiğinde şu tespiti yapmak mümkündür. İdeolojik düşünsel içerikler ilk başlarda belirli önder(ler) tarafından dile getirilip savunulmakta ve zamanla bu ideolojik düşünce içerikleri sistematize bir biçimde gelişip yayılmakta ve tüm varlığa/yaşama ilişkin genel ve temel kalıplar biçimini almaktadır. Özellikle bu ideolojik içerikleri ortaya koyan önder(ler) sonrası zamandan başlayarak, bu ideolojik düşünsel içerikler artık giderek içerik ve anlam olarak sabitleşip kalıplaşmakta ve –orijinal vazedicileri hayatta olmadıkları için- tartışılıp yorumlanarak geliştirilemez bir görünüm almakta ve süreç içerisinde, kullandığımız anlamda ideoloji halini almaktadır.
“İdeolojik kişilik” kavramı aslında “insan kişiliği tipolojisi” bağlamında değerlendirilebilecek bir isimlendirmedir. Fenomenolojik bir irdeleme bize insanlık yaşam tarihinde farklı insan kişiliği tiplerinin mevcut ve geçerli olabildiğini göstermektedir; vital insan, ekonomik insan, hedonist insan, teorik insan, estetik insan, etik insan gibi. Tüm bu insan kişiliği tiplerinde, tek yanlı olma, yaşamın ve değerlerin belli bir yönü ve boyutuyla aşırı, sapkın bir biçimde bağımlı olma durumu geçerli ve söz konusu olmaktadır. İnsanın değer bilincinin kapasitesi, kapsamı ve işleyim biçimi ile bağlantılı olan bu durum, değerlerin insan tarafından kavranıp kabullenilmesinin, doğası ve insanın sonlu bir varlık olması gereği bazı sınır ve tahditler içermesinden de kaynaklanmaktadır. Tüm bu tek yanlı insan kişiliği tiplerinin karşısına, teorik ve pratik tüm değerleri algılayıp benimseyen bir insan idesi “homo üniversalis”in konulabileceği söylenebilir. “İdeolojik kişilik” isimlendirmesi ile de aslında bir bakıma “ideolojik insan” tiplemesi kastedilmiş olmaktadır. İdeolojik kişilik/ideolojik insan, varlığa ve değerlere yalnızca kendisine empoze edilmiş olan tek yanlı ve zorbacı/mutlakçı bir bakış açısıyla yaklaşan bir insan tipini yansıtmaktadır.
III- İDEOLOJİ
KAVRAMININ TEMEL UNSURLARI
“İdeoloji”
kavramının belirgin karakteristik özelliklerinin neler olduğuna bakıldığında
şunlar söylenebilir: İdeolojinin temel/kökensel özelliği, onun insanın haklı
olma/hükmetme ihtirasından doğmuş olmasıdır.
Bu noktada önemle dikkat edilmesi gereken ince husus, ideolojinin bu
özelliğinin, insanın hakikate/hakka/adalete yönelik bir “ihtirasını” değil
fakat salt haklı olma, üstün olma, hükmetme arzu ve ihtirasını ifade ettiği
hususudur. İdeoloji sayesinde, ideolojik kişi, kendi gözünde ve onun gibi
düşünüp hareket eden başkalarının gözünde “haklı/kıymetli” oluverirken aynı
zamanda böyle bir haklılık ve kıymetliliği kabul etmeyenleri kullanabilecek,
saf dışı bırakabilecek ve bütün bunları yaparken kendisini haklı
bulabilecektir. İdeoloji ve ideolojik kişilik bu yönüyle pragmatiktir. İdeolojik
kişi ya da ideolog, doğru olduğunu ileri sürdüğü şeyi objektif olarak
deneyimlemeye pek yanaşmaz, olgular içinden yalnızca kendi işine gelenleri ve
iddialarına destek olarak kullanabileceklerini seçerek alır. Onun gayesi, var
olduğunu farz ettiği şeyin asılsız olup olmadığına ilişkin hakikati bulup kabul
etmek değil –aksine kendi doğrularından kuşku duymasına yol açabilecek hiçbir
hakikati görmek ya da duymak istemez-, kendisinin doğru ve haklı olduğuna
habire başkalarını inandırmaya, ikna etmeye çabalamaktır. İdeoloji bu yönüyle
tümüyle bir aklileştirme, rasyonalize etme, mantıksallaştırma faaliyetidir.
Benimsenen her davranış/tutum/yaklaşım/fikir mantıksal açıdan insicamlı,
ahlaksal açıdan kabul edilebilir bir konuma yükseltilir. Her ideoloji kutsal olanı
aklileştirir, aklı kutsallaştırır ve bu şekilde yaşamak için sebepler koyar
ortaya. Aynı zamanda başkalarını ezmek, yok etmek için de sebepler bulur. Bu
nedenle tüm ideolojilerin açık ya da gizil olarak “katil ruhlu, fetihçi, kan
kokar” özellikte oldukları söylenebilir.
İdeoloji toplumsal bir olgudur aynı zamanda. Bir ideoloji yalnızca ve tümüyle bireysel bir kurgulama/uydurma olarak görülemez. Bir ideoloji, sosyal bir sınıf/zümrenin kendine özgü yanını/hususiyetlerini ortaya koyduğu, başkalarından ayrıldığı ya da başkalarıyla ters düştüğü ortak tasavvurların bütünüdür. Aynı zamanda kendi çapında parçal/nisbi bir sistemin bütününü oluşturan bu özgün tasavvur/yaklaşım biçimlerinin zümreyi oluşturan herkes tarafından bilinmesi, zümreye mensup kişiler arasında özel bir iletişimi olanaklı kılar ve bu ortak tasavvur/bilgi/yaklaşım, zümreyi giderek bir “cemaat” yani “hususi bir bilgi mübadelesi tarzıyla kendini belli eden bir iletişim ve dayanışma dünyası” haline getirir. Zümrenin mensupları bu ortak “ideoloji”leri üzerinde hemfikirdirler ve bu “ideolojik veriler” sayesinde hem birbirlerini anlar hem de onlar gibi düşünmeyenleri/başkalarını ötekileştirirler. Dolayısıyla bu anlamda bir zümreye intisap etmek aynı zamanda bu zümrenin ideolojisini benimsemek ve kendisiyle özdeşleştirmek demektir.
Diğer yandan İdeoloji tarihsel bir olgudur. Bu yönüyle hiçbir ideolojinin yeni bir yaratı, yoktan var edilmiş bir şey olduğunu söylemek mümkün değildir. Aksine, ideolojik içerikler, yabancı bir kültürden aktarılmış olsalar da ya da yeni insan topluluklarının yenilikçi sosyal hareketliliklerinin ivmesini oluştursalar da mutlaka “ma’şeri hafızanın engin deposunda gömülü kalmış tasavvurlarla” ilintili olmak ve bunları gerekirse ters yüz edip yeniden anlamlandırmak, yorumlamak, yeni bir sistematiğe tabi tutmak durumunda/özelliğindedirler.
İdeolojinin önemli unsurlarından birisi de, kendince bir değerler hiyerarşisini içeren ortak inanç ve kabullerin toplamı olmakla kültürel bir olgu oluşudur. İdeolojik içerik soyut bir sözdür her şeyden önce: Fikirler arasında bağlantılar kuran, kurduğu bu bağlantılar aracılığıyla ya da buna bile gereksinme duymadan doğrudan doğruya kendini takdim eden, kendi içeriklerinin mutlak doğru/üstün/bağlayıcı olduğunu buyuran bir söz. Diğer bir anlatımla, bu açıdan bakıldığında, ideoloji bir dildir; yani “gerçekliğin üzerine geçirilmiş bir tel kafes”. Bu nedenle ideolojinin asıl anlam ve işlevi, bir çeşit semboller repertuarı olan terminolojisinden çok, derin yapısında yani bu sembollerin işaret ettiği temel yaklaşım biçimlerinde aranmalıdır.
Her ideoloji kendince bir değerler ve değerlendirmeler manzumesidir aynı zamanda. İdeolojik algıda belli değer ölçütleri vardır ve bu değer ölçütleri aracılığıyla, kendisine tabi olanların hayatı nasıl algılamak ve yaşamak gerektiği konusundaki tüm küçük/büyük sorularına yanıtlar içeren değerlendirmeler sistematiği oluşturulur. İyinin/kötünün, güzelin/çirkinin, doğrunun/yanlışın, haklılığın/haksızlığın, değerlinin/değersizliğin ne olduğunu: neyin sevilmesi/arzulanması, neden nefret edilmesi/kaçınılması gerektiğini belirler ve her konuda neye inanılması ve nasıl davranılması gerektiğine ilişkin tüm ayrıntılı yanıt ve çözüm modellerini sunar. Daha da önemlisi ve belirleyici olanı, her ideolojik içeriğin, aynı zamanda şiddetli ve güçlü bir heyecan yükünü taşıyor olmasıdır. Bağımlısının açıkta ya da gizil tüm iç güçlerini seferber edebilmesini bu etkileyici/belirleyici/harekete geçirici temel metafizik özelliğine borçludur. İdeolojik kişi yani bir ideolojinin bağımlısı kimse eğer ideolojisine bunca yoğunlaşmış bir ruh haliyle katılıp tabi olabiliyorsa, bunun nedeni, ideolojinin bu kişinin maddi ya da manevi tüm gereksinme, arzu, özlem, iştiyak ve tutkularını dile getirmesi, terennüm etmesidir. Bir ideoloji, bağımlısını, tüm tavır ve tutumlarının haklılık kazandığı ve manevi olarak tatmin edilmiş bir âlemde meskûn kılar adeta. Bu önemli özelliğiyle ideoloji, egemen odaklara, kendi iktidarını kollayıp artırmak için bağımlı ideolojik zümreyi alet olarak kullanma fırsatı verir. İdeoloji bu temel rolünü yerine getirirken, bunu, ifade ettiği şeye kılık değiştirterek yani kullanıcı egemenin kişisel çıkarını çarpıtıp halkın, kamunun, insanlığın, mukaddesatın, milliliğin gereği haline dönüştürerek yapar. Kullanıcı egemenin asıl amaç ve gayesi, bütün çıplaklığı ile kendini göstermekten uzak olduğu gibi, gizli derinliklerde, maskelenmiş durumdadır ve kendisine karşı koyanları yok etmek için sınırsız ve çeşitli hilelere sahiptir. İdeolojinin sahip olduğu ruhsal karakter böylece bir yandan egemen kullanıcının hakikati tersyüz ederek kendi iktidarını kollayıp çoğaltmasına yol açarken, diğer yandan da kullanılan zümrenin maddi ve manevi olarak ikna ve tatmin edilmesini ve bu yolla nihai amaca ulaşılmasını mümkün kılmaktadır.
İdeoloji ve İdeolojik kişilik olgusunun yapısal özelliği konusunda şu önemli hususu da ifade etmek gerekir. İdeoloji her şeyden önce bir “organizasyon”dur ve tüm organizasyonların doğası gereği sahip olmaları kaçınılmaz olan “kötü olma, kötülük üretme” özelliğini kendisinde taşır. İdeoloji organizasyonunun şematik yapısında iki ayrı temel kurucu ve fonksiyonel süje-kişilik bulunmaktadır: Birincisi yani temel kurucu kişilik en yukarıda bulunan, organizasyonu evirip-çeviren, onu kendi amaçları doğrultusunda işletip fonksiyonel kılan ve olup-biten her şeyin iç yüzüne vakıf olan kurucu, sahip ve etken kişiliktir. İkincisi yani fonksiyonel süje-kişilik ise, organizasyon yapı ve şemasının bel kemiğini oluşturan, olayın içyüzünü kavramaktan yoksun ve kandırılmış veya ikna edilmiş olan, organizasyonun işleyip-idame olabilmesi için emek-eylem harcayıp bunun acısını ve kurgusal/ütopik tatminini yaşayan kitleleri ifade eden eleman süjeler / edilgen kişiliklerdir.
IV- İDEOLOJİNİN
RUHSAL ANALİZİ / İDEOLOJİK KİŞİLİĞİN KÖKENLERİ
İdeoloji ve ideolojik kişilik olgusunun en başta gelen
kökensel özelliği, daha önce de belirtildiği gibi, onun insanın haklı
olma/hükmetme hırs ve ihtirasından doğmuş olmasıdır. Bu noktada önemle dikkat edilmesi gereken ince
husus, ideolojinin bu özelliğinin, insanın hakikate/hakka/adalete yönelik bir
“hırs ve ihtirasını” değil fakat salt haklı olma, üstün olma, hükmetme arzu ve
ihtirasını ifade ettiği hususudur. İdeoloji sayesinde, ideolojik kişi, kendi
gözünde ve onun gibi düşünüp hareket eden başkalarının gözünde “haklı/kıymetli”
oluverirken aynı zamanda böyle bir haklılık ve kıymetliliği kabul etmeyenleri
kullanabilecek, saf dışı bırakabilecek ve bütün bunları yaparken kendisini
haklı bulabilecektir. İdeoloji ve ideolojik kişilik bu yönüyle acımasız
derecede pragmatiktir. İdeolojik kişi ya da ideolog, doğru olduğunu ileri
sürdüğü şeyi objektif olarak deneyimlemeye pek yanaşmaz, olgular içinden
yalnızca kendi işine gelenleri ve iddialarına destek olarak
kullanabileceklerini seçerek alır. Onun gayesi, var olduğunu ileri sürdüğü
şeyin asılsız olup olmadığına ilişkin hakikati bulup kabul etmek değildir.
Aksine kendi doğrularından kuşku duymasına yol açabilecek hiçbir hakikati
görmek ya da duymak istemez. Onun asıl gayesi ve yapmak istediği, kendisinin
doğru ve haklı olduğuna sürekli başkalarını inandırmaya, ikna etmeye
çabalamaktır.
İnsanlık yaşamı açısından ideolojinin en başta gelen olumsuzluğu kanımızca onun, insan iradesine varlığın/eşyanın anlam ve değerine ilişkin dayatmada bulunması, insan iradesinin insanın varoluşsal serüvenindeki biricik varlığı ve temel kişiliği olduğu etik hakikati reddetmesinde aranmalıdır. Böylece ideolojinin en belirgin olumsuzluğu, onun hakikatin ve anlamın algılanması bağlamında temel bir yanılgı ve kusur içinde olması biçiminde kendisini göstermektedir. Çünkü etik değer olarak doğrunun ve hakikatin ya da varlığın anlamlandırılmasının insan iradesine karşı dayatma ve zor uygulama yoluyla mevcudiyet bulamayacağında hiçbir kuşku yoktur. İdeoloji kendi bağımlısı ideologa (ideolojik kişilik), inanma ve davranmasında objektif hakikate göre değil de kendisine empoze edilen kalıplaşmış önyargılara göre hareket etmesini, realiteyi tanımayıp gerekirse onu tersyüz ederek anlamlandırmasını, dünyayı yalnızca kendisine empoze edilen inançsal kalıplar doğrultusunda dizayn edip biçimlendirmek için çaba göstermesini öğretir ve dayatır. İdeolog/ideolojik kişilik, biricik hakikat olarak kabul ettiği görüşünü bütün insanlara zorla benimsetmek, topluma/toplumsal yaşama/dünyaya bu ideolojik kalıpsal tasarımları doğrultusunda bir yön ve biçim vermek ister ve bunun için sürekli çabalar durur. İdeoloji kendi bağımlısı ideolojik kişinin yalnızca değerlendirme ve muhakeme etme yeteneğini zedelemekle kalmaz, aynı zamanda onun hakikat karşısındaki tavır ve tutumunu da etkiler, onu bu konuda dürüstlük ve içtenlikten yoksun bırakır. İdeolog bizzat kendini aldatmakla kalmaz, başkalarını da bilinçli olarak yanıltır ve bunu reel gerçekliği ve değersel hakikati kendi dogmatik görüşlerine uygun yorum yöntemleri paralelinde gerekirse tersyüz ederek gizlemek, üstünü örtmek, değiştirip çarpıtmak biçiminde yapar.
Her ideolojik içerik, içinde aynı zamanda şiddetli ve güçlü bir heyecan yükünü taşır. İdeoloji, bağımlısının açıkta ya da gizil tüm içgüçlerini bu etkileyici/belirleyici/harekete geçirici temel metafizik özelliği aracılığıyla seferber ettirir ve gerçekleştirir. İdeolog yani bir ideolojinin bağımlısı kimse asıl bu yolla ideolojisine, bunca yoğunlaşmış bir ruh haliyle katılıp tabi olabilmektedir. Aynı zamanda bu önemli özelliğiyle ideoloji, egemen odaklara, kendi iktidarını kollayıp artırmak için bağımlı ideolojik zümreyi alet olarak kullanma olanağı sunar. İdeolojinin sahip olduğu ruhsal karakter böylece bir yandan egemen ya da egemen olma amacındaki odakların hakikati tersyüz ederek kendi iktidarlarını kollayıp çoğaltmasına yol açarken, diğer yandan da kullanılan zümrenin yani ideolojik kişiliklerin maddi/manevi olarak ikna ve tatmin edilmesini ve bu yolla nihai amaca ulaşılmasını sağlamaktadır.
İdeolojik kişiliğin en önemli ruhsal karakteristik özelliklerinden bir tanesi, onun başka bir ideolojiyi savunan kimseleri düşman olarak görmesidir. Ona göre, başka türlü düşünen/inanan kimse “maskesi düşürülüp gerçek yüzünün meydana çıkarılması gereken, hakikat düşmanı, karşıt” bir kimsedir. Bu nedenle, farklı düşünen / kendisinden olmayan kimselerin gücünün kırılması, yok edilmesi uğruna her şey göze alınmalı, bunun için her yola başvurulabilmeli ve her şeye katlanılmalıdır. Öyle ki farklı düşünen / kendisinden olmayan bu kimse ya da kimselerin dürüst, güvenilir, erdemli vb. olmaları bile bu bağlamda hiçbir önem ve kıymet arz etmez. Farklı düşüneni / kendisinden olmayanı ideolojik kişiliğin lanetinden kurtaracak olan, yalnızca kesin bir “evet” yanıtı olabilir.
İdeolojik kişiliğin kökensel yapısı bağlamında olumsuz etkenler olarak, ‘ben’ ve ‘başkaları’ kavramlarına ilişkin algının analizini yapmak bu açıdan yol gösterici olabilir. Bu olumsuz etkenler, benzer bir diğer adlandırmayla, ‘dışsal’ ya da ‘içsel’ etkenler biçiminde değişiklik gösterebilir.
Bireyin
özgün ve özgür varoluşsal etik sürece girişini engelleyen temel faktörlerin
başında ‘ben’ faktörü gelir. ‘Ben’ kavramı, burada, ‘toplumsal belirlenim ya
da biçimlendirmeleri de içeren doğal nedensellik yasaları doğrultusunda oluşan,
özgür istenç ve bilinç temelinden yoksun doğal ya da toplumsal benlik’ anlamında
kullanılmaktadır. Bireyin özgürleşmesinin ve gerçek kişilik edinmesinin biricik
temel yolu, bu anlamdaki doğal benlik durumunu aşabilmesinden geçer.
İdeolojik savların tutsağı olmuş ya da bu bağlamdaki organizasyonların içerisine adeta kendisini bir ‘belirlenen nesne’ gibi bırakıvermiş bir kişilik, bağımsız ve tarafsız bir kişilik olma niteliğinden yoksun kalacaktır. Bunun gibi, bireysel olarak kendisinin, çevresinin ya da herhangi bir nitelikteki herhangi bir topluluğun istek ve çıkarlarını sağlamak amacını içselleştirmiş bir kişilik, olayları ve hakikati tarafsız ve objektif bir biçimde algılamada ve değerlendirmede yetkin bir kişilik olarak vasıflandırılamaz. Bu konuda daha da önemli olumsuz dinamikler; tutku, kin, düşmanlık, kibir, çekememezlik, üstünlük taslama gibi olumsuz psikolojik duygulanımları yansıtan içsel etkenlerdir. ‘Ben’ duvarı, bazı durumlarda, ‘kendini üstün tutma, kendini değerli ve diğer insanları değersiz bulma, kendi egosuna değer yükleme’ biçiminde somutlaşır. Bireyin kendini üstün tutması, kendi benliğini değerli bulması bazen ‘bilgisiyle övünmek’ biçiminde de yansıyabilir. Bilgi sahibi olmakla övünmek ve üstünlük taslamak, gerçekte bilgi ve bilime ilişkin yanılgılı bir algılayışın göstergesidir. Çünkü bilgi ve bilim, özellikle filozofik bağlamdaki bilgi; sonuçta bireyin gerçekliğini, olay ve olguların nedenlerini ve anlamını araştırıp ortaya koyduğu gibi, diğer yandan da, değerliliğin tek başına bilgi taşıyıcısı olmakta değil de erdem ve ahlaksallığa yönelik değerlerin içselleştirilip yaşanmasında olduğunu işaret edip vurgular.
‘Başkaları’
kavramı burada genel olarak ‘bireyin, kendi gerçek değerlendirme ve
inançlarının oluşmasında diğer insanların ya da toplumun salt anlamda
belirleyici olmasına olanak tanımaması gereği’ anlamında kullanılmaktadır.
Birey, erdemlilik sürecinde başarı sağlayabilmek için, kendi ahlaksal
değerlerini, yaşam felsefesini, dinsel inançlarını ve bunun gibi diğer, gerçek
kişiliğine ilişkin tüm inanç ve değerlendirme biçimlerini; koşulların tutsağı
olmadan kendi istenciyle özümseyerek ve içselleştirerek oluşturabilmeli,
kurabilmelidir. Başkalarının yaşam felsefemizin ve kişiliğimizin oluşmasında
belirleyici olmaktan dışlanmaları gereğinin kavranması, bir açıdan da, gerçek
bilginin ve erdemliliğin elde edilebilmesi için kesin bir koşul konumundadır.
Başkalarına yönelik, bu bağlamda tavır koyabilmek için, kuşkusuz onların kınama
ve hor görmelerinden etkilenmemek; dahası, bu kınamalara, destekleyici etken
işlevini yükleyebilmek gerekir. Bu anlatımın, yani ‘başkaları’nın bu bağlamda
değerlendirilmesinin, yalnızca değer yaratma kaynağı olmak açısından söz konusu
ve bununla sınırlı olduğu kuşkusuz anımsatılmalıdır. Diğer insanlara ve topluma
karşı söz konusu olan her türlü sorumluluklar ve ilişki biçimleri, kuşkusuz
geçerliliğini korumakta ve somut konunun dışında kalmaktadır. Başkaları’nın
değerlendirilmesine ilişkin önemli bir nokta da, bireyin, erdemlilik
sürecindeki gelişimi açısından, diğer insanları yani başkalarını eleştirip
değerlendirmekle gündemini sınırlı tutmasındansa, eleştirel yaklaşım ve
yeteneğini daha çok kendi kişiliğine yönelterek, gelişmesine katkıda bulunması
gereğidir.
İdeoloji kavramı ve olgusunun olumsuz bir nitelik kazanmasıyla, temel ahlaksal değerlerden birisini oluşturan ‘alçakgönüllülük/tevazu’ erdeminden yoksun bulunma arasında yakın bir ilintili ve etkileşim olduğu söylenebilir. Bu iki durum yani ideoloji bağımlılığı ile ‘alçakgönüllülük/tevazu erdeminden yoksunluk’, adeta birbirini destekler özelliktedir. Alçakgönüllülük/tevazu etik değeri, bireyin kendi sonluluğunun bilincinde olmasını, her zaman ve koşulda nesnel hakikati benimsemeye hazır durumda bulunmasını deyimler. Birey; eğer nesnel hakikati benimsemeyi değil de kendi belirlenmiş ideolojik tutku ve bağımlılıklarını doyuma ulaştırmayı amaç edinmiş ya da bu duruma sokulmuşsa, kuşkusuz, gerçek ve özgür varlık sahibi bir kişilik olmaktan uzaklaşıp, bir araç olma konumuna düşmüş olacaktır. Kanımızca bu konuda sufi düşünürlerin anlatımları takdire şayandır: Bireyde alçakgönüllülük/tevazu (huşu; nesnel gerçeği benimseme istenci) bulunduğunun göstergesi, kızdırıldığında ya da isteğine aykırı davranıldığında ya da reddedilme durumunda kaldığında bile, nesnel hakikatlilik varsa bunu kabul ile karşılamasıdır (Kuşeyri) . Bilge olumlayıcı ve benimsemeye hazır, bilgiden yoksun kimse ise iddiacı (görüşünde diretici) ve olumsuzlayıcı’dır (Tusi).
V-
TEKNİK, BİLİM VE FELSEFENİN İDEOLOJİYE İNDİRGENMESİ
Vecdi Aral’ı izleyerek söyleyebiliriz ki, bilgi ve bilimin mevcudiyetinin kökeninde gerçekte insanın varlığı anlama ve değerlendirme gereksinmesi bulunmaktadır; çünkü hakikat değeri, doğası gereği insanı kendisini oluşturan ve çevreleyen tüm eşyaya, varlığa ve olaylara ilişkin bilgi edinmeye zorlamaktadır. Bu zorlama, tüm etik değerler için geçerli olduğu gibi, hakikat değerinin de içerdiği ‘olması gereken’den kaynaklanan ve vicdanımızın bize yönelttiği bu yoldaki sesin algılanmasıdır. Aral’ın ifadesiyle “Nedir ki “hakikat”in, içimizde “gereksinme” duyumsaması olarak algılanması, doğal yanımızdan gelen çıkarlarımızla ilgili motivasyonların varlığını dışlamaz… “Ahlaken iyi” dediğimiz en yüksek değer, yaşamdaki değer çatışmalarında yüksek değerin seçilmesi ile gerçekleşeceğine göre, bilimi hakikat uğruna yapmanın soylu ve erdemli bir tutum olacağı kesindir. Şöhret yada para kazanma, sosyal bir mevki edinme yada sırf bir ideoloji uğruna yapılan sözüm ona bilimsel çalışma ciddiye alınamaz, alınmamalıdır. Hakikat değeri bütün bunlardan üstündür ve insanın tinsel yanından gelmekle insanın asıl kendisinin bir görünümüdür. Bu nedenle, hakikat kaygısından koparak yapılacak her bilme, bilgi edinme eylemi insanın kendini kendi dışındaki bir amaca araç olarak kullanma anlamına gelir ki, bunun ahlaka aykırı olduğu bilinmektedir”.
Reel Gerçekliğe bakıldığında ve bilim insanına empoze edilen teknolojik gayeler ve emrine sunulan çeşitli ve sınırsız olanaklar göz önüne alındığında, bilimsel araştırmalar üzerinde ideolojilerin doğrudan ya da dolaylı olarak kaçınılmaz bir biçimde etki ve belirleyiciliğinin olacağı ortadadır. Gerçekten de bir yandan bilim insanının aldığı eğitim ve kendisine sunulan çalışma ortamı ve koşulları, diğer yandan da yapılan/yapılacak bilimsel çalışmaların epistemolojik, felsefi ve teknolojik değerlendirilme ve kullanım biçimi ideoloji ile bilim arasında çok ciddi ve tehlikeli bir köprü oluşturabilmektedir. Tüm bu olabilir gerçeklikler karşısında, yapılan bilimsel araştırmaların ideolojik tesirlerden masun, “saf/katışıksız” ya da “asli/bağımsız” oldukları rahatlıkla söylenebilir mi?
İdeoloji-bilim ilişkisi bağlamında, özellikle sosyoloji-ideoloji ilişkisine dair dile getirilen, sosyolojinin “insan’a hizmet edecek yerde sermaye babalarına, teknokratlara ve müesses nizama hizmet etmekte” olduğu, oysa “eğer hiçbir zaman ayrılmaması icabeden insan ile meşgul olursa, hem insan için meşru bilgiler üreteceği, hem de insanın saadeti için hakkı teslim edilen bir vasıta olacağı” biçimindeki eleştiriler dikkat çekmektedir.
Yine bu bağlamda, Marksizm’in “felsefenin aydınların bir afyonu olduğu” biçimindeki yaklaşımı dikkat çekicidir. Toplulukları yönlendirmek için felsefenin değil de ideolojinin gerekliliği noktasından hareketle Marksizm’in felsefeyi ideolojiye irca etmeye yönelik yaklaşımı, ideoloji ve bilim-felsefe arasında kurulan, bilim ve felsefenin öngörülmüş belli amaçlar doğrultusunda araç olarak kullanılmasını içeren bir ilişkiyi, anlayışı yansıtmaktadır gerçekte. Bu temel yaklaşım biçimi belli bir aşamada Marks’ın, felsefeyi “insanın gerçek ihtiyaçları yerine, mücerret bir hakikat ihtiyacı ve proleterlerin menfaatleri yerine, beşeri varlığın hiçbir sınıfa, hiçbir realiteye dâhil olmayan ve felsefi muhayyilenin bulutlu semalarından başka hiçbir yerde mevcut olmayan umumi manadaki insanın menfaatlerini ikame etmekle” kınamasına bile, trajik bir biçimde de olsa yol açabilmiştir. Bu yaklaşım, asıl, felsefeyi insanlık tarihinde sosyo-politik amaç/çıkarlar için kullanılmaya müsait kılan temel niteliğin onun insanların hayatıyla iç-içe olduğu hakikatinden başka bir şey olmadığını görmezden gelmektedir. Belli bir sosyo-politik vb. gayenin boyunduruğuna girdiğinde ise felsefe artık felsefe değil yalnızca bir ideolojidir.
Fenomenolojik olarak irdelendiğinde, çağımız dünyasında, objektif etik değerlere dayanan Kadim İnsanlık Kültüründen uzaklaşılmasının, modern ve batılı pozitivist bilim ideolojisi aracılığıyla büyük oranda gerçekleştirildiği ileri sürülebilir. Bu açıdan bakıldığında günümüzde, Ülkemiz ve toplumumuz da dâhil özellikle geri bıraktırılmış ülke ve toplumlarda mevcut/geçerli olan bütün modern entelektüel akımların kaynağında pozitivizm ya da pozitivist bilim ideolojisinin yer aldığı rahatlıkla söylenebilir. Pozitivizm ya da pozitivist bilim ideolojisi kadim insanlık kültüründen kopmanın/koparılmanın biricik aracı olarak işlev görmüştür adeta. Çağdaş tarihsel süreç, Batı’ya açılan geri bıraktırılmış toplum entelektüellerinin kendi toplumlarından devraldıkları kadim insanlık kültürünün içeriklerine pozitivist bilim ideolojisi yoluyla karşı çıktıklarına tanıklık etmektedir.
Modern teknoloji ile ideoloji arasındaki ilişki konusunda Herbert Marcuse’ün anlatımı bu açıdan büyük önem arz eder: “Belki de teknik akıl kavramı bizzat ideolojidir. Tekniğin salt kullanımı değil, bizzat kendisi de (doğa ve insan üzerinde) iktidardır, yöntemli, bilimsel, hesaplanmış ve hesaplayan iktidar. İktidarın belirli amaçları ve istemleri (Interesse) tekniğe ancak ‘sonradan’ ve dışarıdan empoze edilmiş değillerdir –onlar bizzat teknik aygıtın yapısına dâhildirler; teknik her defasında tarihsel-toplumsal bir tasarımdır; ve onda bir toplumun ve ona hükmeden istemlerin insanlara ve şeylere ne yapmak istedikleri yansıtılmıştır. İktidarın böyle bir amacı ‘maddi’dir ve bu bakımdan bizzat teknik aklın biçimine aittir.” “Bugün iktidar kendini salt teknoloji aracılığıyla değil, tersine teknoloji olarak ölümsüzleştirmekte ve genişletmektedir ve bu da bütün kültür alanlarını içine alan, geniş politik erki, büyük meşrulaştırmayı sağlamaktadır.”
Jürgen Habermas’ı izleyerek, 19.yüzyılın sonundan itibaren modern kapitalizmi belirleyen önemli ve güçlü bir unsurun ‘tekniğin bilimselleştirilmesi’ olgusu olduğunu söyleyebiliriz. Çağdaş dünyanın egemen kapitalist sistemi, büyük çaptaki endüstriyel araştırmalarla bilim, teknik ve değerlendirmeyi (insani ve ahlaki açıdan takdir etmeyi) tek bir sistem içerisinde birleştirmiş; teknik ve bilimin bizzat pozitivist bir ortak bilinç şeklini almasına yol açmıştır. Bilimi fetişleştiren ve ‘Bilincin teknokratikleşmesi ya da teknokratik bilinç’ durumunu içeren bu çağdaş kapitalist ideoloji; eski tipteki ideolojilerden daha karşı konulamazdır ve daha geniş etkilidir. Günümüz egemen kapitalist dünyası teknokratikbilinç’in müphem temel kabullerini negatif-ütopik bir biçimde sonuna kadar götürmekte ve böylece, ideoloji olarak teknik ve bilimin yumuşak iktidarı altında beliren bir gelişme çizgisi izlemektedir. Eleştirel olarak bakıldığında bu konuda şu hususun vurgulanması gerekir kuşkusuz: Tüm insanlığın ve günümüz insanlığının asıl sorunu, kullanılabilir ya da gelişen güç ve potansiyelden faydalanılıyor olunup olunmadığı değil, tersine, bu durumun varoluşu dinginleştirmek, objektif ve adil bir yaklaşımla tüm insanlığın barış ve esenliği isteyebilmek için seçiliyor olunup olunmadığı hususudur.
VI-
HUKUK VE HUKUKSAL YARGILAMADA İDEOLOJİK TAVIR
A-
Hukukun Etik Değer Boyutunun Kavranmasının Olumsuz Faktörü Olarak
İdeoloji
Modern kapitalizmin egemen olduğu ve bir sömürü aracı olarak kullanıldığı günümüz dünyasında siyaset ve hukuk ikilisinin tek bir ideoloji çatısı altında birleştirildiği ve işlevselleştirildiği söylenebilir. Dahası “çağdaş/uygar/gelişmiş” bir ülke/toplum olarak değerlendirilebilmek için, modern liberal-kapitalist ideolojiye teslim olmak günümüz sömürü dünyasında bir ön koşul haline getirilmiştir adeta. Bu çerçevede hukuk ta asli/kadim/varoluşsal özünden tecrit edilerek, ulusal kültür ya da toplumsal inanç temelinde sosyo-politik olarak dayandığı geçerli ideolojinin emrine ve hizmetine terkedilmiş/sunulmuştur ne yazık ki.
Oysa
adil, insani ve esenlikli bir toplumsal yaşam ve dünyanın kurulabilmesi,
kuşkusuz öncelikli olarak hukukun objektif etik değerlere dayalı olması
gereğini içeren bir inanç ve yaklaşımın var ve geçerli olmasıyla mümkündür. Bu
açıdan bakıldığında hukukun etik değer boyutunun kavranması ve
içselleştirilmesinde en önemli ve etkin olumsuz faktörün ideoloji ve ideolojik
kişilik olgusu olduğu söylenebilir. İdeoloji olgusu; düşünce ve eylemlerde
nesnel olmamak, önyargılar doğrultusunda davranmak, gerçekliği tanımamak,
dünyayı yalnızca kendi düşünceleri ve tasarımlarına göre biçimlendirmeye çaba
göstermek durumlarını anlatmaktadır. Kendisini belirli bir ideolojiye ait
olarak gören ideolog, biricik hakikat olarak gördüğü görüşünü tüm insanlara
zorla benimsetip dünyaya kendi tasarımları doğrultusunda bir yön ve biçim
vermek ister. İdeoloji, kendi bağımlılarının yalnızca algılama ve değerlendirme
yeteneğini bozmakla kalmaz, çoğunlukla onların hakikat karşısındaki tutumlarını
da etkileyerek kendilerini bu bağlamda dürüstlük ve içtenlikten yoksun bırakır.
İdeoloji bağımlısı, yalnızca kendisini aldatmakla kalmaz; gerçekliği kendi
dogmatik görüşüne paralel değişik yorum yöntemleriyle gizlemek ya da
değiştirmek yoluyla, başkalarını da bilinçli olarak yanıltır.
Hukukçuluk
işlevi görme durumundaki kişi, hukuku bir ideolojinin hizmet aracı olarak gören
yaklaşım ve organizasyonların tuzağına düşmekten sakınmalı, ideolojik kişilik
niteliklerini taşımaktan kendisini arındırmalıdır. Hukukçu, bir insan olarak,
kendisinin içselliğini sorgulayabilmeli; hukuku bir bütün olarak kavrama ve
uygulama aşamasında sübjektif psikolojik duygulanımlarının bağımlılığından
kendisini kurtarabilmelidir. Güç de olsa kendisine ilişkin bu tür olumsuz
duygulanımların etkisini aşamayan bir kişilik, ‘hukukçuluk’ işlevinin hukukun
beklenti ve istemine uygun bir şekilde yerine getirilmesi konusunda başarılı
olamaz.
B-
Hukuksal Yargılamanın Nesnelliğinin Engeli Olarak İdeolojik Tavır
Hukuksal yargılamada nesnelliğin, benzer bir deyimle, yargının tarafsızlığı ve objektifliğinin sağlanabilmesinin temel dinamikleri olarak, karşılıklı olarak birbiriyle etkileşim içinde de olabilen iki ayrı boyuttan söz edilebilir. Yargılamada tarafsız ve objektif oluşun birinci öğesi, genel ve kapsamlı bir ifadeyle, psikolojik boyuta ilişkinken; ikinci öğe, ideolojik ya da düşünsel de diyebileceğimiz inançsal boyuta ilişkindir.
Yargılamada nesnelliğin psikolojik boyutuna ilişkin olarak şu önemli hususlara dikkat çekilebilir: Bilindiği üzere, uygarlığın kriteri olarak benimsenen ‘adalet’ düşüncesi, toplumsal işlerliğini yargı organları, daha somuta indirgemek gerekirse yargıçlar aracılığıyla gerçekleştirmek durumundadır. Bu bağlamda, soyut ‘adalet’ ilkesinin somut içeriğini oluşturan evrensel hukuk değerlerinin toplumsal yaşamdaki uygulayıcı dinamikleri olan yargı organlarına, özel olarak da yargıçlara büyük ödev ve sorumluluklar düştüğü ortadadır. Bu önemli sorumluluğun ayırdına yeterince varılabilmesi için, yargılamada nesnelliğin birinci öğesi olarak sunduğumuz ve ‘yargıcın kişilik bağımsızlığı’ da denebilecek bu psikolojik boyutun özgün yanı, bunun anlam ve önemi ayrıntılandırılmalıdır.
Yargıcın yargılama işlevini yerine getirirken nesnel (objektif), tarafsız olması ne demektir? Hemen burada şu noktaya dikkat çekmek gerekir. Ülkemizin hukuk düşününde ve yazınında ‘yargılamada nesnellik’ çoğu zaman ‘yargı bağımsızlığı’ kapsamında ya da onunla özdeş anlamda düşünülmekte ve bu konunun ayırdının ve öneminin bilincine yeterince varılamadığı dikkati çekmektedir. ‘Yargıcın yargılama yaparken psikolojik ve inançsal olarak nesnel oluşu’, genel olarak ‘yargı bağımsızlığı’ diye adlandırılan sorundan ayrı, özgün bir anlama sahiptir. ‘Yargı bağımsızlığı’ dendiğinde, daha çok yargı organlarının bir kurum olarak siyasal erkin etkisinde olmaması, siyasal erke karşı bağımsız olması anlatılmak istenir. ‘Yargı bağımsızlığı’ kavramı, yargı organlarının kurumsal bağımsızlığı ve tarafsızlığı anlamında belirginleştiğinde, bunun çözüm yolu, yani toplumsal yaşamda ‘yargı bağımsızlığının’ nasıl sağlanacağı sorusunun yanıtı da daha belirgin bir biçimde karşımıza çıkar. Bu çözüm ise, uygun ve gerekli hukuksal düzenlemelerin yapılması, ayrıca toplumun sosyo-ekonomik kültürel koşullarının söz konusu bu hukuksal düzenlemeleri destekleyici bir temel oluşturma durumuna getirilmesiyle elde edilebilir. Yargı organlarının bir kurum olarak siyasal erk karşısında tarafsız ve bağımsız oluşunun yanı sıra, yargı organları ve bu organların işlevsel süjeleri olarak yargıçların ekonomik, sosyal, güvenlik ile ilgili vb. koşulları da, ‘yargı bağımsızlığı’nı etkileyen ve bu kapsamda ele alınması gereken olgulardır. ‘Siyasal erk karşısında bağımsız olma’da olduğu gibi, yargı organlarının ve yargıçların bu türden sorunlarının çözümü de yine hukuksal düzenlemeler ile sosyo-ekonomik ve kültürel koşulların bu düzenlemeleri destekleyici bir yapıya kavuşturulması ile olanaklıdır.
Dikkate sunmak istediğimiz vurgu açısından; ‘yargı bağımsızlığı’na ilişkin tüm bu belirtilenlerden, ‘yargı bağımsızlığı’ sorununun birey olarak yargıç’ın dışındaki koşullara bağlı olduğu böylece anlaşılmış bulunmaktadır. Genel olarak ‘yargı bağımsızlığı’ sorununun çözümlenmesi, hukuksal düzenlemeler ve toplumsal koşullarla ilgili ve olanaklıdır.
‘Yargı bağımsızlığı’ yargıcın dışındaki koşullarla ilgili olmasına karşılık, yargılamada nesnelliğin psikolojik boyutu ya da benzer deyimle ‘yargıcın kişilik bağımsızlığı’ ise aynı zamanda “ideolojik kişilik” bağlamında da ele alınması gereken ve birey olarak yargıcın kendisiyle ilgili olan bir sorunsaldır. Yargıcın yargılamada objektif olması ya da yargıcın kişilik bağımsızlığı, onun, yargılama işlevini yerine getirirken ideolojik vb. hiçbir etkenin etkisi altında kalmadan hukukun gerektirdiğini yerine getirme tavrını gösterebilmesini deyimler. Yargıç yargılama yaparken ve karar verirken; kendisinin dışsal ve içsel etkenleri algılama biçiminin, karşı karşıya bulunduğu somut olayla ilgili olarak hukukun gerektirdiği değerlendirmenin dışına çıkmasına yol açmasına olanak vermemelidir. Eğer yargılamanın ve hukuksal kararın biçimlenmesini ve niteliğini belirleyen temel belirleyici, hukukun gerektirdiği ölçü değil de yargıcın etkisi altında kalmaktan kendisini alıkoyamadığı içsel ya da dışsal etkenler ise, bu durumda yargıcın yargılamadaki nesnelliğinden, dolayısıyla somut kararın objektif ve evrensel hukukun buyruğunu yansıttığından söz edilemez. Yargıç yargılama yaparken, aynı zamanda ideolojik kişilikle de örüntülenebilen kin, öfke, intikam, kıskançlık gibi kendisine ilişkin olası olumsuz psikolojik duygulanımlardan soyutlanabilmeli; ideoloji ve ideolojik kişilik olgusu bağlamında kendi politik vb. görüşlerinden, değer yargılarından, dinsel ve etnik ayrım gütme düşüncelerinden sıyrılabilmeli; yalnızca somut olay açısından hukukun istemini yerine getirme amacını gütmeli ve bu onurlu, değerli tavrı gerçekleştirebilmelidir.
Hukuksal yargılamanın nesnelliğinin bir engeli olarak ideolojik tavır bağlamında, “milli” ve “kutsal” değerlerin algılanış ve işleniş biçimi de bir etken olarak karşımıza çıkabilmektedir. Bu açıdan bakıldığında, insanlık tarihinde tüm toplumlar için “milli ve kutsal” değerlerin varlığı ve geçerliliğinin bir gerçeklik olduğu görülebilir. “Değer” kavramına ilişkin çok boyutlu ve ayrı açılardan yaklaşımlar yapılabilmekle birlikte, konumuz açısından, daha çok soyut ve nesnel-evrensel değer kavramının toplumsal yaşam ve algılamadaki somutlaşmış biçimi olan “kültür” olgusuna ilişkin boyutunun irdelenmesi önem taşımaktadır. Çağdaş insanlık yaşam biçiminde, kitle iletişim araçları ve küreselleşme dinamikleri doğrultusunda giderek ulusal ya da yerel kültür olgusu büyük değişimler yaşayarak bir benzeşmeye doğru eğilim göstermekle birlikte; yine de toplumsal ya da yerel bağlamda kültür olgusunun varlığı ve geçerliliği bir gerçektir. Konumuz açısından “milli ve kutsal” olarak algılanan toplumsal değerler, sözü edilen “kültür” olgusu çerçevesinde ele alınarak irdelenebilir.
Kuşkusuz
ulusal ya da toplumsal bağlamdaki değerlerin toplumun barış, esenlik, hoşgörü,
yardımlaşma ve bütünlük içerisinde varlığını ve devamlılığını sağlaması
açısından yadsınamaz ve gerekli rolü vardır ve bu yönüyle sözü edilen
ulusal-toplumsal değerlerin varlığı savunulabilir olduğu gibi, bunların
yadsınmasını içeren bir yaklaşımın gereksizliğinde de hiçbir kuşku olamaz. Ne
var ki, bir toplumsal değerin bu biçimde olumsuzlanmayı gerektirir bir temelden
uzak olabilmesi için; bunun, tüm insanlık süreçlerinden geçerek çağdaş
insanlıkça en azından teorik olarak benimsenen, üzerinde uzlaşıya varılmış
temel nesnel-evrensel hukuk ilkelerine aykırı bir yapıya sahip olmaması
gerekir. Doğal olarak, evrensel hukuk değerleri ve ilkelerinin özüne aykırı
ulusal değerlere, haklı ve nesnel bir temele dayalı bir geçerlilik tanınamaz.
Evrensel-nesnel hukuk değerleri ve ilkelerine aykırılık taşımayan
ulusal-toplumsal değerler açısından ise, yalnızca bir önemli riskten söz etmek
olanaklıdır: Toplum açısından geçerliliği bulunan bu ulusal ya da kutsal
değerlerin birey, grup, oluşum, siyasal erk vb. tarafından “ideolojik” ve
iktidar sağlama amaçları doğrultusunda kullanılması. Bu nedenle, yukarıda
belirtilen olumlu özelliklere sahip bulunan ulusal-kutsal değerler açısından;
bu değerlerin “toplumdaki işlerlik biçimi” ya da “sosyo-politik yaşamdaki
varlık biçimi” önemli bir sorundur ve bu önemli sorunun sağlıklı bir biçimde kritik
edilerek ortaya konması, sözü edilen değerlerin varlık amacına aykırı
sonuçların toplumsal yaşam ve ilişkilerdeki egemenliğini ortadan kaldırmada
büyük katkılar sağlayacaktır.
Toplumca
benimsenmiş değerlerin olumsuz anlamda nasıl işlerlik görebildiğini
anlayabilmek için ampirik verilere göz atmak gerekir. Toplumsal pratiğe
baktığımızda, toplumsal değerlerin olumsuz açıdan birey, grup, siyasal erk vb.
oluşumlar tarafından “ideolojik” ve iktidar sağlama amaçları doğrultusunda
kullanılabildiğini gözlemlemekteyiz. Daha temelli bir irdeleme yapıldığında,
“ideolojik” ya da “dinsel” amaçların yine çıkar ve iktidar edinme amacına
yönelik bir kılıf olarak işlev gördüğünü ayrımsamak olanaklıdır. Gerçekten de
insanlık deneyimleri, dinsel ya da ideolojik söylemlerin çoğunlukla güç ve
çıkar edinme yolunda birer araç olarak kullanılan kılıflar biçiminde işlev
gördüğüne tanıklık etmektedir. Dinsel ya da ideolojik söylemin görünürde egemen
olduğu birçok tekil olay irdelendiğinde; gerçek amacın çıkar ya da güç edinmek olduğu,
somut koşulların da desteklemesiyle dinselliğin ya da ideolojinin bu amacı
gerçekleştirmek için bir araç olarak kullanıldığı ortaya çıkmaktadır. Özetle dinsellik ve ideolojinin
toplumca benimsenen değerlerle de yoğrularak birey, grup, siyasal erkler tarafından
çıkar ve güç edinmek gerçek amacıyla kullanılagelmesi, toplumsal reel bir
gerçeklik olarak kendini göstermektedir.
VII- İDEOLOJİ-DİN
İLİŞKİSİ
A- İdeoloji
İle Dinin Karşılıklı Olarak Birbirine Dönüşümü
Daha önce
de ifade edildiği gibi, bu çalışmada olumsuzlanan “ideoloji” kavramı
“varlığa, yaşama, eşya ve olaylara dair tartışılamaz ve mutlak
‘Din’ kavramına gelince, kaynağı ne olursa olsun, konusuna baktığımızda dinin ele aldığı şeyin genel felsefe konularına paralel bir biçimde, yaşama, evrene, insana ve onun eylemlerine ilişkin değerlendirmelerden oluştuğunu görmekteyiz. “Yaşamın anlamı nedir, iyi nedir, ahlak nedir, varlık nedir” gibi insana dair sorular, genel felsefe konularına benzer bir biçimde dinin konularını oluşturur. Felsefede olduğu gibi dinde de varlıkla, bilgiyle, değerlerle yani insana ve insana dair şeylerle ilgili önermeler, söylemler ve değerlendirmeler bulunmaktadır. Kısacası dinin konusuyla felsefenin konusu çakışmaktadır; kadim zamanlardan beri ikisi de aynı şeyleri sorgulayıp irdelemek durumunda kalmışlardır. Din ve Felsefe Tarihi literatüründe felsefe ile din arasında uzlaşmazlık/çatışma/karşıtlık bulunduğu yönündeki iddialar, çoğunlukla, bu bilgilenmenin kaynağına ilişkin gibi görünmektedir. Bu yönlü yaklaşımlarca, genel olarak, dinde insanoğlunun kendi yaratmasıyla elde edilen bilgi ve değerlendirmelerin değil de onun ötesinde metafizik öğelere dayanılarak oluşturulmuş bilgilenmelerin söz konusu olduğu var sayılır ya da bilinir. Buna göre, dindeki önermeler önceden hazır, dogmatik ve üzerinde tartışılamazdırlar; bunlar insan aklının ürünü değildirler. Oysa felsefi düşüncenin temeli, insanın kendisidir ve bu durum felsefe ile din arasındaki ayrımı oluşturur. Ne var ki tüm bu yönlü algılama ve yaklaşımların hakikatin yalnızca bir yönünü göstermeye yönelik eksik ve yanılgılı bir tutum olduğunu belirtmek ve teslim etmek durumundayız.
İnsan olarak varlığa, değerlere ilişkin iyi niyetli bir çaba hangi noktada “dinsel”, hangi noktada “felsefi” olarak nitelendirilmekte ve değerlendirilmektedir? Bunun ayrımı ve belirlenmesi nasıl ve hangi ölçütle yapılmaktadır?
Şu tez
ortaya atılabilir: Sorunun özü ya da olay bir ve özdeş olmakla birlikte
yalnızca bunlarla ilgili yapılan adlandırma ve nitelendirmelerde bir farklılık
söz konusudur. İnsanlık tarihine bakıldığında bazı medeniyet ya da toplumlarda
bu bağlamdaki fikir, sorgulama, irdeleme ve uğraşılara “felsefe”; diğer bazı
medeniyet ya da toplumlarda ise “din” adı verildiği görülmektedir. Bu tezi
destekleyen önemli tarihsel göstergeler ve olgular bulunmaktadır: Örneğin
‘felsefe’ (philosophia) kavramının ilk olarak ortaya çıkmış olduğu Eski
Yunan’da, bu bağlamdaki yani insana ve değerlere ilişkin düşünsel sorgulama ve
değerlendirmelere “felsefe (philosophia)” adı verilmiştir. Diğer taraftan Doğu
ya da İslam medeniyet ve toplumlarına baktığımızda, tarihsel olarak, bu
medeniyet ve toplumlarda ‘felsefe’ ve ‘filozof’ kavramlarının yerleşip
kabullenilmediğini ve bu kavramlar yerine ‘hikmet/irfan’ ve ‘hakim/arif’ vb.
kavramlarının yerleşik ve kabullenilmiş olduğunu gözlemlemekteyiz. Avrupalı
düşünürlerin yani ‘filozof’ların (örneğin Augustinus, Plotinus, Descartes,
Epiktetos vb.), kendilerine “filozof” dendiği ve yaptıkları iş “felsefe” olarak
nitelendirildiği halde, yaptıkları, bütünüyle dinsel kaynaklı ya da en azından
dinsellikle ilgili sorgulama ve değerlendirmelerdir. Sözgelimi Plotinus, Eski
Yunan düşüncesiyle Hıristiyanlığı bağdaştırmaya çalışmış, İncil’i bu çerçevede
yorumlamıştır. Diğer yandan, Doğu ve İslam medeniyet ve toplumlarında, yine
kendilerine “hakim/arif” ve düşünsel aktivitelerine de “hikmet/irfan” denilmiş
olduğu halde, birçok düşünür/bilge, genel olarak ya da o günün egemen ‘dinsel’
anlayışına aykırı ya da karşıt olduğu ileri sürülen görüş ve düşünceler ileri
sürebilmişlerdir. Trajik olarak, bu ‘aykırı’ düşün şahsiyetlerinden bazıları; günün
egemen güçlerince “dine karşı savaş açma” ile itham edilerek öldürülmüş, sürgün
edilmiş, cezalandırılmış oldukları halde yine de düşünce ve ilim literatüründe
“hakim/arif” olarak nitelendirilmiş ve düşünsel aktiviteleri de “hikmet/irfan”
olarak değerlendirilmiştir.
Bütün bu tarihsel ve somut olgular bize özünde ‘felsefe’ ve ‘din’ arasında köklü bir ayrım, çelişki ya da farklılık bulunduğu ve bunun ‘kaynak farklılığından’ meydana geldiği yönündeki sav ve değerlendirmelerin yerinde ve sağlıklı yaklaşımlar olmadığını, olayın tümüyle bir farklı isimlendirmeden ibaret olabileceğini göstermektedir.
Dinin teorik ve olgusal kapsamıyla ilgili olarak şunlar söylenebilir: Özellikle tek Tanrı inancı olan dinlere (din-i hanif / dosdoğru, saf ve duru din) bakıldığında (İslam, Hıristiyanlık, Yahudilik gibi), teorik olarak ve özü itibariyle bu dinlerin ana vurgusu olarak karşımıza şu çıkıyor. Gerçekte tüm ilahi dinlerin teorik özü ve ana vurgusu özdeştir ve şu şekilde dile getirilebilir. Birinci ana vurgu inanca/inanmaya ilişkindir ki bu, temel olarak Tanrı inancını kapsar. İkinci ana vurgu ‘ibadet’ olarak dile getirilebilir; buna ‘anış (anma eylemi)’ diyebiliriz. Üçüncü ana vurgu ise, sosyal ve insani yaşamla ilgili olarak tek kelime ile ‘adalet’ olarak dile getirilebilir. Bu ana vurgular aynı zamanda ve özellikle, tüm ilahi dinler arasındaki temel ruhun/esprinin aynı olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Diğer yandan, dinin dogmatik inanışlar üzerine kurulduğu yönündeki klasik felsefi görüşteki durumun aksine; dinselliğin temelini yansıtan üç ana vurgu bile, özünün ve ayrıntılarının anlaşılması açısından tartışılmaya, irdelenmeye ve değerlendirilmeye tümüyle açıktır gerçekte.
Bu konuda, anılan üç ana vurgunun İslam dininde daha açık ve net olarak yer aldığı söylenebilir. İslam dininde birinci vurgu olarak ‘inanç’, ikinci vurgu olarak ‘ibadet’ (Tanrıyı anma, anış) ve üçüncü vurgu olarak da yalnızca ‘adalet’ kavramı önem taşır. İslam dininin kaynaklarına bakıldığında, tüm dinlerin (‘din-i hanif’: İslamiyet, Hıristiyanlık, Yahudilik vb.) bu üç ana vurgu üzerinde temellendiği hususunu ayrımsamak mümkündür. İlk iki vurgu (inanma ve tapınma) birey-Tanrı arasındaki ilişkiyi yansıtmaktayken, üçüncü vurgu (adalet buyruğu) bir yandan birey-Tanrı ilişkisini, diğer yandan da birey-yaşam (hukuk) ilişkisini yansıtır.
Yukarıda da belirtildiği gibi dinselliğin temelini yansıtan üç ana vurgu, özünün ve ayrıntılarının kavranması açısından sorgulanmaya, tartışılmaya, irdelenmeye ve değerlendirilmeye tümüyle açıktır ve içinde bulunulan içsel ve dışsal koşullara göre tezahür etmeye uygun esnek bir temel yapıya sahip olma özelliğindedir gerçekte. İnanmaya ve iman etmeye ilişkin temel inanç konularının içeriği açısından bile, ayrıntılı, mahdut ve tartışılamaz bir söylemle karşı karşıya değilizdir. İkinci ana vurgu bağlamında, ‘ibadet (anma eylemi)’ ayrıntılı ve mahdut içerik olarak ortaya konmamış, adeta somut değerlendirmelere aralanmış kapılar bırakılmıştır. Yine bu çerçevede üçüncü ana vurguya baktığımızda, ‘adalet’ kavramının kaynaklarda yalnızca temel öz ve espri olarak yer almış olduğunu; yalnızca, adalet değerinin gözetilmesi gerektiğinin vurgulandığını ve adalet değerinin, ayrıntıları itibariyle somut biçimlerle sınırlandırılmadığını yani içinde bulunulan somut zaman-mekân koşullarının belirleyiciliğine aralanmış bir kavrayış yaklaşımının sergilendiğini görmekteyiz.
Toplumsal
yaşam, adil ve esenlikli bir dünyanın kurulabilmesi, yaşamın
insanileştirilmesi, toplumsal ahlak ve hukuk açısından önemli olan, dinselliğin
üçüncü ana vurgusu yani ‘adalet’ değeridir. Birinci ve ikinci vurgu (inanç ve
ibadet) birey ile Tanrı arasında, üçüncü vurgu (adalet) ise hem birey ile
Tanrı, hem de somut toplumsal yaşamla ilgili olarak söz konusu bulunmaktadır.
Adalet kavramının ikinci yönü olan ve insanlar arası ilişkileri, toplumsal
yaşamı, toplumsal ahlak ve hukuku ilgilendiren boyut insani ve evrensel bir
önem taşır ve bu yönüyle sosyal bilimler, özellikle hukuk açısından açıklanmak,
anlaşılmak durumundadır. ‘Adalet’ kavramı özü itibariyle temel/soyut/ideal/nesnel
bir söylem niteliğini ve görünümünü arz eder. Bu soyut ve asli kavramın
içeriksel olarak ayrıntılarda belirlenmesi, içinde bulunulan somut toplumsal
koşullar doğrultusunda olabilir ancak. Temel hak ve özgürlükler, demokrasi,
hukuk devleti, insan hakları, sosyal adalet, eşitlik, özgürlük vb. biçimindeki
somut içeriklerden oluşan ‘nesnel ve evrensel hukuk değerleri ve ilkeleri’;
insanlığın, iyi niyetle ‘Tanrının adalet dediği şeyin’ içeriksel ayrıntılarının
zaman ve mekân koşulları doğrultusunda ortaya konmasına yönelik uğraşılarının
sonuçlarının bütününü yansıtmaktadır gerçekte.
Doğal olarak ne yazık ki tüm bu belirtilenler teori, hakikat ve öz itibariyle böyledir yalnızca. Olgusal olarak bakıldığında ise, bu ana vurgularla uyum sağlamayan ve bunlarla çatışan somut algı ve pratik realiteleriyle karşılaştığımızı görmekteyiz. Din hakikati, insanlık tarihinde toplumsal ve siyasal iktidarlar tarafından ayrıntılarda başkalaştırılmış ve kendi devamlılıklarının sağlanması için bir araç olarak kullanılabilmiştir. Dinin temel özü ve ruhu görmezden gelinerek ve hatta yok sayılarak; dinsel içerikler, ayrıntıları bağlamında saptırılarak değişim ve dönüşüme uğratılmış; adeta dine karşı din konumlandırmak suretiyle dinsel içerikler ideolojikleştirilmiş ve bu haliyle çarpıtılmış ve özünden tecrit edilmiş reel din, bir sosyo-politik egemenlik kurma aracı/vasıtası haline dönüştürülerek ideoloji niteliğine büründürülmüştür. Bu noktada, dinin ideolojiye dönüştürülmesinin; öz ruhundan uzaklaştırılarak çarpıtılıp başkalaştırılan dinsel içeriklerin ya da bu içeriklerin ayrıntılandırılmalarının egemen güçlerce ya da egemenlik kurmak isteyen odaklarca sosyo-politik hâkimiyet kurma aracı/enstrümanı haline indirgenip dönüştürülmesi biçiminde gerçekleştiği, önemli bir belirleme olarak dikkat çekmektedir. Gerçekte amaç iktidar sağlamak olduğu halde, din bir kılıf olarak işletilmiştir ne yazık ki. Bütün bunları günümüz modern dünyasında da görebilmekteyiz. Somut olarak dinselliğin iktidar aracı olarak kullanılışı bazı dinlerde daha belirgindir. Sözgelimi Hıristiyanlıkta yukarıda belirtilen üç temel vurgu teorik olarak var olmakla birlikte; ayrıntılarda değişiklik yapılarak, Kilisenin Tanrı ile insan arasındaki bağlantıyı sağlayacağı inancı yerleştirilmiş, Kilisenin ve dinin iktidar için önemli bir araç olması sağlanmıştır. İslam dini ile ilgili pratik realiteye bakıldığında ise; Tanrı ile insan arasındaki yakınlaşma için Kilise gibi bir kurum olmamakla birlikte, tarihsel olarak bakıldığında bazı sosyal ya da ‘dini’ kurum ve kuruluşlar (Mezhep, Tarikat, Hilafet gibi) aracılığıyla yine dinin iktidar odakları ve çıkar grupları tarafından kendi egemenliklerini ve çıkarlarını devam ettirmek için bir araç olarak kullanılabildiğini ne yazık ki görüp teslim etmek durumundayız.
B- İslamiyet
ve Müslümanlar Özelinde Dinin İdeolojikleşmesi Ya da Günümüz Doğu-İslam
Dünyasının Trajik Durumunun Bir Nedeni Olarak İdeoloji
Doğu-İslam dünyasının özellikle son yüzyıllardaki trajik halinin ya da başka bir ifadeyle “müslümanların geri kalmasının” gerçek temel nedenleri üzerine yoğunlaşıldığında; bu konuda, ilk bakışta birbiriyle çelişik ve karşıt gibi görünen, fakat derinlemesine irdelendiğinde aynı özü ve yanıtı içerdiği anlaşılabilecek olan iki klasik açıklama biçiminin varlığından söz edilebilir. Bu açıklama biçimlerinden birisine göre, Doğu-İslam coğrafyasının ya da Müslüman dünyanın “geri kalmasının” temel nedeni “din”dir; yani Doğu-İslam dünyası Müslümanlık/İslam dini yüzünden “geri kalmıştır”. Diğer açıklama biçimi ise, görünürde tam tersi bir ifadeyle, Müslümanların ve Doğu-İslam toplumlarının “dinden/İslamiyetten uzaklaştığı için” özellikle bu son yüzyıldan itibaren olumsuz konuma düştüğünü ileri sürmektedir.
Yukarıda işaret edildiği gibi, doğu-islam dünyasının içinde bulunduğu olumsuz durumun temel nedenlerine ilişkin olarak getirilen bu iki açıklama biçimi, görünürde ve ilk bakışta birbirine tümüyle ters ve karşıt açıklamalar gibi ortaya çıksalar da, derinlemesine ve özlü bir irdelemeyle, aslında bu iki “karşıt” açıklamanın aynı temel özü ve anlamı barındırdığını ve bu yönüyle –paradoksal da olsa- özdeş açıklamalar olarak nitelendirilip değerlendirilebileceğini kavramak mümkündür. Şöyle ki; islam-doğu toplumlarının “din nedeniyle geri kaldığını” ileri süren açıklama biçiminin, bu bağlamda “din” kavramıyla kast ettiği, kuşkusuz öz ve anlam olarak içi boşaltılmış ve kendini/başkalarını kandırıp avutmanın bir aracı haline getirilmiş ‘reel din algısı ve olgusundan’ başka bir şey değildir. Yine bunun gibi, doğu-islam coğrafyasının/müslüman toplumların “dinden/islamiyetten uzaklaştığı için geri kaldığını” ileri süren açıklama biçimi de, gerçekte, dinin temel öz ve ruhunun dıştalandığını ve anlamsızlaştırıldığını, dinselliğin yalnızca ruhsuz ve özsüz bir kılıf/görüntüye büründürüldüğünü ve müslümanların/islam coğrafyasının bundan ötürü günümüzde olumsuz toplumsal yaşam biçimlerine tutsak kaldığı görüşünü içermektedir. İlk bakışta ve görünürde karşıt anlamlı gibi duran bu iki açıklama biçimi sentezlenerek denilebilir ki, doğu-islam dünyasının içinde bulunduğu olumsuzluğun temel nedeni, evet “din”dir ya da en azından “din” ile ilgilidir. Daha doğrusu dinin ideolojileştirilmesi, ideolojik bir niteliğe ve işlevselliğe büründürülmesidir. Hakikatte bireysel ve toplumsal kurtuluş/esenlik vesilesi olması gereken din ve dinsellik; temel öz, anlam ve ruh itibariyle yok edilerek, zulmün, haksızlığın, sömürünün, zulme ve sömürüye karşı sessiz kalmanın vb. bir aracı haline getirilmiştir.
Şimdi de
biraz bu yok edilip anlamsızlaştırılan din/İslamiyetin temel öz, anlam ve
ruhunun ne olduğuna bakalım. Konunun ayrıntılarına girmeden, kesin bir ifade
olarak denebilir ki, din/İslamiyetin maddi yaşam (“dünya hayatı”) açısından
belirleyici olan en temel kriteri “adalet” kavramına/adaleti gözetmeye
ilişkindir. Din/İslamiyet’in insanın başkalarıyla ve çevresiyle olan ilişkileri
açısından, toplumsal yaşam açısından, insancıl ve esenlikli bir dünyanın
kurulabilmesi açısından, toplumsal ahlak ve hukuk açısından belirleyici olması
gerektiğini vurguladığı en temel değer, ilke ve ölçüt “adalet”tir.
Din/İslamiyet’in diğer iki temel vurgusu olan inanç ve ibadet boyutları daha
çok birey olarak insan ile Tanrı arasında yaşanırken; “adalet” vurgusu ise, hem
bir birey olarak insan ile Tanrı ve hem de somut toplumsal yaşamla/“diğer
insanlarla” ilgili ve geçerli olarak söz konusu bulunmaktadır. Dolayısıyla
“adalet” kavramının insanlar arası ilişkileri, insanın çevresiyle olan
ilişkilerini, toplumsal yaşamı, toplumsal ahlak ve hukuku doğrudan ilgilendiren
ve belirleyen boyutunun, insani ve evrensel bir özellik taşıması nedeniyle,
sosyal bilimler ve özellikle hukuk açısından irdelenip açıklığa kavuşturulması
çok büyük değer ve önem taşımaktadır.
Kuşkusuz
“adalet” kavramına çok çeşitli açılardan/boyutlardan bakılabilir. Eşitlik,
özgürlük, toplumsal adalet, temel insan hakları vb. biçiminde belirginleşen ve
günümüzde Evrensel Hukuk Değerleri ve İlkeleri dediğimiz ve tüm kadim insanlık
kültürünün ürünü olan temel değer ve ilkeler, kuşkusuz, soyut adalet kavramının
açılımı ve detayları olarak kabul edilmelidir. Ne var ki özellikle İslam
toplumlarının çok daha aşina olması gereken, çünkü / öyle ki her cuma günü Cuma
Hutbesinde Müslümanlara hatırlatılması gelenekselleşmiş “Kuşkusuz Allah size
adaleti… emreder …” ayeti ile Müslümanların “entelektüel bilgilenmelerinin
zirvesinde yüzen” adalet kavramına, yeniden ve tüm çıplaklığıyla bakabilmek
gerekir. En doğal, net ve ilk temel anlamı itibariyle, nedir adalet ve adaletli
olmak?
“Adalet”
kavramının en birincil/aşikâr/yalın anlamının “haksızlık/zulüm yapmamak,
herkesin temel insani haklarını
Son bir-iki yüzyıldan bu yana Batı Emperyalizminin kendi çıkarlarını kollayıp artırmak amacıyla doğu-islam coğrafyasını “böl-parçala-sömür” yaklaşımıyla perişan hale getirebilmesinin en önemli nedenlerinden birisi, doğu-İslam toplumlarının adalet kavramının bu iki boyutunu ve özellikle manevi/kültürel boyutunu dışlayan toplumsal tavırlar sergilemeleridir. Farklı manevi/kültürel inanç yapıları yüzyıllarca aynı coğrafyada bir arada ve birbirine saygılı bir biçimde yaşayabilmişken –çünkü bu, yukarıda vurgulandığı gibi temel adalet değerinin manevi boyutunun gereğidir- son yüzyıllarda bu farklılıklar Doğu-İslam coğrafyasındaki toplumların birbirleriyle çatışma/kavga/savaş içine girmesine –kuşkusuz Batı Emperyalizminin derin politikalarının da kışkırtmasıyla- yol açmıştır. Sömürgeci/emperyalist/kapitalist Batı Modernitesinin, dünya görüşü/yaşam felsefesi/ideoloji olarak egemen olduğu Batılı toplumlarda –bireysel, toplumsal ve küresel çıkarları gereği- çok farklı kültürel yapılar bir arada ve sorunsuz bir biçimde yaşamayı sürdürebilmekteyken; doğu-İslam coğrafyasında ve toplumlarında bunun tam aksine ve kuşkusuz paradoksal bir biçimde, en ufak fikir ayrılıkları / farklı düşünce ve inanç yapıları doğulu-Müslüman birey/grup/topluluk/cemaat/toplum/ülkelerin birbirlerine hayat hakkı tanımamalarına, iç çatışmalara, kardeş kavgalarına yol açabilmektedir ne yazık ki.
Doğu-İslam
coğrafyasının/toplumlarının içinde bulunduğu dram ve trajedinin temel
nedenlerinden birisi olarak, böylece, Batılı kapitalist modernitenin “icat
edip”, birbirine kırdırıp sömürmek için Doğu-İslam toplumlarına “ihraç”
ettiği “ideoloji” ve “ideolojik insan”
yaklaşımı olgusu ve kavramlarına ilişkin bulunduğu, görmezden gelinemez bir
realite olarak karşımıza çıkmaktadır. Gerçekten de Doğu-İslam toplumlarının
entelektüel yapılanmalarında dinin/İslamiyet’in bir “ideoloji” ve
dindar/Müslümanın da bir “ideolog / ideolojik insan” tiplemesine
dönüştürülmesi, dinin özünden ve bu bağlamda adalet değerinden uzaklaşılmasına,
dinsel algının bir çıkar/iktidar/şiddet/çatışma aracı haline dönüştürülmesine
ve en son tahlilde de günümüzde içinde bulunulan trajik/dramatik realitenin
gerçekleşmesine yol açmıştır.
Bu bağlamda son vurgu olarak, Doğu-İslam dünyasının içinde bulunduğu reel trajik/dramatik durumundan kurtulması için, adalet değerinin, maddi ve manevi boyutlarını kapsamak koşuluyla içselleştirilip pratize edilmesinin önem ve değeri ifade edilmelidir. Dünyanın ezilen/sömürülen Doğu-İslam coğrafyasının özellikle aydın ve politikacıları başta olmak üzere tüm birey ve grupları, birbirlerine karşı her ne nedenle olursa olsun şiddet ve baskı uygulama yoluna başvurmamak durumunda/zorunda olduklarına adeta “amentü”nün bir temel ilkesi olarak “iman etmeli”; başlarına gelen ve gelecek olan tüm olumsuzlukların kaynağında, direkt ya da dolaylı olarak sömürgeci Batı emperyalizminin “kendi çıkarları ve mutlulukları için her şeyi mubah gören” ideolojik anlayış ve politik yaklaşımının bulunduğunu kavrayabilmeli ve bunun üzerinde teorik ve pratik yoğunlaşmalarda bulunmalıdır.
VIII-
MEŞRULAŞTIRMA VE İDEOLOJİ
A- İdeolojinin
Meşrulaştırma Aracı Olarak Kullanılması Olgusu
“Meşrulaştırma”
kavramı daha çok olgusal bir özelliğe sahiptir. Bu kavram ile genel olarak
anlatılmak istenen, belli toplumlarda siyasal erkin ya da herhangi bir güç
odağının, kendisine belli bir biçimde onay aramak ve kazandırmak, kendi
iktidarını kurup kollamak amacıyla belli bazı ideolojik araçsal yöntemlere
başvurmasıdır; ve bu kavram, daha çok ‘meşruluk kavramının, yerinde olmayan
bir biçimde işlev görmesi anlamında’ olumsuz bir anlam edinmiştir. Sözgelimi
eskiden beri geldiği için geleneksel olanın kutsal ve bu yüzden de geçerli yani
bağlayıcı sayılması; dinsel inançların, meşruluk aracı olarak siyasal erk
tarafından kullanılması; ya da konulmuş olan hukuksal normların, yalnızca
konulmuş olmak nedeniyle salt bir biçimde algılanması ve meşruluğun dayanağı
sayılması gibi durumlar insanlık tarihinde ve günümüzde de zaman zaman
görülebilen olgulardır. Özellikle sosyolojik açıdan bakıldığında, günümüzde de,
siyasal erkler, politik vb organizasyonlar ya da diğer baskı gruplarının,
toplumu oluşturan birey ve topluluk nezdinde meşru sayılmak amacıyla
“meşrulaştırma” eğiliminde oldukları yadsınamaz bir gerçeklik olarak kendisini
göstermektedir.
Belirtildiği gibi “meşrulaştırma” kavramı daha çok belli bir siyasal erkin ya da güç odağının, kendi iktidar ve çıkarına “meşruluk/haklılık” kazandırmak amacıyla belirli etkinliklerde bulunması olgusunu deyimler. Siyasal erki elinde tutanların ve diğer güç odaklarının, kendi iktidar ve güçlerine meşruluk kazandırmak amacıyla başvurdukları önemli araçlardan birisi ideoloji olgusudur. Belirli bir ideolojinin “adamı”, biricik gerçek olarak benimsediği görüşünü bütün insanlara benimsetmek, dünyaya kendi bakış açısıyla bir biçim vermek isteyen kişi olarak çıkar karşımıza. İdeoloji kavramı, sadece bilgi ve politik teoriyi kapsamakla sınırlı kalmayıp; aynı zamanda, metafizik, etik, din ve gerçekte belli bir “bilinç biçimi” olup, belli bir toplumsal grubun temel tavır ve bağlılıkları olarak dile getirilen durumları da kapsamaktadır.
İdeolojinin meşrulaştırma aracı olarak kullanılması, ideoloji ile o anda fiili olarak var olan belirli bir politik erk biçiminin ya da ileri sürülen belirli bir politik erk isteminin meşruluğunun, sözde ussal/makul yollar izlenerek, toplumu oluşturan bireylerin zihninde yerleştirilmesi amacının güdülmesi biçiminde gerçekleştirilebilir. İnsanlık tarihi boyunca toplumsal ve politik güç kullanımlarına meşruluk kazandırmak amacıyla gerçekleştirilen etkinliklerin sağladığı başarılar ve özellikle son onyıllarda bilimsellik inancının da bu amaçla zaman zaman kullanılmış olması gerçeği dikkat çekicidir. Bu gerçeğin en çarpıcı noktası şudur: Uygun etki araçları ve metotları yardımıyla, zamanın entelektüel insanlarını bile, o ana kadar kendileri için benimsenmesi olanaksız görüşleri meşru saymak derecesine getirmek olanaklı olduğuna göre, bu durumda bu deneyimin etik bir meşruluk özelliği söz konusu olmamakta; bu sonuç daha çok dogma ve inanç ilkelerini ifade eden ideolojilerin etkinlik derecesini kavranır duruma getirmektedir. Bütün bunları insan kişiliğine işlemek siyasal erk sahiplerinin ya da bu amacı taşıyanların temel ilkesi olacaktır. Bu açıdan hukuk felsefesi tarihine bakıldığında, “hukuksal teorilerin” bile zaman zaman değişime ve gelişmeye karşıt bir etkilemede bulunabildikleri ve var olan politik yetkeleri güçlendirme yönünde bir araç olarak kullanılabildikleri söylenebilir. İnsanlık tarihinin ilk dönemlerinden beri, eylemsel olarak var olan yürürlükteki hukukun üstünde ve ötesinde, değişmez, salt ve genel geçerliliğe sahip bir adalet anlayışı gündeme getirilmiş; bunun karşısında siyasal erki elinde tutan egemen güçler hukuk ve adaletin kendi ideolojilerinden oluştuğunu baskı yoluyla ileri sürerek kendi çıkarlarını “norm” olarak ortaya koyabilmişlerdir.
Meşrulaştırma
aracı olarak kullanılan ideoloji olgusu bazen karşımıza “milli/ulusal ya da
kutsal” sayılan inanç içerikleri biçiminde somutlaşarak çıkabilmektedir.
İnsanlık tarihinde tüm toplumlar için “milli ve kutsal” değerlerin varlığı ve
geçerliliğinin bir gerçeklik olduğu bilinmektedir. “Değer” kavramına ilişkin
çok boyutlu ve ayrı açılardan yaklaşımlar yapılabilmekle birlikte, konumuz
açısından burada daha çok soyut ve nesnel-evrensel değer kavramının toplumsal
yaşam ve algılamadaki somutlaşmış biçimi olan “kültür” olgusuna ilişkin
boyutunun irdelenmesi önem taşımaktadır. Çağdaş insanlık yaşam biçiminde, kitle
iletişim araçları ve küreselleşme dinamikleri doğrultusunda giderek ulusal ya
da yerel kültür olgusu büyük değişimler yaşayarak bir benzeşmeye doğru eğilim
göstermekle birlikte; yine de toplumsal ya da yerel bağlamda kültür olgusunun
varlığı ve geçerliliği bir gerçektir. Konumuz açısından “milli ve kutsal”
olarak algılanan toplumsal değerler, sözü edilen “kültür” olgusu çerçevesinde
ele alınarak irdelenebilir.
Kuşkusuz
ulusal ya da toplumsal bağlamdaki değerlerin toplumun barış, esenlik, hoşgörü,
yardımlaşma ve bütünlük içerisinde varlığını ve devamlılığını sağlaması
açısından yadsınamaz ve gerekli bir rolü vardır ve bu yönüyle sözü edilen
ulusal-toplumsal değerlerin varlığı savunulabilir olduğu gibi, bunların
yadsınmasını içeren bir yaklaşımın gereksizliğinde de hiçbir kuşku olamaz. Ne
var ki, bir toplumsal değer/kültür içeriğinin bu biçimde olumsuzlanmayı
gerektirir bir temelden uzak olabilmesi için; bunun, tüm insanlık süreçlerini
kapsayan kadim insanlık kültürünün ortak ve temel kabulü olan nesnel-evrensel
hukuk değerleri ve ilkelerine aykırı bir yapıya sahip olmaması gerekir.
Evrensel-nesnel hukuk değerleri ve ilkelerine aykırılık taşımayan ulusal-toplumsal
değerler açısından ise, yalnızca bir önemli riskten söz etmek gerekir. Bu risk,
toplum açısından geçerliliği bulunan bu ulusal ya da kutsal değerlerin birey,
grup, oluşum ve siyasal erkler vb. tarafından, kendi iktidar ve çıkar amaçları
doğrultusunda kullanılması durumudur. Bu nedenle, yukarıda belirtilen olumlu
özelliklere sahip bulunan ulusal-kutsal değerler açısından; bu değerlerin
“toplumdaki işlerlik biçimi” önemli bir sorundur ve bu önemli sorunun sağlıklı
bir biçimde kritik edilerek ortaya konması, sözü edilen değerlerin varlık
amacına aykırı sonuçların toplumsal yaşam ve ilişkilerdeki egemenliğini ortadan
kaldırmada büyük katkılar sağlayacaktır.
Toplumca
benimsenmiş değerler olumsuz anlamda nasıl bir işlerlik görebilir? Bu sorunun
yanıtını verebilmek için ampirik verilere göz atmak gerekir. Toplumsal pratiğe
baktığımızda, toplumsal değerlerin olumsuz açıdan birey, grup, siyasal erk vb.
oluşumlar tarafından çıkar ve iktidar sağlama amaçlı olarak kullanıldığını
gözlemlemekteyiz. Gerçekten de insanlık deneyimleri, dinsel ya da ideolojik
söylemlerin çoğunlukla güç ve çıkar edinme yolunda birer araç olarak kullanılan
kılıflar biçiminde işlev gördüğüne trajik olarak tanıklık etmektedir. Dinsel ya
da ideolojik vurgunun görünürde egemen olduğu birçok tekil olay irdelendiğinde;
gerçek amacın çıkar ya da güç edinmek olduğu, somut koşulların da
desteklemesiyle dinselliğin ya da ideolojinin bu amacı gerçekleştirmek için bir
araç olarak kullanıldığı ortaya çıkmaktadır. Özetle
dinsellik ve ideolojinin toplumca benimsenen değerlerle de yoğrularak
kullanılagelmesi, toplumsal bir gerçeklik olarak kendini göstermektedir. Sözü
edilen bu olumsuz gerçekliğin en önemli sonucu, toplumların ve dolayısıyla
insanlığın adil ve barışçıl bir toplumsal yaşam ortamına kavuşmasına engel
olmak; demokrasi, hukuk devleti, toplumsal adalet, eşitlik, insan hak ve
özgürlükleri gibi temel evrensel hukuk değerleri ve ilkelerinin yerleşmesine
olanak tanımamak biçiminde ortaya çıkmaktadır. İyi niyetle, evrensel hukuk
değerleri ve ilkelerinin varlık ve geçerlilik kazanmasına yönelik her bireysel
ya da toplumsal girişim ve çabanın karşısında; iktidar ve çıkarına dokunulan
oluşumların “ulusal ve kutsal değer” kılıflı duruşları ciddi bir engel olarak
durabilmektedir.
B-
Evrensel Hukuk Değerleri ve İlkelerinin İdeolojik Araç Olarak Kullanılma
Riski
Soyut
adalet düşüncesi etik bir değer olarak nesnel ve salt bağlayıcı olma özelliğine
sahipken; bu soyut adalet değerinin içeriğinin oluşması ve ayrıntılarının
belirlenmesi, belli uzay ve zaman koşullarıyla ilintilidir. Böylece soyut
adalet düşüncesi nesnel, yani somut koşullara bağlı değilken; adaletin içeriği
somut koşullarla ilişkilidir. Başka bir deyimle, somut uzay ve zaman koşulları
ya da toplumsal koşullar; nesnel, salt bağlayıcı ve soyut olan adalet değerinin
içeriğinin bulgulanmasında, algılanmasında ve yaşanmasında belirleyici olma
anlamında büyük bir öneme sahiptir. Bütün bunlardan sonra, “evrensel hukuk
değerleri ve ilkelerinin” soyut adalet düşüncesinin içeriğini oluşturdukları;
bu evrensel hukuk değerleri ve ilkelerinin, bir yandan nesnel ve soyut etik
değerlere dayanmakla aynı zamanda kendilerinin de nesnel ve soyut bir
boyutlarının bulunduğu, diğer yandan ise, bunların somut içeriksel öğelerinin
ayrıntılarının oluşması açısından somut koşullara bağlı oldukları söylenebilir.
Bir
toplumun sosyal yaşantısında maddi/özdeksel ve manevî/tinsel açıdan insan
onuruna yaraşır bir biçimde yaşam koşullarının sağlanması, o toplumun hukuk
düzeninin evrensel hukuk değerleri ve ilkeleriyle uyumlu bir bütünsellik
oluşturmasına bağlıdır. Buna koşut olarak, yasakoyucuların temel ödevi,
hukuksal düzenlemelerin evrensel hukuk değerleri ve ilkeleri doğrultusunda
geliştirilmesini ve onlarla uyumunu sağlamaktır. Ancak, evrensel hukuk
değerleri ve ilkelerinin içeriksel olarak belirlenmesinin aynı zamanda bir
süreci yansıttığı ve bu sürecin önemli bazı sorunları gündeme getirebileceği de
göz ardı edilmemek gerekir. Bir başka anlatımla, evrensel hukuk değerleri ve
ilkelerinin içeriksel anlamlarının çerçevesinin nasıl belirleneceği konusu,
önemli ve yanıtlanması gereken bir soru olarak ortada durmaktadır.
Evrensel
hukuk değerleri ve ilkelerinin içeriksel öğelerinin neler olduğu,
bunların içerdiği anlamın çerçevesi ve ayrıntılarının nasıl belirleneceği
konusunda, çözüm olarak, “genel
Evrensel
hukuk değerleri ve ilkelerinin içeriğinin belirlenmesinde, “genel
Adaletli,
meşru, ya da özdeş deyimle doğru hukukun içeriği ve ayrıntılarının ortaya
konmasına ilişkin çaba ve deneyimler; bu konudaki düşünce ve yaklaşımlar
arasında bir farklılık olabileceğini ve evrensel hukuk değerleri ve ilkelerinin
içeriğinin ayrıntılarına ilişkin tam anlamıyla gerçekleşmiş bir uzlaşının söz
konusu olmadığını göstermektedir. Ne var ki, evrensel hukuk değerleri ve
ilkelerinin hukuksal meşruluğun bir ölçütü olarak benimsenmesini içeren bir
yaklaşımın, bu konuda, yani hukuksal meşruluğa ilişkin, nesnel, salt bağlayıcı
ve etik temele dayalı bir bakış açısına yönelik olduğu ve bunu amaç edindiği
göz ardı edilmemelidir. Nesnel geçerlilik, sahip olunan ile değil, haklı istem
anlamında savla ilgilidir; dolayısıyla, bu konuda temel sorunun, evrensel doğru
ve belli sistematik ilkeleri olanaklı kılan gerçekçi ve doğru bir metot ortaya
konabilmesi olduğu unutulmamalıdır. Konuya etik boyuttan
bakıldığında, evrensel hukuk değerleri ve ilkelerinin hukukun meşruluğunun
ölçütü olarak ortaya konmasının temelinde, insanın adil ve barışçıl bir yaşam
imkânına kavuşturulmasını içeren bir inancın yer aldığı söylenebilir. Hukuksal
açıdan ise, bu yaklaşımla, insan davranışlarının nesnel bir geçerlilikle
değerlendirilmesi ve yargılanması amacı taşınmaktadır kuşkusuz.
Hukuksal
meşruluğun ölçütü olarak evrensel hukuk değerleri ve ilkeleri savunusu, hiçbir
zaman herhangi bir ayrımcılık durumunu, yani hakikati bilmede ayrıcalıklı bir
konumun varlığının benimsenmesini içerecek bir anlamda alınmamalıdır. Çünkü bu
durumda, sözgelimi baskı, sömürü ve sindirme amaçlı ya da belli ideolojik ve
çıkar çatışmalarına dayalı kural ve yaklaşımların “ahlaksallık” ve “evrensel
hukuk değeri” ismi altında sunulması; başka bir deyimle “değersel baskıcılık”
söz konusu olabilecektir. Bu riskli konuma düşülmemesi özgürlük ortamının
sağlanması ve özgürlüğün değerinin bilinmesiyle olanaklıdır. Evrensel hukuk
değerleri ve ilkelerinin somut içeriksel öğelerinin ve onların içeriksel
ayrıntılarının bulunması, algılanması ve yaşanmasında, ölçüt olarak, insanlık
toplumunun üyelerince özgürlük içerisinde gerçekleşmiş olmak koşulu
aranmalı ve bu ortamın sağlanması yönünde gerekli olanaklar yaratılmalıdır.
Evrensel
hukuk değerleri ve ilkelerinin somut içeriksel öğelerine ilişkin,
eksiksiz bir uzlaşı çerçevesinde, olgusal olarak genel bir geçerliliğin söz
konusu olamaması, bu ilkelerin gerçek olmadığı ve her yerde uygulanamayacakları
anlamına gelmez. Bu konuda asıl olarak önemle vurgulanması gereken husus şu
olmalıdır: Evrensel hukuk değerleri ve ilkeleri kapsamındaki kavrayış ve
yaklaşımdan başka bir insanî ve ahlaki yol ve yöntem, “başkaları bunu dürüstçe
kabullenmeseler de ve bu kavram ve semboller aracılığıyla kendi güç ve
çıkarlarını kollayıp çoğaltma aktivitesi içerisinde olsalar da”, bulunmamaktadır.
IX- Kitle İletişim Araçları, Küreselleşme ve Modernite Süreci Bağlamında
İdeoloji
Kanımızca “modern teknoloji” olgusunun tabiat, değer ve insan varlığı açısından sorgulanması, eleştirilmesi ve değerlendirilmesi konusu başlı başına ayrı ve kuşkusuz yaşamsal derecede önem taşıyan bir sorun olarak çağdaş insanlığın önünde durmaktadır. Ne var ki küreselleşme olgusu ve bu bağlamda kitle iletişim araçları çağdaş dünyanın bir realitesi olarak söz konusudur. Öncelikle önemle vurgulanmalıdır ki kitle iletişim araçları ve küreselleşme olgusu her şeyden önce bir “olanaklılık/imkân durumu” özelliği taşımaktadır. Bu karakteristik yapısı, kitle iletişim araçları ve küreselleşme olgusunun olumlu ya da olumsuz yönde kullanılmasının insanlığın ya da daha gerçekçi bir ifadeyle toplumsal egemen erk ve odakların tercih ve yaklaşımına bağlı olduğu anlamına gelmektedir. Ne var ki çağdaş dünyanın modernite süreci bağlamında sahip olduğu küreselleşme ve bununla bağlantılı olarak kitle iletişim araçlarının, günümüz dünyasında ideoloji olgusunun gelişip yaygınlık kazanmasında önemli bir role sahip olduğu yadsınamaz bir gerçektir. İdeoloji olgusu aracılığıyla toplumsal yaşama ve dünyaya kendi çıkarları doğrultusunda yön ve biçim vermek isteyen güç ve odaklar, küreselleşme/teknolojik gelişmeler/kitle iletişim araçları vb. çağdaş imkân ve vasıtalar yoluyla bu amaçlarına büyük oranda ulaşmış olma konumundadırlar.
Bilindiği gibi, ‘küreselleşme’ kavramı ve olgusu çağdaş dünyanın en önemli ve belirleyici özelliği olarak kendisini dayatmakta ve tartıştırmaktadır. Bulunduğumuz aşamada, küreselleşmenin değersel olarak olumlu ya da olumsuz görülmesinden çok, onun olgusal gerçekliği karşısında, insanlığın barış ve esenliği açısından ne tür bir bütünsel yaklaşım sergilenmesi gerektiğinin ortaya konulması önem kazanmaktadır. Son yüzyıllarda iletişim, teknoloji ve benzeri alanlarda gerçekleştirilen kazanımlar, insanlığı adeta geri dönüşü olmayan bir sürece aktarmış; insanlık tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar, dünya barışı ve yaşamın sürdürülebilirliği tartışmaları insanlık gündemine damgasını vurmuştur. Küreselleşme olgusu; hukuk kuralları ve hukuk kurumlarının gelişmesiyle bağlantılı olarak, hukuk felsefesinin gelişiminde hukuk ile etik ilişkisini yeniden gözden geçirme gereğini yaratmıştır.
Küreselleşme,
dünya üzerinde, içinde artık ‘başkaları’nın olmadığı yeni karşılıklı bağımlılık
biçimlerini ortaya çıkarmaktadır. Kitle iletişim araçları alanındaki teknolojik
gelişmeler, küreselleşmenin bütün yönlerini etkilemektedir. Öyle ki, iletişim
araçları yoluyla elde edilen bilgi birikimi olmaksızın, modernlik kurumlarının
küresel yaygınlaşması olanaksızdır. Çağdaş yaşam biçiminin, özellikle
teknolojik ilerlemelerin iletişim araçlarıyla ilgili yönü, görüş ve düşünce
alanında genel bir benzerlik ve uyum sonucunu kaçınılmaz bir biçimde
doğurmaktadır. Kitle iletişim araçları düşünsel ve kültürel bir benzerliğin,
giderek alansal bir genişlemeyle yaygınlaşmasında önemli rol oynamaktadır.
Evrensel hukuk değerleri ve ilkelerinin oluşması ve bunların algılanması
açısından olaya bakıldığında ise, kitle iletişim araçlarının bu konuda önemli
oranda olumlu yönde etkili olabileceği ortadadır. Evrensel hukuksal değerler
sorunu, iletişim olgusunun önemini ortaya çıkarmaktadır: İletişimsellik
temelinde oluşması, benimsenebilir normların evrenselliğinin ve bununla
bağlantılı olarak, davranan öznelerin özerkliğinin güvencesi konumundadır.
Başka bir anlatımla, evrensel hukuk değerleri ve ilkelerinin oluşmasının ve
algılanmasının iletişimsellik aracılığıyla gerçekleşmesi; onların ideolojik
bağlamda yani birey ve toplumların istençleri dışında ve ona karşın oluşup
dayatılmadığını, tersine aynı zamanda birey ve toplulukların istençlerine
dayandığını ifade eder.
İletişim gerçeği, politik tercihleri yönlendirebildiğinden dolayı hukuk felsefesi açısından üzerinde durulması gereken bir konudur. İletişim olgusu, evrensel hukuk değerleri ve ilkelerinin oluşmasında ve algılanmasında olumlu yönde önemli etkisi bulunmakla birlikte, politik tercihleri yönlendirebilmesi nedeniyle değişik açılardan incelenmek ve sorgulanmak durumundadır. Sözgelimi, kitle iletişim araçlarının, toplumsal değer yargılarının oluşmasında etkin oluşu ve dolayısıyla her zaman için ideolojik amaçlarla ve olumsuz yönde kullanılabilme olasılığını da içermesi nedeniyle, gerçek demokrasinin kurulmasında güçlükler doğurabileceği söylenebilir. Bu bağlamda, çözüm yolu olarak, çağımızın son dönem politika bilimcileri artık demokrasiyi kadroların sık değiştiği, toplumsal ve siyasal yetkenin uzun süre ülkenin geleceğini belirleyebilme gücünde olmadığı bir yönetim biçimi olarak algılamaktadırlar. Bu durum, hukuk felsefesi açısından, iletişim çağına geçilmesiyle birlikte artık demokrasi ve devlet tanımlarına yeni kavramların eklenmesinin söz konusu olduğunu göstermektedir. Kitle iletişim araçlarının sürekli biçimde aynı belirli odakların yönetiminde olması tek boyutlu ve belirlenmiş ideolojik kişiliklerin yaratılmasına yol açabileceğinden dolayı, demokrasi artık güç odaklarının ya da kitlesel öğelerin kısa sürelerle toplumun yönetimini üstlenmesi anlamında değerlendirilmelidir. Bu ise, toplum yönetiminde yönetici öğelerin sık sık değişmesiyle yaratılacak alternatiflerin çoğalması ortamıyla olanaklılaşabilir. Kitle iletişim araçlarının sürekli olarak aynı odakların elinde kalması ya da bunların ideolojik amaçlarla kullanılması yoluyla tek boyutlu, belirlenmiş birey tipleri yaratılması durumu, evrensel hukuk değerleri ve ilkelerinin oluşması ve algılanmasına da olumsuz yönde etki eder. Çünkü hukuksal meşruluğun kaynağı olan evrensel hukuk değerleri ve ilkelerinin oluşması ve algılanması için, özgürlük ilkesinin, istenç ve eylem alanını kapsamak üzere tüm boyutlarıyla işlerlik kazandığı bir demokratik toplumsal ortamın varlığı bir önkoşuldur. Bireylerin ya da toplulukların istençlerinin iletişimsellik aracılığıyla yönlendirilmesi ve belirlenmesi durumunda, evrensel hukuk değerleri ve ilkelerinin oluşması, algılanması ve işlev görmesi olanaksızlaşacaktır.
Günümüzde
küreselleşmeyi gerçekleştiren itici nedenlerden bir önemlisi kitle iletişim
araçları olmakla birlikte, modern örgütler de yerel ile küreseli çok çeşitli
yollarla birbirine bağlayabilmekte ve bunu yaparken de büyük insan kitlelerinin
yaşam biçimini sürekli bir biçimde etkileyebilmektedirler. Küreselleşme,
modernliğin yapısal karakterinin bir sonucudur. Küreselleşmeyle birlikte,
farklı toplumsal bağlamlar ya da bölgeler arasındaki bağlantı biçimleri bir
bütün olarak yerküre yüzeyinde yaygınlaşır. Böylece küreselleşme, uzak
yerleşimleri birbirine, yerel oluşumların çok uzak alanlardaki olaylarla
biçimlendirildiği yollarla bağlayan dünya çapındaki toplumsal ilişkilerin
yoğunlaşması olarak tanımlanabilir. Bu, aynı zamanda bir diyalektik süreçtir.
Yerel dönüşümler, toplumsal bağlantıların zaman ve uzam üzerinde
genişlemelerinin bir parçası olduğu için, küreselleşmenin de parçasıdır.
İletişimsellik ve küreselleşme olguları aynı zamanda bir toplumsal dönüşüme de yol açmaktadır. Dünyanın değişik bölgeleri birbirleriyle bağlantı içine çekildikçe, toplumsal dönüşümün etkileri adeta bütün yerküre yüzeyi boyunca yayılmaktadır. Dolayısıyla günümüz toplumlarının özelliklerini dile getirirken, bu küresel topluluk gerçekliğinin kendine özgü niteliklerinin ayırt edilmesi gerekir. Çağdaş yaşam koşullarının ve çağdaş gelişmelerin bir sonucu olarak, dünyanın çok değişik parçalarında yaşayan insanlar aynı bilgi birikimleriyle donatılmış bir durum alabilmekte, aynı değerleri paylaşabilmektedirler. Diğer yandan yine bu çağdaş koşulların ve gelişmelerin bir sonucu olarak, dünyanın, biçimsel ya da özsel olarak değişik “toplum”larına ait ve değişik toprak parçalarında yaşayan birey ve topluluklar, herhangi bir toplum ya da coğrafya parçasındaki gelişmeleri anında öğrenebilmekte ve eylemsel olarak ona ilişkin bir aktivite içine girebilmektedirler. Bütün bunlar, klasik toplum tanımlarının günümüz açısından anlamsal bir değişim yaşadığını ve artık küresel ya da toplumsal bir topluluk gerçekliğinin gündemde olacağını göstermektedir.
X-
BATI EMPERYALİZMİ VE İDEOLOJİ
A- Çağdaş
Dünyada Batı Emperyalizminin Sömürü Aracı Olarak İdeolojinin
İşlevselleştirilmesi
Cemil Meriç’in “İdrakimize giydirilen deli gömlekleri. İtibarları menşe’lerinden geliyor. Hepsi de Avrupalı” diye nitelendirdiği ideolojilerin/ideoloji olgusunun, çağımız dünyasında Batı Emperyalizminin bir sömürü aracı olarak işlevselleştirildiği ve kullanıldığı gerçeği inkâr edilemez. Bu bağlamda bazı çağdaş batılı düşünürler tarafından açıkça dile getirilen “kuvvetli ve istikrarlı demokrasilerde sınıf mücadelesini desteklemek için belki artık ihtirasa ve ideolojiye ihtiyacımız yok ama ikisi de dünyanın geri kalan kısmında siyasi olduğu kadar iktisadi hür müesseseleri geliştirmek için milletlerin bu büyük cehdinde bizim için hala lüzumludur. Sınıflar arasındaki ideolojik çatışmanın sonuna yaklaştığı tek bölge sadece şu bizim Batı’dır” gibi ifadeler oldukça dikkat çekicidir. Bu çerçevedeki yaklaşımlar, bir açıdan, günümüz dünyasında ideolojinin bir sömürü aracı olarak kullanılmasının ve geri kalmış/bıraktırılmış toplumların gelişmelerinin önüne dikilen en açık engellerden birisinin ideoloji olduğu gerçeğinin somut ve açık bir dayanak ve ifadesini oluşturmaktadır gerçekte.
Kanımızca ideoloji ve ideolojik kişilik olgusunun olumsuzluğu bağlamında, Batı Emperyalizminin ya da günümüz Batı Siyasetinin ilham kaynağını oluşturan ve Çağdaş Batı Felsefesinin de bir yönüyle ortak ve temel bakış açısını yansıtan “Utilitarianism/İngiliz Faydacılığı” akımının görüşlerinin bilinmesi ve değerlendirilmesi bu açıdan büyük önem taşımaktadır. Bu çerçevede günümüz Batı siyasetinin temelini oluşturan, özelde "İngiliz Yararcı (Faydacı) Okulu" genelde ise "Yararcılık (Faydacılık) Teorisi/Utilitarianism" denilen ahlaksal, siyasal ve hukuksal düşünce biçiminin, ahlak ve hukukun özü, kaynağı ve temel ereğinin ne olduğuna ilişkin yaklaşımlarının kavranması, irdelenmesi ve büyük bir dikkatle değerlendirilmesi gerekmektedir. Yararcılık Teorisi temel olarak İngiliz düşünürlerince sistemli bir biçimde ortaya konup savunulmuş olmakla birlikte, Eski Yunan düşünürlerinden Aristippus ve Epikür'ün hazcı (hedonist) ve yararcı (utilitarian) bazı düşüncelerine dayandırılmaktadır. Bununla birlikte bu düşünce biçimi, İngiliz düşünürlerince açık bir biçimde ortaya konarak sistematize edilmiş ve olgunlaştırılmış olduğundan dolayı, İngiliz düşüncesinin özelde Batı, genelde dünya düşünce biçimi ve yaşamına bir katkısı olarak nitelendirilebilir.
Karakterleri doğrultusunda, sadece gözlem ve deneye dayanmayı ilke edinen İngiliz düşünürler, bunu, hem bilgi teorisi alanında ve hem de apriori (mutlak geçerli) ilkeleri yadsımak biçiminde, ahlâk alanında benimsemişlerdir. Doğa bilimleri konusundaki deneyci ve duyumcu bilgi edinme yöntemini ahlâk ve hukuk alanına aktarmaya çabalayan yararcılar, gözlem yoluyla, tüm insanların, yaşamlarında hazza ulaşmaya çabaladıklarının görülebildiğini, dolayısıyla, bu durumun aynı zamanda bir ahlaksal ve hukuksal değer olması gerektiğini savunarak temel düşüncelerini biçimlendirmişlerdir. Yararcı kuram, bütün zaman ve mekânlardaki tüm ahlaksal, siyasal ve hukuksal ilkelerin temelinde haz-yarar etkenlerini görmekte ve bunu aynı zamanda kendisi için bir ‘olması gereken’ ideal olarak savunmaktadır.
Yararcı teoriye göre, tüm insanlar, kendi haz ve mutluluklarına ulaşmak için çabalarlar. Ancak, yararcı düşüncenin asıl temsilcisi olan Jeremy Bentham, toplumsal yararcılığın ilk formüllerini ve toplumun genel esenliğini en yüksek ahlaksal ilke olarak nitelendiren Hutcheson’dan (1694-1747) aldığı "en büyük sayıdaki insanın en büyük mutluluğu" ilkesini öne çıkararak, yararcılığın bireyci ve egoist bir kuram olmadığını izah etmek için çaba gösterecektir. “En büyük sayıda insanın en büyük mutluluğu” ilkesi, yetenekli bir yasakoyucuya evrensel bir araç sağlamaktadır. Bu araç sayesinde yasakoyucu, "usun ve hukukun elleriyle mutluluk örgüsünü kurabilir". "Daha yüksek bir nedene dayanmayan ve fakat her çeşit eylem için tek ve yeterli neden olan o nedeni gösteren, açıkça bu yarar ilkesinin kendisidir". Hobbes'un yararcılığı ise, diğer yararcı düşünürlerden farklı olarak çok daha bireyci ve bencil bir hazcılığa dayanmaktadır. Hobbes'un sisteminde, bir kimsenin, kendi haz ve mutluluğu dışındaki hiç bir haz ve mutluluğu iyi/haklı/doğru olarak kabul etmesi söz konusu değildir.
"Doğa,
insanoğluna iki egemen temel kural koymuştur; elem ve haz. Ne yapmamız
gerektiğini ve ileride ne yapacağımızı bu iki temel kural belirler. Bunlar
yaptığımız her şeyde, söylediğimiz her sözde, tüm düşüncelerimizde bizi
yönlendirirler, bize egemendirler... Bir kimse bunların hükümranlığını
yadsımak, bunlardan vazgeçmek savında bulunabilir ancak gerçekte bu kişi, her
zaman için onların etkisi altındadır, bunlara mahkûmdur". İngiliz yararcı okulunun kurucusu ünlü İngiliz
düşünürü Jeremy Bentham'dan yapılan bu alıntı, O'nun hazcılık konusundaki
açıklığını ve bunu bir dogma (nas/mutlak kabul) olarak algıladığını açıkça
ortaya koymaktadır. Bentham, kesin bir dille, doğanın, insanlığı acı ve haz
adlı iki despot efendinin boyunduruğu altına soktuğunu; onların boyunduruğundan
kurtulmak için yapılan her denemenin, sadece bu boyunduruğu bize göstermeye ve
onu doğrulamaya yaradığını; bu despotlar karşısında yapılabilecek tek şeyin ne
yapmamız gerektiğini belirlemek olduğunu söyleyerek; bundan, “yarar
ilkesinin” yani “olabilen tüm koşullar
altında olabildiğince çok mutlu olmanın” insan eylem ve davranışlarının amacı
ve ereği olması gerektiği sonucuna varmaktadır.
Yararcı kuram, ahlaka ilişkin görüşlerini deneyci bir yöntemle yani reel olguyu kriter alarak oluşturmaktadır: "Ahlaken iyinin” ne olduğu sorusuna yanıt bulabilmek için, insan yaşamını gözlemlemek gerekir. Gözleme dayanmayan bir ahlâk sistemi, kuşkuyla karşılanmalıdır. Her zaman için geçerli olacak olan ahlaksal ilkeleri, ancak gözlem yoluyla bulabiliriz. İnsanların yaşamını gözlemlediğimizde, tüm insanların, yaşamın başından sonuna kadar tüm istek ve çabalarının ereğinin mutluluğu çoğaltmak, eş deyişle hazza kavuşmak ve acıdan kaçınmak olduğunu görürüz. Böylece yararcılığının çıkış noktasının dayandığı ilke, olanaklı tüm eylemler arasında doğru olan eylemin olabildiğince en yüksek ölçüde mutluluğa götüren eylem olduğu kabulüne dayanmaktadır. Öyle ki Bentham bu mutluluk ya da haz durumunun niceliksel olarak hesaplanabileceğine ve bu paralelde bir mutluluk çizelgesinin çıkarılabileceğine bile inanır. Bentham, bu bağlamda, ahlâkın yerine mutluluğun bütçesini dengeleyecek bir sanat getirmek gerektiğini ileri sürerek, gerçek bir haz aritmetiği kurmak istemiştir. Fontonelle'in, asılmak üzere olan bir suçlunun önünde söylediği şu ünlü söz, haz aritmetiğini somutlaştırır: "İşte hesabını yanlış yapmış bir adam!": Haz hesaplamasının yanlış yapıldığını ifade eden kötü huylardan, mutsuzluğa yol açmaları nedeniyle kaçınılmalıdır.
Yararcılık kuramı aynı zamanda bir anlamda metafizik ve soyut karakterli onsekizinci yüzyıl felsefesine karşı bir tepkiyi de dile getirmektedir. Bu çerçevede İngiliz yararcıları doğal hukuka karşı bir saldırı içine girmiş ve tüm doğal hukuk ilkelerini “boş ve anlamsız” kavramlar olarak nitelendirerek yarar kavramına dayandırmak istemiştir. Yararcılar, hukukun kaynağı olarak, sadece belli bir iktidarın emirlerini (politik erkin buyruklarını) ifade eden irade açıklamasını kabul etmektedir. Bir toplum içerisinde, yasaları kim yapıyorsa hukukun kaynağı da odur: Adalet, doğal hukuk vb. şeyler yasa yapamadıklarına göre bunlar, hukukun kaynağı olarak nitelendirilemez ve değerlendirilemezler. Bütün bu soyut kavramlar, tamamıyla anlamsız ve aldatıcı olmaktan başka hiçbir şeyi ifade etmemektedir. Bu bağlamda, ‘doğal haklar’ kavramı da açık bir saçmalıktır; çünkü bireyin sahip olduğu haklar "doğal" değil yasa tarafından verilmiş ya da müsaade edilmiş haklardır. İngiliz yararcılarının temel hak ve özgürlüklere objektif değerler olarak yaklaşmadıklarında hiç kuşku yoktur. Dahası onların temel insan haklarına pek aldırış etmediği bile söylenebilir. Özellikle Bentham, bu bağlamda İnsan Hakları Öğretisini büyük ölçüde küçümsemiş, “anlamsız ve saçma” diye nitelendirmiştir. Fransız devrimcilerinin İnsan Hakları Bildirgesini yayımlaması zamanında onu “metafizik” bir çalışma olarak nitelendiren Bentham, bu bildirinin maddelerini “anlaşılmaz olanlar”, “yanlış olanlar” ve “hem anlaşılmaz hem de yanlış olanlar” biçiminde üçe ayırmıştır. John Stuart Mill'in dediği gibi, Bentham da dâhil olmak üzere yararcılar, temel hak ve özgürlüklere inandıkları için değil, yararlı bir yönetim sistemine inandıkları için Liberal olmuşlardır.
1820-1903 yılları arasında İngiltere'de yaşamış olan Herbert Spencer, yararcı görüşe kendi felsefesinin temeli olan "evrim" düşüncesini de ekleyerek, kanımızca insanlık açısından en tehlikeli bir sonuca ulaşmayı amaçlamıştır. Spencer'e göre, canlıların başlangıç durumundan yüksek ve dış koşullara daha iyi uyarlanabilen çeşitli biçimlere doğru evrim göstermesi gibi, evren de, bütünüyle ilkel kaos durumundan, örgütlenmiş durumlara doğru bir evrim içindedir. Aynı durum insan için de geçerli olup, insan çabası da, kaba istek ve anlaşmazlıkların kaos evreninden ussal ve toplumsal bir yapı evresine doğru ilerlemektedir. Ne var ki insanların birçoğu, biyolojik ve tinsel yönden "geri kalmış" olduğundan dolayı, hâlâ "atomlar zihniyetini” sürdürmekte ve bunun sonucu olarak toplumsal yaşama uyarlanamamaktadırlar. Bu nedenle, Spencer'e göre, bunlar için "ahlâksal" yasalar öngörmek gerekir. Ahlâkın son amaç ve gayesini, yaşama yararlı olmak yani insan türünün korunma ve gelişmesine yardımcı olmak biçiminde gösteren Spencer, bu nedenle, yaşama uyum göstermeyi başarmış olan kimselere bundan yararlanmalarının da sağlanması gerektiğini savunmakla "daha güçlünün haklı olacağı" gibi bir düşünceye yaklaşma tehlikesi içerisine girmektedir. Spencer, "yaşam kendi kendini ayarlasın" derken bu düşüncelere yaklaşmaktadır. Spencer'in, değişik kültürel evrimden geçmeleri nedeniyle insan ırklarının ahlâksal ve diğer yetilerde birbirlerinden ayrı değerlendirilmeleri gerektiği yönündeki savları, aşikâr bir biçimde, Batılı toplumları üstün tutmayı da içeren ırkçı yaklaşımlar sergilemektedir. Spencer, bu yönlü savları çerçevesinde, kendi deyimiyle “yabanılların (Avrupalı olmayan insanların)” Avrupalılara karşı ahlâksal olarak daha aşağı bir düzeyde bulunduğunu bile ileri sürebilmiştir. Spencer’in bu yaklaşımı asıl olarak İngiliz Yararcı Düşünürlerinin, kendilerinden saydıkları Batılı Toplumlara ve insanlığın bunun dışında kalan diğer tüm kesimlerine hangi gözle ve niyetle baktıklarını açığa vurması açısından çok önemli ve dikkat çekicidir.
Yararcılık Akımının çağdaş takipçisi ve yorumlayıcısı olarak nitelendirilebilen bir diğer düşünür de çağdaş siyaset bilimcisi Karl Popper’dir. Popper, yararcılığın "en büyük sayıda insanın en büyük mutluluğu" ya da kısaca "mutluluğu en çoğalt" formülü yerine, "herkes için kaçınılabilecek acıların en az olması" ya da kısaca "acı çekmeyi en azalt" formülünün konmasını önermektedir. Eleştirel olarak bakıldığında Karl Popper’in anlatım ve önerilerinin temel anlam ve içerik olarak Bentham’ın kaba anlamdaki yararcılığıyla özde benzeşik olduğu vurgulanmalıdır. Yararcılık akımının insanlık yaşamı ve tarihi açısından taşıdığı en büyük handikap ve olumsuzluk; “mutluluğun çoğaltılmasını” ya da Popper’in, temel anlamı saklı ifadesiyle “acının azaltılmasını” savunmak değil, bunu yaparken bağlayıcı hiçbir nesnel ve insani kriter ve ilkeye bağlı kalınmaması sorunudur. Sonuç olarak, kendisine sadece “mutluluğu artırmak” ya da “acıyı azaltmak” kriterini temel ölçüt olarak alan ve bu bağlamda hiçbir sınır ve nesnel ilke tanımayan bir anlayışı yansıtan yararcı felsefe, bu temel belirleyici yapısından hiçbir zaman kurtulamamıştır.
Günümüz Batılı toplum ve devletlerinin ahlaksal, siyasal ve hukuksal temel yaklaşım ve anlayışlarının kökeninde İngiliz Yararcılığının olduğu söylenebilir. Dahası, Dekartçı Okulun, bilgi teorisinde yaptıklarını siyaset, hukuk ve ahlak felsefesinde de İngiliz Yararcılarının yaptığı bile ileri sürülmüştür. "En büyük sayıda insana en büyük mutluluk, ahlâkın da yasaların da temeli budur". Yararcılığın dayandığı temel sav olan bu görüş, ondokuzuncu yüzyılın son yarısından itibaren Britanya'daki egemen sınıfın düşüncesini belirlemiş ve bu etki, özelde bu günkü Britanya toplumunda, genelde de tüm Batı toplumlarında en etkili yaşam felsefesini oluşturmuştur.
Yararcı teorinin, çağdaş Batı düşünce sistemlerini belirleyen ve etkileyen temel kuramlar arasında önemli bir yere sahip olduğu kuşkusuzdur. Yararcılık akımının bu denli etkileyici ve çekici olmasının temelinde, bu akımın, ilk bakışta dışarıdan insancıl görünen, “doğru davranış/yaklaşımının daha çok kişiye daha çok iyilik getirecek davranış/yaklaşım olduğu” yönündeki söyleminin yattığı ileri sürülmüştür. Yararcılık kuramının, insan mutluluğunu en üst düzeye çıkarmak için yapılan eylemi doğru olarak görmesinden kaynaklanan temel çekiciliğinin etkisinde kalan bir takım çağdaş ahlâk ve hukuk felsefecileri; bu kurama yapılan eleştiri ve karşı çıkışların ışığında yararcılıktan caymak yerine, çoğu kez bu eleştiri ve karşı çıkışlara, yine yararcı denebilecek bir yoldan yanıt vermeye kalkışmışlardır.
Yararcılık akımının İngiliz düşünce yaşamında ele geçirdiği egemenlik öylesine güçlü olmuştur ki, Adam Smith, Malthus ve Ricardo gibi ünlü liberal ekonomistler de onun etkisinde kalarak, hukukun temel amacının "en büyük sayıdaki insanın en büyük mutluluğunu” sağlamak olduğu biçimindeki yararcı görüşe katılmış; buna karşılık ta, Bentham ve taraftarları, serbest ekonomi ilkelerinin ekonomik alanda bireysel ve toplumsal mutluluk açısından en olumlu koşulları yaratacağına inanmışlardır.
Yararcıların kanıtlarının son derece etkili oluşu, Anglo-Sakson hukukundaki liberal geleneğin, toplumsal refahın azami derecede artırılmasının yasal etkinliğin en uygun amacı olduğu temel görüşünü yansıtmasından da anlaşılacaktır. Çağdaş Anglo-Sakson akımının, tümüyle yararcı düşüncenin etkisi altında olduğu söylenebilir. “Enstrümantalist görüş” te denilen bu akım, hukuku salt bir araç olarak görmekte ve amacını da, sosyal dengenin sağlanması ve bireysel yarar olarak belirlemektedir. Yararcılık ve demokrasiyi savunan bu akım, hukukun insan eseri olduğunu, sosyal gelişme içinde ele alınması gerektiğini ve hukukçuluğun bir sosyal mühendislik olduğunu ileri sürmektedir. Böylece, çağdaş Amerikan yararcı akımlarının, hukuksal pozitivist düşünceyle klasik yararcılığı birbiriyle yoğurma ve uzlaştırma çabası içinde oldukları anlaşılmaktadır.
Yararcılık
akımının düşünce sisteminin natüralist / biyolojik anlamda doğalcı temel
özellikleri göz önüne alındığında, yararcılık akımıyla benzer diğer Batılı
akımlar arasındaki bu ilişki ve etkileşimin daha da büyük olduğu açık bir
biçimde görülecektir. Asıl önemli ve
dikkat çekici olan, natüralist (maddi anlamda doğalcı) temel anlayışlı
görüşlerin, günümüz Batı dünyasında olduğu gibi, dünyanın diğer egemen güç ve
toplumlarında da aynı biçimde etkinlik ve hâkimiyetini sürdürüyor olmasıdır.
Öyle ki, bu görüşlerin, günümüz dünyasının güçlü ve egemen Batılı ve diğer
toplum ve devletlerinin temel politikalarını ve yaşam biçimlerini belirlediği
ya da en azından etkilediği kesin olarak söylenebilir. İnsan doğasına,
dinsellik ve maneviyata ilişkin çok ayrı ve karşıt görüşlerin egemen olduğu
toplumların devlet siyasetlerinin, oldukça birbirine benzer olması çok ilginç
bir olgu olarak dikkat çekmektedir.
B- İdeoloji
ve Ulusalcılık
İdeoloji/ideolojik kişilik olgusunun doğrudan ya da dolaylı olarak ilişkili olduğu etmenlerden bazıları da, aynı zamanda çağdaş yaşam biçiminin ve toplumsal yaşam koşullarının anlamsal olarak değişikliğe uğrattığı ve bu bağlamda sorguladığı “ulusalcılık”, “geleneksellik” ve “vatanseverlik” gibi kavramlardır.
Geleneksellik olgusu en çok buyurganlığı ve dolayısıyla özgür insanî istence dayanmaması nedeniyle sorgulanmaya açıktır. Geleneğin buyurganlığı sürdükçe buna paralel olarak, bireylerin her birinin toplu varlığın yapısı içerisinde kısılıp kalmaları da devam eder. Bu durumda, bireylerin topluluğun dışına çıkarak kendi başlarına herhangi bir girişimde bulunabilmeleri de söz konusu edilemez. Bu koşullarda yaşayan birey artık kendi eylemlerinin sahibi değildir ve onun, başkalarınkinden ayrı, kendine özgü bir kişiliği olamaz. Böylesi bir ortamda, toplumsal organizmanın tüm üyeleri büyük oranda benzer, giderek özdeş durumdadır. Çağdaş toplumsal yaşam koşullarında, geleneksellik en çok düşünsellik açısından sorgulanmak durumundadır: Artık, bir uygulama yalnızca geleneksel olduğu için onaylanmamakta; geleneğin haklı görülmesi ya da onaylanması, gelenekten kaynaklanmayan bir bilgi ve değer içeriğinin ışığında yapılmaktadır. Gerçekten de sözgelimi temel insan hak ve özgürlüklerinin gerekleri karşısında yani onların temel gerekleriyle bağdaşmaması durumunda, gelenekselliğin ya da kültürel rölativizmin mutlak olarak onaylanması gereken bir alternatif olarak sunulması söz konusu edilemez; başka bir ifadeyle temel insan haklarına karşıt bir gelenek, sadece gelenek olması nedeniyle hoş görülemez. Diğer yandan bu bağlamda özellikle gelenekselliğin kötüye kullanılması durumuna da dikkat çekmek gerekir: Bir realite olarak bakıldığında, “geleneksel” sav merkezli kimi söylem ve aktivitelerin, ideolojik bağlamda ve bir kişisel ya da siyasal çıkar aracı olarak kullanılabildiği de görülebilmektedir.
Ulusalcılığın olumsuz yönlerinin giderilmesi de, kuşkusuz çağdaş dünyanın en önemli ve güç sorunlarından birisi olarak kendisini göstermektedir. Teknolojik alanda ileri ülkelerin, istemeleri durumunda birbirlerini yıkacak başka araçları geliştirebilmeleri olanağının bulunması gerçeği, sorunu bir bakıma “nükleer silahların denetimi” sorunu olmaktan çıkarmaktadır. Günümüz dünyasında egemen devlet ve ulusların çoğunun, ulusalcılığı ve kendi “milli çıkarlarını” hümanizme ve evrensel insanlık idesine eşit değerde ve hatta ondan daha üstün ve öncelikli gördüğü, trajik bir realite olarak çağdaş insanlığın önünde durmaktadır. Belli bir ülke ya da toplumun yurtseverlerinin, öteki ülke ya da toplumların ulusalcılıklarını kötülerken kendi ulusalcılıklarını yüceltmeleri gerçeği de, ulusalcılığın doğasının kavranmasını güçleştirmektedir. Ulusalcılığın bu korkunç sonuçlarını dizginleyebilmek için, hiçbir ayrım yapılmadan tüm insanların eşit sayılması ve aynı haklara sahip olmaları gerektiğinin samimi ve dürüst bir biçimde kabul edilmesi ve bu doğrultuda muamelede bulunulması dışında herhangi bir yol ve yöntem bulunmamaktadır.
“Vatanseverlik“ kavramının da, özellikle günümüz sosyo-politik algısında, “ulusalcılık” kavramına eğilimli ve yalnızca “kendi” milliyetinden olan belli bir kitleye yönelik bir dürüstlük türüyle tanımlanmakta olduğu söylenebilir. Zira özellikle günümüz Batı sosyo-politik ve kültürel algı dünyasında değer verilen şey, açıkça yalnızca “benim ülkeme ve toplumuma ait olan, benim ülkemin ve toplumumun iyiliği”dir. Kişisel ya da sosyo-politik olarak sergilenen tutum ve yaklaşımın bu özelliği, temel ve değişmezdir.
XI- DEĞER
TEORİSİ İLE İDEOLOJİ/İDEOLOJİK KİŞİLİK KARŞILAŞTIRMASI
Objektif
etik değerler yaklaşımı ile ideoloji/ideolojik kişilik karşılaştırılması
konusunda öncelikle vurgulanması gereken ayrım, etik değerlerin özgür insan
iradesinin kabulü ile ancak varlık ve geçerlilik kazanabilmelerine karşın,
ideolojinin insan iradesine baskı ve dayatmada bulunuyor olması hususudur.
Özgür bir istence sahip olmak, bütün evren içerisinde yalnızca insanlar için
söz konusu olan bir olanaklılık durumunu yansıtır. Sadece insan kendi kendisini
aşabilir; bir merkezden, sanki kendisi zaman-uzay dünyasının ötesindeymiş gibi,
her şeyi, bu arada kendisini de, bilgisinin nesnesi olarak algılayabilir.
Böylece insan, kendisine ve dünyaya karşı sorumlu ve ‘iyi’ ya da ‘kötü’
olabilecek tek üstün varlık olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsan olmak, bir
anlamda özgür ve bağımsız olarak “evet” ya da “hayır” diyebilmeyi gerektirir.
Kant’ın da önemle vurguladığı gibi, sahip olduğumuz yeteneklerin başında ve
varlığın en yukarısında “irade/istenç” bulunmaktadır.
İnsanlık, bir bütün olarak doğada etik değerin görünüm kazanmasıdır. Bütün bunlar insan yaşamının olağanüstü önemliliğini vurgulamaktadır; çünkü insan, görüngüleri ve evrimi etik anlamda değerlendirme yeteneğine sahip tek varlıktır. Diğer yandan, gerçek özgürlüğün, felsefi bağlamda etik değerlerle ancak elde edilebileceği de vurgulanmalıdır: Özgürlük insanın içsel ya da dışsal her türlü etkenin olumsuz tahakkümünden kurtularak gerçek anlamda kendisi olabilmesidir. “Kendisi” ise, ancak onun tinsel/manevî yanı olabilir. Çünkü yaşamda ne yapmamız gerektiğine yanıt verecek olan, eylemlerimize “insan eylemi” olmak özelliğini kazandıracak olan değerler, tinsel yanımızda kök salmaktadır. Değerlerin sağlıklı bir biçimde algılanmasının yolu ise, felsefi düşünceye dalmadan/tefekkürden geçer: Filozofik düşünceye dalma/tefekkür, evreni düşman kamplara bölmeden her şeye karşı iyiniyetli olmayı, her şeye önyargısız bakabilmeyi gerektirir ve sağlar. Bu eylem gerçekleştirilirken, kişisel ve özel olan; alışkanlığa, çıkar duygusuna ve isteklere bağlı olan her şey konuyu çarpıtır ve tefekkürün/uslamlamanın bütünselliğini bozar. Bu durumda, kişisel ve özel şeyler, özneyle nesne arasına bir engel olarak girer ve us için bir tutsaklık durumu yaratırlar. Tefekkür; alışılmış inanç kalıplarının ve geleneksel önyargıların engeline takılmadan, dingin, tutkusuz, erişilmesi yalnızca insan için olanaklı olan bilgi isteğiyle değerlendirmelidir. Dolayısıyla bu tefekkür aktivitesinde, içine özel tarihin rastlantılarının karışmadığı soyut ve evrensel bilgiye, duyulardan gelen ve doğası gereği dar ve kişisel bir görüş biçimine bağlı olan bilgiden daha çok değer verilmesi gereği söz konusu olmaktadır. Felsefi düşünceye, tefekküre dalmada iyi niyetli ve dürüst olmak; davranışlarda adil olmayı, tutkularda ise yalnızca yararlı olan ve sevilenlere değil, herkese ve her şeye karşı duyulan evrensel sevgi ile dolu olmayı gerektirir ve ifade eder. Felsefenin, önünde düşünceye daldığı evrenin büyüklüğü aracılığıyla bilinç de, bu tefekkür aktivitesi aracılığıyla büyümüş olacak ve en yüksek iyiyi, yani kâinatla bütünleşme kabiliyetini kazanacaktır.
Vecdi Aral’ın anlatımıyla ““Ben Bilinci” ile bireyselliğine ve özgürlüğüne kavuşan insan, böylece aynı zamanda “Değer Bilinci”ne ulaşmış, bununla da kesin belirlenmiş olaylar dünyasının(“olan”ın) üstüne çıkıp “olması gereken”in düzeyine el uzatmış, ondan esinlenir olmuştur”. Dolayısıyla insanın en önemli ve esas yapısı onun, varlığının bilincinde olabilen ve bu sayede varlığı, kendini ve etik değerleri özgürce değerlendirip/takdir edip, bunun sonuç ve sorumluluğunu üstlenebilen kişilik özelliğinde aranmalıdır.
İdeoloji ve ideolojik kişilik olgusunda özgür insan iradesinin tümüyle edilgen bir nesne durumuna düşürülmüş olmasına karşılık, etik değerlerin özgür insan iradesi tarafından kabullenilmesi hadisesinde tümüyle bir “sübjektivite/bireysellik/şahsilik” unsurunun egemen olduğu gerçeği, bu açıdan büyük önem taşımaktadır. Kuşkusuz burada söz konusu olan, değerlerin belirleyici ölçütünün süje olduğu ya da değer içeriğinin yalnızca bu değerlendirmeyi yapan kendisi için geçerli olduğuna kişinin inanması anlamında bir “değer sübjektivizmi” değil fakat sonuç olarak “değerin kesinlikle bir kimse için değer olduğu” hakikatinin vurgulanmasıdır. Değerin içerik olarak belirlenmesinin öznesi olarak değil fakat hazır ve nazır bir biçimde mevcut bulunan değere inanıp inanmamanın, onu kabullenip kabullenmemenin tümüyle ve yalnızca bireyin kendi özgür iradesine bağlı olması anlamında bir sübjektivite/şahsilik durumu önemle söz konusudur burada. Burada aynı zamanda “Hak ve hakikatin bulunup gerçekleştirilmesindeki bireyin “insan” idesi ve “kendine sadakat” değerinden ötürü onuru ve saygıdeğer oluşu” söz konusu ve geçerli olmaktadır.
Etik değerlerin
kökeninde,
XII-
SONUÇ
“Öyleyse kafalar karışık. Bu kafa karışıklığı içinde kendini haklı görmenin ve hak duygusu ile savaşa girmenin, ne denli kolay olduğu görülüyor ve anlaşılıyor. Günümüzde ise savaş tehlikesinin bir yok oluş, insanlığın bir anda tümüyle yok oluşu anlamına geldiğini de unutmayalım”.
Bu çalışmada
ele alınan anlamıyla ideoloji olgusu çerçevesinde insanlık tarihi boyunca
gerçekleşen “vukuatlar” üzerine biraz düşününce, insan, Jean Dufour’un dediği
gibi, “ideolojinin tadında bir acılık buluyor”
doğrusu. Tarihsel ve çağdaş bağlamda reel/olgusal olarak bakıldığında
tüm ideoloji ve ideolojik fenomenlerin, Paul Dimitriu’nun trajik ifadesiyle “ilim
ve felsefenin aksine mutlakçı, müsamahasız; aynı imanı paylaşan müminleri,
inananları ve mezhep ihtilafları olan; aktif, militan, emperyalist” bir
işlevsel özellik taşıdıklarını vurgulamak durumundayız.
“İdeoloji” ve “ideolojik kişilik” olgusunun olumsuzlanmasını gerektiren en önemli neden, kanımızca, insan iradesine, insanın özgür varlık olma yönüne ilişkin bulunmaktadır. İnsanı etik anlamda gerçek insan yapan en temel husus, onun özgür iradeye sahip olması ve varlığını/hayatını kendi özgür iradesiyle anlamlandırıp yaşantılamasıdır. İdeoloji ve ideolojik kişilik olgusu ise, bu anlamda insanı yok eden ve onu edilgen/belirlenen bir eşya haline indirgeyen bir nitelik arz etmektedir. Belirlenip yönlendirilen bir eşya haline getirilen kişilerden oluşan bir toplum ve toplumsal yaşamın, anlam ve değer olarak insanlık varlığına sunacağı bir iyilik/güzellikten ise söz edilemeyeceği kuşkusuzdur. İnsanlık yaşamı açısından ideolojinin en başta gelen olumsuzluğu kanımızca onun, insan iradesine varlığın/eşyanın anlam ve değerine ilişkin dayatmada bulunması, insan iradesinin insanın varoluşsal serüvenindeki biricik varlığı ve temel kişiliği olduğu etik hakikati ret etmesinde aranmalıdır. Böylece ideolojinin en belirgin olumsuzluğu, onun hakikatin ve anlamın algılanması bağlamında temel bir yanılgı ve kusur içinde olması biçiminde kendisini göstermektedir. Çünkü etik değer olarak doğrunun ve hakikatin ya da varlığın anlamlandırılmasının insan iradesine karşı dayatma ve zor uygulama yoluyla mevcudiyet bulamayacağında hiçbir kuşku yoktur. İdeoloji kendi bağımlısı ideologa (ideolojik kişilik), inanç ve davranışlarında objektif hakikate göre değil de kendisine empoze edilen kalıplaşmış önyargılara göre hareket etmesini, realiteyi tanımayıp gerekirse onu tersyüz ederek anlamlandırmasını, dünyayı yalnızca kendisine empoze edilen inançsal kalıplar doğrultusunda dizayn edip biçimlendirmek için çaba göstermesini öğretir ve dayatır. İdeolog/ideolojik kişilik, biricik hakikat olarak kabul ettiği görüşünü bütün insanlara zorla benimsetmek, topluma/toplumsal yaşama/dünyaya kendi bu ideolojik kalıpsal tasarımları doğrultusunda bir yön ve biçim vermek ister ve bunun için sürekli çabalar durur. İdeoloji kendi bağımlısı ideolojik kişinin yalnızca değerlendirme ve muhakeme etme yeteneğini zedelemekle kalmaz, aynı zamanda onun hakikat karşısındaki tavır ve tutumunu da etkiler, onu bu konuda dürüstlük ve içtenlikten yoksun bırakır.
Fenomenolojik
olarak irdelendiğinde, çağımız dünyasında, objektif etik değerlere
dayanan Kadim İnsanlık Kültüründen uzaklaşılmasının, modern ve batılı
pozitivist bilim ideolojisi aracılığıyla büyük oranda gerçekleştirildiği ileri
sürülebilir. Bu açıdan bakıldığında günümüzde, Ülkemiz ve toplumumuz da dâhil
özellikle geri bıraktırılmış ülke ve toplumlarda mevcut/geçerli olan bütün
modern entelektüel akımların kaynağında pozitivizm ya da pozitivist bilim
ideolojisinin yer aldığı rahatlıkla söylenebilir. Pozitivizm ya da
pozitivist bilim ideolojisi kadim insanlık kültüründen kopmanın/koparılmanın
biricik aracı olarak işlev görmüştür adeta.
Vecdi
Aral’ın açıkça vurgulamasıyla “Davranışlarımızda bizi içimizden
bağlayan bu gücün kaynağını, çağımız düşüncesini büyük ölçüde etkileyen, sözüm
ona bilimsel, pozitivist anlayış, fizik dünyada bulabileceğini sanmış ve en
büyük önemi silah ve paraya vermiştir. Bunların bireysel ve sosyal alanda
kullanılmasında başarı gösterenleri mucizevi varlıklar olarak kabul ederek
insanlığın yazgısı bu gibi kimselerin eline verilmiş, böylece insanı ve
insanlığı yokluğa götürebilecek olan korkunç yolun kapısı aralanmıştır. Çünkü
iç dünyanın, iç yaşamın reddi, dış güce teslim olmayı, zorunlu bir sonuç olarak
meydana getirir; bu teslimiyetten yararlananı da düzen adına her şeyi
yapabileceği sanısına kaptırır”.
Modern
kapitalizmin egemen olduğu ve bir sömürü aracı olarak kullanıldığı
günümüz dünyasında siyaset ve hukuk ikilisinin tek bir ideoloji çatısı altında
birleştirildiği ve işlevselleştirildiği söylenebilir. Dahası
çağdaş/uygar/gelişmiş bir ülke/toplum olarak değerlendirilebilmek için, modern
liberal-kapitalist ideolojiye teslim olmak günümüz sömürü dünyasında bir ön
koşul haline getirilmiştir adeta. Bu çerçevede hukuk da asli/kadim/varoluşsal
özünden tecrit edilerek, ulusal kültür ya da toplumsal inanç temelinde
sosyo-politik olarak dayandığı geçerli ideolojinin emrine ve hizmetine terk
edilmiş, sunulmuştur ne yazık ki.
Diğer yandan Doğu-İslam coğrafyasının/toplumlarının içinde bulunduğu dram ve trajedinin temel nedenlerinden birisinin de, Batılı kapitalist modernitenin “icat edip”, birbirine kırdırıp sömürmek için Doğu-İslam toplumlarına “ihraç” ettiği “ideoloji” ve “ideolojik insan” yaklaşımı olgusu ve kavramlarına ilişkin bulunduğu, görmezden gelinemez bir realite olarak karşımıza çıkmaktadır. Gerçekten de Doğu-İslam toplumlarının entelektüel yapılanmalarında dinin/İslamiyet’in bir “ideoloji” ve dindar/Müslümanın da bir “ideolog / ideolojik insan” tiplemesine dönüştürülmesi; dinin özünden ve bu bağlamda adalet değerinden uzaklaşılmasına, dinsel algının bir çıkar/iktidar/şiddet/çatışma aracı haline dönüştürülmesine ve en son tahlilde de günümüzde içinde bulunulan trajik/dramatik realitenin gerçekleşmesine yol açmıştır.
İdeoloji ve ideolojik kişilik olgusunun en temel özelliği, onun sosyo-politik stratejilerin hizmetinde bir silah ya da bir alet işlevi görmesidir. Hakikatin kurgusallaştırılarak ters yüz edilmesi ve bu yolla insan zihninin yönlendirilebilmesi özelliğiyle ideoloji, dünyaya ve insanlığa tümel ya da tikel olarak yön ve dizayn vermek isteyen egemen güçlerin kullandıkları argümanların başında gelmektedir. Bu aşamada artık ideolojinin, kendince hakikati ifade eden ve gerçekleştirilmesi gereken bir temel gaye olarak değil de yalnızca ulaşılmak istenen sosyo-politik amacın gerçekleştirilmesi için kullanılan bir vasıta olarak kabul edilmesi söz konusu olmaktadır. Ne var ki bir ideolojiyi tümüyle ve yalnızca bir aksiyon aracı ve aleti olarak işlevselleştiren odaklar, zamanla bu ideoloji ağının içine düşme ve onun tarafından sarmalanma riskiyle de karşı karşıyadırlar.
“Öyleyse, akla aykırı, ama vicdana uygun bir düşünce ve eylemi yüksek insani bir değer olarak kabul edebiliriz; fakat vicdana aykırı hiçbir düşünce ve işlemi, akla uygun da olsa, insana yakıştıramayız; insanca diye kabul edemeyiz; çünkü vicdana aykırılık var oluş nedenine terstir”.
BİBLİYOGRAFYA
Aiken, Henry D. (1956), The Age of Ideology, The New American
Library, Inc.
Amiot, Michel, “İctimai
İlim ve İdeoloji”, İlimler ve
İdeolojiler, Terc. Fahrettin ARSLAN, Umran Yayınları, Ankara (İçinde), s. 54-63.
Aral, Vecdi (1992), İnsan ve
Mutlu Yaşam (Yaşamın Anlamı), Birinci Kitap: Mutluluğun Koşulları, İstanbul.
Aral, Vecdi (HFTS), Hukuk Felsefesinin Temel Sorunları, Filiz
Kitabevi, İstanbul.
Aral, Vecdi (2014), Beklediğimiz
ve Bizden Beklenen ADALET, İstanbul.
Arslan, Hüsamettin (1992), Epistemik Cemaat / Bir Bilim Sosyolojisi
Denemesi, İstanbul.
Bentham, Jeremy (1948), A Fragment On Government and An Introduction
to The Principles of Morals and Legislation (ed.Wilfrid
Bookhin,
Borne, Etienne, “İdeoloji
ve Felsefe”, İlimler ve İdeolojiler, Terc. Fahrettin
ARSLAN, Umran Yayınları, Ankara (İçinde), s. 148-166.
Buis, Gerard, “İlim ve
İdeoloji”, İlimler ve İdeolojiler,
Terc. Fahrettin ARSLAN, Umran Yayınları, Ankara (İçinde), s. 36-53.
Ceylan, Yasin (2010), “Hukuk İle Dünya Görüşü Arasındaki İlişki”, HFSA Hukuk Felsefesi ve
Sosyolojisi Arkivi, 19.Kitap, İstanbul (İçinde), 2010, s. 195-197.
Davidson, William L. (1947), Political Thought in England/The
Utilitarians Prom Bentham to Mill,
Dicey, A. V. (1940), Lectures On The Relation Between Law and Public
Opinion in
Dimitriu, Paul, “İdeolojilerin Çöküşü”, İlimler ve İdeolojiler, Terc. Fahrettin ARSLAN,
Umran Yayınları, Ankara (İçinde), s. 64-83.
Dufour, Jean, “İdeoloji
ve İktisadi Hayat”, İlimler ve İdeolojiler, Terc. Fahrettin
ARSLAN, Umran Yayınları, Ankara (İçinde), s. 122-147.
Dunning, William Archibald, A History of Political Theories/From
Rousseau to Spencer, The Macmillan Company,
Giddens, Anthony (1994), Modernliğin Sonuçları
(çev. Ersin Kuşdil), İstanbul.
Gökberk, Macit (1980), Felsefe Tarihi, Dördüncü Basım, İstanbul.
Gregoire, F. (1971), Büyük
Ahlâk Doktrinleri (Çev. Cemal Süreya), İstanbul.
Growitz, Samuel (1981), John Rawls: Bir Adalet Kuramı (Çev.
Serap Can), Anthony de Crespigny, Kenneth R. Minogue (der.): Çağdaş Siyaset Felsefecileri,
İstanbul.
Guiraud, Pierre, “Dil ve İdeoloji”, İlimler ve İdeolojiler, Terc. Fahrettin ARSLAN,
Umran Yayınları, Ankara (İçinde), s. 104-121.
Gürbüz, Ahmet (2013), Harabede
Define / Tasavvuf Felsefesinde Temel Vurgular, Genişletilmiş ve Yenilenmiş
2.Baskı, İnsan Yayınları, İstanbul.
Gürbüz, Ahmet (2013), Hukuk ve Meşruluk / Meşru Hukukun Temel
Unsurları, yenilenmiş ve geliştirilmiş 3.baskı, İstanbul.
Güriz, Adnan (1963), Faydacı
Teoriye Göre Ahlak ve Hukuk,
Habermas, Jürgen (1993), ‘İdeoloji’ Olarak Teknik ve Bilim (çev. Mustafa TÜZEL),
İstanbul, 1993.
Hart, H. L. A. (1986), Law,
Hayek, F. A. (1960), The Constitution of
Honneth, Axel (2006), “Liberalizmin Sınırları. Günümüzde Birleşik Devletler’deki Siyasi
Ahlak Üzerine” (Çev. Eylem Özkaya),
Liberaller ve Cemaatçiler, der: Andre Berten, Pablo da Silveira, Herve
Pourtois, Ankara, 2006 (İçinde), s. 292-304.
Kant, Immanuel (1989), Pratik
Usun Eleştirisi (çev. İsmet Zeki Eyuboğlu),
İstanbul.
Lacroix, Jean, “İdeolojiye
Karşı Şahsiyetçilik”, İlimler ve İdeolojiler, Terc. Fahrettin
ARSLAN, Umran Yayınları, Ankara (İçinde), s. 214-241.
Lapierre, Jean-William, “İdeoloji
Nedir?”: İlimler ve İdeolojiler, Terc.
Fahrettin ARSLAN, Umran Yayınları, Ankara (İçinde), s. 6-35.
MacIntyre, Alasdair (2006), “Vatanseverlik Bir Erdem midir?”
(Çev. Elif Ergezene),: Liberaller ve Cemaatçiler, der: Andre Berten, Pablo da
Silveira, Herve Pourtois,
Magee,
Manin, Bernard (1987), “On
Legitimacy and Political Deliberation”, (in) Political Theory, Vol.15,
No:3, Sage Publications Inc., August 1987, s. 338-368.
Meriç, Cemil (1994), Bu Ülke (YH. Mahmut Ali MERİÇ), 9.Baskı,
İstanbul.
Meriç, Cemil (1993), Sosyoloji Notları (YH. Ümit
Meriç Yazan), 2. Baskı, İstanbul.
Okandan, Recaî G. (1955), Umumi Amme Hukuku Dersleri, İstanbul.
Plamenatz, John (1949), The English Utilitarians, Basil Blackwell,
Plotinus (1996), “Vatana
Dönüş”, Prof. Dr. Erol GÜNGÖR: Tasavvufun Meseleleri, 6. basım, İstanbul
(İçinde).
Pound, Roscoe (1969), Law and Morals,
Ritchie, M. A. / David G, Natural
Rights : A Criticism of Some Political and Ethical Conceptions, George
Allen & Unwin Ltd.,
Russell, Bertrand (1963), The Problems of Philosophy,
Russell, Bertrand (1948), History of Western Philosophical Thought,
Scheler, Max, İnsanın Kosmos’taki
Yeri (çev. Tomris Mengüşoğlu), İstanbul.
Stammler, Rudolf (1969), The
Theory of Justice (çev. Isaac Husik), Rothman Reprints, inc,
Vercors, Jean Bruller, İnsan ve İnsanlar (çeviri: S. Eyüboğlu, A. Erhat, V. Günyol), 3. Baskı, İstanbul.
BASKI
(ZOR) VE ÖZGÜRLÜĞÜN (İRADE) BİREYSEL VE TOPLUMSAL YAŞAMDAKİ TEMEL
BELİRLEYİCİLİĞİ ÜZERİNE
Prof.
Dr. Ahmet GÜRBÜZ
(Bingöl
Üniversitesi İİBF Kamu Yönetimi Bölümü Hukuk Bilimleri Anabilim Dalı Öğretim
Üyesi)
I-
Baskı (zor) ve özgürlük(irade) birey ve
toplumun maddi/manevi varoluş ve yaşam kalitesini belirleyen iki temel
etkendir. İnsanlık tarihine bu açıdan göz atıldığında, baskının ve zorun egemen
olduğu koşullarda yaşamak durumunda kalan birey ve toplumların, varoluş ve
yaşam kalitesi/değerliliği açısından verimsiz ve mutsuz konumda bulundukları;
özgürlük ve iradenin yeşerdiği koşullarda yaşayan birey ve toplumların ise verimli/yaratıcı/mutlu
bir varoluş ve yaşam kalitesi sergiledikleri, bir hakikat olarak
ayrımsanabilir. Bu gerçekliliğin en temel nedeni baskı ve zorun
öldürücü/yokedici, özgürlük ve iradenin ise diriltici/varedici bir yapısal
doğaya sahip olmasıdır; ve bu nedenledir ki “baskı öldürür, özgürlük diriltir” denile
gelmiştir. Baskı ve zorun öldürücü/yokedici olmasının nedeni, bu durumun insan
yapısındaki olumlu ve yaratıcı yetenekleri işlevsiz bırakması, aksine olumsuz
ve yıkıcı eğilimleri etkin kılması; özgürlük ve iradenin diriltici/varedici
olmasının nedeni ise bu durumun insan yapısındaki
yaratıcı/uyumlulaştırıcı/geliştirici olumlu yetenekleri canlandırıp işlevsel
kılmasıdır.
Çağdaş toplumsal yaşam açısından
bakıldığında evrensel hukuk değerleri ve ilkelerinin önemli bir içeriksel
öğesini oluşturan demokrasi ya da demokratik toplumsal yönetim ilkesinin,
günümüz dünyasında bütün yönetimlerin meşruluklarının bir ölçütü olarak
benimsendiği söylenebilir. Baskıcı ve zorba bir yönetim
olgusu ve ortamının demokratik toplumsal kültürün geliştirilmesini olumsuz
yönde etkileyeceğinde hiç kuşku yoktur. Demokratik toplumsal kültürün
geliştirilmesi, mutlak anlamda, kuşkusuz evrensel hukuk değerleri sınırları
içinde, özgür bir ortamın varlığı koşuluna bağlıdır. Özgürlüğün olmadığı yerde
zor ve baskı vardır; zor ve baskı ise, insanlık yaşamını ve gelişimini
engellemekten başka bir sonuç veremez.
II-
Özgürlük kavramı bir yandan ‘eylem, istenç, inanç ve
değerlendirmelerimizin öznesi olmamız’ anlamında ’irade/istenç özgürlüğünü;
diğer yandan da ‘inanma ve davranma özerkliği/serbestîsi’ anlamında inanç ve
eylem özgürlüğünü içermektedir. Özgürlüğün bu iki boyutu arasında önemli bir
ilişki vardır ve bu yakın ilişki, özgürlüğün bir bütün olarak ele alınmasını ve
varlığının benimsenmesini gerekli kılar. Özgürlük konusunda hukuka düşen ödev,
bireylerin ve toplulukların hem istenç özgürlüklerinin ve hem de inanç ve eylem
özgürlüklerinin gerçekleşmesi için gerekli olan koşulları hazırlamaktır.
Evrensel hukuk değerleri ve ilkelerinin somut bir içeriksel öğesini oluşturması
açısından söz konusu olan özgürlük ilkesi, belirtilen her iki anlamı da
kapsamak üzere anlaşılmalıdır.
Özgürlük, bir devlete ‘estetik olma’ niteliğini
kazandırır. Estetik devlette ana ilke, özgürlükle özgürlük vermektir. Özgürlük,
aynı zamanda, doğaldır; insanlar sadece ona sahip olarak değil, bununla
birlikte onu koruma duygusuyla doğarlar. Özgürlüğün bu yönüne dikkatleri çeken
Spinoza, her insanın, ortadan kaldırılamaz bir hakla kendi öz düşüncesinin efendisi
olduğunu; yıkım getirici sonuçlar doğurmadıkça yönetsel erkin buyrukları
doğrultusunda konuşmaya zorlanamayacağını; yönetimin gerçek ödevinin özgürlük
ortamını sağlamak olduğunu vurgulamıştır. Özgürlük ilkesi, başkalarının
zorlamalarından korunmayı; her bireyin kendi anladığı biçimde özgürce mutluluğu
arayabilmesini, amaçlarını belirleyebilmesini ve bunları gerçekleştirmeye
girişebilmesini içerir. Kant'ın vurguladığı gibi, hukuk, özgürce
gerçekleştirilmiş eylemlerin, gerçeklikte evrensel bir özgürlük yasasına göre
diğer kişilerin özgürce yaptıkları eylemlerle uyumlu duruma getirilebilmesi
koşullarını da içerir. Siyasal düzenin amacı da bu anlamıyla özgürlük
olmalıdır. Hukuk, bütün insanları kendi başlarına birer amaç olarak benimsemek
durumundadır; bu bağlamda, hukukun çözümlemesi gereken gerçek sorun, özgür
bilinç sahibi varlıklar olarak bireylerin birbirlerine baskı yapmasını
engellemektir. Hukuk, bunu, kişilerin her birinin, kendi özgürlüğünü diğer tüm
kimselerin özgürlüğüyle uyumlu olarak kullanacağı bir biçimde düzenlemek
amacıyla yapacaktır. İnsanların eylem ve davranışlarına sınırlamalar getiren
bir sistem olarak özgürlükle bağdaşmaz bir özellikte gözükmekle birlikte;
insanın toplumsal bir varlık olduğu göz önüne alındığında, hukukun özgürlükle
son derece ilişkili olduğu anlaşılmaktadır. Gerek istenç özgürlüğünün
koşullarının hazırlanması anlamında ve gerekse inanç ve eylem özgürlüğü
anlamında bir bütün olarak özgürlüğün insanlığın mutluluğu ve gelişmesi için
zorunlu olduğunu vurgulayan J. S. Mill, bu anlamda övgüye değer bir çaba
göstermiştir. Gerçekten de insanlığın adil ve insanî bir toplumsal yaşam kurma
yolunda önemli başarılar elde etmesinin, özellikle baskıcı olmayan bir ortamın
sağlanmasına bağlı olduğunda hiçbir kuşku olmadığı, insanlık tarihindeki
uygulamalar da göz önüne alındığında açık bir biçimde anlaşılmaktadır.
III-
Zor ve baskının ruhsal analizi yapıldığında, onun asıl
yıkıcılığının bireyin manevi/anlamsal açıdan kişiliğinin oluşumuna yönelik
olduğu farkedilebilir. İnsanın en temel varoluşsal problemi olan ‘kendini
bilmenin’ yolunda engel teşkil eden faktörlerden önemli birisi de, ben/ego’nun,
zor ve baskıdan kaynaklanan korku ve acı bedeni ya da çözümlenmemiş bilinç
içeriğine bürünmesi durumudur. İnsan bilincindeki zor ve baskıdan kaynaklanan
çözümlenmemiş, silinmemiş incinmeler, insanın kişilik yapısında yara izi
bırakır ve bu izler sonuçta çeşitli yerleşmiş korku/kaygı kalıplarının
oluşmasına yol açar. Tüm geçmiş yaşam boyunca, zamanında özgürlük ve irade
temelinde farkındalık sağlanamadığından dolayı, benlik yapısına kaydedilmiş
olan bu tür acı ve korkular çözümlenmemiş ve yerleşmiş bilinç kalıpları haline
gelerek adeta bir ‘kimlik/kişilik yapısı’ oluşturur. Baskı ve zorun yapılandırması altında oluşan
böylesi bir kimlik/kişilik yapısı ise,
nefret/öfke/yakınma/suçluluk/kıskanma/kaygı/kızgınlık gibi olumsuz duyguların
biriktirdiği acının, insan bedeni ve zihnini işgal edip hâkimiyeti altına alan
olumsuz enerji alanları yaratmasına yol açacaktır. Yalnızca zor ve baskıdan
beslenen bu kişilik/kimlik yapısı, irade ve özgürlükle tanışıp onu
özümsemeye/sindirmeye koyulmadıkça varlığını güçlendirerek sürdürmeye devam
eder. Öyle ki giderek varlığını güçlendiren bu zor ve baskıdan kaynaklı
kimlik/kişilik yapısı, sonunda öznesiyle özdeşleşmiş hale gelir; kişi/özne
adeta bir acı ve korku yığınına dönüşür.
IV-
İrade/özgürlüğü yok eden, baskı/zoru dayatan önemli
etkenlerden birisi ideoloji ve ideolojik kişilik olgusudur. İnsanlık yaşamı
açısından ideolojinin en başta gelen olumsuzluğu kanımızca onun, insan
iradesine varlığın/eşyanın anlam ve değerine ilişkin dayatmada bulunması, insan
iradesinin insanın varoluşsal serüvenindeki biricik varlığı ve temel kişiliği
olduğu etik hakikati ret etmesinde aranmalıdır. İdeolojinin en belirgin
olumsuzluğu, onun hakikatin ve anlamın algılanması bağlamında temel bir yanılgı
ve kusur içinde olması biçiminde kendisini göstermektedir. Çünkü etik değer
olarak doğrunun ve hakikatin ya da varlığın anlamlandırılmasının insan
iradesine karşı dayatma ve zor uygulama yoluyla mevcudiyet bulamayacağında
hiçbir kuşku yoktur. İdeoloji kendi bağımlısı
ideoloğa (ideolojik kişilik), inanma ve davranmasında objektif hakikate göre
değil de kendisine empoze edilen kalıplaşmış önyargılara göre hareket etmesini,
realiteyi tanımayıp gerekirse onu tersyüz ederek anlamlandırmasını, dünyayı
yalnızca kendisine empoze edilen inançsal kalıplar doğrultusunda dizayn edip
biçimlendirmek için çaba göstermesini öğretir ve dayatır. İdeolog/ideolojik kişilik, biricik hakikat
olarak kabul ettiği görüşünü bütün insanlara zorla benimsetmek,
topluma/toplumsal yaşama/dünyaya kendi bu ideolojik kalıpsal tasarımları
doğrultusunda bir yön ve biçim vermek ister ve bunun için habire çabalar durur.
İdeoloji kendi bağımlısı ideolojik kişinin yalnızca değerlendirme ve muhakeme
etme yeteneğini zedeleyerek bozmakla kalmaz, aynı zamanda onun hakikat
karşısındaki tavır ve tutumunu da etkiler, onu bu konuda dürüstlük ve
içtenlikten yoksun bırakır. İdeolojik kişi bizzat kendini aldatmakla kalmaz,
başkalarını da bilinçli olarak yanıltır ve bunu reel gerçekliği ve değersel
hakikati kendi dogmatik görüşlerine uygun yorum yöntemleri paralelinde
gerekirse tersyüz ederek gizlemek, üstünü örtmek, değiştirip çarpıtmak
biçiminde yapar.
V-
‘Bireysellik/şahsiyet’ kavramı baskı/zor’un etkisinin
yok edilebilmesi ve özgürlük/irade’nin canlanıp işlevselleştirilebilmesi
açısından büyük önem taşır. ‘Bireysellik’ kavramı burada, ‘insanın bir değer
olarak yalnız ve tek başına var olduğu’ anlamında kullanılmaktadır. İnsan,
olumlu ya da olumsuz anlamda bir değerlilik ya da değersizlik durumunu edinirken,
yalnız ve tek başına olarak vardır. Tasavvuf felsefesinde, erdemlilik sürecinde
kişinin başarı kazanabilmesi için, kendi değerlerini kendi özgür istenciyle
bulgulayıp içselleştirmesi ve yaşantılaması gerektiğine vurgu yapılır. Birey,
erdemlilik sürecindeki oluşumunu sağlıklı bir biçimde sürdürebilmek için, kendi
istencine ve kişiliğine karşın hiçbir ideolojik, dinsel, toplumsal, psikolojik
vb. etkenin, kendisinin kişiliğini ve değerlerini belirlemesine olanak
tanımamalı; tüm değerlendirmelerini ve inançlarını özgür kişiliğiyle kurma
yetkinliğini gösterebilmelidir. Burada ‘bireysellik’ kavramının daha çok,
kişiliğin ve değerlendirme biçimlerinin yaratılmasında söz konusu edildiği
unutulmamalıdır: Amaç, insanın kendi dışındaki bireylerin ve toplumun varlığını
görmezden gelmesi; onlara karşı söz konusu olan ödev, sorumluluk ve ilişki
biçimlerini yok sayması vurgusu değildir kuşkusuz. Ünlü tasavvuf düşünürü
Kelabazi’nin “Bireysellik, mülk olmamak/sahip olunmamak’tır” biçimindeki
vurgusu bu açıdan büyük önem taşır. Sahip olunmak (mülk olmak), bireyin
kişiliğinin ve öz benliğinin onun istencinin dışında diğer koşullar tarafından
belirlenmesi demektir. Bir şeyin bize sahip olması demek, bizim yaşam
felsefemizi, algılama ve değerlendirme biçimimizi onun belirlemesi anlamına
gelir. Bizim istencimize karşın, irdeleyip özümseme ve içselleştirmemiz söz
konusu olmadan; dışımızdaki, nitelik ve oluşum biçimleri ne ve nasıl olursa
olsun, etkenler kişilik yapımızı, dünya görüşümüzü belirliyor ve
yönlendiriyorsa; söz konusu bu etkenler bize sahiptir, biz onlar tarafından
sahip olunmuşuz demektir. Dolayısıyla, öz kişiliklerin, bakış açılarının,
değerlendirme biçimlerinin dışsal koşullar tarafından belirlendiği ve
yönlendirildiği bir varoluş türünde, bireysellikten, özgün varolma durumundan
söz etme olanağı yoktur.
Bireysellik durumu, bir gerçeklik (olan, realite)
olmayıp; olabilirlik, olanaklılık ve olması gereken alanına ilişkindir. Başka
bir anlatımla, tüm zaman ve mekân koşullarında eylemsel, reel olarak tüm
insanlar bu anlamda bir bireysellik durumuna sahip değillerdir. Ancak, insan,
kendi özgür istenci ve kişiliği aracılığıyla bu bireysellik durumunu yakalayıp
edinebilme yeteneğine sahip bir yapıdadır.
VI-
Özgürlük konusu iki boyutlu bir sorundur: İnsan eylem
ve davranışlarının temelindeki düşünsel oluşumları, başka bir anlatımla insanın
aldığı kararların, yaptığı yeğlemelerin kendisine mi ait olduğunu yoksa bütün
bunların dış koşullar ve nedenlerle mi belirlendiğini ifade eden istenç
özgürlüğü (irade hürriyeti) sorunun içsel boyutunu dile getirirken; eylem
özgürlüğü, alınmış olan kararların ve düşünsel tercihlerin eyleme dökülmesini,
dış dünyaya yansıtılmasını ifade eder ve sorunun dışsal boyutunu oluşturur. Kuşkusuz
bu ayrım, teorik olarak konunun anlaşılabilmesi için söz konusu yapılmaktadır.
Her iki özgürlük alanı kesin sınırlarla birbirinden ayrılamayacağı gibi, genel
olarak birbiriyle ilintili ve etkileşim içerisindedir.
Özgürlük ne demektir? Genel bir yaklaşımla, özgürlük,
bireyin duygulanım, düşünce, inanç, tavır ve eylemlerinin kendisine ait olması;
bu etkinliklerin öznesinin kendisi olması; tüm bu oluşumları belirleyenin,
özümseyenin ve içselleştirenin hiçbir baskı altında kalmayan kendi benliğinin olması
demektir. Birey ya da insan, doğal ve somut koşullarda varlığını sürdüren bir
kişilik olması nedeniyle, içerisinde yaşadığı koşullarla kuşkusuz bir ilişki,
etkileşim içerisinde olacaktır. Özgürlük açısından önemli olan, bireyin,
sonuçta kendi istenç ve bilinciyle bir özümseme, benimseme ya da
içselleştirmede bulunup bulunmadığıdır.
Bireyin özgür istenç sahibi olması, bir yönüyle genel
olarak tüm eylem ve davranışlarını kendisinin belirlemesini gerektirir. Gerçek
özgürlük durumuna ulaşılabilmesi için, erdemlilik sürecinde bireyin yalnızca
dış koşullara ya da başkalarına karşı özgür olması yeterli gelmez; bunun
sağlanabilmesi için, aynı zamanda kişinin kendi doğal duygulanım ve
tepkilerinin tutsağı olmaktan da kurtulması gerekir. Daha doğrusu kişi dış koşulları
algılama ve değerlendirmesinde kendi doğal yapısının, psikolojik
duygulanımlarının vb. belirleyiciliğini aşabilmelidir.
VII-
İstenç, inanç ve eylem alanlarını içerecek anlamda bir
bütün olarak özgürlüğün en önemli işlevi, evrensel hukuk değerleri ve
ilkelerinin bulgulanması (ortaya çıkarılması), algılanması (kavranıp idrak
edilmesi) ve yaşantılanması (pratiğe aktarılması, uygulanması) sürecinde
kendisini gösterir. Özgürlük, gerçekte bu nedenden ötürü en büyük öneme sahip
bulunmaktadır. Adalet, insan hakları, hukuk devleti, demokrasi vb. evrensel
hukuk değerleri ve ilkelerinin somut içeriksel öğelerinin sağlıklı bir biçimde
bilinmesi ve oluşması için özgür ortamın varlığının bir önkoşul olduğunda hiç
kuşku yoktur. Özgürlüğün değil de baskı ve zorun egemen olduğu bir varoluşsal
ortamda evrensel hukuk değerleri ve ilkelerinin yetkin ve sağlıklı bir biçimde
bulgulanmasına, algılanmasına ve özellikle yaşantılanmasına olanak yoktur.
Böylece, özgürlüğün iki açıdan önem taşımakla bir üstünlük elde ettiği
vurgulanmalıdır: Özgürlük, bir yandan kendisi bir değer olarak önem taşımakta;
diğer yandan ise, hem bir değer olarak kendisinin ve hem de diğer evrensel
hukuk değerleri ve ilkelerinin bulgulanması, algılanması ve yaşantılanması için
bir önkoşul olmakla gerçek önemini göstermektedir. Özgür bir ortam olmadan,
özgürlüğün bile değeri bilinemez.
BİREYSEL
VE TOPLUMSAL VAROLUŞUN İNSANİLEŞTİRİLMESİNİN BİRİCİK YOLU
Prof.
Dr. Ahmet GÜRBÜZ[1]
“Hakikat
ehli insan, ancak kendinde gerçekleştirmiş olduğu şeylerle ferahlar, huzur
bulur. Tıpkı Bestâmî’nin “İsm-i A’zâm nedir?” sorusuna, “O sıdk ve ihlâstır;
sen sıdk ve ihlâs sahibi ol; sonra, istediğin ismi İsm-i A’zâm olarak al”
yanıtında vurgulandığı gibi.” [2]
Ünlü bilge sufi İbn Arabi’nin çok sevgili sufi
Bestami’nin ifadesine katılarak ve dayanarak yaptığı bu açıklama, gerçekte
birey olarak insanın ve toplum olarak insanlığın erdemli ve esenlikli bir
varoluş sergileyebilmesinin temel ve biricik yönteminin izahını barındırmaktadır.
Bu önemli vurgulamada, bireysel ve toplumsal
aydınlanma ve kurtuluşun biricik reçetesi olarak zikredilen “ihlâs” ve “sıdk” temel
kriterlerine kavramsal ve anlamsal olarak biraz yakından bakalım.
A-
Bireysel Aydınlanma ve Kurtuluşun İki Temel Unsuru Olarak “İhlâs” ve “Sıdk”
“İhlâs”
kavramı dini ve ilahi düşünce bağlamında “bireyin Tanrı’ya inanç ve O’nu anmaya
yönelik eylemselliklerde bulunma (iman ve ibadet) konularında içtenlikli,
dürüst, özgür ve nesnel olmasını; toplumsal, ideolojik, çıkarsal, psikolojik
vb. hiçbir neden ve ilintiyi kendisi ile Tanrı arasındaki ilişkiye
bulaştırmamasını” gerekli kılar ve deyimler. Sufilerin,
üzerinde önemle durdukları kavramlardan birisi olan “ihlâs”, insanın, tüm
eylem, davranış ve tutumlarında, maddi hiçbir nedenle hareket etmemesini ve
yalnızca nesnel erdemlilik amaç ve ereğini gütmesini ya da özdeş deyimle
yalnızca Rabbin rıza ve hoşnutluğunu amaç edinmesini anlatır genel olarak. “İhlâs”
kavramı bireyin erdemlilik sürecine, daha doğrusu gerçek anlamda insan olma
yoluna girişinin ilk temel koşulu niteliğinde olması nedeniyle büyük önem ve
değere sahiptir ve bu bağlamda yeterince kavranması, ayırt edilmesi gerekir. Bu
kavramın hakikatte ve yalın/sade bir ifadeyle yalnızca “nedensizlik” anlamına
geldiğini söylemek mümkündür. İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın üç temel buyruğu olan
“iman, ibadet ve adalet” temel ilkeleri bağlamındaki tüm düşünüm, duygulanım,
tutum ve davranışlarında, akla gelebilecek hiçbir neden, amaç ve erekle hareket
ediyor olmamalıdır. Bu nedenler toplumsal, siyasal, ideolojik, çıkarsal,
psikolojik, biyolojik vb. çeşitli alanlardan kaynaklı olabilir. Somutlaştırmak
gerekirse, yoksun durumdaki bir kimseye parasal yardımda bulunarak
yardımseverlik erdemliliğini gerçekleştirmek durumundaki bir kişinin bu
davranışının “ihlâs” temel buyruğunu içermesi için; bu kişinin, sözü edilen
davranışı toplumsal algılamalara ilişkin somut ya da belirgin hiçbir neden,
amaç ve gayeyle yapmamış olması gerekir. Bu, “hiçbir nedene dayalı olmamak”
özelliğini kapsadığında davranış “ihlâs” öğesini içeriyor olma konumuna
ulaşabilecektir ancak. Bu “nedensizlik/amaçsızlık/gayesizlik” özelliğindendir
ki, “Nefs’e
(kişilik) en ağır gelen şeyin ve bu nedenle de dünyada en yüce şeyin ‘ihlâs’ olduğu; çünkü nefs’in (benlik duygusu) onda
payına düşen hiçbir şeyin olmadığı” önemle vurgulanmıştır.[3] “İhlâs”
öylesine önemli ve nazik bir içsel/manevi hakikat değeridir ki, kişinin, kendi
duygulanım ve davranışlarında Tanrısal amaçlılığın / rıza-i İlahinin temel
etken olarak yer aldığını düşünmesi ve buna inanması bile, bunun yani ihlâs
durumunun gerçek bir yetkinlikte oluşmadığını gösterir ve birey bu kez bu yönlü
düşünce ve inancını yok etmeye yönelik uğraş verme durumunda kalabilir.
“İhlâsın” zıddı ve karşıtı “kibr”dir (lekelenme;
heva ve hevesçe kirletilmiştik hali). Kur’an-ı Kerim’de, Allah’ın insan olarak
yarattığı Âdem’e tüm melekler secde ederken, İblis’in, mantıksal çıkarsama
(akıl yürütme / çıkarsamada bulunma / pozitif bilimsel analizde bulunma)
yöntemi doğrultusunda “ben ateşten, Âdem ise topraktan yaratıldı, dolayısıyla
ben ondan üstünüm; benim kuru bir çamurdan yaratılmış olan bir insana secde
etmem mümkün değil” diyerek üstünlük tasladığı ve böylece “kibr” tutumunu
takınmaktan yana tercih yaptığı; bu şekilde “Şeytanlaşan” İblisin, “kendisine
müsaade edilmesi durumunda insanların büyük kısmını kandırıp yoldan
çıkaracağını, bu durumdan ancak ‘ihlâs’ sahibi /samimi olanların kurtulup hariç
kalacağını” söylediğinin anlatılması bu bağlamda büyük bir önem ve değer
taşımaktadır.
Böylece “ihlâs” kavramının “insanın
niyet/kasıt/irade ve içsel tutum olarak manevi/anlamsal öz cevherine sahip
olmayı tercih etmesi” temel özelliği vurgulanmak gerekir.
“Sıdk” kavramı ise “ihlâsın” yani bu içsel ve manevi
temel özün dış dünyaya aks ettirilmesi, özün biçim ve görünürlüğe kavuşması,
iradenin ifadesi ile ilişkili bulunmaktadır. Doğru ve dürüst olmak, içi-dışı
bir olmak; eylem, tutum ve davranışlarımızın, içsel inancımızı, niyetimizi ve
duygularımızı yansıtması gerekliliği; doğallık/tabiilik, içtenlik, baskılama ve
riyadan azade kendiliğindenlik çerçevesinde amel/eylemsellikte bulunmak vb.
gibi temel anlamları barındıran “sıdk” kavramı; insanın, kendisi ve çevresi ile
olan ilişki ve diyalogunun sağlıklı olmasında büyük bir rol ve öneme sahiptir. Günümüz
dünyasının özellikle doğu-İslam coğrafyasındaki toplumlarında yaşayan fertlerin
yaşadığı içsel huzursuzluk ve bu içsel huzursuzluğun çevresel/toplumsal etki ve
yansımalarının temelinde büyük oranda “sıdk” kavramı çevresindeki olumsuzlukların
bulunduğu bile ileri sürülebilir. İçselleştirilmeyen bir davranış biçimine
tutsaklık, kuşkusuz insan kişiliğinde baskılama ve zorlamanın yer edinmesine ve
giderek iç ve dış dünyayı ve onlarla olan ilişki/etkileşimi tahrip edecektir.
B- “İhlâs”
ve “sıdk’ın” Toplumsal Alana İlişkin İfadesi Olarak “Adalet” ve “İrade”
Şimdi de böylece bireysel aydınlanmanın yolunun
biricik iki temel unsuru olduğu belirtilmeye çalışılan “ihlâs” ve “sıdk”
kavramlarının, toplumsal aydınlanmanın yolunun biricik iki temel unsuru
oluşları açısından irdelenmesine geçelim.
Bireysel aydınlanma ve varoluş alanından, toplumsal
aydınlanma ve varoluş alanına geçtiğimizde “ihlâs” ve “sıdk” kavramları,
toplumsal yaşamın doğası gereği bizi “adalet” ve “irade” kavramlarına götürür. “İhlâs” kavramının toplumsal yaşam alanındaki
karşılığını oluşturan “adalet” kavramı, kuşkusuz “evrensel/insani ve nesnel
anlamda hukuk” ve “kadim insanlık kültürünün ürünü olan evrensel hukuk
değerleri ve ilkeleri” yaklaşımını içerir. “Sıdk” kavramının toplumsal yaşam
alanındaki karşılığını oluşturan “irade/istenç” kavramı da, yine kuşkusuz “bireysel
ve toplumsal tercih ve irade, toplumsal uzlaşı, demokrasi, demokratik kültür,
demokratik toplumsal yönetim” vb. temel yaklaşım biçimini kapsar ve içerir. “İhlâs”
nasıl bireysel aydınlanma ve huzurda “temel öz” niteliğini oluşturuyor idiyse;
onun, doğası gereği toplumsal alana uyarlanımda büründüğü kavram olan “adalet”
te, toplumsal aydınlanma ve huzur bağlamında aynı şekilde “temel öz”
mahiyetindedir. Yine bunun gibi, “sıdk” nasıl bireysel aydınlanma ve huzurda
“temel özün ifade ve yansıması” niteliğini oluşturuyor idiyse; “sıdkın”, doğası
gereği toplumsal alana uyarlanımda büründüğü kavram olan “irade” de, toplumsal
aydınlanma ve huzur bağlamında aynı şekilde bu “temel özün ifade edilmesi, dış
dünyaya ve hayata aktarılması” ile ilgili ve bu mahiyettedir.
“İhlâs’ın” toplumsal alana aktarımında karşımıza
çıkan “adalet/hukuk” kavramının temel yapısına ilişkin şu belirlemelerde
bulunulabilir.
Din-i Hanif / İlahi Din /
İslamiyet geleneğinde yer alan üç ana/temel ilke olan iman, ibadet ve adalet değerlerinin
en önemli özelliği, bu vurguların somut ayrıntılandırılmasına ilişkin kesin bir
netliğin, belirlenimin ya da sınırlamanın söz konusu olmayışıdır. Bu çerçevede
üçüncü temel vurgu olan “adalet” ilkesine bakıldığında, “adalet” kavramının
kaynaklarda yalnızca temel bir öz/ruh/inanç/tavır/tutum ve yaklaşım olarak
belirtildiği, adalet değerinin gözetilmesi gereğinin vurgulandığı ve bunun
ayrıntılarının somut biçimlerle sınırlandırılmadığı dikkat çekmektedir. Bu konuda
temel ifadeler olarak kanımızca şunlar belirtilmelidir. Din-i Hanif / İlahi Din / İslamiyet
geleneğinde üçüncü ana değer/ilke olan “adalet/hukuk” kavramı, kadim insanlık
kültürünün içeriği ve ürünü olan ve somut olarak “evrensel/nesnel hukuk
değerleri ve ilkeleri” dediğimiz değersel kazanımları içermekte, yansıtmakta ve
onlarla uyum içinde bulunmaktadır. Kuşkusuz tam bu noktada, günümüz müslümanlarının,
“hukuk ve demokrasiyi yalnızca kendi toplumlarının çıkarı için benimsediklerini”
açıkça ifade etmekten bile kaçınmayan Batılı Utilitarianist/Faydacı mantalite
ve yaklaşımın ayırdında olması gereği hatırlatılmalıdır. Fakat ne var ki
giderek haksızlık ve zulmün pençesine doğru sürükleniyor gibi görünen günümüz
insanlık ve dünyasının tek gerçek ümidi ve kurtarıcısı olabilecek olan, Din-i
Hanif / İlahi Din / İslamiyet geleneğinde yer alan bu temel ve tümüyle
nesnel/objektif adalet vurgusu/söylemi ve pratiğinden başka bir şey değildir ve
olamayacaktır. Dolayısıyla tüm bu hatırlatma ve vurgular bağlamında ve bu
aşamada; “insanlığın hukuku” ile “dini/dinsel hukuk” kavram ve
adlandırmalarının tam da bu noktada çakışmakta ve aynı tarihsel süreci
barındırmakta oldukları ifade edilerek teslim edilmek gerekir. Kadim insanlık
kültürünün temel yaklaşımının bir ifadesi olan “evrensel hukuk değerleri ve ilkeleri”;
insanlığın, iyiniyetli ve başka bir deyimle Din-i Hanif / İlahi Din / İslamiyet
geleneğinde yer alan üç temel değer/buyruktan, toplumsal yaşam alanına ilişkin
olanı olan “adalet” buyruğunun özünün ayrıntılarının ortaya konmasına yönelik
çabaları olarak değerlendirilmek gerekir.
Tüm insanlığa / varlığa /
etik değerlere yönelik bir sevgi ve inanç tutumu olmadan, adalet ya da hukukun
özünün algılanıp kavranması mümkün görünmemektedir. Gerçekten İnananlar
açısından, hukukun en temel ve belirleyici öğesi “adalet” kavramıdır. Hukuk bir
bakıma adalete yönelik bulunan, en son ve nihai amacı adaleti sağlamak olan, idesi
ve ideali adalet olan, bir toplumsal yaşam sistematiği bütünüdür. Hukukun ideal
ya da olması gerekene ilişkin temel öğesi olan “adalet” kavramı ise, bir yandan
böylece hukukun nihai amacı ve ereği olmakla, “hukuksal bir değer” olma
özelliğindeyken; diğer yandan ise, sübjektif (kişisel) “adaletseverlik duygusu”
anlamında, “ahlaksal (etik) değerler” alanına ilişkin bulunmaktadır. “Adaletseverlik,
yardımseverlik, dürüstlük, iyiniyet vb.” ahlaksal değerlerin en temel
özellikleri ise, tüm zaman ve mekân koşullarında tüm insanları kesin olarak
bağlayıcı olmalarıdır. Hangi zaman ve mekânda, hangi koşulda, hangi özellik ve
nitelikte olursa olsun tüm insanlar, ahlaksal değerlerin bağlayıcı buyruklarını
kavramak, içselleştirmek ve yaşantılamak sorumluluğundadırlar.
“Sıdk’ın” toplumsal alana aktarımında
karşımıza çıkan “irade/istenç” kavramı ve bu bağlamda söz konusu olan “bireysel
ve toplumsal tercih ve irade, toplumsal uzlaşı, demokrasi, demokratik kültür,
demokratik toplumsal yönetim” vb. temel yaklaşım biçiminin ayrıntılandırılmasına
ilişkin şu belirlemelerde bulunulabilir.
Din-i Hanif / İlahi Din /
İslamiyet’in anlam bütünselliği açısından bakıldığında da, hiç kuşkusuz
“irade/istenç” kavramının bireyin ve toplumun aydınlanma ve kurtuluşu için
olmazsa olmaz bir anlam ve öneme sahip olduğu söylenebilir. Öyle ki bir birey
olarak insanın dinin temel unsurları olan iman-ibadet-adalet değerleri
çerçevesindeki inanç, tutum ve davranışlarının hakiki anlamda varlık ve
geçerlilik kazanabilmesi “özgür irade” ve “içselleştirilerek tercih edilmiş
olma” koşulunun gerçekleşmiş olmasına bağlıdır. Başka bir ifade ile düşünce,
vicdan ve ifade hürriyetinin tümüyle var ve geçerli olmadığı bir toplumsal
yapıda, gerçek anlamda ahlak/din/değer/maneviyat gerçekleşmesinden/yaşantılanmasından
söz edilemez. Dolayısıyla dayatma/zor/gösteriş/menfaat/korku vb. herhangi bir
“özgür iradeyi zaafa uğratan ya da onu yok eden” içsel ya da dışsal etkenin hâkimiyetindeki
bir “inanma / tapınma / adil olma” bağlamındaki varoluş sergilemesinin hiçbir
ahlaki/dini kıymetinin olamayacağını kavramak ve teslim etmek durumundayız. Bu yüzden İnsani yaşamın, belirlenim/determinizm
karakterine sahip doğal yasaların egemen olduğu ve tüm oluşumun önceden
belirlenmiş ilkeler doğrultusunda gerçekleştiği hayvanlar âlemindeki yaşam
biçiminden farklılaşabilmesi için, bu anlamda bir sübjektivitenin/bireyselliğin
önemsenmesi gerekir. Bireyselliğin varlığından söz edilebilmesi ise inanç, davranış
ve eylemlerde özgün yeğlemelerin (tercih) belirleyici olduğu bir varoluş biçiminin
mevcudiyeti ile mümkün olabilir ancak.
“Sıdk’ın” toplumsal alana aktarımında karşımıza
çıkan “irade/istenç” kavramının çağdaş bir açılımı olarak “demokratik kültür” ya da “demokratik toplumsal
yönetim ilkesi”, kadim insanlık kültürüne uygunluğu nedeniyle günümüz
dünyasında bütün yönetimlerin meşruluklarının bir ölçütü olarak benimsenmek
durumundadır. Baskıcı ve zorba bir yönetim olgusu ve ortamının demokratik
toplumsal kültürün geliştirilmesini olumsuz yönde etkileyeceğinde hiç kuşku
yoktur. Demokratik toplumsal kültürün geliştirilmesi, mutlak anlamda, kuşkusuz
evrensel hukuk değerleri sınırları içinde, özgür bir ortamın varlığı koşuluna
bağlıdır. Özgürlüğün olmadığı yerde zor ve baskı vardır; zor ve baskı ise, insanlık
yaşamını ve gelişimini engellemekten başka bir sonuç veremez.
Özgürlük, benimsenebilir
biricik siyasal bir ilkeyi de ifade eder aynı zamanda. Özgürlüğün olabilirliği,
aynı zamanda hukukla güttüğümüz temel ereği de yansıtmaktadır. Özgürlük, diğer
yandan, bir devlete ‘estetik olma’ niteliğini kazandırır. Estetik devlette ana
ilke, özgürlükle özgürlük vermektir. Özgürlük, aynı zamanda, doğaldır; insanlar
sadece ona sahip olarak değil, bununla birlikte onu koruma duygusuyla doğarlar.
Dolayısıyla bu çerçevede her insanın, ortadan kaldırılamaz bir hakla kendi öz
düşüncesinin efendisi olduğunu; yıkım getirici sonuçlar doğurmadıkça yönetsel
erkin buyrukları doğrultusunda konuşmaya zorlanamayacağını; yönetimin gerçek
ödevinin özgürlük ortamını sağlamak olduğunu kabul ve teslim etmek zorundayız. Özgürlük
ilkesi, başkalarının zorlamalarından korunmayı; her bireyin kendi anladığı
biçimde özgürce mutluluğu arayabilmesini, amaçlarını belirleyebilmesini ve
bunları gerçekleştirmeye girişebilmesini içerir. Doğal olarak kuşkusuz bütün
bunlar, başkalarının özgürlüğünün kısıtlanmasının söz konusu olmaması, evrensel
hukuk ilkelerine uygunluk koşuluyla geçerlidir.
İrade/istenç, inanç ve eylem
alanlarını içerecek anlamda bir bütün olarak özgürlüğün en önemli işlevi,
evrensel hukuk değerleri ve ilkelerinin bulgulanması (ortaya çıkarılması),
algılanması (kavranıp idrak edilmesi) ve yaşantılanması (pratiğe aktarılması,
uygulanması) sürecinde kendisini gösterir. Özgürlük, gerçekte bu nedenden ötürü
en büyük öneme sahip bulunmaktadır. Adalet, insan hakları, hukuk devleti,
demokrasi vb. evrensel hukuk değerleri ve ilkelerinin somut içeriksel
öğelerinin sağlıklı bir biçimde bilinmesi ve oluşması için, özgür bir ortamın
varlığının bir önkoşul olduğunda hiç bir kuşku olamaz. Özgürlüğün değil de
baskının egemen olduğu, baskının izlerinin bile söz konusu olduğu bir
varoluşsal ortamda evrensel hukuk değerleri ve ilkelerinin yetkin ve sağlıklı
bir biçimde bulgulanmasına, algılanmasına ve özellikle yaşantılanmasına olanak
yoktur.
Son olarak “öz’ün ifade
biçimi” olarak nitelendirilebilecek olan “irade”nin, öz ve ruh niteliğindeki “adalet”
tarafından sınırlandırılması konusuna da değinmek gerekir. “Toplumsal iradenin”
belirleyicilik vasfının, “adalet” kavramı ve adaletin ayrıntılandırılması
olarak karşımıza çıkan evrensel hukuk değerleri ve ilkeleri sınırları
içerisinde geçerli olması gerektiği, kabul edilmesi gereken bir değersel
hakikattir.
Hukukun, toplumsal irade ve
gerçekliğe bağlı; toplumsal işlevini görebilmek için toplumun gereksinmelerini
karşılamak ve onun koşullarıyla uyum içinde olmak durumunda olduğunda, adeta
“toplumun doğal salgısı” olduğunda hiçbir kuşku yoktur. Hukuk kurallarının
toplumsal irade ve gerçeklikle uyum içinde olması, aynı zamanda hukukun en son
amacı olan adalet ilkesinin bir gereğidir. Hukukla toplumsal irade ve yapı
arasında uyum olması gereği, adalet ilkesinin içeriğinin somut toplumsal
koşullar çerçevesinde oluşturulması özelliğinden kaynaklanmaktadır. Toplumsal
koşullar ve buna bağlı olarak hukuksal düşünce sürekli bir akış içerisindedir.
Hukuk ta bu bağlamda temelde toplumsal bir olgu olarak, sözü edilen değişim
sürecinin kapsamında yer almaktadır.
Hukukun, içinde bulunduğu
toplumun iradesi ve değer yargılarıyla, nicelik ve nitelik olarak nasıl bir
uyum göstermesi gerektiği konusu önemli bir sorun olarak kendisini
göstermektedir. Bu konuda, hukukun, içinde bulunduğu toplumun tanıdığı değer
sistemiyle uyum içerisinde olması gerektiği düşünülebilir. Bu anlamdaki
toplumsal değer yargılarının, toplumdan topluma ve dönemden döneme değişkenlik
gösterme özelliği de vardır. Ne var ki bu konuda önemli bir sınırın bulunması
gerektiği, hiçbir durumda göz ardı edilmemelidir. Tüm insanlığın üzerinde
uzlaştığı, kadim insanlık kültürünün bir ürünü ve yansıması olan ve ulusal ve
uluslararası temel hukuksal belgelerde yer almış olan evrensel hukuk değerleri
ve ilkelerine açıkça aykırı bir “kültür”, “toplumsal yapı” ya da “toplumsal
iradenin” meşru ve doğru kabul edilerek olduğu gibi hukuksallaştırılması,
toplumsal ve insanî yaşamın öz ruhu mahiyetindeki objektif adalet değerine kesin
bir aykırılık oluşturacaktır.
[1] Hukuk
Felsefesi ve Sosyolojisi Uzmanı, Bingöl Üniversitesi, (İİBF Kamu Yönetimi Bölüm
Başkanı).
[2] İbn
Arabi: Fena Risalesi / Arzuların Tercümanı, çev. Mahmut KANIK, 2002, s. 44. Bu
konuda ayrıca bknz: Ahmet GÜRBÜZ: Zen ve Tasavvuf Işığında Kendini Bilmenin
Yolu, İnsan Yayınları, 2.Baskı, 2010, s. 145 vd.
[3] Bu
konuda ayrıntılı bilgi için bknz: Ahmet GÜRBÜZ: Harabede Define / Tasavvuf
Felsefesinde Temel Vurgular, İnsan Yayınları, 2003.
GÜNÜMÜZ
KÜRESEL TOPLULUK OLGUSU BAĞLAMINDA GELENEKSELLİĞİN VE ULUSALCILIĞIN
SORGULANMASI
Prof.
Dr. Ahmet GÜRBÜZ
I.
Kitle iletişim araçları ve
küreselleşmenin bir sonucu olarak, günümüzde “toplum” kavramı anlamsal olarak
önemli bir değişim yaşamaktadır. ‘Küresel topluluk’ kavramı, giderek ulusalüstü
toplum özelliğini içermektedir. Bu anlamda küresel toplumun ya da “toplumsal
toplulukun” en önemli özelliği olarak, coğrafik ya da politik bir birliğin
varlığının zorunlu olmaması yönünü vurgulamak gerekir.
İletişim ve küreselleşme olguları
aynı zamanda bir toplumsal dönüşüme de yol açmaktadır. Dünyanın değişik
bölgeleri birbirleriyle bağlantı içine çekildikçe, toplumsal dönüşümün etkileri
adeta bütün yerküre yüzeyi boyunca yayılmaktadır. Dolayısıyla günümüz
toplumlarının özelliklerini dile getirirken, bu küresel ya da toplumsal
topluluk gerçekliğinin kendine özgü niteliklerinin ayırt edilmesi gerekir.
Çağdaş yaşam koşullarının ve çağdaş gelişmelerin bir sonucu olarak, dünyanın
çok değişik parçalarında yaşayan insanlar aynı bilgi birikimleriyle donatık bir
durum alabilmekte, aynı değer ya da değer yargılarını paylaşabilmektedirler.
Diğer yandan yine bu çağdaş koşulların ve gelişmelerin bir sonucu olarak,
dünyanın, biçimsel ya da özsel olarak değişik “toplum”larına ait ve değişik
toprak parçalarında yaşayan birey ve topluluklar, herhangi bir toplum ya da
coğrafya parçasındaki gelişmeleri anında öğrenebilmekte ve eylemsel olarak ona
ilişkin bir aktivite içine girebilmektedirler. Bütün bunlar, klasik toplum
tanımlarının günümüz açısından anlamsal bir değişim yaşadığını ve artık küresel
ya da toplumsal bir topluluk gerçekliğinin gündemde olacağını göstermektedir. Diğer
yandan, sözü edilen bu toplumsal yaşamın küreselleşmesi aynı zamanda hiçbir
biçimde tamamlanmış bir süreç olarak algılanmamalıdır. Modern toplumsal yaşamın
düşünümsel yönü, toplumsal uygulamaların, bu uygulamalara ilişkin yeni bilgiler
ışığında sürekli incelenip reforme edildiği ve bunun sonucunda karakterlerini
yapıcı olarak değiştirdikleri gerçeğinden oluşmaktadır.[1]
‘Toplum’ kavramı alanında oluşan
bu anlamsal değişim, insanın bu değişime paralel bir biçimde, evrensel
değerleri ya da en azından evrensel hukuk değerleri ve ilkelerini[2] kavrayabilmesi
için uygun bir ortam yaratmaktadır aynı zamanda. Dostoyevski’nin “her insan
herkes karşısında her şeyden sorumludur” sözü, gün geçtikçe ve özellikle ulus
toplulukları insan topluluğuna biraz daha katıldıkça daha geniş ölçüde doğruluk
kazanmaktadır.[3]
II.
Modernitenin kendine özgü önemli
karakterleri arasında, onun dinamizmini ifade eden toplumsal ilişkileri sürekli
bir biçimde düşünümsel olarak düzenleme özelliğini vurgulamak gerekir. Modern
dünyada iletişimsellik ve küreselleşme olguları, insanlararası ya da toplumsal
ilişkileri sürekli olarak düşünsel bir temelde nesnel sunumlarla değiştirmekte;
yerkürenin tüm parçaları bu değişimden etkilenebilmektedir. Modernliğe geçiş
normatif düzene, başka bir deyimle hukuka öncelik ve üstünlük verilmesi
zorunluluğuna da yol açmıştır aynı zamanda. Bu bağlamda normlar değerler
yoluyla belirli sembolik simgelere bağlanıldığından dolayı, bu bağlantı kültürel
oluşumun toplumsal yapı üzerindeki denetimini temellendirmektedir.[4]
Böylece hukuk, bir anlamda kültürel gerçekliğin yansıttığı temel kavramlar,
daha doğru bir ifadeyle evrensel hukuk değerleri ve ilkeleri doğrultusunda,
onlara ters düşmeyecek bir biçimde oluşma durumunda/zorunluluğunda kalmaktadır.
III.
Günümüz dünyasında kültürel ya da
daha doğru bir ifadeyle yaşam biçimlerine ilişkin farklılıkların giderek
azalmakta ve hatta ortadan kalkmakta olduğu bir realite olarak kendisini
göstermektedir. Bunda, hiç kuşkusuz, kitle iletişim araçları ve küreselleşme
olgusunun olumsuz yönde işlevselleştirilmesinin tek başına çok büyük oranda
etkisi vardır. Günümüz insanlığı, trajik bir biçimde, evrensel hukuk değerleri ve ilkeleri alanında bir
birleşme ve benzeşmeye doğru ilerleme sağlayacağı yerde, günlük yaşam biçimi ve
kültürlerin benzeşmesi ve giderek aynılaşması yönünde bu enerjisini
kullanmaktadır. Bu bağlamda önemle vurgulamak gerekir ki, günümüz dünyasının
asıl olarak ihtiyaç duyduğu bilinç ve kavrayış, evrensel hukuk değerleri ve ilkelerinin, kuşkusuz yalnızca dünyanın belli
kesimleri için değil tüm insanlar ve toplumlar için mutlak bir hak ve
bağlayıcılık olarak kabul edilmesi
gereğinin azimle savunulması hususudur. Dolayısıyla burada nesnel, genel
geçerli ve evrensel olarak tüm birey, toplum ve ülkeleri bağlayıcı olması gerektiği belirtilen değer ve ilkelerin; diğer
(sözgelimi estetik, dinsel, bilimsel, etik vb.) değer ve ilkeler değil, toplumsal
yaşam esenliğine ve dolayısıyla toplumsal hukuk yapılanmalarına ilişkin hukuk değer ve ilkeleri olduğu hususu
önemle kavranmak gerekir. Kuşkusuz tüm değer çeşitlerinde genel doğruluk savı
olmakla birlikte, bunların genel doğruluk ve bağlayıcılıklarının, kendilerine
özgü sübjektif ve bireysel tercihe dayalı özgün anlamları bulunmaktadır.
Hukuktan bahsettiğimizde ise, tüm birey ve toplumların fiili olarak uymakla
yükümlü oldukları bir yaşam düzenlemesi alanından bahsediyoruz demektir. Başka
bir anlatımla, savunulması gereken, tüm insanlığın üzerinde birleşme ve
uzlaşmaları gereken değer ve ilkelerin yalnızca hukuka ilişkin temel ve nesnel hukuk değerleri ve ilkeleri olması
gerektiği hususudur.
IV.
Çağdaş yaşam biçiminin ve
toplumsal yaşam koşullarının anlamsal olarak değişikliğe uğrattığı ve bu bağlamda
sorguladığı önemli olgulardan bazıları ‘geleneksellik’, ‘yöresellik’,
‘ulusalcılık’ gibi kavramlardır. Günümüzde hukuksal antropoloji, kültürel
farklılıkların ötesine geçerek, hukuk alanında insanlığın ortaklaşa paylaştığı
değerleri araştırmaya yönelmekte; tüm pozitif hukuk sistemlerinin
değerlendirilme ölçütünü oluşturabileceği düşünülen ve “insan doğası”, “akıl”
gibi kavramlardan kaynaklanan bir doğal hukuk anlayışının, daha somut bir
ifadeyle evrensel hukuk değerleri ve ilkeleri yaklaşımının tüm insanlığa
uygulanabileceği görüşünü de kapsamaktadır.[5]
Geleneksellik olgusu en çok
buyurganlığı ve dolayısıyla özgür insanî istence dayanmaması nedeniyle evrensel
hukuk değerleri ve ilkelerinin oluşması ve algılanmasına olumsuz yönde etki
etmesi açısından sorgulanmaya açıktır. Geleneğin buyurganlığı sürdükçe buna
paralel olarak, bireylerin her birinin toplu varlığın yapısı içerisinde kısılıp
kalmaları da devam eder. Bu durumda, bireylerin topluluğun dışına çıkarak kendi
başlarına herhangi bir girişimde bulunabilmeleri de söz konusu edilemez. Bu
koşullarda yaşayan birey artık kendi eylemlerinin sahibi değildir ve onun,
başkalarınkinden ayrı, kendine özgü bir kişiliği olamaz. Böylesi bir ortamda,
toplumsal organizmanın tüm üyeleri büyük oranda benzer, giderek özdeş
durumdadır.
Çağdaş toplumsal yaşam
koşullarında, geleneksellik en çok düşünümsellik açısından sorgulanmak
durumundadır: Artık, bir uygulama yalnızca geleneksel olduğu için
onaylanmamakta; geleneğin haklı görülmesi ya da onaylanması, gelenekten
kaynaklanmayan bir bilgi ve değer içeriğinin ışığında yapılmaktadır. Gerçekten
de sözgelimi temel insan hak ve özgürlüklerinin evrensel bağlayıcılığı
karşısında, gelenekselliğin ya da kültürel rölativizmin onaylanabilir bir
alternatif olarak benimsenmesi söz konusu edilemez; temel insan haklarına
karşıt bir gelenek, sadece gelenek olması nedeniyle hoş görülemez. Diğer yandan
bu bağlamda özellikle gelenekselliğin “kötüye kullanılması” durumuna da dikkat
çekmek gerekir: Bir realite olarak bakıldığında, “geleneksel” sav merkezli kimi
söylem ve aktivitelerin, bir kişisel ya da siyasal çıkar aracı olarak
kullanılabildiği de görülebilmektedir.[6]
Ulusalcılığın olumsuz yönlerinin
giderilmesi de, kuşkusuz çağdaş dünyanın en önemli ve güç sorunlarından birisi
olarak kendisini göstermektedir. Teknolojik alanda ileri ülkelerin, istemeleri
durumunda birbirlerini yıkacak başka araçları geliştirebilmeleri olanağının
bulunması gerçeği, sorunu bir bakıma “nükleer silahların denetimi” sorunu
olmaktan çıkarmaktadır. Günümüz dünyasında egemen devlet ve ulusların çoğunun,
ulusalcılığı ve kendi “milli çıkarlarını” hümanizme ve evrensel insanlık
idesine eşit değerde ve hatta ondan daha üstün ve öncelikli gördüğü, trajik bir
realite olarak çağdaş insanlığın önünde durmaktadır. Belli bir ülke ya da
toplumun yurtseverlerinin, öteki ülke ya da toplumların ulusalcılıklarını
kötülerken kendi ulusalcılıklarını yüceltmeleri gerçeği de, ulusalcılığın
doğasının kavranmasını güçleştirmektedir. Ulusalcılığın bu korkunç sonuçlarını
dizginleyebilmek için, hiçbir ayrım yapılmadan tüm insanların değersel olarak
eşit sayılması ve aynı haklara sahip olmaları gerektiğinin samimi ve dürüst bir
biçimde kabul edilmesi ve bu doğrultuda muamelede bulunulması dışında herhangi
bir yol ve yöntem bulunmamaktadır.
KAYNAKÇA
CAN, Cahit
: Hukuk Sosyolojisinin Gelişim Yönü,
Ankara 1996.
GIDDENS,
Anthony : Modernliğin Sonuçları
(çev. Ersin Kuşdil), İstanbul 1994.
GÜRBÜZ, Ahmet
: Hukuk ve Meşruluk / Meşru Hukukun
Temel Unsurları, Yenilenmiş ve Geliştirilmiş 3.Baskı, İstanbul 2013
PARSONS, T. : Societies, Evolutionary and Comparative
Perspective, Prentice-Hall, Englewood Cliffs, 1966.
POUND,
Roscoe : An Introdoction to the
Philosophy of Law, Oxford University Press, Cambridge 1954.
SARTRE,
Jean-Paul : Denemeler (çev.
Sabahattin Eyuboğlu / Vedat Günyol), Say Kitap Pazarlama, İstanbul.
HUKUK BİLİNMEDEN
HAK (TEALA) BİLİNEBİLİR Mİ?
Prof. Dr. Ahmet
GÜRBÜZ
(Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Uzmanı, Bingöl
Üniversitesi İİBF Kamu Yönetimi Bölümü)
I-
Sağlıklı,
özgür ve adil bir toplum ve dünyanın inşasının birincil koşulunun hukukun
varlığına bağlı olduğu gerçeği inkar edilemez. Diğer yandan günümüz özellikle “Müslüman/İslam
ülkeleri ve toplumları” açısından, hukuk-din/İslam
uyuşumu ya da karşıtlığı konusunda ciddi entelektüel ve reel sorunlar
yaşandığı da bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır. Dolayısıyla kanımızca
toplumsal huzur ve erdem açısından hukukun (hukuk inancının) önemi, hukukun
anlam ve niteliğinin neyi ifade ettiği ve özellikle din/İslamiyet inancı
karşısında hukukun nasıl algılanması gerektiği konusunda dürüst bir biçimde
kafa yormanın önemi vurgulanmak gerekir.
II-
Etimolojik
açıdan bakıldığında, bilindiği gibi “hukuk” kelimesi “hak” kelimesinin çoğulu
olarak “haklar” (kişilere/canlılara/topluluklara tanınan davranma/davranılma
imkan ve potansiyelleri) demektir. “Hak” kelimesi ise aynı zamanda “mutlak
hakikatin biricik sahibi” anlamında “Allah’ın bir sıfatı” olarak söz konusudur.
Böylece “Allah’ın bir sıfatı” olarak
“Hak” kelimesi ile “hukuk”un “haklar”ı
arasında anlamsal olarak önemli bir irtibat ve etkileşimin varlığı da burada kendisini
göstermekte ve bu hakikat te bizi hukuku bilmeyen/tanımayan bir insanlık idrakinin
Hak Teâlâ’yı da bilemeyeceği/tanıyamayacağı vurgusuna götürebilmektedir sonuç
olarak.
Tasavvuf
ozanı sevgili Yunus’un “Şeriat tarikat
yoldur varana / Hakikat marifet andan içeru” söylemi ile kastedilen, hukuk
kurallarına bağlılığın (şeriat: yasa, hukuk kuralları) ve erdemsel arınma
ortamlarının (tarikat: yollar, kendini bilmenin yolu) asıl varoluş gayesinin
hakikate ve marifete götürmeleri işlevi olduğunun vurgulanmasıdır. Bu söylemde,
doğal olarak, aynı zamanda hukukun bilinip kabul edilmediği ve uygulanmadığı
bir varoluş biçiminin iyiliğin ve hakikatin mutlak sahibi ve kaynağı olan
Tanrı’ya ve İlahi boyuta götüremeyeceği/ulaştıramayacağı vurgusu da var
bulunmaktadır.
III-
Dinin teorik ve olgusal
kapsamıyla ilgili olarak şunlar söylenebilir: Özellikle tek Tanrı inancı olan
dinlere (din-i hanif) bakıldığında (İslamiyet, Hıristiyanlık, Yahudilik gibi),
teorik olarak ve özü itibariyle bu dinlerin ana vurgusu olarak karşımıza şu
çıkıyor. Gerçekte tüm ilahi dinlerin teorik özü ve ana vurgusu özdeştir ve şu
şekilde dile getirilebilir. Birinci ana vurgu inanca/inanmaya ilişkindir ki
bu, temel olarak Tanrı inancını kapsar. İkinci ana vurgu ‘ibadet’ olarak dile
getirilebilir; buna ‘anış (anma eylemi)’ diyebiliriz. Üçüncü ana vurgu ise,
sosyal ve insani yaşamla ilgili olarak tek kelime ile ‘adalet’ olarak dile
getirilebilir. Bu ana vurgular aynı zamanda ve özellikle, tüm ilahi dinler
arasındaki temel ruhun/esprinin aynı olduğunu göstermesi bakımından
önemlidir.
Diğer yandan, dinin dogmatik
inanışlar üzerine kurulduğu yönündeki klasik felsefi görüşteki durumun aksine;
dinselliğin temelini yansıtan üç ana vurgu bile, özünün ve ayrıntılarının
anlaşılması açısından tartışılmaya, irdelenmeye ve değerlendirilmeye tümüyle
açıktır gerçekte. Bu konuda, anılan üç ana vurgunun İslam dininde daha açık ve
net olarak yer aldığı söylenebilir. Bu çerçevede üçüncü ana vurguya
baktığımızda, ‘adalet’ kavramının kaynaklarda yalnızca temel öz ve espri
olarak yer almış olduğunu; yalnızca, adalet değerinin gözetilmesi gerektiğinin
vurgulandığını ve adalet değerinin,
ayrıntıları itibariyle somut biçimlerle sınırlandırılmadığını yani içinde
bulunulan somut zaman-mekân koşullarının belirleyiciliğine aralanmış bir
kavrayış yaklaşımının sergilendiğini görmekteyiz.
Toplumsal yaşam açısından, adil ve
esenlikli bir dünyanın kurulabilmesi açısından, yaşamın insanîleştirilmesi
açısından, toplumsal ahlak ve hukuk açısından önemli olan, dinselliğin üçüncü
ana vurgusu yani ‘adalet’ değeridir.
IV-
Genel
anlamda meşru (doğru, nesnel ve evrensel olarak geçerli görülebilir) bir hukuk
tanımını şu şekilde yapmak mümkündür. Hukuk, temel gayesi adalet değerini gerçekleştirmek
olan; toplumsal yaşam düzenini sağlamaya yönelik normlar sistematiği demektir.
Bu tanımda hukukun ‘adalet’ ve ‘toplumsallık’ olmak üzere iki temel unsuru yer
almaktadır. Adalet unsuru hukukun amaçsal/asli/etik boyutunu vurgularken;
düzen, norm ve yaptırımı da kapsar anlamda toplumsallık unsuru ise hukukun
araçsal/tali/teknik boyutunu ifade eder. Kuşkusuz toplumsal açıdan hukukun
belirtilen bu iki boyutu birbiriyle etkileşim içindedir ve bütün hukuk normları
hukukun bu iki boyutundan biri bağlamında işlev görür.
Dolayısıyla
hukukun bu iki temel unsuru ayrımı bağlamında, hukuk normları da
amaçsal/asli/etik normlar ve araçsal/tali/teknik normlar biçiminde temel bir
ayrıma tabi tutulabilir. Araçsal/tali/teknik normlar salt olmayan daha göreceli
hedeflere ilişkindirler ve bu tür normlar açısından, ‘olması gereken’
ilkesinden çok, “belirli bir amaca ulaşmak için yapılması zorunlu bulunan”
karakteri geçerlidir. Araçsal/tali/teknik normlar belirli bir değersel amacın
gerçekleştirilmesinde hangi yöntemin izleneceğini göstermesine karşılık, amaçsal/asli/etik
normlar benimsenmesi/izlenmesi gereken değer ve amaçların neler olması
gerektiğini belirleme durumunda olma özelliğine sahiptirler. Herhangi bir
konuda etik bir kuralın varlığı ileri sürüldüğünde, aynı zamanda, tüm
insanların her zaman ve her yerde bu kurala uygun davranması gerektiği de
ileri sürülmüş, dile getirilmiş olur. Etik ilkelerin ve onların
yansımaları/uyarlanmaları olan evrensel hukuk değerleri ve ilkelerinin önemli
bir özeliği, zamana ve mekâna bağlı olmamaları ve bu nedenle de her olay için
geçerli olma niteliğinde olmalarıdır. Uslamlamanın çıkış noktalarını oluşturan
bu temel ilkeler, hukukun yaşamsal ve değişmez temel öğesini
oluşturmaktadırlar.
Dolayısıyla somut bir hukuk
sistematiğinin meşru hukuk niteliğine sahip olup olmadığını sorgularken, bu
hukuk sistematiğinin hukukun adalet unsuruna ilişkin olan amaçsal/asli/etik
normlarını ölçüt almak gerekir. Bu bağlamda konumuza ilişkin önemli sorun,
soyut adalet değerinin somut sistematiğini oluşturan evrensel hukuk değerleri
ve ilkelerinin ve bunlara ilişkin amaçsal/asli/etik normların aynı zamanda
dini/İlahi/İslami temel kabul ile uyum içinde olabileceğinin tespit
edilebilmesi durumudur kanımızca.
V-
İçinde yaşadığımız somut sosyo-kültürel
koşullar bağlamında, toplumu oluşturan birey ve toplulukların hukuku bu anlamda
“meşru/doğru” olarak görmeleri/nitelendirmeleri nasıl sağlanabilir? “İnsanlığın
hukuku” ile “dinsel hukuk” özdeş anlamlı şeyler mi, farklı ya da karşıt şeyler
mi; bunun açıkça anlaşılır kılınması gerekir kanımızca. Bu bağlamda bir yanıt
olarak denebilir ki, dinin üçüncü vurgusu olan ‘adalet’ kavramı, kadim insanlığın
ortak temel kabullerini yansıtan ve somut olarak ‘nesnel ve evrensel hukuk değerleri ve ilkeleri’ dediğimiz değersel
kazanımları ifade eder. Dolayısıyla “insanlığın hukuku” ile “dinî/dinsel hukuk”un
bu noktada çakışmakta olduğu benimsenebilir.
VI-
İnsanlık idraki hukuku
bilmeye/tanımaya/kabullenmeye niçin yanaşmaz?
Bu bağlamda önemli bir neden olarak
dinselliğin ideolojikleştirilmesi olgusunu belirtmek gerekir. Dinselliğin
ideolojikleştirilmesini sonuçlandıran İdeolojik Kişilik yapısıyla, temel
ahlaksal değerlerden birisini oluşturan ‘alçakgönüllülük’ erdeminden yoksun
bulunma arasında yakın bir ilintili ve etkileşim olduğu söylenebilir. Dolayısıyla
İdeolojik Kişilik yapısıyla bağlantılı olmakla birlikte, hukukun
bilinmemesini sonuçlandıran başka önemli bir neden olarak ta kibir/üstünlük
hissi karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda daha da önemli olumsuz dinamikler;
tutku, kin, düşmanlık, kibir, çekememezlik, üstünlük taslama gibi olumsuz
psikolojik duygulanımları yansıtan içsel etkenlerdir. ‘Ben’ duvarı, bazı
durumlarda, ‘kendini üstün tutma, kendini
değerli ve diğer insanları değersiz bulma, kendi egosuna değer yükleme’
biçiminde somutlaşır. Bireyin kendini üstün tutması, kendi benliğini değerli
bulması bazen ‘bilgisiyle övünmek’ ya da ‘bildiğini/inandığını dayatarak
hükmetmek istemek’ biçiminde de yansıyabilir.
“Meşrulaştırma” kavramı daha çok belli
bir siyasal erkin, kendi yönetimine “meşruluk” kazandırmak amacıyla belirli
etkinliklerde bulunması olgusunu ifade eder. Siyasal erki elinde tutanların,
kendi iktidarlarına meşruluk kazandırmak amacıyla başvurdukları önemli
araçlardan birisi dinsellik olgusudur. Dinselliğin meşrulaştırma aracı olarak
kullanılması, dinsellik ile o anda eylemsel olarak var olan belirli bir politik
erk biçiminin ya da ileri sürülen belirli bir politik erk isteminin
meşruluğunun, sözde ussal yollar izlenerek, toplumu oluşturan bireylerin zihninde
yerleştirilmesi amacının güdülmesi biçiminde gerçekleştirilebilir. İnsanlık
tarihi boyunca toplumsal ve politik güç kullanımlarına meşruluk kazandırmak
amacıyla gerçekleştirilen etkinliklerin sağladığı başarılar ve özellikle son
onyıllarda dinselliğin ideolojikleştirilmesi olgusunun da bu amaçla zaman zaman
kullanılmış olması gerçeği dikkat çekicidir. Uygun etki araçları ve metotları
yardımıyla zamanın entelektüel insanlarını bile o ana kadar kendileri için
benimsenmesi olanaksız görüşleri meşru saymak derecesine getirmenin olanaklı
olması gerçeği, dinselliğin ideolojikleştirilmesi olgusunun etkinlik derecesini
kavranır duruma getirmektedir. Bütün bunları insan kişiliğine işlemek, siyasal
erk sahiplerinin ya da bu amacı taşıyanların temel ilkesi olmaktadır.
Diğer
yandan ‘sevgi’ kavramıyla adalet ya da hukukun özünün algılanıp kavranması
arasında, çok önemli ve belirleyici bir ilişki vardır. Bu önemli ve belirleyici
ilişki bilinmeden ve olumlu yönde işlevselleştirilmeden; adaletli ve barışçıl
bir toplumsal yaşam düzenleme ödevindeki hukukun, kendisinden beklenen işlevi
yerine getirmesi olanaksızlaşır. Hukuk’un en temel ve belirleyici öğesi
‘adalet’ kavramıdır. Hukuk bir bakıma ‘adalet’e yönelik bulunan, en son ve
nihai amacı ‘adalet’i sağlamak olan, idesi ve ideali ‘adalet’ olan, bir
toplumsal yaşam sistematiği bütünüdür. Hukukun ideal ya da olması gereken’e
ilişkin temel öğesi olan ‘adalet’ kavramı ise, bir yandan böylece hukukun nihai
amacı ve ereği olmakla, ‘hukuksal bir değer’ olma özelliğindeyken; diğer yandan
ise, sübjektif (kişisel) ‘adaletseverlik duygusu’ anlamında, ‘ahlaksal (etik)
değerler’ alanına ilişkin bulunmaktadır. ‘Adaletseverlik, yardımseverlik,
dürüstlük, iyiniyet vb.’ ahlaksal değerlerin en temel özellikleri ise, tüm
zaman ve mekân koşullarında tüm insanları kesin olarak bağlayıcı olmalarıdır.
Hangi zaman ve mekânda, hangi koşulda, hangi özellik ve nitelikte olursa olsun
tüm insanlar, ahlaksal değerlerin bağlayıcı buyruklarını bilmek, içselleştirmek
ve yaşantılamak sorumluluğundadırlar.
‘Sevgi’
kavramını adalet ya da hukukun özüyle ilintili kılan öğe, bu kavramın da
‘ahlaksal değerler’ alanına ilişkin bir temel değer oluşudur. İbn Arabinin
nitelemesiyle ‘varoluşun özü’
konumunda ve değerinde olan ‘sevgi’ kavramı, her şeyden önce, bireyi gerçek
anlamda var kılan istençlilik/irade, özgürlük ve ahlaksallık alanına ilişkin
bulunmaktadır. Kuşkusuz burada dile getirilen ‘sevgi’, ‘tüm varlığa, değerlere, hakikate yönelik bulunan olumlu duygulanım ve
düşünüm’ anlamında söz konusu edilmektedir: Hiçbir nedene dayalı olmayan,
hiçbir ayrım gözetilmeden tüm insanlar ve varlıklar için geçerli bulunan,
nesnel değerleri ve hakikati benimsemeye hazır konumda olmayı kapsayan bir
olumlu içsellik durumu! Böylece belirtilen anlamıyla ‘sevgi’ özelliğine ve
konumuna sahip olmak, özelde ‘adalet’ olgusundan ve genelde hukuktan beklenen
işlevin gerçekleşebilmesi için, tüm bireyler ve özellikle hukuk ilgilileri
açısından kesin bir gereklilik olarak kendisini göstermektedir.
VII-
Bu konuda önemle yineleyerek vurgulamak
gerekir ki ‘adalet’ kavramı özü itibariyle temel/soyut/ideal/nesnel bir söylem
niteliğini ve görünümünü arz eder. Bu soyut ve asli kavramın içeriksel olarak
ayrıntılarda belirlenmesi, içinde bulunulan somut toplumsal koşullar
doğrultusunda olabilir ancak. Temel hak ve özgürlükler, demokrasi, hukuk
devleti, insan hakları, sosyal adalet, eşitlik, özgürlük vb. biçimindeki somut
içeriklerden oluşan ‘nesnel ve evrensel hukuk değerleri ve ilkeleri’;
insanlığın, iyi niyetle ‘Tanrının adalet
dediği şey’in içeriksel ayrıntılarının zaman ve mekân koşulları
doğrultusunda ortaya konmasına yönelik uğraşılarının sonuçlarının bütününü
yansıtmaktadır gerçekte. Bu noktada “sosyal adalet” kavramının”
maddi” ve “manevi” olmak üzere iki temel boyutunun olduğunu belirtmek gerekir. Sosyal
adaletin maddi anlamdaki boyutu “maddi/ekonomik yaşam alanına ilişkin konularda
haksızlık yapmama / herkesin hakkını kabul ve teslim etmeyi” içerirken; manevi
anlamdaki boyutu ise “manevi/anlamsal/kültürel yaşam alanına ilişkin konularda
haksızlık yapmama / herkesin hakkını kabul ve teslim etmeyi” kapsar.
VIII-
Hukukun temel varoluş gayesi ve nihai amacı
‘adalet’ dışında bir şey değildir ve olamaz; dinin toplumsal yaşamla ilgili
temel vurgusu da adalettir. Dolayısıyla soyut adalet idesinden kaynaklanan
nesnel ve evrensel hukuk değerleri ve ilkelerinin, özünü oluşturduğu bir hukuk
kavrayışının aynı zamanda ‘dinî/dinsel (dinin özüne uygun) hukuk’ olarak
nitelendirilmesi ve değerlendirilmesi kanımızca mümkün olsa gerektir.
Toplumsal
yaşamın adil ve esenlikli bir karaktere kavuşturulması, kuşkusuz, aynı zamanda
Hakk’a ve Hakk’ın yoluna ulaşabilmenin temel bir önkoşulu da olan ve nesnel/evrensel
temel hukuk değerlerini barındıran bir hukuk yaklaşımı ve anlayışının bir bütün
olarak benimsenmesi, içselleştirilmesi ve işlevselleştirilip egemen
kılınmasıyla mümkün olabilir ancak.
İDEAL/TEORİK DİN VE REEL/OLGUSAL DİN
AYRIMININ ANLAMI ve ÖNEMİ
Prof. Dr. Ahmet
GÜRBÜZ
(Hukuk Felsefesi
ve Sosyolojisi Uzmanı, Bingöl Üniversitesi Öğretim Üyesi)
Din iki türlüdür. Biri, Allah
katında ve Allah’ın bildirdiği kimse ile o kimsenin bildirdiği kimseler
nazarında malum olan, öteki de, halk nazarında bilinen dindir (İbn Arabi).[1]
İdeal/teorik
din ve reel/olgusal din ayrımının anlam ve öneminin kavranıp teslim edilmesi
kanımızca günümüz ‘islam coğrafyasının’ içinde bulunduğu trajik durumun analizi
açısından büyük ehemmiyet arz etmektedir. Günümüz islam coğrafyası aydınlarının
sözü edilen bu ayrımın kavranması açısından problematik bir konumda
bulundukları maalesef bir realite olarak kendisini göstermektedir. Toplumumuz
aydınları ya dinin özünü/esasını kavramadan reel toplumsal din algısına tutsak
olmuş ya da toplumsal reel din algısının olumsuzluğu karşısında, ‘ideal/öz/asıl
dinsel içerikleri’ de bunun içine katarak tümüyle dinsellik karşıtlığı konumuna
düşmüş/düşürülmüşlerdir. Böylece İbn Arabi’nin ifadesiyle ‘Tanrının bildirdiği
din ile halkça bilinen din’ ayrımını kavramadan dinsellik bağlamında takınılan
bu iki uç yaklaşım, aydınların toplumsal dinsel algının ıslahı çerçevesinde
toplumu olumlu yönde dönüştürme açısından olumlu değil olumsuz rol oynamasına
sebebiyet vermiştir. Kuşkusuz ‘islam toplumlarının’ ‘muasır medeniyetler
seviyesine’ yükselmesini ve adil/insancıl/uygar bir yaşam sürmesini istemeyen
küresel egemen emperyalist odakların, toplumsal dinsel algının olumlu yönde
dönüşümünü sağlayacak mutedil/makul/makbul aydın kesiminin oluşumunu engelleme
yönündeki derin çabalarının bunda katkısı büyük olmuştur.
A-
İdeal/Teorik
Dinselliğin Temel Vurguları
Hakikatte
tüm ilahi dinlerin (din-i hanif / dosdoğru, saf ve duru din) teorik özü ve ana
vurgusu özdeştir ve şu şekilde dile getirilebilir. Birinci ana vurgu
inanca/inanmaya ilişkindir ki bu, temel olarak Tanrı inancını kapsar. İkinci
ana vurgu ‘ibadet’ olarak dile getirilebilir; buna ‘anış (anma eylemi)’
diyebiliriz. Üçüncü ana vurgu ise,
sosyal ve insani yaşamla ilgili olarak tek kelime ile ‘adalet’ olarak dile
getirilebilir. Bu ana vurgular aynı zamanda ve özellikle, tüm ilahi dinler
arasındaki temel ruhun/esprinin aynı olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.
Bu konuda, anılan üç ana vurgunun İslam dininde daha açık ve net olarak yer
aldığı söylenebilir. İslam dininin kaynaklarına bakıldığında, tüm İlahi
dinlerin bu üç ana vurgu üzerinde temellendiği hususunu ayrımsamak mümkündür.
İlk iki vurgu (inanma ve tapınma) birey-Tanrı arasındaki ilişkiyi
yansıtmaktayken, üçüncü vurgu (adalet buyruğu) bir yandan birey-Tanrı
ilişkisini, diğer yandan da birey-yaşam (hukuk) ilişkisini yansıtır.
Diğer
yandan dinselliğin temelini yansıtan üç ana vurgu, özünün ve ayrıntılarının
kavranması açısından sorgulanmaya, tartışılmaya, irdelenmeye ve
değerlendirilmeye tümüyle açıktır ve içinde bulunulan içsel ve dışsal koşullara
göre tezahür etmeye uygun esnek bir temel yapıya sahip olma özelliğindedir
gerçekte. İnanmaya ve iman etmeye ilişkin temel inanç konularının içeriği
açısından bile, ayrıntılı, mahdut ve tartışılamaz bir söylemle karşı karşıya
değilizdir. İkinci ana vurgu bağlamında, ‘ibadet (anma eylemi)’ ayrıntılı ve
mahdut içerik olarak ortaya konmamış, adeta somut değerlendirmelere aralanmış
kapılar bırakılmıştır. Yine bu çerçevede üçüncü ana vurguya baktığımızda,
‘adalet’ kavramının kaynaklarda yalnızca temel öz ve espri olarak yer almış
olduğunu; yalnızca, adalet değerinin gözetilmesi gerektiğinin vurgulandığını ve
adalet değerinin, ayrıntıları itibariyle somut biçimlerle sınırlandırılmadığını
yani içinde bulunulan somut zaman-mekân koşullarının belirleyiciliğine
aralanmış bir kavrayış yaklaşımının sergilendiğini görmekteyiz.
Bu
bağlamda konunun ayrıntılarına girmeden, kesin bir ifade olarak denebilir ki,
din/islamiyetin maddi yaşam (“dünya hayatı”) açısından belirleyici olan en
temel kriteri “adalet” kavramına/adaleti gözetmeye ilişkindir. Din/islamiyetin
insanın başkalarıyla ve çevresiyle olan ilişkileri açısından, toplumsal yaşam
açısından, insancıl ve esenlikli bir dünyanın kurulabilmesi açısından,
toplumsal ahlak ve hukuk açısından belirleyici olması gerektiğini vurguladığı
en temel değer, ilke ve ölçüt “adalet”tir. Din/islamiyetin diğer iki temel
vurgusu olan inanç ve ibadet boyutları daha çok birey olarak insan ile Tanrı
arasında yaşantılanırken; “adalet” vurgusu ise, hem bir birey olarak insan ile
Tanrı ve hem de somut toplumsal yaşamla/“diğer insanlarla” ilgili ve geçerli olarak
söz konusu bulunmaktadır.
B-
İdealiteden
Realiteye İdeolojik Dönüşüm
Doğal
olarak ne yazık ki tüm bu belirtilenler teori, ideal hakikat ve öz itibariyle
böyledir yalnızca. Reel/olgusal dinsellik açısından bakıldığında ise, bu ana
vurgularla uyum sağlamayan ve bunlarla çatışan somut algı ve pratik
realiteleriyle karşılaştığımızı görmekteyiz. Din hakikati, insanlık tarihinde
toplumsal ve siyasal iktidarlar tarafından ayrıntılarda başkalaştırılmış ve
kendi devamlılıklarının sağlanması için bir araç olarak kullanılabilmiştir.
Dinin temel özü ve ruhu görmezden gelinmiş, yok sayılmış ve bu suretle dinsel
içerikler, ayrıntıları bağlamında saptırılarak değişim ve dönüşüme
uğratılmıştır. Adeta dine karşı din konumlandırmak suretiyle dinsel içerikler
ideolojikleştirilmiş; bu haliyle çarpıtılmış ve özünden tecrit edilmiş reel
din, bir sosyo-politik egemenlik kurma aracı/enstrümanı haline
büründürülmüştür. Bu noktada, dinin ideolojiye dönüştürülmesinin; öz ruhundan
uzaklaştırılarak çarpıtılıp başkalaştırılan dinsel içeriklerin ya da bu
içeriklerin ayrıntılandırılmalarının egemen güçlerce ya da egemenlik kurmak
isteyen odaklarca sosyo-politik hâkimiyet kurma aracı/enstrümanı haline
indirgenip dönüştürülmesi biçiminde gerçekleştiği, önemli bir husus olarak
dikkat çekmektedir.
Doğu-İslam
dünyasının özellikle son yüzyıllardaki trajik halinin gerçek temel nedenleri
üzerine yoğunlaştığımızda, bu bağlamdaki temel faktörlerden birisinin,
ideal/teorik dinsellik ile reel/olgusal dinsellik arasındaki uyuşmazlık ve
çatışkıya ilişkin olduğunu görüp teslim etmek durumundayız. Denilebilir ki
doğu-islam dünyasının içinde bulunduğu olumsuzluğun temel nedenlerinden birisi,
en azından “din” ile ilgilidir; dinin ideolojileştirilmesi, ideolojik bir
niteliğe ve işlevselliğe büründürülmesidir. Hakikatte bireysel ve toplumsal
kurtuluş/esenlik vesilesi olması gereken din ve dinsellik; temel öz, anlam ve
ruh itibariyle yok edilerek, zulmün, haksızlığın, sömürünün, zulme ve sömürüye
karşı sessiz kalmanın vb. bir aracı haline getirilmiştir. Gerçekten de doğu-islam
toplumlarının entelektüel yapılanmalarında dinin/islamiyetin bir “ideoloji” ve
dindar/müslümanın da bir “ideolog / ideolojik insan” tiplemesine
dönüştürülmesi, dinin özünden ve bu bağlamda adalet değerinden uzaklaşılmasına,
dinsel algının bir çıkar/iktidar/şiddet/çatışma aracı haline dönüştürülmesine
ve en son tahlilde de günümüzde içinde bulunulan trajik/dramatik realitenin
gerçekleşmesine yol açmıştır.
C- Olumsuz Realite Kıskacından
Kurtulmanın Biricik Yolu
“Hakikat ehli
insan, ancak kendinde gerçekleştirmiş olduğu şeylerle ferahlar, huzur bulur.
Tıpkı Bestâmî’nin “İsm-i A’zâm nedir?” sorusuna, “O sıdk ve ihlâstır; sen sıdk
ve ihlâs sahibi ol; sonra, istediğin ismi İsm-i A’zâm olarak al” yanıtında
vurgulandığı gibi.” [2]
Ünlü
bilge sufi İbn Arabi’nin çok sevgili sufi Bestami’nin ifadesine katılarak ve
dayanarak yaptığı bu açıklama, gerçekte birey olarak insanın ve toplum olarak
insanlığın erdemli ve esenlikli bir varoluş sergileyebilmesinin temel ve
biricik yönteminin izahını barındırmaktadır. Bu önemli vurgulamada bireysel ve
toplumsal aydınlanma ve kurtuluşun biricik reçetesi olarak zikredilen “ihlâs”
ve “sıdk” kavramlarının doğru bir biçimde anlaşılıp kavranması kanımızca bu
bağlamda büyük önem arz etmektedir.
“İhlâs” kavramı dini ve ilahi düşünce
bağlamında “bireyin Tanrı’ya inanç ve O’nu anmaya yönelik eylemselliklerde
bulunma (iman ve ibadet) konularında içtenlikli, dürüst, özgür ve nesnel
olmasını; toplumsal, ideolojik, çıkarsal, psikolojik vb. hiçbir neden ve
ilintiyi kendisi ile Tanrı arasındaki ilişkiye bulaştırmamasını” gerekli kılar
ve deyimler. Sufilerin, üzerinde önemle durdukları kavramlardan
birisi olan “ihlâs”, insanın, tüm eylem, davranış ve tutumlarında, maddi hiçbir
nedenle hareket etmemesini ve yalnızca nesnel erdemlilik amaç ve ereğini
gütmesini ya da özdeş deyimle yalnızca Rabbin rıza ve hoşnutluğunu amaç
edinmesini anlatır genel olarak. “İhlâs” kavramı bireyin erdemlilik sürecine,
daha doğrusu gerçek anlamda insan olma yoluna girişinin ilk temel koşulu
niteliğinde olması nedeniyle büyük önem ve değere sahiptir ve bu bağlamda
yeterince kavranması, ayırt edilmesi gerekir. Bu kavramın hakikatte ve
yalın/sade bir ifadeyle yalnızca “nedensizlik” anlamına geldiğini söylemek
mümkündür. Bu, “hiçbir nedene dayalı olmamak” özelliğini kapsadığında davranış
“ihlâs” öğesini içeriyor olma konumuna ulaşabilecektir ancak. Bu
“nedensizlik/amaçsızlık/gayesizlik” özelliğindendir ki, “Nefs’e
(kişilik) en ağır gelen şeyin ve bu nedenle de dünyada en yüce şeyin ‘ihlâs’
olduğu; çünkü nefs’in (benlik duygusu) onda payına düşen hiçbir şeyin
olmadığı” önemle vurgulanmıştır.[3]
“
“İhlâsın” zıddı ve karşıtı “kibr”dir
(lekelenme; heva ve hevesçe kirletilmiştik hali). Kur’an-ı Kerim’de, Allah’ın
insan olarak yarattığı Âdem’e tüm melekler secde ederken, İblis’in, mantıksal
çıkarsama (akıl yürütme / çıkarsamada bulunma / pozitif bilimsel analizde
bulunma) yöntemi doğrultusunda “ben ateşten, Âdem ise topraktan yaratıldı, dolayısıyla
ben ondan üstünüm; benim kuru bir çamurdan yaratılmış olan bir insana secde
etmem mümkün değil” diyerek üstünlük tasladığı ve böylece “kibr” tutumunu
takınmaktan yana tercih yaptığı; bu şekilde “Şeytanlaşan” İblisin, “kendisine
müsaade edilmesi durumunda insanların büyük kısmını kandırıp yoldan
çıkaracağını, bu durumdan ancak ‘ihlâs’ sahibi /samimi olanların kurtulup hariç
kalacağını” söylediğinin anlatılması[4] bu
bağlamda büyük bir önem ve değer taşımaktadır.
“Sıdk”
kavramı ise “ihlâsın” yani bu içsel ve manevi temel özün dış dünyaya aks
ettirilmesi, özün biçim ve görünürlüğe kavuşması, iradenin ifadesi ile ilişkili
bulunmaktadır. Doğru ve dürüst olmak, içi-dışı bir olmak; eylem, tutum ve
davranışlarımızın, içsel inancımızı, niyetimizi ve duygularımızı yansıtması
gerekliliği; doğallık/tabiilik, içtenlik, baskılama ve riyadan azade
kendiliğindenlik çerçevesinde amel/eylemsellikte bulunmak vb. gibi temel
anlamları barındıran “sıdk” kavramı; insanın, kendisi ve çevresi ile olan
ilişki ve diyalogunun sağlıklı olmasında büyük bir rol ve öneme sahiptir.
Günümüz dünyasının özellikle doğu-İslam coğrafyasındaki toplumlarında yaşayan
fertlerin yaşadığı içsel huzursuzluk ve bu içsel huzursuzluğun
çevresel/toplumsal etki ve yansımalarının temelinde büyük oranda “sıdk” kavramı
çevresindeki olumsuzlukların bulunduğu bile ileri sürülebilir.
İçselleştirilmeyen bir davranış biçimine tutsaklık, kuşkusuz insan kişiliğinde
baskılama ve zorlamanın yer edinmesine ve giderek iç ve dış dünyayı ve onlarla
olan ilişki/etkileşimi tahrip edecektir.
Bireysel
aydınlanma ve varoluş alanından, toplumsal aydınlanma ve varoluş alanına
geçtiğimizde “ihlâs” ve “sıdk” kavramları, toplumsal yaşamın doğası gereği bizi
“adalet” ve “irade” kavramlarına götürür.
“İhlâs” kavramının toplumsal yaşam alanındaki karşılığını oluşturan
“adalet” kavramı, kuşkusuz “evrensel/insani ve nesnel anlamda hukuk” ve “kadim
insanlık kültürünün ürünü olan evrensel hukuk değerleri ve ilkeleri”
yaklaşımını içerir. “Sıdk” kavramının toplumsal yaşam alanındaki karşılığını
oluşturan “irade/istenç” kavramı da, yine kuşkusuz “bireysel ve toplumsal
tercih ve irade, toplumsal uzlaşı, demokrasi, demokratik kültür, demokratik
toplumsal yönetim” vb. temel yaklaşım biçimini kapsar ve içerir. “İhlâs” nasıl
bireysel aydınlanma ve huzurda “temel öz” niteliğini oluşturuyor idiyse; onun,
doğası gereği toplumsal alana uyarlanımda büründüğü kavram olan “adalet” te,
toplumsal aydınlanma ve huzur bağlamında aynı şekilde “temel öz” mahiyetindedir.
Yine bunun gibi, “sıdk” nasıl bireysel aydınlanma ve huzurda “temel özün ifade
ve yansıması” niteliğini oluşturuyor idiyse; “sıdkın”, doğası gereği toplumsal
alana uyarlanımda büründüğü kavram olan “irade” de, toplumsal aydınlanma ve
huzur bağlamında aynı şekilde bu “temel özün ifade edilmesi, dış dünyaya ve
hayata aktarılması” ile ilgili ve bu mahiyettedir.
Din-i Hanif /
İlahi Din / İslamiyet’in anlam bütünselliği açısından bakıldığında da, hiç kuşkusuz
“irade/istenç” kavramının bireyin ve toplumun aydınlanma ve kurtuluşu için
olmazsa olmaz bir anlam ve öneme sahip olduğu söylenebilir. Öyle ki bir birey
olarak insanın dinin temel unsurları olan iman-ibadet-adalet değerleri
çerçevesindeki inanç, tutum ve davranışlarının hakiki anlamda varlık ve geçerlilik
kazanabilmesi “özgür irade” ve “içselleştirilerek tercih edilmiş olma”
koşulunun gerçekleşmiş olmasına bağlıdır. Başka bir ifade ile düşünce, vicdan
ve ifade hürriyetinin tümüyle var ve geçerli olmadığı bir toplumsal yapıda,
gerçek anlamda ahlak/din/değer/maneviyat gerçekleşmesinden/yaşantılanmasından
söz edilemez. Dolayısıyla dayatma/zor/gösteriş/menfaat/korku vb. herhangi bir
“özgür iradeyi zaafa uğratan ya da onu yok eden” içsel ya da dışsal etkenin hâkimiyetindeki
bir “inanma / tapınma / adil olma” bağlamındaki varoluş sergilemesinin hiçbir
ahlaki/dini kıymetinin olamayacağını kavramak ve teslim etmek
durumundayız. Bu yüzden İnsani yaşamın,
belirlenim/determinizm karakterine sahip doğal yasaların egemen olduğu ve tüm
oluşumun önceden belirlenmiş ilkeler doğrultusunda gerçekleştiği doğa
alanındaki yaşam biçiminden farklılaşabilmesi için, bu anlamda bir
sübjektivitenin/bireyselliğin önemsenmesi gerekir. Bireyselliğin varlığından
söz edilebilmesi ise inanç, davranış ve eylemlerde özgün yeğlemelerin (tercih)
belirleyici olduğu bir varoluş biçiminin mevcudiyeti ile mümkün olabilir ancak.
[1]
Muhyiddin-i Arabi: Fususül-Hikem (Çev. M. Nuri GENCOSMAN), İstanbul Kitabevi,
Beşinci Baskı, İstanbul 1981, s. 64.
[2] İbn
Arabi: Fena Risalesi / Arzuların Tercümanı, (Çev. Mahmut KANIK), 2002, s. 44.
Bu konuda ayrıca bknz: Ahmet GÜRBÜZ: Zen ve Tasavvuf Işığında Kendini Bilmenin
Yolu, 3.Baskı, 2014, s. 145 vd.
[3] Bu
konuda ayrıntılı bilgi için bknz: Ahmet GÜRBÜZ: Harabede Define / Tasavvuf
Felsefesinde Temel Vurgular, Gözden Geçirilmiş ve Yenilenmiş İkinci Baskı,
İstanbul 2013, s. 177-185.
[4] Bknz:
Kur’an, 15/28-42, 7/11-17.
KAYNAK: (Bilge
Adamlar Dergisi, Yıl: 15, Sayı: 44, İlkbahar 2017, s. 10-13)
İNSAN HAKLARININ FİLOZOFİK TEMELLERİ
Prof. Dr. Ahmet GÜRBÜZ
Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk
Felsefesi ve Sosyolojisi Anabilim Dalı
I- GİRİŞ
Felsefe/filozofi,
varlığın sorgulanmasının insani ve objektif yönteminin adıdır. Daha geniş ve
genel olarak kabul edilen bir anlatımla felsefe; fiziksel ya da fizikötesi
varlığın tümel olarak ne olduğunun (ontoloji/varlık kuramı), ona ilişkin
bilginin (epistemoloji/bilgi kuramı) ve nesnelliğinin yani genel geçerliliğinin
(aksiyoloji/değer kuramı) sorgulanıp açıklığa kavuşturulması ve yaşamsal olarak
işlevselleştirilmesi yönünde insani bir çaba içerisinde bulunulmasını ifade
eder. ‘İnsan Haklarının Filozofik Temelleri’ de, bu anlatıma paralel olarak,
insan haklarının ne olduğunun, ne anlama geldiğinin, temelindeki bilinç ve
inancın, nesnel ve genel geçerli evrensel bir dayanağı bulunup bulunmadığının kritik
edilerek açığa kavuşturulmasını kapsar. Bu çerçevede konuya ilişkin temel
kavramların açımlanması, insan hakları yaklaşımına ilişkin kadim insanlık inancının
tesbit edilip vurgulanması ve son olarak insan hakları anlayışını olumlu ve
olumsuz yönde etkileyen faktörlere değinilmesi gerekir.
II- ETİMOLOJİK AÇILIM: ‘İNSAN’, ‘HAK’ VE
‘İNSAN HAKLARI’ KAVRAMLARI ÜZERİNE
A- İNSAN
İnsanlık
ve felsefe tarihinde “insan” kavramı üzerine çok şey söylenmiştir; onun
‘toplumsal’ yönüne işaret edildiği gibi, bazen de ‘düşünen’, ‘başkaldıran’ vb.
bir varlık olduğu hususlarına dikkat çekilmiştir. ‘Bilmek’ ya da kadim söylemle
‘kendini bilmek’, bu bağlamda ‘insan’ın en önemli ve değerli varoluş
nedeni/amacı olarak sunulabilir. Kendini bilmeyen ya da bilinmeyen bir varlık,
varlık kavramının özüne yabancı kalır.[1]
“Kendini bil” buyruğu bir anlamda tüm insanlık idesinin, günümüz uygarlığının
ve evrensel hukuk değerlerinin en temel ayırt edici özelliğini ve dayanağını
oluşturmaktadır.[2]
İnsan olmak; insanın ‘bildiği’ değersel hakikate, nesnel etik kabule karşıt türden
bir realiteye “hayır” diyebilmeyi[3]
gerektirir. Buddha, nesneleri seyretmenin güzel ama nesneleşmenin korkunç bir şey
olduğunu söylerken; Platon, nesnelerin özlerini görmek için ideleri seyretmenin
ve ruhun kendisini duyu verilerinden çevirmesi, kendisine dönmesi gerektiğini
anlatırken; Husserl de, ideler bilgisinde “fenomenolojik reduksiyon”la, yani
nesnelerin rastlantıya bağlı yanını silmek ya da ayraç içine almakla ancak
gerçekliğin ortaya çıkarılabileceğini savunurken hep aynı şeyi vurgulamak
istiyorlardı. Yine bu çerçevede, S. Freud’un, insanı “itkilerini bastıran” bir
varlık olarak görmesini de, insanın, ancak böyle bir varlık olduğundan dolayı
algı dünyasının dışında ve üstünde bir düşünce dünyası kurabildiği biçiminde
değerlendirmek gerekir.[4]
Reel insanlık tarihi yine bizzat insanlar tarafından yapılmıştır ve bu nedenle
insanlar, Marks’ın deyimiyle, kendi dramlarının aktörleri ve otoriteleri olarak
nitelendirilebilirler.[5]
Max Scheler’in deyimiyle de, insan, dünyada ve kendisinde oluşum içinde bulunan
ideler düzeninin birlikte biçimlendiricisi, birlikte yapıcısı, birlikte
gerçekleştiricisidir; insan, karar verme varlığıdır.[6]
Kadim ve çağdaş felsefede, dış dünya karşısında “insan” kişiliğinin üstünlüğü
böylece ortaya konmuş bulunmaktadır.[7]
İnsan
yapısına ontolojik/varlıkbilimsel açıdan bakıldığında, insanın ‘bedensel’,
psikolojik’ ve ‘tinsel’ olmak üzere üç temel karakteristik özelliğe sahip
olduğu gözlemlenebilir. ‘Bedensellik’ yani maddi anlamda bir fiziksel yapıya
sahip olmak ya da nedensellik yasası çerçevesinde işleyen psikolojik/ruhsal
yapı, insanı diğer canlıların tümünden ayırt etmek için yeterli bir kriter
işlevi görememektedir. İnsan varlığını diğer tüm varlıklardan ayırt edebilen kriter,
onun özgün olarak taşıdığı ‘tinsellik’ boyutu ve kabiliyetidir. ‘Tinsellik’
(anlamsallık/maneviyat) kavramı, insanın, varlığı ve olayları anlamlandırabilme
ve değerlendirebilme potansiyelini deyimlemektedir. İnsan bu boyutu ve
potansiyeli aracılığıyla, kendisinden başka hiçbir canlının yapamadığı şeyi
yapabilir; nedensellik yasasının hükümranlığını aşabilir, ‘iyi’ ya da ‘kötü’
bir varlık olmayı ‘hak edebilir’. İnsan yine bu boyutu ve potansiyeli sayesinde
‘hak’ kavramını, adalet ve hukuk kültürünü içselleştirip toplumsal yaşamda
yaygınlaştırmak için çaba harcayabilir.
B- HAK
‘Hak’ kavramı, insanla ve insanın ‘olması
gereken’i içselleştirmesini deyimleyen ’istenç’ ve ‘inanç’la birlikte, taşıdığı
anlama kavuşmuştur. ‘Haklar’ terimi, genel olarak kişinin yararına uygun olarak
özgürce davranma özerkliğine sahip olduğu alanı deyimler.[8]
İnsan olarak bizler, kendi özgür irademizle inandığımız için, bunun bir gereği
olarak ‘hak’ kavramını tanıyıp kabullenmekte ve bu doğrultuda davranışlarda
bulunmayı tercih etmekteyiz. Özelde insan varlığının genelde tüm varlığın sahip
olduğu en değerli yeteneğin ‘istenç’ (irade) olduğu söylenebilir. Adaletin ya
da aynı anlamı taşıyan ‘haksızlık yapmama gereği inancı’nın temeli olan
ahlaksal anlayışımızı, sahip olduğumuz bu en değerli yeteneğimiz olan
istencimiz aracılığıyla oluşturabilmekteyiz. Ahlak bilimi/etik ve nesnel
ahlaksal anlayışımızın bir gereği olarak söz konusu olan adalet ilkesi ile
özgürlük ve özgür istenç arasında, çatışkı değil aksine bir uyum ve özdeşlik
var bulunmaktadır. ‘Hak’ kavramı insan düşüncesi ve eylem yapısında aranır. Bu
bir anlamda öznelliği yansıtmakla birlikte, bu öznellik; eğer yaygın bir
biçimde paylaşılıyorsa ya da evrenselse, bu durumda kişisel olmayan nesnel bir
konuma sahip olacaktır. ‘Hak’ ve ‘adalet’ kavramlarının istemlerini kendi
ussallığımız ve irademiz ölçüsünde algılar ve bu paralelde, sözü edilen
istemlere bağlı kalırız. Bu durumda, hak ve adaletin istemleri dışsal
sınırlandırmalar olmayacak; ilke olarak, bu istemlere muhatap olan kişilerce
benimsenecek ve işlenip geliştirilecektir. Bu anlamda benimsenen hak ve adalet
bağlamındaki ilkeler, özdayatımlı ilkeler olduklarından dolayı, bunların
getirdiği sınırlandırmalar da özsınırlandırmalardır ve bu nedenle özgürlüğün
ürünleridirler.[9]
‘Hak’ kavramının ve bu kavramın çoğulu olan ‘hukuk’ (haklar) kavramının alanı
genel olarak tinsel bir alandır; bu zemin üzerinde onun öz temeli, devinim
noktası özgür istençtir; öyle ki, özgür istenç, hukukun tözünü ve yazgısını
oluşturur; hukuk sistemi, gerçekleşmiş özgürlük evrenidir, ikinci bir doğa
durumunda oluşturulmuş yeni bir dünyadır adeta.[10]
Hak ve adaletin insanlarca gerçekleştirilebilmesi için, insanın doğa ve toplum
karşısında özgür ve bağımsız bir konumda bulunması zorunludur. Hak ve adalete
dayalı daha iyi bir dünyanın umut edilmesi, ancak bu dış dünyanın olaylarından
ayrı bir içsel ve tinsel dünyanın algılanmasıyla sınırlı olarak olanaklıdır.[11]
Temel
hak ve özgürlüklerde deyimlenen, insanın varoluşuyla birlikte sahip olduğu
insan hakları; ihlal edilemez ve devredilemez değerler olup, tüm uygar
toplulukların ve insanlık toplumunun, barışın, esenliğin ve adaletin dinamiğini
oluşturan temel doğal öğelerdir. İnsan onuru, belirli temel doğal haklar
aracılığıyla garanti edilir. Bu temel doğal hakların başlıcaları; insan
kişiliğinin gelişimi hakkı, yaşam hakkı, insan bedeninin dokunulmazlığı, inanç
ve vicdan özgürlüğü, düşünce özgürlüğü vb. haklardır. İnsan onurunu garanti
eden bu temel hakların amacı, insanın devlet, toplum ya da ekonomik olgular
gibi güçlerin basit bir objesi durumuna gelmesine engel olmaktır. İlke olarak,
hakların sayısı sınırsızdır. Bu çerçevede önem arz eden bir husus; entelektüel
haklar, bireysel varlığını koruma ve kollama hakkı, toplumsallıktan kaynaklanan
sivil haklar vb. bütün hakların, sözü edilen bu doğal haklara dayanmış olma özelliğine
sahip olmasıdır.[12]
Bu birey haklarının tarihsel kökenleri bir yana, bu hakların formülasyonu
modern bir olaydır ve bir yandan ortaçağın toplum düzenine bir tepki olarak,
diğer yandan ise mutlak devlet anlayışına karşı bir güvence olarak
geliştirilmiştir.
C- İNSAN HAKLARI
Evrensel
hukuk değerlerinin önemli bir somut içeriğini oluşturan insan hakları konusu
ile ilgili olarak, kuşkusuz, insanlık tarihi teorik söylem ve pratik uygulanım
örnek ve çabalarıyla donatıktır. Böyle bir ilgi kendi başına önemlidir;
giderek, insan hakları anlayışlarının ön koşullarındandır; ancak, bu ilgi
‘insan hakları olgusu’ ile özdeşleştirilmemelidir.[13]
Bu konuda reel olarak teslim edilmesi gereken gerçek, insan hakları ve bu
bağlamdaki ilkelerin, olgusal ve kuramsal olarak, onsekizinci yüzyılın
sonlarında ve ondokuzuncu yüzyılın başlarında Batı düşüncesi çerçevesinde sistematize
edilip ortaya çıktıklarıdır.[14]
Bu bağlamda, eski yunan ve stoacı filozofların adalet ve eşitlik ilke ve
değerlerini vurgulamalarının önemi özellikle belirtilmelidir.[15]
Bununla birlikte şu vurgu da yapılmalıdır ki, bir düşünce ve teorik yaklaşım
olarak insan hakları kuramı, tüm insanlığın ortak bir değeridir ve bu açıdan
insan hakları yaklaşımının tümüyle batı uygarlığının bir ürünü olduğunu ileri
sürmek doğru olmaz. “İnsan haklarının bir Batı buluşu olmadığı” savı, Batılı
olmayan çevrelerde insan haklarına ilişkin çağdaş tartışmaların ortak bir zemini
olma özelliğini oluşturabilmektedir. Bu çerçevede, “bütün toplumların insan
hakları düşüncesine sahip oldukları; ayrı kültürlere özgü ve değişik tarih
dönemlerindeki bütün toplumların, insan hakları anlayışları sergiledikleri;
giderek, ‘insan hakları’ kavramının izinin insan türünün başlangıcında
bulunabileceği ve günümüzdeki bütün kuramların insan haklarına bağlı oldukları
vb.” ileri sürülebilmektedir. Bu savlara, kuşkusuz, ‘insan hakları’ kavramının
‘insan onuru’ anlamına indirgenmesi durumunda bir yerindelik payı verilebilirse
de, bu konuda önemli olan; tarihsel açıdan özgül olmalarına karşın insan
haklarının asıl olarak günümüzde büyük oranda ve neredeyse evrensel bir onay
görmüş olmasının ve çağdaş toplumsal yaşam koşullarının insan hakları düşünce
ve pratiğine yaygın bir uygulanabilirlik sağlayabilme özelliğinde olduğunun
anlaşılması hususudur.[16]
Bir
yandan insan haklarının nesnelliği etik olarak söz konusuyken, diğer yandan bunlar
ideal standartlar olarak en azından söylemsel açıdan evrensel onay
görmektedirler. Bütün devletler uluslararası insan hakları normlarını
benimsediklerini ilan etmekte; insan haklarının ihlal edildiği suçlaması,
uluslararası ilişkiler alanında yapılabilecek en güçlü ve etkili suçlamalar arasında
yer almaktadır. Dünya devletlerinin büyük çoğunluğu, uluslararası insan hakları
sözleşmelerine katılarak bu hakların gereklerini yerine getirmeye yönelik
uluslararası hukuksal yükümlülükler altına girmişlerdir; geri kalan devletler
ise ya bu sözleşmeleri imzalamış ama henüz onaylamamış, ya da bunları
benimsediğini ve bunların içeriğine bağlı olduğunu açıklamıştır. Bütün bunlar,
insan haklarının uluslararası normatif evrenselliğini göstermekte ve
yansıtmaktadır. Bu uluslararası ahlaksal ve normatif evrenselliğin yanında;
tarihsel özgüllüğüne karşın, dünyanın hemen her yerinde kendini gösteren benzer
toplumsal değişmeler nedeniyle, günümüzde insan hakları evrenselliğe yakın bir
uygulanabilirlik kazanmıştır.[17]
Olgusal olarak insan haklarının sözde ve uygulamada görünen bu etkinliğinin
yanında; insan hakları tüm toplumlara ve yönetimlere, gereksel olarak bir ödev
ve yükümlülük de yüklemektedir: Bütün uluslar, tekil ve/veya birlikte olarak,
insan hakları ihlallerine karşı güvenceleri güçlendirmek için daha çok çaba
göstermelidirler.[18]
‘İnsan hakları’ kavramına ilişkin olarak şu
önemli belirlemeler yapılabilir:[19]
İlk olarak, ‘insan’ kavramı insan hakları için savaşımdan soyutlanamaz. İkinci
olarak, ‘insan hakları’ kavramı devinimli bir niteliğe sahiptir. Üçüncü olarak,
‘insanlık’ kavramının olgunlaşması kesintisiz değildir. Ve son olarak, ideal tavırları ve gelişmeleri
parçalayan geri dönüşler, ne kadar uzun zamanlı ve güçlü olsalar da, onların
yani insan haklarının kaçınılmaz pekişmesine engel olamaz ve ‘olması gereken’
bilincini geri çeviremezler. Böylece ‘insan hakları’, bir yandan ide diğer
yanda da gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır; ide ve gerçeklik, ikisi birden
insanlı dünyayı kurarlar: İdeyle sınırlı kalmak toplumsallaşmaktan, toplumsal
gerçeklik içinde sürüklenmek ise ide’yi anlayıp değerlendirebilme olanağından yoksun
kalmayı sonuçlar. Önemli olan hem geçitleri kurmak yani bu ikisi arasındaki
bağı ayrımsayıp algılamak, ve sonra da üzerinden karşıya geçmek yani bunların
üstüne çıkabilmeyi başarmaktadır.[20]
III- KADİM İNSANLIK İDESİ ÇERÇEVESİNDE
İNSAN HAKLARI İNANCININ ÖZÜ
Öyle davran ki, senin istencinin maksimi
her zaman genel bir yasa koymanın ilkesi olarak geçerlik kazanabilsin (İmmanuel
Kant). [21]
Vera’dan (kötü’den sakınma, titizlik)
kolayı ne; vicdanında iz bırakan şeyi terk et, olur biter (S. Sevri).[22]
İnsanlık
tarihinin ortak ve kadim ( köklü anlamda yerleşik ve genel kabul gören)
insanlık idesinde ‘insan hakları’ anlayışının temelini, ‘hak ve adalet’in
olumlu ve değerli, ‘haksızlık ve adaletsizliğin’ ise olumsuz ve değersiz
görülmesi öz inancının oluşturduğu genel olarak söylenebilir. “Sana
davranılmasını istediğin biçimde sen de başkalarına davranmalısın” ya da “sana
yapılmasını istemediğin şeyi sen de başkalarına yapmamalısın” biçimindeki
benzer anlamları içeren değişik biçimli ve anlamsal olarak özdeş ya da benzer
tümceler, bir tek tümceyle, kadim insanlık idesi açısından doğru olanın ve
erdemin öz içeriğini yansıtmaktadır.
Bu
içerikteki bir yöntem, etik değerlerin genel geçerlilik ve bağlayıcılığının ya
da objektivitesinin olumlu yönde temellendirilmesinin fenomenolojik yöntemle
yapılmasıyla uyum göstermektedir. Başka bir ifade ile insan; bir varlık, nesne
ya da olayı ‘iyi’ ya da ‘kötü’, ‘haklı’ ya da ‘haksız’, ‘güzel’ ya da ‘çirkin’ diye
değerlendirirken, bu değerlendirmenin özündeki ve temelindeki ‘olması gereken’
kriterini ve inancını yalnızca tekil olarak kendisi için geçerli görmemekte,
kendisinin yerinde kim bulunursa bulunsun aynı değerlendirme özünün onun için
de geçerli ve söz konusu olduğunu düşünmekte; bir diğer deyimleme ile
‘nesnelleştirme’de bulunmaktadır. İşte değerlendirmelerin yöntemini oluşturan
bu ‘nesnelleştirme’ olayı, bir bakıma kadim insanlık idesinin genel olarak
erdemlilik ve özel olarak ta insan hakları inancı ve yaklaşımının özünü ve
temelini oluşturmaktadır.
‘Nesnelleştirme’nin nedeni, kuşkusuz, insan
varlığının diğer canlılardan farklı olarak sahip olduğu ‘tinsellik’ boyutundan
başka bir şey değildir. ‘Tinsellik’ (anlamsallık/maneviyat), insanın varlık ve olayları
ve onların oluş biçimlerini anlamlandırma, benimseme/benimsememe tavrını
gösterme, değerlendirme kabiliyetini ifade eder. İnsanın, ancak kendisi
aracılığıyla gerçekliği yani ‘olan’ı eleştirip onun karşısına ‘olması gereken’i
koyabildiği tinsellik tüm insan varlığında var ve özdeş olduğundan dolayı, tüm
insanlar için özdeş değerlerin geçerli olacağı söylenebilir. Her insanın
bireysel kişiliği kökünü doğrudan doğruya tinsellikte bulduğu için, her insanın
kendi metafizik gerçeğini bulabileceği yöntemin kesin ve genel geçer olduğu
ileri sürülebilir.[23]
Bir
davranış, eylem ya da tutumun erdemli olup olmadığı ne ile belirlenecektir;
erdemli eylem gerçekleştirmek isteyen kişi, neyin erdemli olduğunu nasıl
bilecektir? Bu ağır ve zor sorunun yanıtı, bir açıdan bakılınca, çok sade ve
basit olarak karşımızda duruyor olabilir: Bu yanıt, erdemliliğin ölçütünün
insan doğasında ya da içselliğinde barınık olduğunun başka bir anlatımla ifade
edilmesini yansıtmaktadır. İyilik yapmak amaç ve niyetini temelli bir biçimde taşıyor
olan birey, gerekli düşünsel uğraşı ve çabayı gösterirse, neyin ‘iyilik’
olduğunu kendi özgür içselliğinde bulgulayabilecektir. Bu ‘vicdan ve içsellik’
özelliğindeki erdemlilik ölçütü, kuşkusuz,
‘bilgi ve bilim temeline oturma kesin koşulunu içeriyor olmak’la söz
konusu olabilecektir. Bilgi ve bilime karşıt bir insan ‘vicdanı’ ya da
‘içselliği’nin erdemliliğin ölçütü olan ilke ve davranış biçimlerini bulgulayıp
kavraması elbette olanaksız kalacaktır. Bu konuda objektif ölçüt, kuşkusuz,
çağdaş insanlık idesi düzleminde genel kabul görmüş ilkelerdir. Yapılması
gereken ise, sözü edilen bu ilkelerin anlaşılıp yaygınlaşmasını sağlayacak
demokratik ve özgür bilinçlenme sürecinin ve ortamının sağlanmasına
çalışılmasıdır.
Diğer
yandan, genel geçerli ve bağlayıcı olması gerekenin, toplumsal yaşamı ve
toplumu ilgilendiren hukuksal değerlerle sınırlı olduğu hususu göz ardı
edilmemelidir. Bu konuda çağdaş insanlık hukukunun kazanımlarını yansıtan ve
temel hak ve özgürlükler, hukuk devleti, demokrasi, toplumsal adalet, özgürlük,
eşitlik gibi temel ilkeleri içeren ‘evrensel hukuksal değerler’,[24]
insanlık idesinin ‘geniş anlamda insan hakları’ inancının çağdaş ürünlerini
yansıtmakta ve çağdaş dünyaya önemli bir ‘olanaklılık durumu’ sunmaktadır.
IV- İNSAN HAKLARI ANLAYIŞININ
YERLEŞMESİNİN OLUMLU ETKENLERİ
A- İNANÇ
Özgür
bir istence ve bu özgür istenç temelinde ‘inanmak’ kabiliyetine sahip olmak,
bütün evren içerisinde yalnızca insanlar için söz konusu olan bir farklılıktır.
Sadece insan kendi kendisini aşabilir; bir merkezden, sanki kendisi zaman-uzay
dünyasının ötesindeymiş gibi, her şeyi, bu arada kendisini de, bilgisinin
nesnesi olarak algılayabilir. Böylece insan, kendisine ve dünyaya üstün olan
bir varlık olarak karşımıza çıkmaktadır.[25] İnsanlık, bir bütün olarak doğada etik
değerin görünüm kazanmasıdır. Bütün bunlar insan yaşamının olağanüstü
önemliliğini vurgulamaktadır; çünkü insan, görüngüleri ve evrimi etik anlamda
değerlendirme yeteneğine sahip tek varlıktır.[26]
İnsan
haklarının kaynağı insanın ahlaksal doğasıdır; bunun ise bilimsel olarak
araştırılan gereksinmelere dayanan “insan doğası” ile ilişkisi çok azdır. İnsan
haklarına, yaşam için değil fakat onurlu bir yaşam için “gereksinme” duyulur.
Uluslararası insan hakları sözleşmelerinde belirtildiği gibi, insan hakları
“insan kişisinin özündeki onur”dan kaynaklanır. İnsan hakları ihlalleri, bir
kimsenin ‘insanlığını’ yadsırlar, yoksa kişinin gereksinmelerini karşılamasını
her zaman engellemezler.[27]
İnsan haklarına, bir insana özgü ‘değerli’ bir yaşam için “gereksinme” duyulur;
insan haklarına temel oluşturan insan ‘doğa’sı, ahlaksal bir postula, insan
olarak varolabilmeye ilişkin ahlaksal bir inançtır.
Diğer
yandan, gerçek özgürlüğün filozofik bağlamda etik değerlere inanmakla ancak
elde edilebileceği de vurgulanmalıdır: Özgürlük insanın kendisine uyması,
dışsal etkenlere bağımlılıktan kurtulmasıdır; “kendisi” ise, ancak onun tinsel
yanı ve bu tinsel yanından kök salan özgür inanması olabilir. İnsan Hakları
inancının kavranıp içselleştirilmesinin gerçeklik kazanabilmesi için,
öncelikle, temel etik değerlere ilişkin olumlu bir kabulün ve inancın bulunması
gerekir. Bu bağlamdaki kabul ve inancın mevcudiyeti ise, hiç kuşkusuz, içinde
bulunulan koşullar ve ortam nasıl olursa olsun, sonuç olarak ilgili bireyin bizzat
kendisinin özgür istencine bağlıdır. Koşullar ne kadar olumlu olursa olsun, bu
durum, ilgili bireyin etik değerlere inanması sonucunu kendiliğinden
yaratmayacaktır. Bu konuda yapılabilecek tek şey, toplumsal ve bireysel
bilinçlenme sürecinde ya da eğitim ve öğrenimde bu çerçevedeki bilgi verilerine
ve donanımına sahip olunmasının sağlanması yönünde bitmez tükenmez bir çaba
içerisinde olunmasıdır.
B- SEVGİ
Sevgi varoluşun özüdür (İbn Arabi) .[28]
İnsan
hakları inancının kavranıp içselleştirilmesinin sağlanabilmesi, temelde, sevgi
tözünün benliğimizde yer edinmesiyle olanaklı hale gelebilir ancak. Sevgi’ye
ilişkin en kapsamlı yaklaşım, büyük sufi düşünür İbn Arabi’nin açıklamalarında
yer alan “varoluşun özü” nitelendirmesinde saklıdır. Bu anlatımda, varoluş,
özsel olarak sevgi’ye bağıntılandırılmış bulunmaktadır. Tüm varlığın, bu
bağlamda “büyük insan evren”in ve “küçük evren insan”ın varlığının temel nedeni
ve özü, sevgi’de barınmaktadır. ‘Evrenin anlamlı varlığı’ olma potansiyeline
sahip insanın özgün ve özgür bir bireysellik sahibi olması yani gerçek anlamda
varolması; onun, sevgiyi bulgulaması, algılaması ve yaşantılamasıyla
olanaklıdır. Sevgi ile tanışmadan, onu ayrımsamadan, duyumsamadan ve yaşantıya
aktarmadan ‘olup-biten bir ömrün’ hiçbir anlamı ve gerçek varlığı söz konusu
olamaz.
“Sevgi”,
yalnızca özel ya da kişisel bir ilişki biçimi olarak anlaşılmaktan
kurtarılmalıdır öncelikle. Duyumsadığımızı yalnızca belirli bir kişiye, nesneye
ya da varlığa karşı duyumsuyorsak; yalnızca annemiz, çocuğumuz, toplumumuz,
grubumuz, vatanımız vb. için ‘iyiliğini istemek, kendilerine karşı hoşgörülü ve
iyiniyetli olmak’ erdemliliklerini gösteriyorsak, bu durum, kelimenin gerçek
anlamıyla ‘doğal (doğada süregelen)’ bir bencillik duygulanımı olmaktan öte
hiçbir anlam ve değere sahip değildir. Başka bir anlatımla, ‘doğamız gereği’
yaşadığımız duygulanım ve yaşantı biçimlerimizi “sevgi” kavramını kılıf yaparak
sunmaya hakkımız olmamalıdır. İnsanlar ‘doğal’ bir varlık olarak ‘doğaları
gereği’ annelerine, çocuklarına, eşlerine, vatanlarına vb. karşı olumlu bir
duygulanım taşırlar. Bu ‘doğal’ olduğu gibi yadsınacak bir durum da değildir
kuşkusuz. Oysa sevgi’nin bizden beklediği bunun ötesinde bir şeydir; tüm
varlığa yönelik bulunmalıdır. Sevginin önemli özelliklerinden birisi, böylece,
yalnızca belirli bir nesne, kişi, grup vb. için söz konusu olmaması gereğidir.
Sevginin belirli bir nesnesi olsa da, bu nesne ile sınırlı kalınamaz; ya da en
azından, sevgi, yöneldiği nesne açısından kişisel olamaz. Sevgiyi yaşayan
kuşkusuz kişidir, yani bireydir; ama bireyin duyumsadığı, yaşadığı bu şey
yalnızca belirli bir kişi, nesne ya da grup için söz konusu olmakla
kalmamalıdır. Bu niteliğiyle sevgi, sufilerin[29]
benzetmesiyle, toprak ya da yağmur gibidir; ona yalnızca belirli kişilerin dokunabilmesi
ya da onun yalnızca belirli alanlara yağması düşünülemez; o, herkes ve her şey
için var olmak durumundadır.
Bunun
gibi, sevginin temel bir öğesi de, herhangi bir karşılık beklentisine ya da
sahip olma arzusuna dayandırılmaması gereğidir. Sevgi, herhangi bir nedene
dayalı olamaz. Karşılık beklentisi, sahip olma arzusu, doğal istek ve arzuların
doyurulması; kişisel çıkar, ün ve iktidar sağlama isteği, belli bir ideolojik
ya da dinsel. gurubun egemenlik alanının çoğaltılması amacı vb. tüm bunlar, sonunda
birer materyal (maddi) ‘neden’ olmaktan öte bir şey değildir. Kuşkusuz burada
‘neden’ ile anlatılmak istenen, ‘doğamız gereği’ bize hükmetme eğiliminde olan
duygulanım ve düşüncelerimizdir. Bu anlamda ‘nedensiz olmak’ sevginin önemli
bir özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu
aşamada artık sevginin gerçekte ve özünde bir ‘içsel tutum’ olarak anlaşılması
gerektiği söylenebilir. Sevgi, belirli bir nedene dayalı ve yalnızca belirli
bir kişi ya da nesne için söz konusu olarak değil; bunun ötesinde, ‘sürekli,
nesnel ve soyut bir içsel tutum’ olarak anlaşılmalıdır: Varoluşumuzun özünü
oluşturan, hiçbir maddi ya da doğal nedene dayanmayan ve tüm varlığa, insanlığa
karşı duyumsadığımız, sergilediğimiz bir içsel tutum; bizi tüm bu neden’lerin
üstünde ve dışında tutan, karşısında öznelliğin ve kişiselliğin silindiği bir
içsel tutum! Öyle bir içsel tutum ki, sürekli olarak aklımızda ve kalbimizde
egemenlik kurmakta; algılamalarımızı, değerlendirmelerimizi ve
duygulanımlarımızı belirlemekte; bizi sürekli bir biçimde yenilemekte ve
yaşarken oluşturmaktadır. Bu sönmez içsel devinim, bizi, kendi aracılığıyla
nedensellik dünyasının üstüne çıkarmakta, kişilik sahibi özgür varlıklar
kılmaktadır. Sevginin bu denli aydınlatılma ve vurgulanma durumunda oluşu,
özellikle günümüz dünyası ve insanlığı için geçerlidir. Çağımız insanlığınca
“övülen (en çok sözü edilen) ama yaşantılanamayan”[30]
sevgi; gerçek ve özü açısından kavranmak, duyumsanmak ve eylemselliğe
aktarılmak durumundadır.
‘Sevgi’ kavramıyla insan haklarının özünü
oluşturan ‘hak’ ve ‘adalet’ kavramları arasında çok önemli ve belirleyici bir
ilişki vardır. Bu önemli ve belirleyici ilişki bilinmeden ve olumlu yönde
işlevselleştirilmeden; adaletli ve barışçıl bir toplumsal yaşam düzenleme
ödevindeki hukukun, kendisinden beklenen işlevi yerine getirmesi
olanaksızlaşır. Hukuk’un en temel ve belirleyici öğesi ‘adalet’ kavramıdır.
Hukuk bir bakıma ‘adalet’e yönelik bulunan, en son ve nihai amacı ‘adalet’i
sağlamak olan, idesi ve ideali ‘adalet’ olan, bir toplumsal yaşam sistematiği
bütünüdür. Hukukun ideal ya da olması gerekene ilişkin temel öğesi olan
‘adalet’ kavramı ise, bir yandan böylece hukukun nihai amacı ve ereği olmakla,
‘hukuksal bir değer’ olma özelliğindeyken; diğer yandan ise, subjektif (kişisel)
‘adaletseverlik duygusu’ anlamında, ‘ahlaksal (etik) değerler’ alanına ilişkin
bulunmaktadır. ‘Adaletseverlik, yardımseverlik, dürüstlük, iyiniyet vb.’
ahlaksal değerlerin en temel özellikleri ise, tüm zaman ve mekan koşullarında
tüm insanları kesin olarak bağlayıcı olmalarıdır. Hangi zaman ve mekanda, hangi
koşulda, hangi özellik ve nitelikte olursa olsun tüm insanlar, ahlaksal
değerlerin bağlayıcı buyruklarını bilmek, içselleştirmek ve yaşantılamak
sorumluluğundadırlar. İşte ‘sevgi’ kavramını adalet ya da hukukun etik değer
özüyle ilintili kılan husus, bu kavramın da ‘ahlaksal değerler’ alanına ilişkin
bir temel değer oluşudur. ‘Sevgi’ kavramı, her şeyden önce, bireyi gerçek
anlamda var kılan istençlilik, özgürlük ve ahlaksallık alanına ilişkin bulunmaktadır.
C- BAĞIMSIZ KİŞİLİK YA DA NESNEL
DAVRANIŞ İLKESİ
İnsan
hakları anlayışının bireysel, toplumsal ve yönetimsel olarak geliştirilip
yaygınlaştırılması, bir açıdan, toplumu oluşturan bireylerin bir şahsiyet
olarak bağımsız kişilik ya da nesnel davranış anlayışına sahip olma durumlarına
bağlı bulunmaktadır. Bağımsız kişilik ya da nesnel davranış karakterine sahip
olmak ise, ‘erdem’ kavramının doğru bir biçimde anlaşılıp kavranmasını
gerektirir.
Etik
değerlerin özünü teşkil eden ‘erdem’ kavramına ve ona inanca ilişkin olarak şu
önemli belirlemelerde bulunulabilir: Bir davranış, tutum ya da eylemin
‘erdemli’ diye nitelendirilebilmesi için; yapılan ‘iyilik’in hiçbir dinsel,
etnik, ideolojik, biyolojik vb. ayrım yapılmadan ve tüm insanların eşit olarak
değerlendirilmesi temelinde gerçekleştirilmiş olması gerekir. ‘İyi davranış’
yalnızca belirli nitelik ya da statüde olan kimseler için gerçekleştiriliyor ve
diğer insanlar bundan yoksun bırakılıyorsa, bu davranışın ‘iyi’liğinden söz
etmek sadece kendimizi kandırmak anlamına gelir. Böylesi bir ayrımcılık
‘iyilik’ yapılmak durumunda olan kimselerin nitelik ve statülerine ilişkin
olabileceği gibi; bu konuda daha da önemli ve üstesinden gelmenin zor olduğu
bir durum da, ‘iyilik’ yapma konumundaki bireyin psikolojik, duygulanımsal,
kişilik yapısına (kin, kıskançlık, gurur vb.) ilişkin olanı’dır. Ayrımcılık
hiçbir biçimde söz konusu olmamalıdır; içsel yapıda da, dış koşullarla ilgili
durumlar konusunda da tam bir önyargısızlık, tarafsızlık ve nesnellik egemen olmalıdır.
Zaman ve mekan koşullarına ilişkin faktörler, erdemli insanın erdemlilik
kişiliğinde hiçbir sınırlama, sapma, engelleme oluşturamamalıdır; erdemlilik
‘her zaman ve koşulda sergilenebiliyor’ olmalıdır.
Erdemli
davranışın bunun dışında da önemli, temel öğeleri bulunmaktadır: Erdemli
davranışın önemli ve onsuz olmaz bir öğesi, eylemin başkalarının
değerlendirmeleri ölçüt alınarak gerçekleştiriliyor olmamasıdır. Eğer bir
‘iyilik’, diğer kimselerce ‘iyi bir insan’ olarak nitelendirilmek amacı ve arzusuyla
yapılıyorsa ya da ‘iyi bir insan’ olmanın psikolojik doyumuna ulaşılmak için
gerçekleştiriliyorsa, kuşkusuz, bu eylemselliğe ‘erdemlilik’ vasfı verilemez.
Erdemli davranış, başkalarının bilmezliğine karşın; dahası, bunu yapan kişinin
kendisinin bile ‘yaptığı iyiliği unutmak’ durumunu kapsamak üzere var
olmalıdır. Erdemli davranışın önemli bir temel öğesi de, karşılık beklentisine
dayalı olmaması gereğidir. Kendisine iyilik yapılan birisinden iyilik beklemek,
yapılan ‘iyiliğin’ özden yoksun olduğunun açık bir göstergesidir. Özellikle
toplumsal yaşam ilişkilerindeki dürüstlüğü, içtenliği ve özgürlüğü engellemek
açısından, bu sözü edilen ‘karşılık beklentisi durumu’na vurgu yapmak gerekir.
Kendilerine ‘iyilik’ yaptığımızı düşündüğümüz kimselerin bu iyiliğe karşılık
vermelerini beklemekle, bir bakıma onları istenç dışı, dürüst olmayan, yapmacık
davranış ve tutumlara zorlamış olmaktayız.
D- DEMOKRATİK TOPLUMSAL YÖNETİM
İnsan
hakları anlayışının yerleşebilmesi, bir açıdan da, demokratik bir yönetim olgusunun
sürekli bir biçimde varlığını gerekli kılmaktadır. Evrensel hukuksal değerlerin
önemli bir içeriksel öğesini oluşturan demokrasi, günümüz dünyasında bütün
yönetimlerin meşruluklarının bir ölçütü olarak benimsenmektedir. Demokrasi
halkın egemenliğini deyimler ve bu nedenle pozitif politik özgürlüğü içerir;
bir demokrasinin, tüm yurttaşlarının karar süreçlerine katılmasına olanak
tanıyan ve bunu sağlayan kurumlarla işlemesi demokratik politikanın özünü
oluşturur. Demokrasi anlayışı, çağımızın, damgasını taşıdığı ana
karakterlerinin başında gelir; öyle ki, demokrasiye temelde ters düşen
ideolojiler bile, bu kimlikleriyle ortaya çıkamamakta, gerçek demokrasiyi
kendilerinin gerçekleştirdiklerini ileri sürmekten bile geri kalmamaktadırlar.
Bu nedenle, tüm olumsuz gelişmelerin önüne geçmek için, demokrasi düşüncesinin
temel ve onsuz olmaz ilkelerini vurgulamak gerekir.
Demokratik
bir politikayı oluşturan temel ilkeler olarak şunlar vurgulanabilir:[31]
İlk olarak, her yurttaşın kişisel özgürlüğü ve her ulusun bağımsızlığı bizim
eylemimize bağlıymış gibi davranmak; bu, aynı zamanda özgürlüğün ahlaksal
maksimini ve politik ilkesini deyimler. İkinci olarak, tek bir yurttaş ya da
ulus örneğinde bile uyulmasını istediğimiz politik kurallar, ulusal ve
uluslararası yasalar doğrultusunda hareket etmek; bu da, politik adaletin
ahlaksal maksimini ve politik ilkesini deyimler. Üçüncü olarak, bütün politik
ilişkilerde bütün insanların politik kararlar alabilecek yetenekte olduğunu
düşünüp, önerilerimizde planlarımızı açık tartışmaya sunmak ve tartışmanın
sonucuna göre davranmak; bu kural, eşitliğin ahlaksal maksimini ve politik
ilkesini deyimler. Dördüncü olarak, özgürlük, adalet ve eşitlik maksimleriyle
çatışma olmaksızın karşılanabilecek bütün insan gereksinmelerini tanımak; bu,
adaletli olmanın ahlaksal maksimini ve politik ilkesini deyimler. Son olarak,
bütün ilişkilerde, diğer maksimlerle çelişmeksizin, en ağır acıları yaşayan
sınıf, grup ve ulusları desteklemek; bu ise, hakkaniyetin politik ilkesi ve
ahlaksal maksimini deyimler. Vurgulanan bu ilkeler, demokratik politikanın
evrensel politik ilkeleri olarak benimsenmelidir. Bu maksimler doğrultusunda,
demokratik politikanın temel yasasını şu biçimde formüle etmek olanaklıdır:
Özgür ve us sahibi tüm insanların eylemimizin politik ilkelerini onaylamasına
olanak tanıyan bir biçimde davranmalıyız. Bu temel yasa; bir genel uzlaşıyı,
bütün politik kararlarda gerçekleşmesi söz konusu olan bir uzlaşıyı değil, ama
bu kararların politik ilkelerinde söz konusu olan bir uzlaşıyı olanaklılaştırır.[32]
‘Demokrasi’ kavramının geçirdiği tarihsel değişiklikler ve değişik kullanımlar
bir yana bırakılacak olursa, bu kavramın; genel olarak, siyasal erkin halk
desteğine dayanmasını garanti edecek bir dizi kurumun varlığını, hukuksal
sistemin yürütme erkinden bağımsızlığını ve yasaların yönetici seçkinlerin
aleti durumunda olmamasını, tüm yurttaşların yasa önündeki eşitliğini, temel
insan hak ve özgürlüklerini garantileyen hukuksal sistem içerisinde düzenlenmiş
zorlayıcı engellerin varlığını içerdiği söylenebilir.[33]
Demokrasi ilkesi; kavranılması açısından
süreçsel bir oluşumu yansıtan, son derece kapsamlı ve esnek bir yapıya sahip olan,
insanlık uygarlığının uzun ve tarihsel deneyimindeki çok çeşitli görüşlerden
beslenen bir özellik taşır. Demokrasi anlayışının süreçsel oluşumunu deyimleyen
bu gelişim, günümüzde de sürmektedir. Bununla birlikte, demokrasinin bazı temel
öğelerinin bulunduğu ve bunların kollanıp korunması gerektiği vurgulanmalıdır.
Bu konuda genel olarak bireysel hakların toplumsal sorumluluk ile dengelenmesi
zorunluluğuna dikkat etmek gerekir.[34]
Klasik demokrasi anlayışı, insansal hak ve özgürlükleri soyut olarak
öngördüğünden, soyut insana dayanmış; bunu realitede gerçekleştirmek amacıyla geliştirilen
toplumsal demokrasi anlayışı ise, insanın somut alanda içinde bulunduğu
koşulları göz önüne almak gerektiğini vurgulamıştır.[35]
Demokratik ilkeler, eylemlerin yetke, erk ve güç ile ilintili olduğu tüm
durumlarda çelişkiye düşmeksizin başvurulması gereken evrensel düzeydeki
standartları yansıttığından dolayı[36]
büyük bir öneme sahiptirler ve bu nedenledir ki demokrasinin gelişmesinde,
kitlelerin politikaya özerk olarak girmelerinden her zaman rahatsız olan
ayrıcalıklı ve egemen gruplar tarafından sürekli olarak bir tehdit durumunun
olabileceği hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir.[37]
V- İNSAN HAKLARI ANLAYIŞININ
YERLEŞMESİNİN ENGELLEYİCİ FAKTÖRLERİ
A- İDEOLOJİ
İnsan
Hakları İnancının kavranması ve içselleştirilmesinde en önemli ve etkin olumsuz
faktör olarak, ‘ideoloji kavram ve olgusu’ndan söz etmek gerekir. ‘İdeoloji’
kavramı, günümüzdeki anlaşılma biçimine paralel olarak burada olumsuz anlamıyla
alınmaktadır. İdeoloji olgusu; düşünce ve eylemlerde nesnel olmamak, önyargılar
doğrultusunda davranmak, gerçekliği tanımamak, dünyayı yalnızca kendi
düşünceleri ve tasarımlarına göre biçimlendirmeye çaba göstermek durumlarını
anlatmaktadır. Kendisini belirli bir ideolojiye ait olarak gören ideolog,
biricik hakikat olarak gördüğü görüşünü tüm insanlara zorla benimsetip dünyaya
kendi tasarımları doğrultusunda bir yön ve biçim vermek ister. Dolayısıyla
ideoloji her şeyden önce bilginin bir ayıbı, bilgide bir yanılgı olarak
nitelendirilebilir.[38]
Bununla birlikte, ideoloji, kendi bağımlılarının yalnızca algılama ve
değerlendirme yeteneğini bozmakla kalmaz, çoğunlukla onların hakikat
karşısındaki tutumlarını da etkileyerek kendilerini bu bağlamda dürüstlük ve
içtenlikten yoksun bırakır. İdeoloji bağımlısı, yalnızca kendisini aldatmakla
kalmaz; gerçekliği kendi dogmatik görüşüne paralel değişik yorum yöntemleriyle
gizlemek ya da değiştirmek yoluyla, başkalarını da bilinçli olarak yanıltır.[39]
İdeoloji
kavramı ve olgusunun bu denli olumsuz bir nitelik kazanmasıyla, temel ahlaksal
değerlerden birisini oluşturan ‘alçakgönüllülük’ erdeminden yoksun bulunma
arasında yakın bir ilintili ve etkileşim olduğu söylenebilir. Bu iki durum,
yani ideoloji bağımlılığı ile ‘alçakgönüllülük erdeminden yoksunluk’, adeta
birbirini destekler özelliktedir. Alçakgönüllülük etik değeri, bireyin kendi
sonluluğunun bilincinde olmasını, her zaman ve koşulda nesnel hakikati
benimsemeye hazır durumda bulunmasını deyimler.
Birey; eğer nesnel hakikati benimsemeyi değil de kendi belirlenmiş
psikolojik, toplumsal, siyasal vb. tutku ve bağımlılıklarını doyuma ulaştırmayı
amaç edinmiş ya da bu duruma sokulmuşsa, kuşkusuz, gerçek ve özgür varlık
sahibi bir kişilik olmaktan uzaklaşıp, bir araç olma konumuna düşmüş olacaktır.
Bireyde alçakgönüllülük (huşu; nesnel
gerçeği benimseme istenci) bulunduğunun göstergesi, kızdırıldığında ya da
isteğine aykırı davranıldığında ya da reddedilme durumunda kaldığında bile,
nesnel hakikatlilik varsa bunu kabul ile karşılamasıdır (Kuşeyri) .[40]
Bilge olumlayıcı ve benimsemeye hazır,
bilgiden yoksun kimse ise iddiacı (görüşünde diretici) ve olumsuzlayıcı’dır
(Tusi) .[41]
B- ‘BEN’E VE ‘BAŞKALARI’NA İLİŞKİN ENGELLER
İnsan
Hakları İnancının kavranıp içselleştirilmesinin önemli bir olumsuz faktörü de
‘ben’ ve ‘başkaları’ kavramlarına ilişkin olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu
olumsuz etkenler, benzer bir diğer adlandırmayla, ‘dışsal’ ya da ‘içsel’
etkenler biçiminde değişiklik gösterebilir.
Bireyin
özgün ve özgür varoluşsal sürece girişini engelleyen temel faktörlerin başında,
‘ben’ faktörü gelir. ‘Ben’ kavramı, burada, ‘toplumsal belirlenim ya da
biçimlendirmeleri de içeren doğal nedensellik yasaları doğrultusunda oluşan,
özgür istenç ve bilinç temelinden yoksun doğal ya da toplumsal benlik’
anlamında kullanılmaktadır. Bireyin özgürleşmesinin ve gerçek kişilik
edinmesinin biricik temel yolu, bu anlamdaki doğal benlik durumunu aşıp, kendi
özgür istenç ve bilinciyle kişiliğini kurmasından geçer. Kişi, kendi istenci ve
içselleştirmesi olmadan kendisinde bulunan doğal benlik yapısını aşılmaz bir
gerçeklik olarak algılayınca, kaçınılmaz olarak, tüm ömrü boyunca bu doğal
benlik yapısı kapsamında kalmaya tutsak olacak ve özgürleşme yolunda adım
atmaktan uzak kalacaktır.
İdeolojik,
dinsel, etnik vb. savların tutsağı olmuş ya da bu bağlamdaki organizasyonların
içerisine adeta kendisini bir ‘belirlenen nesne’ gibi bırakıvermiş bir kişilik,
bağımsız ve tarafsız bir kişilik olma niteliğinden yoksun kalacaktır. Bunun
gibi, bireysel olarak kendisinin, çevresinin ya da herhangi bir nitelikteki
herhangi bir topluluğun istek ve çıkarlarını sağlamak amacını içselleştirmiş
bir kişilik, olayları ve hakikati tarafsız ve objektif bir biçimde algılamada
ve değerlendirmede yetkin bir kişilik olarak vasıflandırılamaz. Bu konuda daha
da önemli olumsuz dinamikler; tutku, kin, düşmanlık, kibir, çekememezlik,
üstünlük taslama gibi olumsuz psikolojik duygulanımları yansıtan içsel
etkenlerdir.
‘Ben’
duvarı, bazı durumlarda, ‘kendini üstün tutma, kendini değerli ve diğer
insanları değersiz bulma, kendi egosuna değer yükleme’ biçiminde somutlaşır.
Bireyin kendini üstün tutması, kendi benliğini değerli bulması bazen
‘bilgisiyle övünmek’ biçiminde de yansıyabilir. Bilgi sahibi olmakla övünmek ve
üstünlük taslamak, gerçekte bilgi ve bilime ilişkin yanılgılı bir algılayışın
göstergesidir. Çünkü bilgi ve bilim, özellikle filozofik bağlamdaki bilgi;
sonuçta bireyin gerçekliğini, olay ve olguların nedenlerini ve anlamını
araştırıp ortaya koyduğu gibi, diğer yandan da, değerliliğin tek başına bilgi
taşıyıcısı olmakta değil de erdem ve ahlaksallığa yönelik değerlerin
içselleştirilip yaşantılanmasında olduğunu işaret edip vurgular.
‘Başkaları’
kavramı burada genel olarak bireyin, kendi gerçek değerlendirme ve inançlarının
oluşmasında diğer insanların ya da toplumun salt anlamda belirleyici olmasına
olanak tanımaması gereği anlamında kullanılmaktadır. Birey, erdemlilik sürecinde
başarı sağlayabilmek için, kendi ahlaksal değerlerini, yaşam felsefesini,
dinsel inançlarını ve bunun gibi diğer, gerçek kişiliğine ilişkin tüm inanç ve
değerlendirme biçimlerini; başkalarının ve toplumun etkisinde kalmadan, onların
tutsağı olmadan kendi özgün ve özgür istenciyle özümseyerek ve içselleştirerek
oluşturabilmeli, kurabilmelidir. Başkalarının yaşam felsefemizin ve
kişiliğimizin oluşmasında belirleyici olmaktan dışlanmaları gereğinin
kavranması, bir açıdan da, gerçek bilginin ve erdemliliğin elde edilebilmesi
için kesin bir koşul konumundadır. Başkalarına yönelik, bu bağlamda tavır
koyabilmek için, kuşkusuz onların kınama ve hor görmelerinden etkilenmemek;
dahası, bu kınamalara, destekleyici etken işlevini yükleyebilmek gerekir. Bu
anlatımın, yani ‘başkaları’nın bu bağlamda değerlendirilmesinin, yalnızca değer
yaratma kaynağı olmak açısından söz konusu ve bununla sınırlı olduğu kuşkusuz
anımsatılmalıdır. Diğer insanlara ve topluma karşı söz konusu olan her türlü
sorumluluklar ve ilişki biçimleri, kuşkusuz geçerliliğini korumakta ve somut
konunun dışında kalmaktadır. Başkaları’nın değerlendirilmesine ilişkin önemli
bir nokta da, bireyin, erdemlilik sürecindeki gelişimi açısından, diğer
insanları yani başkalarını eleştirip değerlendirmekle gündemini sınırlı
tutmasındansa, eleştirel yaklaşım ve yeteneğini daha çok kendi kişiliğine
yönelterek, gelişmesine katkıda bulunması gereğidir.
Benlik
(nefs) ve başkaları, insan için, erdemlilik yolunda birbirini destekler iki
engeldir (Geylani) .[42]
C- BASKICI VE ZORBA TOPLUMSAL YÖNETİM
Baskıcı
ve zorba bir toplumsal yönetim olgusunun insan hakları anlayışı ve inancını
olumsuz yönde etkileyeceği kuşkusuzdur. İnsan hakları anlayışı ve inancının
olumlu yönde yerleşip gelişmesi, mutlak anlamda, çağdaş ve evrensel ölçütler
paralelinde özgür bir ortamın varlığı koşuluna bağlıdır. Özgürlüğün olmadığı
yerde zor ve baskı vardır; zor ve baskı ise, insanlık yaşamını ve gelişimini
engellemekten başka bir sonuç veremez. Çağdaş insanlığın uygarlık yolunda
önemli başarılar elde etmesinin, özellikle baskıcı olmayan bir ortamın
sağlanmasına bağlı olduğunda hiçbir kuşku yoktur.
Özgürlük
kavramı bir yandan eylem, istenç, inanç ve değerlendirmelerimizin öznesi
olmamız anlamında istenç özgürlüğünü; diğer yandan da inanma ve davranma
özerkliği anlamında inanç ve eylem özgürlüğünü içermektedir. Özgürlüğün bu iki
boyutu arasında önemli bir ilişki vardır ve bu yakın ilişki, özgürlüğün bir
bütün olarak ele alınmasını ve varlığının benimsenmesini gerekli kılar.
Özgürlük konusunda hukuka düşen ödev, bireylerin ve toplulukların hem istenç
özgürlüklerinin ve hem de inanç ve eylem özgürlüklerinin gerçekleşmesi için
gerekli olan koşulları hazırlamaktır. Siyasal düzenin amacı da bu anlamıyla
özgürlük olmalıdır. Hukuk, bütün insanları kendi başlarına birer amaç olarak
benimsemek durumundadır; bu bağlamda, hukukun çözümlemesi gereken gerçek sorun,
özgür bilinç sahibi varlıklar olarak bireylerin birbirlerine baskı yapmasını
engellemektir. Hukuk, bunu, kişilerin her birinin kendi özgürlüğünü diğer tüm
kimselerin özgürlüğüyle uyumlu olarak kullanacağı bir biçimde düzenlemek suretiyle
yapacaktır.[43]
İstenç,
inanç ve eylem alanlarını içerecek anlamda bir bütün olarak özgürlüğün en
önemli işlevi, evrensel hukuksal değerlerin bulgulanması, algılanması ve
yaşantılanması sürecinde kendisini gösterir; özgürlük, gerçekte bu nedenden
ötürü en büyük öneme sahip bulunmaktadır. Adalet, insan hakları, hukuk devleti,
demokrasi vb. evrensel hukuksal değerlerin somut içeriksel öğelerinin sağlıklı
bir biçimde bilinmesi ve oluşması için özgür bir ortamın varlığının bir önkoşul
olduğunda hiçbir kuşku olamaz. Özgürlüğün değil de baskının egemen olduğu,
baskının izlerinin bile söz konusu olduğu bir toplumsal yaşam ortamında,
evrensel hukuksal değerlerin yetkin ve sağlıklı bir biçimde bulgulanmasına,
algılanmasına ve özellikle yaşantılanmasına olanak yoktur.
Böylece, özgür toplumsal yaşam ortamının
sağlanmasının, iki açıdan önem taşımakla bir üstünlük elde ettiği
vurgulanmalıdır: Özgür toplumsal yaşam ortamı, bir yandan kendisi bir değer
olarak önem taşımakta; diğer yandan ise, hem bir değer olarak kendisinin ve hem
de, insan haklarına ilişkin diğer evrensel hukuk değerlerinin bulgulanması,
algılanması ve yaşantılanması için bir önkoşul olmakla gerçek önemini
göstermektedir. Özgür bir ortam olmadan, özgürlüğün kendisinin bile anlam ve değeri
bilinemez.
VI- SONUÇ
İnsan
haklarının filozofik temelleri konusunda son söz olarak vurgulanması gereken husus,
insan hakları kavramı ve olgusunun etik ve inançsal bir yapıya sahip olduğunun
anlaşılması gereğidir. İnsan haklarının ahlaki boyutu kavranıp
içselleştirilmeden, toplumsal yaşamda adil ve esenlikli bir ortamın
oluşturulması olanaklı bulunmamaktadır. Tüm insanlık tarihi sürecinde geçerli
ve yerleşik bulunan kadim insanlık idesi, insan hakları çerçevesi ve temelinde
bulunan ‘hak’ ve ‘adalet’ kavramlarını nesnel ve genel geçerli olan
etik/ahlaki/inançsal bir zeminde algılamış ve bunu ‘insani bir varoluş biçimi’
olarak sunmuş bulunmaktadır.
Bu
bağlamda yapılması gereken, insan haklarının bu önemli ve temel özelliğinin
bireysel ve toplumsal düzlemde algılanıp içselleştirilmesi için gerekli ve
uygun demokratik olanak ve yöntemlerin işlerlik kazanmasına katkıda
bulunmaktır. Bu konuda da öncelikle kamusal ve siyasal erk yetkililerine önemli
ödevler düştüğü açıktır. Çağımızın özgün olarak sahip olduğu ‘küreselleşme’
çerçevesindeki olanaklılık durumları ve özellikle kitle iletişim araçları, bu
noktada büyük önem ve etkinlilik özelliği arz etmektedir. Çağdaş insanlık
olgusu, insan hakları inancının yerleşmesi ya da görmezden gelinmesi yol
ayrımında tercihini yapma aşamasına her bakımdan gelmiş bulunmaktadır.
KAYNAKÇA
ALEKSEYEV,
V. P. : İnsan Türünün Kökeni ve Gelişimi
(çev. Alaaddin Şenel), İstanbul 1993.
ARAL
Vecdi: Varlığı Vareden İlke Sevgi, İstanbul 2005 (Metinde “Aral VVİS” biçiminde
gösterilmiştir).
ARAL,
Vecdi : Adaletli Yaşam, “Sorumluluk ve
Kişiliğin Kazanılması”, İstanbul 1993
(Metinde “Aral AY” olarak gösterilmiştir).
ARAL,
Vecdi : “Dünya Görüşü Nedir?”, b.y.:
İÜHFD (Halil Arslanlı’nın Anısına
Armağan), Ayrı Bası, İstanbul
1978, s.25-41 (Metinde “Aral DGN” olarak gösterilmiştir).
BOOKCHIN,
Murray : Özgürlüğün Ekolojisi -
Hiyerarşinin Ortaya Çıkışı ve Çözülüşü (çev. Arif Türker), İstanbul 1994.
BOTTOMORE,
Tom : Siyaset Sosyolojisi (çev. Erol
Mutlu), Ankara 1987 (Metinde “Bottomore SS” olarak gösterilmiştir).
COOKER,
Francis William : Readings in Political Philosophy, The Macmillan Company, New
York.
DONNELLY,
Jack : Teoride ve Uygulamada Evrensen
İnsan Hakları (çev. Mustafa
Erdoğan/Levent Korkut),
Ankara 1995.
DUBROVSKI,
David : The Problem of the İdeal,
Progress Publishers, Moscow 1983.
FOUCAULT,
Michel : Ders Özetleri 1970-1982 (çev.
Selahattin Hilav), 3. Baskı, İstanbul 1993.
FRIEDMANN,
W. : Legal Theory, Stevens and Sons
Ltd., İkinci Baskı, London 1949.
GÜRBÜZ,
Ahmet: Hukuk ve Meşruluk/Evrensel Erdem
Üzerine Bir Deneme, İstanbul 1998 (Metinde
“GÜRBÜZ HM” olarak gösterilmiştir).
GÜRBÜZ, Ahmet: Harabede
Define/Tasavvuf Felsefesinde Temel Vurgular, İstanbul 2003 (Metinde “GÜRBÜZ HD” olarak gösterilmiştir). .
GÜRER,
Dilaver: Abdalkadir Geylani, Hayatı,
Eserleri, Görüşleri. İstanbul 1999.
HAKİM,
Peter/LOWENTHAL, Abraham F. : “Latin
Amerikanın Kırılgan Demokrasileri”, b.y.: Demokrasinin Küresel Yükselişi (der. Larry
Diamond/Marc F. Plattner), Ankara 1995,
s.357-370.
HATEMİ,
Hüseyin : “İslam’da İnsan Hakkı ve
Adalet Kavramı”, b.y.: İnsan Hakları Sempozyumu, İstanbul, Haziran 1995,
s.25-40.
HEGEL
: Felsefi Bilimler Ansiklopedisi I,
Mantık Bilimi (çev. Aziz Yardımlı), İstanbul
1991 (Metinde “Hegel FBA” olarak gösterilmiştir
HEGEL
: Tinin Görüngübilimi (çev. Aziz
Yardımlı), İstanbul 1986 (Metinde “Hegel TG” olarak
gösterilmiştir).
HEGEL
: Hukuk Felsefesinin Prensipleri (çev.
Cenap Karakaya), İstanbul 1991 (Metinde “Hegel HFP” olarak gösterilmiştir).
HELLER,
Agnes/FEHER, Ference : Postmodern
Politik Durum (çev. Şükrü Argın/Osman Akınbay), Ankara 1993.
İBN
ARABİ: İlahi Aşk (çev. Mahmut Kanık),
İstanbul 1988.
İmmanuel Kant: Pratik Usun Eleştirisi, Çev. İsmet Zeki
Eyuboğlu, İstanbul 1989.
KOLAKOWSKI,
Leszek : “Demokratik Bir Çağın
belirsizlikleri” (çev. Mehmet Küçük), b.y.:
Demokrasinin Küresel Yükselişi (der. Larry Diamond/Marc F. Plattner), Ankara 1995, s. 389-392.
KUŞEYRİ:
(Bulunduğu Yayın:) Kuşeyri Risalesi,
Haz. Süleyman Uludağ, 3.baskı, İstanbul 1999.
MARKS,
K. : “Mutlak Eleştirinin Üçüncü
Kampanyası”, b.y.: Marks, K./Engels F. : Kutsal Aile Ya
da Eleştirisel Eleştiri’nin Eleştirisi (çev. Kenan Somer), Ankara 1994,
s. 136-191 (Metinde “Marks
MEÜK” olarak gösterilmiştir).
NUTKU,
Uluğ : “İnsan Hakları İde mi? Gerçek
mi?”, b.y.: Simurg, Ekim 1996, Sy.1,
Mersin Üniversitesi Bilimsel Toplantı
Topluluğu.
ÖZBİLGEN,
Tarık : Eleştirel Hukuk Sosyolojisi Dersleri, C.I, İstanbul 1971.
PERRY,
Ralp Barton : Realms of Value : A
Critique of Human Civilization, Harvard
University Press, Cambridge
1954.
POOLE,
Ross : Ahlak ve Modernlik (çev. Mehmet
Küçük), İstanbul 1993.
POUND,
Roscoe : Law and Morals, New York 1969.
SCHELER,
Max : İnsanın Kosmos’taki Yeri (çev.
Tomris Mengüşoğlu), İstanbul, tarihsiz (Metinde
“Scheler İKY” olarak gösterilmiştir).
SCHELER,
Max : “Felsefî Dünya Görüşü” (çev. Akın
Etan), b.y.: Bedia Akarsu : Çağdaş Felsefe,
İstanbul 1979, s.220-231 (Metinde “Scheler FDG” olarak gösterilmiştir).
SPONVILLE,
Andre Comte: (Bulunduğu Yayın:) L’
Express, 25 Mayıs 1995.
TUSİ,
Ebu Nasr Serrac: el-luma’ (çev. Prof.
Dr. H. Kamil Yılmaz), İstanbul 1996.
KÜRESELLEŞME
OLGUSU KARŞISINDA NASIL BİR HUKUK YAKLAŞIMI İNSANLIĞA ÇÖZÜM SUNABİLİR
Prof. Dr. Ahmet GÜRBÜZ*
‘Küreselleşme’ kavramı ve olgusu çağdaş dünyanın en
önemli ve belirleyici özelliği olarak kendisini dayatmakta ve
tartıştırmaktadır. Küreselleşme ve küresel topluluk olgusu aynı zamanda bir
toplumsal dönüşüme de yol açmaktadır. Dünyanın değişik bölgeleri birbirleriyle
bağlantı içine çekildikçe, toplumsal dönüşümün etkileri adeta bütün yerküre
yüzeyi boyunca yayılmaktadır. Bulunduğumuz aşamada, küreselleşmenin değersel
olarak olumlu ya da olumsuz görülmesinden çok, onun olgusal gerçekliği
karşısında, insanlığın barış ve esenliği açısından ne tür bir bütünsel yaklaşım
sergilenmesi gerektiğinin ortaya konulması önem kazanmaktadır.
Küreselleşme ve
küresel topluluk olgusunun en önemli bir sonucunun, evrensel hukuk değerlerinin
oluşturulması ve yaygınlaştırılması açısından bir ‘olanaklılık durumu sunması’
olduğu söylenebilir. Bu sonuç, hukuk kuralları ve hukuk kurumlarının
gelişmesiyle bağlantılı olarak, hukuk felsefesinin gelişiminde hukuk ile etik
ilişkisini yeniden gözden geçirme gereğini yaratmaktadır. Evrensel geçerliliğe
sahip etik ilkelere inanç olmaksızın hukuk normlarının bağlayıcılığının temeli
açıklanamaz. Ahlaksallıkla hukuksallık arasındaki ilişkiyle ilgili olarak denilebilir
ki, her ikisi de özdeş köke bağlıdır; her ikisi de insan istencinin
değerlendirilmesi ve yargılanması ile ilgilidir. Bunların yani etik ve hukukun
birleşmesiyle ya da en azından hukukun etik temele dayandırılmasıyla ve evrensel
hukuk değerlerinin öne çıkarılmasıyla ancak evrensel barış ve adaletin
sağlanması olanak kazanabilir. Çağdaş
dünya henüz bir emekleme dönemindedir ve zaman henüz onu
kusursuzlaştıramamıştır. Küreselleşme
ve küresel topluluk realitesinin şiddetin ve yıkımın egemenlik kurmasında
araçsal işlev görme durumuna gelmesi istenmiyorsa; tüm insanlık bilincinin ve
bu bilincin oluşturulmasında sorumluluk sahibi kişi, kurum ve toplulukların bu
önemli konuda özen ve çaba sergilemesi gerekmektedir.
Anahtar Sözcükler: Küreselleşme,
Küresel Topluluk, Hukuk Felsefesi, Evrensel Hukuk Değerleri, Etik-Hukuk
İlişkisi
WHAT KIND OF AN APPROACH TO LAW CAN
PROVIDE SOLUTION TO HUMANITY IN THE FACE OF THE PHENOMENON OF GLOBALIZATION
The concept and phenomenon of ‘globalization’ imposes
itself and generates a debate on itself as the most important and determining
characteristic of the modern world. At the same time, globalization and the
phenomenon of global community have given rise to a social transformation. As
different locations of the world get interconnected, the effects of this social
transformation diffuse almost all over the globe. At this point, rather than
making positive or negative value judgments, what is important is to identify
what kind of a comprehensive approach is needed for the peace and prosperity of
humanity in the face of that phenomenal reality of globalization.
It can be argued that the most
important result of globalization and the phenomenon of global community is to
‘provide a situation of possibility’ in terms of creating and disseminating
universal values of law. This result entails a re-evaluation of the
relationship between law and ethics in the development of the philosophy of
law, in connection with the development of legal rules and legal institutions.
It is not possible to explain the foundations of binding legal norms without a
belief in the universally applicable ethical principles. With respect to the
relationship between law and ethics, one may assert that both of them are
linked to a common origin; both of them are related to evaluation and judgment
of human will. Realization of universal peace and justice can only be given a
possibility by the unification of ethics and law, or at least, by building law
on the basis of an ethical foundation and emphasizing universal legal values.
The modern world is still in
its infancy and the passing of time has not yet made it perfect. If we don’t
want to confront with a reality of globalization and global community turned
into an instrument in the service of domination of violence and destruction;
all human consciousness and all persons, institutions and communities
responsible in the creation of this consciousness should present the necessary
care and effort in this critical subject.
Key Words: Globalization,
Global Community, Philosophy of Law, Universal Values of Law, Ethics-Law
Relationship.
Çok teşekkür ederim. Çok sevgili Hocam ve Oturum Başkanı, yine çok değerli
hocalarım ve sevgili konuklar. Tümünüze saygılarımı sunarak başlamak istiyorum.
Benim bildirimin başlığı “Küreselleşme Olgusu Karşısında Nasıl Bir Hukuk
Yaklaşımı İnsanlığa Çözüm Sunabilir?” biçimindedir.
I- KÜRESELLEŞME ÜZERİNE
A- Küreselleşmenin
Ve Küresel Topluluğun
Olgusal Özelliğine Vurgu
Bilindiği gibi, ‘küreselleşme’ kavramı ve olgusu çağdaş dünyanın en önemli
ve belirleyici özelliği olarak kendisini dayatmakta ve tartıştırmaktadır.
Bulunduğumuz aşamada, küreselleşmenin değersel olarak olumlu ya da olumsuz
görülmesinden çok, onun olgusal gerçekliği karşısında, insanlığın barış ve esenliği
açısından ne tür bir bütünsel yaklaşım sergilenmesi gerektiğinin ortaya
konulması önem kazanmaktadır. Son yüzyıllarda iletişim, teknoloji ve benzeri
alanlarda gerçekleştirilen kazanımlar, insanlığı adeta geri dönüşü olmayan bir
sürece aktarmış; insanlık tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar, dünya
barışı ve yaşamın sürdürülebilirliği tartışmaları insanlık gündemine damgasını
vurmuştur. Özellikle kitle iletişim araçları alanındaki teknolojik gelişmeler,
küreselleşmenin bütün yönlerini etkilemektedir. Öyle ki, iletişim araçları
yoluyla elde edilen bilgi birikimi olmaksızın, modernlik kurumlarının küresel
yaygınlaşması olanaksız bulunmaktadır. Çağdaş yaşam biçiminin ve özellikle
teknolojik ilerlemelerin iletişim araçlarıyla ilgili yönü; görüş ve düşünce
alanında genel bir benzerlik ve uyum sonucunu kaçınılmaz bir biçimde
doğurmasıdır. Kitle iletişim araçları, düşünsel ve kültürel bir benzerliğin,
giderek alansal bir genişlemeyle yaygınlaşmasında önemli rol oynamaktadır.[1]
Günümüzde küreselleşmeyi körükleyen nedenlerden bir önemlisi kitle iletişim
araçları olmakla birlikte, modern örgütler de yerel ile küreseli çok çeşitli
yollarla birbirine bağlayabilmekte ve bunu yaparken de büyük insan kitlelerinin
yaşam biçimini sürekli bir biçimde etkileyebilmektedirler.
Küreselleşme, modernliğin yapısal karakterinin bir sonucudur.
Küreselleşmeyle birlikte, farklı toplumsal bağlamlar ya da bölgeler arasındaki
bağlantı biçimleri bir bütün olarak yerküre yüzeyinde yaygınlaşır. Böylece
küreselleşme; uzak yerleşimleri birbirine, yerel oluşumların çok uzak
alanlardaki olaylarla biçimlendirildiği yollarla bağlayan dünya çapındaki
toplumsal ilişkilerin yoğunlaşması olarak tanımlanabilir. Bu, aynı zamanda bir
diyalektik süreçtir. Yerel dönüşümler, toplumsal bağlantıların zaman ve uzam
üzerinde genişlemelerinin bir parçası olduğu için, küreselleşmenin de
parçasıdır.[2]
İletişim gerçeği, politik tercihleri
yönlendirebildiğinden dolayı hukuk felsefesi açısından üzerinde durulmak,
değişik açılardan incelenmek ve sorgulanmak gereken bir konudur. Sözgelimi,
kitle iletişim araçlarının; toplumsal değer yargılarının oluşmasında etkin
oluşu ve dolayısıyla her zaman için olumsuz yönde kullanılabilme olasılığını da
içermesi nedeniyle, gerçek demokrasinin kurulmasında güçlükler doğurabileceği
söylenebilir. Bu bağlamda, çözüm yolu olarak, çağımızın son dönem politika
bilimcileri artık demokrasiyi kadroların sık değiştiği, toplumsal ve siyasal
yetkenin uzun süre ülkenin geleceğini belirleyebilme gücünde olmadığı bir
yönetim biçimi olarak algılamaktadırlar. Bu durum, hukuk felsefesi açısından,
iletişim çağına geçilmesiyle birlikte artık demokrasi ve devlet tanımlarına
yeni kavramların eklenmesinin söz konusu olduğunu göstermektedir. Kitle
iletişim araçlarının sürekli bir biçimde aynı belirli odakların yönetiminde
olması tek boyutlu ve belirlenmiş birey tiplerinin yaratılmasına yol
açabileceğinden dolayı, demokrasi artık güç odaklarının ya da kitlesel öğelerin
kısa sürelerle toplumun yönetimini üstlenmesi anlamında değerlendirilmelidir.
Bu ise, toplum yönetiminde yönetici öğelerin sürekli olarak belirli aralıklarla
değişmesiyle yaratılacak alternatiflerin çoğalması koşuluyla ancak olanaklı
hale getirilebilir. Kitle iletişim araçlarının sürekli olarak aynı odakların
elinde kalması ya da bunların başka amaçlarla kullanılması yoluyla tek boyutlu
ve belirlenmiş birey tipleri yaratılması durumu, evrensel hukuk değerlerinin
oluşmasına ve algılanmasına da olumsuz yönde etki eder. Çünkü hukuksal
meşruluğun kaynağı olan evrensel hukuk değerlerinin oluşması ve algılanması
için, özgürlük ilkesinin, istenç ve eylem alanını kapsamak üzere tüm
boyutlarıyla işlerlik kazandığı bir toplumsal ortamın varlığı gerekir.
Bireylerin ya da toplulukların istençlerinin iletişim olgusu kullanılarak
yönlendirilmesi ve belirlenmesi durumunda, evrensel hukuk değerlerinin
oluşması, algılanması ve işlev görmesi olanaksızlaşır.
İletişimsellik ve küreselleşme
olguları aynı zamanda bir toplumsal dönüşüme de yol açmaktadır. Dünyanın
değişik bölgeleri birbirleriyle bağlantı içine çekildikçe, toplumsal dönüşümün
etkileri adeta bütün yerküre yüzeyi boyunca yayılmaktadır. Dolayısıyla günümüz
toplumlarının özelliklerini dile getirirken, bu küresel ya da toplumsal
topluluk gerçekliğinin kendine özgü niteliklerinin ayırt edilmesi gerekir. Çağdaş
yaşam koşullarının ve çağdaş gelişmelerin bir sonucu olarak, dünyanın çok
değişik parçalarında yaşayan insanlar aynı bilgi birikimleriyle donatık bir
durum alabilmekte, aynı değerleri paylaşabilmektedirler. Diğer yandan, yine bu
çağdaş koşulların ve gelişmelerin bir sonucu olarak, dünyanın, biçimsel ya da
özsel olarak değişik ‘toplum’larına ait ve değişik toprak parçalarında yaşayan
birey ve topluluklar, herhangi bir toplum ya da coğrafya parçasındaki
gelişmeleri anında öğrenebilmekte ve eylemsel olarak ona ilişkin bir aktivite
içine girebilmektedirler. Bütün bunlar, klasik toplum tanımlarının günümüz
açısından anlamsal bir değişim yaşadığını ve artık küresel ya da toplumsal bir
topluluk gerçekliğinin söz konusu olduğunu göstermektedir. Sözü edilen bu toplumsal
yaşamın küreselleşmesi; aynı zamanda, tamamlanmamış bir süreç olarak algılanmak
durumundadır. Modern toplumsal yaşamın düşünümsel yönü, toplumsal
uygulamaların, bu uygulamalara ilişkin yeni bilgiler ışığında sürekli incelenip
reforme edildiği ve bunun sonucunda karakterlerini yapıcı olarak
değiştirdikleri gerçeğinden oluşmaktadır.[3]
‘Toplum’ kavramı alanında oluşan bu anlamsal değişim, insanın bu değişime
paralel bir biçimde evrensel değerleri kavrayabilmesi için uygun bir ortam
yaratmaktadır aynı zamanda. Dostoyevski’nin “her insan herkes karşısında her
şeyden sorumludur” sözü, gün geçtikçe ve özellikle ulus toplulukları insan
topluluğuna biraz daha katıldıkça daha geniş ölçüde doğruluk kazanmaktadır.[4]
B- Küreselleşme
Ve Küresel Topluluk Olgusunun
‘Olanaklılık Durumu’ Sunması
Küreselleşme ve küresel topluluk
olgusunun en önemli bir özelliğinin, bunun evrensel hukuk değerlerinin
oluşturulması ve yaygınlaştırılması açısından bir ‘olanaklılık durumu sunması’
olduğu söylenebilir. Küreselleşme olgusu; hukuk kuralları ve hukuk kurumlarının
gelişmesiyle bağlantılı olarak, Hukuk Felsefesinin gelişiminde hukuk ile etik
ilişkisini yeniden gözden geçirme gereğini yaratmıştır.[5]
Günümüzün birey ve toplumu, iletişimsellik ve küreselleşme olgularının bir
sonucu olarak, çağından ayrılamayacağını bilincinde duyduğu için onunla
kaynaşmak durumundadır.[6]
Küreselleşme, dünya üzerinde, içinde artık ‘başkaları’nın olmadığı yeni
karşılıklı bağımlılık biçimlerini ortaya çıkarmaktadır.
Çağdaş dünyanın, bu açıdan, tüm
insanlık tarihinin kültürel mirasına sahip olmak, iletişim ve küreselleşme
olguları gibi çok önemli avantajları vardır; ve bu avantajlar, tüm dünya
insanlığının bütün ülkelerde ve koşullarda uymak zorunda olacakları temel
evrensel hukuk ilkelerinin oluşturulmasına yönelik olumlu yönde katkı
yapabilecek özelliktedir. Günümüz açısından, bu özellikteki temel evrensel
ilkelerin ulusalüstü bir düzeyde, evrensel olarak bir yaygınlık eğiliminde
oldukları ve giderek belirginleşmekle birlikte ağırlıklarını ortaya koydukları
söylenebilir. Temel insan hak ve özgürlükleri, hukuk devleti, demokrasi,
toplumsal adalet gibi ilkelerle somutlaşan bu temel ilkelerin; gittikçe
uluslararası normatif bir yapıya kavuştukları, genel ve ortak bir kabulü ve
dili yansıttıkları yadsınamaz bir gerçektir. Toplumlararası birleşme eğilimleri göstermiştir ki; her ne kadar
insan toplulukları birbirleriyle sık sık görülen çatışmalar içerisinde
yaşamışlarsa da, günümüzde, insanlığın esenliğinden, evrensel tarihten ve
dünyanın diğer toplumlarından her bakımdan soyutlanmış toplumlar giderek yok
denecek kadar azalmakta ve önemsiz sayılan insan toplulukları bile, diğer
toplumlarla bir ilinti içerisinde olduklarını ayrımsayabilmektedirler.[7] ‘Küresel
topluluk’ kavramı, giderek ulusalüstü toplum özelliğini içermektedir. Bu
anlamda küresel toplumun ya da ‘toplumsal topluluk’un en önemli özelliği
olarak, ‘coğrafik ya da politik bir birliğin varlığının zorunlu olmaması’ unsuruna
vurgu yapmak gerekir. Dolayısıyla, çözümlenmesi gereken temel nokta, bu anlamda
ulusalüstü küresel toplumun durumudur. Eğer günümüz dünyasında ulusalüstü ya da
devletlerüstü bir küresel toplumdan, bir küreselleşmeden söz edilebiliyorsa, bu
durumda, ortak evrensel hukuk değerlerinin benimsendiği ve işlerlik kazandığı
bir toplum ya da ülkenin bu küresel topluluğun kapsamında değerlendirilmemesi
için hiçbir neden kalmayacaktır.
Modernitenin kendine özgü önemli
karakterleri arasında, onun dinamizmini deyimleyen ‘toplumsal ilişkileri
sürekli bir biçimde düşünümsel olarak düzenleme’ özelliği, çok etkin ve
belirleyici bir yer tutar. Modern dünyada iletişimsellik ve küreselleşme
olguları insanlararası ya da toplumsal ilişkileri sürekli olarak düşünsel bir
temelde nesnel sunumlarla değiştirmekte ve yerkürenin tüm parçaları bu
değişimden etkilenebilmektedir. Modernliğe geçiş; normatif düzene, başka bir
deyimle ‘hukuka öncelik verilmesi’ne de yol açmıştır aynı zamanda. Böylece
hukuk; evrensel hukuk değerleri doğrultusunda, onlara ters düşmeyecek bir
biçimde oluşmuş olma şansına kavuşmaktadır. Modernite, bir yönüyle, aynı
zamanda evrensel bir söylemi içermektedir: İnsan haklarına ilişkin uluslararası
normatif uzlaşı yaygın olarak paylaşılan erdem anlayışlarını deyimlediğinden
dolayı, modern toplum koşullarında, insan hakları insan onurunu korumak için özellikle
uygun bir mekanizma rolünü oynamaktadır. Herkesin devlete karşı eşit olarak
sahip olduğu, hem devletin yasal etkinlik alanını sınırlayan ve hem de belirli
öngörülebilir ekonomik, toplumsal ve siyasal belirsizliklere karşı pozitif
koruma gerektiren haklar; insan onuruna ve temel insansal değerlere yönelik
tehditlere, uygun doğal ve zorunlu bir karşılıktır.[8]
Çağdaş toplumsal yaşam koşullarının
anlamsal olarak değişikliğe uğrattığı ve bu bağlamda sorguladığı önemli
kabullerden bazıları ‘geleneksellik’, ‘ulusalcılık’ gibi kavramlara ilişkin
bulunmaktadır. Geleneksellik olgusu, en çok, buyurganlığı ve dolayısıyla özgür
insansal istence dayanmaması nedeniyle evrensel hukuk değerlerinin oluşması ve
algılanmasına olumsuz yönde etki etmesi açısından sorgulanmaya açıktır.
Geleneğin buyurganlığı sürdükçe, buna paralel olarak, bireylerin her birinin
toplu varlığın yapısı içerisinde kısılıp kalmaları da devam eder. Bu durumda,
bireylerin topluluğun dışına çıkarak kendi başlarına herhangi bir girişimde
bulunabilmeleri de söz konusu olamaz. Bu koşullarda yaşayan birey; artık, kendi
eylemlerinin sahibi değildir ve onun, başkalarınkinden ayrı, kendine özgü bir
kişiliği de söz konusu edilemeyecektir. Böylesi bir ortamda, toplumsal
organizmanın tüm üyeleri büyük oranda benzer, giderek özdeş konuma gelir.
Çağdaş demokratik toplum anlayışı açısından, bir uygulanma, yalnızca geleneksel
olduğu için onaylanamamak durumundadır; ve, geleneğin haklı görülmesi ya da
onaylanması, gelenekten kaynaklanmayan bir bilgi ve değer içeriğinin ışığında
yapılmayı gerekli kılmaktadır. Dolayısıyla, böylece, onaylanmış bir gelenek
bile kimliğini yalnızca düşünümsel dönüşümden almış olmaktadır.[9]
Sözgelimi, temel insan hak ve özgürlüklerinin evrensel bağlayıcılığı
karşısında, gelenekselliğin ya da kültürel rölativizmin onaylanabilir bir
alternatif olarak benimsenmesi söz konusu edilemez; temel insan haklarına
karşıt bir gelenek, salt gelenek olması nedeniyle hoş görülemez. Bu bağlamda,
özellikle gelenekselliğin kötüye kullanılması durumuna da dikkat çekmek
gerekir: Bir gerçeklik olarak bakıldığında, geleneksel merkezli kimi savların,
bir kişisel ya da siyasal iktidar ve çıkar aracı olarak kullanılabildiği bile
görülebilmektedir.[10]
Ne var ki, bir gerçeklik olarak gelenekselliğin böylesi bir temel olumsuz
yapısı, başka bir deyimle “gönüllü kulluğun ilk nedeni”[11]
olmak gibi bir özelliği olmakla birlikte; insan, geleneğin sunduklarını
yadsıyınca da, bu kez, evreni yeni baştan kendi algılayışıyla yorumlamak ve
yapılandırmak durumunda kalmaktadır.[12]
Günümüzde Hukuk Antropolojisi, kültürel farklılıkların ötesine geçerek, hukuk
alanında insanlığın ortaklaşa paylaştığı değerleri araştırmaya yönelmekte; tüm
pozitif hukuk sistemlerinin değerlendirilme ölçütünü oluşturabileceği düşünülen
bir doğal hukuk anlayışının tüm insanlığa uygulanabileceği görüşünü de
kapsamaktadır. Günümüz doğal hukuk yaklaşımları, birey temelli sorunlarla
ilgilenmeyi aşarak, giderek toplumsal ve uluslararası olmak üzere daha geniş
kapsamlı olagelmekte ve sahip olduğumuz farklı değerler ve inançlarla birlikte,
bir arada barış içinde yaşayabileceğimiz normların neler olduğu noktasında
yoğunlaşmaktadır[13].
Ulusalcılığın olumsuz yönlerinin
giderilmesi, kuşkusuz çağdaş dünyanın en önemli ve güç sorunlarından birisidir.
Teknolojik alanda ileri ülkelerin, istemeleri durumunda birbirlerini yıkacak
başka araçları geliştirebilmeleri olanağının bulunması gerçeği, sorunu bir
bakıma nükleer silahların denetimi sorunu olmaktan çıkarmaktadır. Günümüz
dünyasında birçok ulusun, ulusalcılığı hümanizme ve demokrasiye eşit değerde
gördüğü bir gerçektir.[14]
Belli bir ülkenin yurtseverlerinin, öteki ülkelerin ulusalcılıklarını
kötülerken kendi ulusalcılıklarını yüceltmeleri gerçeği de, ulusalcılığın
doğasının kavranmasını güçleştirmektedir. Ulusalcılığı denetim altına almak
için, tüm insanların kardeş oldukları yolunda bir eğitim dışında herhangi bir
yöntemle ilerlemek, gittikçe artan bir oranda kin ve korkularla kuşatılan bir
dünyada yaşandıkça olanaksız gibi görünmektedir.[15]
II- EVRENSEL VE DOĞRU HUKUKUN TEMEL
ÖĞELERİ
A- Hukuk Felsefesinin Öncelikli
Ödevi
Hukuk
felsefesinin temel ödevi; hukukun özü, onun oluşum biçimi, bağlayıcılığının
dayanağı ve evrensel hukuk değerlerinin belirlenimi gibi temel sorunlarla
ilgili araştırma ve çözümlemelerde bulunmasıdır. Bu sorunlar genel ve soyut,
geçerliliğin çok ötesinde sorunlar olarak görünseler de gerçekte böyle
değildir; gerçekte bu genellemeler ve soyutlamalardır ki hukuksal
çözümlemelerde geniş ve yetkin bir bakış açısı sağlar.
Burada
kuşkusuz felsefenin yardımı büyük önem taşır; gerçekte, felsefenin değeri onun
kesinsizliğinde aranmalıdır daha çok. Felsefeden hiç pay almamış bir kimse,
yaşamı boyunca, sağduyudan uzak, kendi çağının ve ulusunun alışılmış
düşüncelerinden ve kendi özgür istencinin katkısı olmadan kavrayışında oluşan
kararlardan türeyen önyargıların tutsağı konumundadır.[16]
Hukuk felsefesinin en önemli ödevlerinden birisinin, içi boş bir çerçeveden
oluşan ‘adalet’ kavramına, içeriksel ilkeler sağlamak yolunda çaba harcamak
olduğunda kuşku yoktur. Hukuk felsefesi, bunu yaparken, elbette, yasalara yansıtılacak
olan kendi çağına ve toplumuna özgü düşüncelere ya da kişisel görüşlere salt
doğruluk vermek durumuna düşmekten kaçınmalıdır[17].
Hukuk
felsefesinin ödevi, yasakoyucular karşısında edilgen bir tutum alma anlamında
yürürlükteki hukukla ilgilenmeye ve bununla sınırlanmaya özgülenmeksizin, hukuk
normlarını belirli ölçülere göre değerlendirmeyi de içerir; bu anlamda bir
savaşımın hukuk felsefesinin çekirdeğini ve sonsuz emeğini oluşturduğu; daha da
önemlisi, hukuk felsefesinin bu bağlamda savaşımdan vazgeçmesinin kendi
kendisinden vazgeçmesi anlamına geleceği söylenebilir.[18]
Hukuk felsefesinin bu temel ödevine koşut olarak, hukukçu, çağdaş evrensel
değerlerin bakış açısı içinde, hukuk düzeni ile toplumsal gerçeklik arasındaki
ilişki ve etkileşimi bulgulayarak, hukuk normlarının gerçek adalet değerine
yani evrensel hukuk değerlerine uygun olup olmadığını araştırmak durumundadır.
Yürürlükteki hukuk, evrensel hukuk değerlerine uygun olup olmadığının ortaya
konabilmesi amacıyla incelenmek zorundadır. Çağdaş deneyimler, hukuk olarak
yürürlükte bulunan şeyin gerçekten de hukuk olup olmadığını soruşturmadan;
hukukun, salt eylemsel olarak varolan bir şey ya da yasakoyucu tarafından
önceden ‘vazedilmiş’ bir olgu olarak benimsenemeyeceğini açık bir biçimde
ortaya koymuştur.
B- Doğru
Hukukun Temel Belirleyeni Olarak Nesnellik, İnsani Bağlayıcılık Ya da
Etik-Hukuk İlişkisi
Öncelikle
belirtilmelidir ki, evrensel geçerliliğe sahip etik ilkelere inanç olmaksızın
hukuk normlarının bağlayıcılığının temeli açıklanamaz. Hukukun amacı
araştırılırken, etik normlarla hukuk normları arasındaki ilintinin ortaya
çıkarılması gerekir. Bu, özgürlük düşüncesine aykırı değildir; çünkü burada
sözü edilen etik ilkeler, yabancı bir yetke tarafından ve politik
artdüşüncelerle beslenmiş bir zorbalık durumu olmayıp, insan kişiliğinde olması
gereken ve insanı etik etkinliklere yönelten insancıl duyguların bir
sembolüdür. Hukukun tek başına buyruksal ya da olgusal alanla
özleştirilemeyeceği, vurgulanması gereken önemli bir noktadır. Bu nedenle
hukukun, insanların adaleti ahlaksal bir değer olarak benimseyen genel eğilimi
doğrultusunda, etik değerleri gerçekleştirmek durumunda olduğu belirtilmelidir.
Bu durumda yasakoyucunun temel ödevi, kendi istenci dışında bir nesnelliği
bulunan evrensel hukuk değerlerini saptayarak hukuk normlarını oluşturmaktır.
Hukukun ahlak biliminin bir parçası ya da kolu olduğu; hukuk kurallarının
sadece etik ilkelerin bir deyimlenmesini oluşturduğu; etik ilkeler ödev
yükleyici bir niteliğe sahip olduklarından dolayı, bir kuralın aynı zamanda
ahlak kuralı olmadıkça geçerli bir hukuk kuralı niteliğine sahip olamayacağı
söylenebilir.[19]
Hukuk bir
norm, bir ‘olması gereken’ olduğundan, temel olarak bir değere, içimizde bulunan
son bir ‘olması gereken’e, yani adalete dayanması ve onu yansıtması
kaçınılmazdır. Bu açıklama biçiminden yola çıkıldığında, hukuksal bir ödeve
uyan bireyler, bir zorunluluk ya da bir zorlamaya boyun eğmiş olmayıp; iç doğruluğu
ve geçerliliğinden dolayı benimseyerek, kendi istençlerine uymuş olacaklardır.
Görüldüğü gibi, ‘değer’ kavramı, temelde etik bir kavram olmakla birlikte,
etikle hukuk arasında önemli ve yadsınamaz bir ilinti olması nedeniyle aynı
zamanda hukuksal bir görünüm de taşımaktadır. Hukuk, etik bir temele dayanmak
ve geçerliliğini buradan almak durumunda olduğundan dolayı; özsel olarak
ahlaksallık alanına ilişkin olan ‘evrensel değerler’, hukuksal alanda da
etkinliklerini göstermekte ve sonuçta evrensel hukuk değerlerinin oluşumunu
sağlayabilmektedirler.
Yine bu bağlamda,
‘sevgi’ kavramıyla adalet ya da hukukun özünün algılanıp kavranması arasında,
çok önemli ve belirleyici bir ilişki olduğuna da değinilebilir. Bu önemli ve
belirleyici ilişki bilinmeden ve olumlu yönde işlevselleştirilmeden; adaletli
ve barışçıl bir toplumsal yaşam düzenleme ödevindeki hukukun, kendisinden
beklenen işlevi yerine getirmesi olanaklı olamaz. Hukuk’un en temel ve
belirleyici öğesi ‘adalet’ kavramıdır. Hukuk bir bakıma adalete yönelik
bulunan, en son ve nihai amacı adaleti sağlamak olan, idesi ve ideali adalet
olan, bir toplumsal yaşam sistematiği bütünüdür. Hukukun ideal ya da olması
gereken’e ilişkin temel öğesi olan ‘adalet’ kavramı ise, bir yandan böylece
hukukun nihai amacı ve ereği olmakla ‘hukuksal bir değer’ olma özelliğindeyken;
diğer yandan ise, subjektif (kişisel) ‘adaletseverlik duygusu’ anlamında,
‘ahlaksal (etik) değerler’ alanına ilişkin bulunmaktadır. Adaletseverlik,
dürüstlük, hoşgörü ve benzeri ahlaksal değerlerin en temel özelliği ise, tüm
zaman ve mekan koşullarında tüm insanları kesin olarak bağlayıcı olmalarıdır.
Hangi zaman ve mekanda, hangi koşulda, hangi özellik ve konumda olursa olsun
tüm insanlar, ahlaksal değerlerin bağlayıcı buyruklarına inanmak, onları
içselleştirmek ve yaşantılamak sorumluluğundadırlar. ‘Sevgi’ kavramını adalet
ya da hukukun özüyle ilintili kılan öğe, bu kavramın da ‘ahlaksal değerler’
alanına ilişkin bir temel değer oluşudur. Kuşkusuz burada dile getirilen
‘sevgi’, ‘tüm varlığa, etik değerlere, hakikate yönelik bulunan olumlu
duygulanım ve düşünüm’ anlamında söz konusu edilmektedir: Hiçbir nedene dayalı
olmayan, hiçbir ayrım gözetilmeden tüm insanlar ve varlıklar için geçerli
bulunan, nesnel değerleri ve hakikati benimsemeye hazır konumda olmayı kapsayan
bir olumlu içsellik durumu. Böylece belirtilen anlamıyla ‘sevgi’ özelliğine ve
konumuna sahip olmak, özelde ‘adalet’ olgusundan ve genelde hukuktan beklenen
işlevin gerçekleşebilmesi için, tüm bireyler ve özellikle hukuk ilgilileri açısından
kesin bir gereklilik olarak kendisini sunmaktadır.
III- ÇÖZÜMSEL YAKLAŞIMIN ÖNCELİKLİ
ÖĞELERİ
A- ‘Herkes
İçin Bağlayıcı Olduğuna İnanılan’ın Hukukun Değersel Belirleyeni Olarak
Benimsenmesi
İnsanlar herkeste herkesçe
benimsenen ortak bir değere dayanamıyorlarsa, insan için insan anlaşılmaz
kalıyor demektir.[20]
Daha önce de belirtildiği gibi, hukuk felsefesinin en önemli ödevi ya da
insanlığa sağlayabileceği en güzel katkı, hiç kuşkusuz, meşru ya da özdeş
anlamıyla doğru bir hukuk anlayışıyla ilgili temel ölçütler yakalamak ve
bunları vurgulamaktır. Bu temel ölçütler ise, tüm insanlık bilincinin ortak
kazanımı ve uzlaşısı olma özelliğine sahip olan; Robert P. Geoorge’un
anlatımıyla, ‘apaçık olan hakikatleri kavradığımız, çıkarımsal olmayan anlama
etkinliği’[21] ile bulgulanan evrensel
hukuk değerlerinden başka bir şey olamaz. Bu açıdan bakıldığında, değer
teorisinin yer almadığı bir hukuk felsefesinin yetersiz kalacağı söylenebilir;
bunun nedeni, hukukun, sonuçta insani değerleri gerçekleştirmeye yönelik bulunuşu
ve dolayısıyla, biçimsel bir kalıp olmaktan çok, nesnel etik değerlerce
belirlenmiş bir içeriği yansıtmak durumunda olmasıdır.
Etik değerlerin iki önemli özelliği
vardır ve bu iki özellik bir arada etik temellendirme için bir mantık
geliştirmeye yeterlidir:[22] Birinci
özellik ‘evrenselleştirilebilirlik’ özelliğidir ve bir olaya ilişkin olarak
yapılan etik değerlendirmenin, bu olaya tam olarak benzeyen başka bütün olaylar
için de yapılması gerektiğini deyimler. Temel ahlaksal ilkeler, doğaları gereği
evrenseldirler; ahlaksal ilkelerimiz, yalnızca bizim için söz konusu değildir.
İkinci özellik ise ‘bağlayıcılık’ özelliğidir. Etik değerlerin bu önemli
özelliği, salt bir istemi dile getirip, insandan, buyurucu bir biçimde
gerçekleşmeyi beklemelerini ifade eder. Bu ise, temel özellik taşıyan etik
değerlendirmelerimizin eylem ve davranışlarımız üzerinde etkiye sahip olduğu;
sözü edilen bu etik değerlere inanıyorsak, elimizden geldiğince onlara uygun
davranmamız gerektiği anlamına gelir. Çünkü belirli bir eylem ya da olaya
ilişkin yaptığımız etik değerlendirmeler, sadece o eylem ya da olayla sınırlı
olmayıp, aynı zamanda o konuya benzer konulardaki genel ve gizil
değerlendirmelerimizin somutlaşmış biçimidir de.[23]
Bu iki biçimsel özellik, etik temellendirmeye yardımcı olacak bir mantık
geliştirmeye kendi içinde yeterli olmaktadır.
Etik ilkelerin salt bağlayıcı gücünü
vurgulamış olması, Kant’ın bu konudaki görüşlerinin önem taşımasının nedenini
oluşturmuştur. Kant, davranışlarımızın iyi olup olmadığını ‘kategorik
emperatif’le belirler. Buna göre, bir davranış evrensel yasa olabilecek
biçimdeyse ahlaksal açıdan iyidir; tersi durumda, yani evrensel yasa olabilme
özelliğine sahip değilse, ahlaksal açıdan iyi bir davranış değildir.[24]
Bir bakıma evrensel hukuk değerlerinin etik temellendirilmesini yapan Kant,
rasyonel varlıklar olduğumuzdan dolayı, kendimizi evrensel uygulanıma sahip
ilkelere uymak durumunda görmemiz gerektiğini savundu. Bu anlamda rasyonel
olmak, bizim ve ilgili benzer durumlarda eylemde bulunan herkes için geçerli
olan ilkeler doğrultusunda davranmaktır. Diğer bir anlatımla, ahlakın salt
anlamda temel ilkesi, yalnızca, aynı zamanda evrensel bir ilke olması
gerektiğine inanılan norm uyarınca davranmaktır. Bir kimse kendi yaşamını kendi
uygun gördüğü biçimde düzenlemede özgür olması gerektiğini savunuyorsa, bu
kişi, başkalarının da benzer haklarını tanıma ve benimseme konusunda bir
tutarlılık ilkesine bağlı sayılır. Kant’a göre, ilkeye bağlılık, rasyonel
varlıklar olarak doğamızın parçasıdır ve rasyonel varlıklar olarak bizim
haklarımızı ve ödevlerimizi tanımlayan şey, evrensel yasalar olarak istenebilen
haklardır. Bütün bunlar, aynı zamanda F. A. Hayek’in deyimlemesiyle “adil
davranışın evrensel kuralları”[25]
ile özdeş anlama sahip olan evrensel hukuk değerlerinin etik
temellendirilmesini oluştururlar. Evrensel hukuk değerleri; nesnel ve salt
bağlayıcı olma özelliğine sahip olan etik ilkelere dayanmakta ve
bağlayıcılığını buradan almaktadır.
B- ‘Bağlayıcı’
Ve ‘Evrensel’ Olma Özelliğinin Yalnızca ‘Hukuk Değerleri’ne Özgülenmesinin
Önemi
Hukukun özüne ilişkin tüm bu
belirlemeler, hukukun istenilen biçimde karışılabilen bir oluşum olmayıp zaman
ve mekan üstü bir içerik taşıdığını; yönetsel erk ya da yasakoyucunun bu
gerçekliği görmezden ya da bilmezden gelerek, kendisini bu anlamda hukukun
dışında ve üstünde göremeyeceğini açık olarak orta yere sermektedir. Ünlü hukuk
filozofu Güstav Radbruch’un da önemle vurguladığı gibi, şu sınır kesin bir
biçimde çizilebilir: Aynı zamanda çağdaş uygarlık aşamasını yansıtan adalet’in
amaçlanmadığı, onun içeriğini oluşturan evrensel hukuk değerlerinin pozitif
hukuk yapılırken bilinçli olarak yadsındığı yerde, yasa, yalnızca ‘yanlış
hukuk’ olarak nitelendirilmekle kalmaz, aynı zamanda ve daha da önemlisi ‘her
türlü hukuk olma özelliğinden yoksun’ duruma düşer.[26]
Değişik kültürler açısından söz konusu
edilebilecek herhangi bir gelişim yasası olup olmadığı tartışma konusu olmakla
birlikte; günümüzde kültürel farklılıkların giderek azalmakta olduğu realitesi
yadsınamaz bir görünüm sunmaktadır. Bunda hiç kuşkusuz kitle iletişim araçları
ve benzeri çağdaş yayılma aygıtları yoluyla oluşmakta olan küresel topluluk
olgusunun büyük etkisi olmaktadır. Tam bu noktada önemle vurgulamak gerekir ki,
‘bağlayıcı’ ve ‘evrensel’ olma özelliği yalnızca ‘hukuk değerleri’ne özgüdür.
Başka bir anlatımla, tüm insanlık, toplum ve ülkeler açısından evrensel ve
nesnel olarak geçerli ve bağlayıcı olması gereken değerler; hukuk-dışı alana
ilişkin olarak nitelendirilebilecek kültürel ve özgün toplumsal yapıya ilişkin
değerler değildir ve olamaz. Bu önemli ve duyarlı ayrımın kavranamaması, bu
konudaki algılamaları karmaşık ve çözümsüz hale sokabilir. Temel sorun; tüm
toplum ve ülkelerin insan hak ve özgürlükleri, demokrasi, hukuk devleti,
toplumsal adalet, eşitlik ve özgürlük gibi tüm insanlığın ortak kazanımı olan
evrensel hukuk değerlerini ve bu çerçevedeki temel ilkeleri kendi hukuk
içeriklerinin temel dayanağı haline getirmeleri sorunudur. Bu alana ilişkin
olmayan etkinlik ve farklılıklar, yine tüm toplumlar açısından, bir özgünlük ve
serbesti alanı olarak teslim edilmek gerekir.
SONUÇ
Evrensel hukuk değerleri bir gelişim ve ilerleme olanağını içerir.
Adaletli, başka bir deyimle doğru hukukun içeriği ve ayrıntılarının ortaya
konmasına ilişkin deyenimler, bu konudaki yaklaşımlar arasında bir farklılık
olabileceğini ve evrensel hukuk değerlerinin içeriğinin ayrıntılarına ilişkin,
henüz tam anlamıyla gerçekleşmiş bir uzlaşının kesin olarak mevcut olmadığını
göstermektedir. Evrensel hukuk değerlerini içeren bir hukuk anlayışına ilişkin
kavrayış, Fransız modern doğal hukuk kuramcısı Jacques Maritain’in de dikkat
çektiği gibi,[27] insanlık tarihi boyunca
ve birey ve toplumların kapasite ve yeteneklerine göre değişme özelliğine
sahiptir. Öyle ki bu bağlamda birey ya da toplumların evrensel hukuk değerleri
farkındalığının niceliksel ve niteliksel gelişmesinden bile söz edilebilir. Bu
evrensel hukuk değerleri farkındalığının gelişimi açısından en önemli etken
olarak, kuşkusuz, toplumların sosyo-ekonomik koşullarının insanca yaşamanın
minimum standartlarını kapsar biçimde sağlanması noktasına vurgu yapılmalıdır.
Dahası, evrensel hukuk değerlerinin küreselleşme olgusu karşısında insanlığa
bir çözüm yolu olarak benimsenmesini içeren yaklaşımın, bu konuda; nesnel, salt
bağlayıcı ve etik temele dayalı bir bakış açısına yönelik bulunduğu ve bunu
amaç edindiği göz ardı edilmemelidir. Nesnel geçerlilik, sahip olunan ile
değil, haklı istem anlamında savla ilgilidir; dolayısıyla, bu konuda temel
sorunun, evrensel doğru ve belli sistematik ilkeleri olanaklı kılan gerçekçi ve
doğru bir yöntem ortaya konabilmesi olduğu unutulmamalıdır.[28]
Konuya etik boyuttan bakıldığında, evrensel hukuk değerleri savunusunun
insanlığa bir çözüm yolu olarak ortaya konmasının temelinde, insanın acı
çekmesinin ve özgürlüğünün kısıtlanmasının kötülük olduğunu içeren bir inancın
yer aldığı; hukuksal açıdan ise, yalnızca hukuka ilişkin olan eylem ve
davranışların nesnel bir geçerlilikle değerlendirilmesi ve muameleye tabi
tutulması amacı taşındığı söylenebilir.
Çağdaş dünya, Tocqueville’in
deyimiyle, henüz bir emekleme dönemindedir ve zaman onu henüz
kusursuzlaştıramamıştır.[29]
Salt anlamda kusursuzlaşmanın olanaksız olduğu, ölüm ve kaçınılmaz acılara
tutsak dünyamızda, hiç olmazsa, kaçınılmaz olmayan ve yaşanmaması mümkün
acıların olabildiğince azaltılabilmesi ve kısmen de olsa adil ve esenlikli bir
yaşamın ikame edilebilmesi için evrensel hukuk değerlerinin tüm toplumlarda
egemen kılınması gereği ortadadır. Küreselleşme ve küresel topluluk
realitesinin en çok şiddetin ve yıkımın egemenlik kurmasında araçsal işlev
görme durumuna gelmesi istenmiyorsa; tüm insanlık bilincinin ve bu bilincin
oluşturulmasında sorumluluk sahibi kişi, kurum ve toplulukların bu önemli
konuda özen ve çaba sergilemesi gerektiğinde hiç kuşku yoktur.
KAYNAKÇA
ARAL, Vecdi : “Bir Adalet Bilimi Olarak Hukuk Bilimi”, by: ed.
Adnan Güriz, Adalet Kavramı, Ankara 1994, s.41-50.
BİXS, Brian H. : “Doğal Hukuk: Modern Gelenek” (çev. Ertuğrul
Uzun), by: Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk fakültesi Dergisi, Cilt:6, sy:2,
s.291-343,İzmir, 2004.
BURNS, Edward McNall : Çağdaş Siyasal Düşünceler (çev. A. Şenel),
Ankara, 1984.
CAMUS, Albert : Başkaldıran İnsan (çev. Tahsin Yücel), 3. Baskı,
Ankara, 1990 (Metinde “Camus Bİ”
olarak gösterilmiştir).
CAMUS, Albert : Sisyphos Söylemi (çev. Tahsin Yücel), İstanbul,
1983 (Metinde “Camus SS” olarak
gösterilmiştir).
COPLESTON, Frederick : Felsefe Tarihi, Cilt:6: Çağdaş Felsefe, Bölüm:2:
Kant (çev. Aziz Yardımlı), İstanbul, 1989.
DONNELLY, Jack : Teoride ve Uygulamada Evrensen İnsan Hakları
(çev. Mustafa Erdoğan/Levent Korkut), Ankara, 1995.
EVERETT, Milliard Spencer : İdeals of Live, John Wiley & Sons Inc., New
York.
GASSET, Ortega Y. : Tarihte Bunalım ve İnsan (çev. Neyire Gül Işık),
İstanbul, 1992.
GIDDENS, Anthony : Modernliğin Sonuçları (çev. Ersin Kuşdil),
İstanbul, 1994.
HAYEK, F. A. : Studies in Philosophy, Polities and Economics,
London.
JHERING, R. Von : Hukuk Uğrunda Savaş (çev. Rasih Yeğengil),
İstanbul, 1964.
KANT, Immanuel : Arı Usun Eleştirisi (çev. Aziz Yardımlı),
İstanbul, 1993 (Metinde “Kant AUE”
olarak gösterilmiştir).
KANT, Immanuel : Pratik Usun Eleştirisi (çev. İsmet Zeki
Eyuboğlu), İstanbul, 1989 (Metinde “Kant PUE” olarak gösterilmiştir).
MAGEE, Bryan : Yeni Düşün Adamları (hazırlayan: Mete Tunçay),
Ankara, 1985.
MORA, Jose : Ferrater Philosophy Today, New York, 1960.
PARSONS, T. : Societies, Evolutionary and Comparative
Perspective, Prentice-Hall, Englewood Cliffs, 1966.
POUND, Roscoe : Law and Morals, New York, 1969.
RADBRUCH, Gustav : Hukukta Bilgelik Dolu Özlü Sözler (çev. Prof. Dr.
Vecdi Aral), s.32, Kocaeli, 2002.
RUSSEL, Bertrand : The Will to Doubt, The Wisdom Library, New York,
1958 (Metinde “Russel WD” olarak
gösterilmiştir).
RUSSEL, Bertrand : The Problems of Philosophy, The Wisdom Library,
New York, 1958 (Metinde “Russel PP”
olarak gösterilmiştir).
SARTRE, Jean - Paul : Denemeler (çev. Sabahattin Eyuboğlu/Vedat
Günyol), Say Kitap Pazarlama, İstanbul.
STAMMLER, Rudolf : The Theory of Justice (çev. Isaac Husik), Rothman
Reprints, inc., New York, 1969.
STROLL, Avrum/POPKİN, Richard H. : Introdoction to Philosophy, New York, 1961.
TOCQUEVILLE, Alexis : Amerika’da Demokrasi (çev. İhsan Sezal/Fatoş Dilber),
Ankara 1994.
HUKUK FELSEFESİ PERSPEKTİFİNDEN DİNSEL/İSLAMİ HUKUK KAVRAMINA İLİŞKİN BİR DEĞERLENDİRME
Prof. Dr. Ahmet GÜRBÜZ[1]
ÖZ
Günümüz
İslam/doğu toplumlarının temel sorununun din-bilim uzlaşısı konusuna ilişkin
olduğu, objektif bir bilimsel yaklaşım sergilendiğinde açıkça gün yüzüne
çıkmaktadır. Hukuk, ekonomi, demokrasi, kamu
yönetimi vb. gibi çağdaş bilim/bilimsel alan ve ilkeleri din/İslamiyet’in
dışında ve ona karşıt alternatif olgular olarak algılamak bu sorunların temel
zeminini oluşturmaktadır.
Hukuk bilimi
açısından, ifade ettiğimiz temel soruna bakacak olursak, ülkemiz ve diğer İslam
ülke ve toplumlarının daha temel ve ciddi bir algı bozukluğu/karmaşası
içerisinde olduğu realitesiyle yüz yüze kalmaktayız.
Bu bağlamda
“İnsanlığın hukuku / beşeri hukuk” ile “dinsel/İslami hukuk”, özü itibariyle,
çakışan/çakışabilen kavram ve olgular olarak değerlendirilebilir mi?
Kanımızca
hem dinin temel değerlerinin kavranıp realize edilmesinde ve hem de diğer tüm
bireysel/toplumsal davranış modellerinin/biçimlerinin belirlenmesinde temel
kriterin, çağdaş/günümüz ifadesiyle objektif bilimsel/hukuksal değerler olduğu,
İslam dininin temel buyruğu olarak algılanmalıdır. Günümüz İslam dünyasının
içinde bulunduğu olumsuz konumdan kurtuluşunun yegâne yolunu da yansıtmaktadır
bu yaklaşım aynı zamanda.
Anahtar Sözcükler: Dinsel/İslami Hukuk Kavramı, İnsanlığın Hukuku / Beşeri Hukuk, Evrensel
Hukuk, Günümüz İslam dünyası, Din-Bilim Karşılaştırması.
A STUDY ON RELIGIOUS/ISLAMIC
LAW FROM THE PERSPECTIVE OF PHILOSOPHY OF LAW
ABSTRACT
With an objective scientific approach, reconciliation of the religion and science
is the fundamental problem of contemporary Muslim/Eastern world. This is essentially due to considering modern
science and scientific fields and principles (i.e. law, economy, democracy,
public administration) as non-religious/Islamic, and moreover, as an
alternative to the religion/Islam.
In particular, regarding jurisprudence, our country
and other Islamic countries and societies have a more fundamental and serious
perception confusion.
In this context, could man-made law and religious/Islamic law be considered as
fundamentally consistent concepts and facts?
In our opinion, objective
scientific and juridical facts should be the principal criteria for
understanding the essential values of the religion and for determining all other
models/forms of individual/social behavior. This approach should be perceived
as the fundamental command of Islam. In addition, this approach may reflect the
only way for contemporary Muslim world to
liberate from its current negative position.
Keywords: Religious/Islamic Law, Man-made Law, Universal
Law, Today’s Muslim World, Comparison of Religion and Science
I- GİRİŞ
Aydınların
ve bilim insanlarının temel ödevinin yaşadıkları dünyanın barış ve esenlik dolu
olması için doğru bildiklerini haykırmak olduğu bir hakikattir. Açığa çıkarılıp
çözümlenmesi gereken temel sorunlar, görmezden gelinerek ertelenir/ötelenirse
bu şekilde zamanla artık çözümlenmesi olanaksız bir hal ve niteliğe
bürünebilir.
Günümüz
İslam/doğu toplumlarının temel sorununun din-bilim uzlaşısı konusuna ilişkin
olduğu, objektif bir bilimsel yaklaşım sergilendiğinde açıkça gün yüzüne
çıkmaktadır. İslam
dininin gerçekte tek temel kriterinin akıl/ilim/bilimsellik olma, bununla
uyumlu olma kriteri olduğunun vurgulanması bu noktada büyük önem taşır. İslam
dininin temel kaynağı olan Kur’an-ı Kerim ve İslam peygamberinin
uygulamalarının temel esprisine bakıldığında, dinin ana vurgularının ve bununla
birlikte tüm bireysel ve toplumsal sorunların çözümlenmesinin temel kriterinin
tefekkür/akletme/fıkhetme yani akıl/ilim/bilimsellik olduğu açıkça
görülmektedir. Başka bir anlatımla hem dinin temel değerlerinin kavranıp
realize edilmesinde ve hem de diğer tüm bireysel/toplumsal davranış
modellerinin/biçimlerinin belirlenmesinde temel kriterin, çağdaş/günümüz
ifadesiyle objektif bilimsel/hukuksal değerler olduğu, İslam dininin temel
buyruğu olarak algılanmalıdır. Günümüz İslam dünyasının içinde bulunduğu
olumsuz konumdan kurtuluşunun yegâne yolunu da yansıtmaktadır bu yaklaşım aynı
zamanda.
Konunun asıl
önemi ve belirleyiciliği, toplumun hukuk algısının iradi ve sağlıklı olmaması
durumunda hukukun toplumsal barış ve esenliği sağlama temel ödevini
gerçekleştirememesinde yatmaktadır. Toplumun hukuku ‘meşru’ addetmesi toplumsal
barış ve esenlik için büyük önem arz eder kuşkusuz. Peki, bu nasıl
sağlanabilir? Başka bir anlatımla “İnsanlığın hukuku / beşeri hukuk” ile
“dinsel/İslami hukuk”, özü itibariyle, çakışan/çakışabilen kavram ve olgular
olarak değerlendirilebilir mi? Toplumsal yaşam açısından, adil ve esenlikli bir
dünyanın kurulabilmesi açısından, yaşamın insanileştirilmesi açısından,
toplumsal ahlak ve hukuk açısından önemli olan ve aynı zamanda
dinin/İslamiyet’in temel değerlerinden birisini oluşturan “adalet” kavramı,
teorik ve olgusal olarak hayatımızda yeterince ve bihakkın işlevselleşebilmiş
midir?
II- GENEL OLARAK
Günümüz İslam
toplumlarının çağdaş bilim ve bilimsel kavramlar ile din/islamiyet inancını
karşılaştırma bağlamında çok ciddi bir çıkmaz içerisinde olduğu önemle teslim
edilmelidir kanımızca. Hukuk, ekonomi, demokrasi, kamu yönetimi vb gibi çağdaş
bilim/bilimsel alan ve ilkeleri din/İslamiyet’in dışında ve ona karşıt
alternatif olgular olarak algılamak ve geçmiş yüzyıllardaki zaman/mekan
sınırlarında toplumsal sorunların çözümüne yönelik o günün bilginlerinin ve
bilimsel çabalarının sunduğu yaklaşımları din/İslamiyet’in değişmez temel
yaklaşımı olarak görmek bu sorunların temel zeminini oluşturmaktadır.
İslam
dininin temel kaynağı olan Kur’an-ı Kerim’e anlamsal vurgu/bütünsellik
açısından bakıldığında, bireysel ve toplumsal yaşam bağlamında adaletseverlik,
yardımseverlik, dürüstlük, sevgi, saygı, iyiniyet, tevazu, haksızlık yapmamak,
zulmetmemek vb. gibi temel etik ve hukuksal değerlerin[2]
bir temel anlayış/yaklaşım ruhu olarak vurgulandığı ve içinde bulunulan somut
koşullar/sorunların bu temel anlayış/yaklaşım kriter alınarak çözümlenmesi gerektiğinin[3]
önerilmekte / ifade edilmekte olduğu anlaşılacaktır. Diğer yandan yine Kur’an-ı Kerim’e anlamsal
vurgu/bütünsellik açısından bakıldığında, tüm bu etik (bireysel) ve hukuksal (toplumsal)
değerlerin akıl ve bilgi doğrultusunda bilinip kavranması ve pratize edilmesi
gerektiğinin önemle vurgulanıp ifade edildiği görülmektedir. Bu belirttiğimiz
hususun en önemli kanıtı/göstergesi, Kur’an-ı Kerim’de nicelik olarak ta en çok
tekrar edilen ve “bilmek, tefekkür etmek, akletmek, görmek, duymak, kavramak,
düşünmek, ders çıkarmak” gibi benzer kavram ve ifadelerle yinelenen temel
vurgunun akıl ve bilime ilişkin temel vurgu olması hususudur[4].
Dolayısıyla son tahlilde bireysel ve toplumsal yaşamın değerli kılınmasının
biricik yolunun, etik ve hukuksal temel değerleri bilim ışığında kavramak ve
uygulamaktan (Aral,
2014: 44-45) başka hiçbir
yol olamayacağı, Kur’an-ı Kerim’e anlamsal vurgu/bütünsellik açısından
bakıldığında açıkça anlaşılmaktadır kanaatimizce.
III- MEŞRU/EVRENSEL HUKUKUN TEMEL
UNSURU
Hukuk bilimi açısından, ifade ettiğimiz temel soruna
bakacak olursak, ülkemiz ve diğer İslam ülke ve toplumlarının daha temel ve
ciddi bir algı bozukluğu/karmaşası içerisinde olduğu realitesiyle yüz yüze
kalmaktayız.
Aynı zamanda meşru / evrensel ve nesnel olarak
savunulabilir bir hukuk anlayışının (HIRSCH: 1987, s. 42-45) en temel ve belirleyici öğesi ‘adalet’
kavramıdır. Soyut adalet düşüncesi etik bir değer olarak nesnel ve salt
bağlayıcı olma özelliğine sahipken; bu soyut adalet değerinin içeriğinin
oluşması ve ayrıntılarının belirlenmesi, belli uzay ve zaman koşullarıyla
ilintilidir. Böylece soyut adalet düşüncesi nesnel, yani somut koşullara bağlı
değilken; adaletin içeriği somut koşullarla ilişkilidir. Başka bir deyimle,
somut uzay ve zaman koşulları ya da toplumsal koşullar; nesnel, salt bağlayıcı
ve soyut olan adalet değerinin içeriğinin bulgulanmasında, algılanmasında ve
yaşantılanmasında belirleyici olma anlamında büyük bir öneme sahiptir. Bütün
bunlardan sonra, “evrensel hukuk değerleri ve ilkelerinin” soyut adalet
düşüncesinin içeriğini oluşturdukları; bu evrensel hukuk değerleri ve
ilkelerinin, bir yandan nesnel ve soyut etik değerlere dayanmakla aynı zamanda
kendilerinin de nesnel ve soyut bir boyutlarının bulunduğu, diğer yandan ise,
bunların somut içeriksel öğelerinin ayrıntılarının oluşması açısından somut
koşullara bağlı oldukları söylenebilir.
Böylece hukuk bir bakıma adalete yönelik bulunan,
en son ve nihai amacı adaleti sağlamak olan, idesi ve ideali ‘adalet’ olan, bir
toplumsal yaşam sistematiği bütünüdür. Hukukun ideal ya da olması gerekene
ilişkin temel öğesi olan ‘adalet’ kavramı ise, bir yandan böylece hukukun nihai
amacı ve ereği olmakla, ‘hukuksal bir değer’ olma özelliğindeyken; diğer yandan
ise, sübjektif (kişisel) ‘adaletseverlik duygusu’ anlamında, ‘ahlaksal (etik)
değerler’ alanına ilişkin bulunmaktadır (İBN MESERRE: 1999, s. 20-21). ‘Adaletseverlik, yardımseverlik,
dürüstlük, iyiniyet vb.’ ahlaksal değerlerin en temel özellikleri ise, tüm
zaman ve mekân koşullarında tüm insanları kesin olarak bağlayıcı olmalarıdır (ARAL: 1992, s.
101) . Hangi
zaman ve mekânda, hangi koşulda, hangi özellik ve nitelikte olursa olsun tüm
insanlar, ahlaksal değerlerin bağlayıcı buyruklarını bilmek, içselleştirmek ve
yaşantılamak sorumluluğundadırlar çünkü.
IV- HUKUK FELSEFESİ PERSPEKTİFİNİN ÖNEMİ
Konuya hukuk
felsefesi açısından baktığımızda (RUSSEL; 1963, S. 91), esenlikli/adil bir
toplumsal yaşamın kurulabilmesi adına, tüm insanlık tarihi için geçerli olmak
üzere şu önemli soruları objektif/bilimsel bir yaklaşımla tefekkür etmek
durumunda olduğumuzu görmek zorundayız
İnsan olarak
varlığa, bireysel ve toplumsal yaşama, değerlere ilişkin iyi niyetli bir çaba
hangi noktada “dinsel”, hangi noktada “felsefi” ya da hangi noktada
“dinsel/islami hukuksal” ve hangi noktada “(beşeri) hukuksal” olarak
nitelendirilmekte ve değerlendirilmektedir? Bunun ayrımı ve belirlenmesi nasıl
ve hangi ölçütle yapılmaktadır?
Kanaatimizce
sorunun özü ya da olay aynı ya da benzer olmakla birlikte yalnızca bunlarla
ilgili yapılan adlandırma ve nitelendirmelerde bir farklılık söz konusudur.
İnsanlık tarihine bakıldığında bazı medeniyet ya da toplumlarda bu bağlamdaki
fikir, sorgulama, irdeleme ve uğraşılara “felsefe / (beşeri) hukuk”; diğer bazı
medeniyet ya da toplumlarda ise “din / dinsel hukuk” adı verildiği
görülmektedir. İnsanlık tarihi bu tezi destekleyen önemli tarihsel göstergeler
ve olgularla dolu bulunmaktadır. Söz gelimi Eski Yunan ve Avrupa’da’, bu
bağlamdaki yani insana, varlığa, bireysel ve toplumsal yaşama, değerlere ilişkin
düşünsel sorgulama ve değerlendirmelere “felsefe/normativizm” adı verilmişken;
doğu ya da islam toplumlarında bu kavramlar yerine “hikmet/irfan/fıkıh/şeriat
(yasa)” vb. kavramlarının yerleşik ve kabullenilmiş olduğunu gözlemlemekteyiz.
Avrupalı düşünürlerin birçoğunun, kendilerine “filozof/hukukçu” dendiği ve
yaptıkları iş “felsefe/hukuk” olarak nitelendirildiği halde, yaptıkları,
bütünüyle dinsel kaynaklı ya da en azından dinsellikle ilgili sorgulama ve
değerlendirmelerdir[5].
Diğer yandan, Doğu ve İslam medeniyet ve toplumlarında, yine kendilerine
“hakim/arif/fakih (hukukçu)” ve düşünsel aktivitelerine de “hikmet/irfan/fıkıh
(hukuk)” denilmiş olduğu halde, birçok düşünür/bilge, genel olarak ya da o
günün egemen ‘dinsel’ anlayışına aykırı ya da karşıt olduğu ileri sürülen görüş
ve düşünceler ileri sürebilmişlerdir. Trajik olarak, bu ‘aykırı’ düşün
şahsiyetlerinden bazıları; günün egemen güçlerince “dinsellikle savaş açma” ile
itham edilerek öldürülmüş, sürgün edilmiş, cezalandırılmış oldukları halde yine
de düşünce ve ilim literatüründe “hakim/arif/fakih (hukukçu)” olarak
nitelendirilmiş ve düşünsel aktiviteleri de “hikmet/irfan/fıkıh (hukuk)” olarak
değerlendirilmiştir.
V- HUKUK FELSEFESİ PERSPEKTİFİNDEN
DİNSEL/İSLAMİ HUKUK
Hukuk
felsefesi perspektifinden Dinsel/İslami hukuk kavramına bakıldığında şu önemli
hususları tespit etmemiz mümkün görünmektedir.
İslam dininin
temel kaynağı olan Kuran-ı Kerim’de dinin üç temel vurgusu/ilkesi olarak
inanç/inanma, anma/ibadet ve adalet değerleri açık ve net olarak sunulmaktadır.
Bu bağlamda diğer temel vurgular için de geçerli olduğu gibi, dinselliğin
temelini yansıtan ‘adalet’ kavramının Kuran-ı Kerim ve peygamberin
uygulamalarında yalnızca temel öz ve espri olarak yer almış olduğunu; yalnızca,
adalet değerinin gözetilmesi gerektiğinin vurgulandığını ve adalet değerinin,
ayrıntıları itibariyle somut biçimlerle sınırlandırılmadığını yani içinde
bulunulan somut zaman-mekân koşullarının belirleyiciliğine aralanmış bir
kavrayış yaklaşımının sergilendiğini görmekteyiz.
Yukarıda da
değinildiği gibi islam dininin bu üç temel vurgusunun kavranması ve
yaşantılanması açısından tek temel kriterin akıl/ilim/bilimsellik olma, bununla
uyumlu olma kriteri olduğunun vurgulanması bu noktada büyük önem taşır. İslam
dininin temel kaynağı olan Kur’an-ı Kerim ve İslam peygamberinin
uygulamalarının temel esprisine bakıldığında, dinin ana vurgularının ve bununla
birlikte tüm bireysel ve toplumsal sorunların çözümlenmesinin temel kriterinin akıl/bilgi/tefekkür
kriteri olduğu açıkça görülmektedir. Başka bir anlatımla hem dinin üç ana
vurgusunun kavranıp realize edilmesinde ve hem de diğer tüm bireysel/toplumsal
davranış modellerinin/biçimlerinin belirlenmesinde temel kriterin,
çağdaş/günümüz ifadesiyle objektif bilimsel/hukuksal değerler olduğu, İslam
dininin temel buyruğu olarak algılanmalıdır. Günümüz İslam dünyasının içinde
bulunduğu olumsuz konumdan kurtuluşunun yegâne yolunu da yansıtmaktadır bu
yaklaşım aynı zamanda.
Toplumsal
yaşam açısından önemli olan, dinselliğin üçüncü ana vurgusu yani ‘adalet’
değeridir. Adalet kavramının insanlar arası ilişkileri, toplumsal yaşamı,
toplumsal ahlak ve hukuku ilgilendiren boyutu insani ve evrensel bir önem taşır
ve bu yönüyle sosyal bilimler, özellikle hukuk açısından açıklanmak, anlaşılmak
durumundadır. Tersi durumda ‘hukukun
meşruluğu’ sorunsalının sağlıklı bir öze ve işleve kavuşturulması olanaksızlaşacaktır
(O’CONNOR: 1973, s. 6). Hukukçu olarak, insanımıza ya özü itibariyle hukukun
aynı zamanda ‘dinsel / dinin temel özüne uygun’ bir mahiyet içerdiğini söylemek
durumunda kalacağız ya da ‘din dışı, dinselliğe karşıt bir şey’ olduğunu ifade
etmek durumunda kalacağız ki bu durumda da ”dinsel hukuk” teori ve pratiğine,
bu yönlü uğraş ve çabalara bir yanıt verme sorunu ila karşı karşıya
kalınacaktır.
Önemle
vurgulamak gerekir ki hukuk felsefesi açısından dinsel/islami hukuk kavramına
ilişkin yapılacak değerlendirmelerin belirtilen bu temel zemin üzerine
kurulması toplumsal yaşamın insanileşmesi bağlamında büyük değer ve
belirleyicilik taşımaktadır(JHERING: s.9; ÖZBİLGEN: s. 79).
Yukarıda
belirtildiği gibi hem İslam dininin üç ana vurgusunun kavranıp realize
edilmesinde ve hem de diğer tüm bireysel/toplumsal davranış
modellerinin/biçimlerinin bu ana vurgular ışığında belirlenmesinde temel
kriterin, çağdaş/günümüz ifadesiyle objektif bilimsel/hukuksal değerler olduğu,
İslam dininin temel buyruğu olarak algılanmalıdır. Günümüz İslam dünyasının
içinde bulunduğu olumsuz konumdan kurtuluşunun yegâne yolunu da yansıtmaktadır
bu yaklaşım aynı zamanda.
Günümüz
İslam toplumlarında toplumun ve toplumu oluşturan bireylerin hukuku ‘meşru’
(nesnel doğruya dayanan ve aynı zamanda dinin özüyle çelişmeyen) olarak
görmeleri, toplumsal barış ve esenlik açısından büyük önem arz etmektedir. Peki,
bu nasıl sağlanabilir? “İnsanlığın hukuku” ile “dinsel/İslami hukuk” özdeş
anlamlı şeyler mi, farklı ya da karşıt şeyler mi; bunun açıkça anlaşılır
kılınması gerekir. Bu amaçla bir tez olarak denilebilir ki, dinin üçüncü
vurgusu olan ‘adalet’ kavramı, kadim insanlığın ortak temel kabullerini
yansıtan ve somut olarak ‘nesnel ve evrensel hukuk değerleri ve ilkeleri’
dediğimiz değersel kazanımları ifade eder. Dolayısıyla “insanlığın hukuku” ile
“dinsel hukuk” bu noktada çakışmaktadır. Hukukun ve hukukçunun amacı ‘adalet’
dışında bir şey değildir ve olamaz; dinin vurgusu da adalettir. Dolayısıyla soyut
adalet idesinden kaynaklanan nesnel ve evrensel hukuk değerleri ve ilkelerinin,
özünü oluşturduğu bir hukuk kavrayışının aynı zamanda ‘dinsel (dine uygun)
hukuk’ olarak nitelendirilmesi ve değerlendirilmesi olanaklı olsa gerektir.
Hukuk
felsefesi açısından dinsel/İslami hukuk kavramına bakıldığında en önemli husus,
din/İslamiyet’in temel üç vurgusunun en önemli özelliğinin, bu vurguların somut
ayrıntılarına ilişkin kesin bir netliğin, belirlenimin ya da sınırlamanın söz
konusu olmayışı hususudur. Bu bağlamda, üçüncü temel vurgu olan ‘adalet ilkesine’
bakıldığında, ‘adalet’ kavramının kaynaklarda yalnızca temel bir espri ve
düşünce olarak belirtildiği, adalet değerinin gözetilmesi gereğinin
vurgulandığı ve bunun ayrıntılarının somut biçimlerle sınırlandırılmadığı
dikkat çekmektedir. ‘Adalet’ kavramının insanlar arası ilişkileri, toplumsal
yaşamı, toplumsal ahlak ve hukuku ilgilendiren boyutu insani ve evrensel bir
önem taşır ve bu yönüyle açığa çıkarılmak, anlaşılmak konumundadır. Bu bağlamda
şu söylenebilir: Dinselliğin üçüncü vurgusu olan ‘adalet’ kavramı, insanlığın
ulaştığı ve somut olarak ‘evrensel hukuksal değerler’ ya da ‘evrensel hukuk
normları’ dediğimiz değersel kazanımları yansıtmaktadır. Dolayısıyla
‘insanlığın hukuku’ ile ‘dinsel hukuk’ bu noktada çakışmakta ve aynı tarihsel
süreci barındırmaktadırlar. ‘Evrensel Hukuksal Değerler’ (GÜRBÜZ: 2013, s. 119
vd.) ya da evrensel hukuk normları, insanlığın, iyiniyetli ve başka bir deyimle
‘Tanrısal ya da dinsel’ adalet özünün ayrıntılarının ortaya konmasına yönelik
çabalarıdır.
VI- SONUÇ
‘Adalet’
kavramı özü itibariyle temel/soyut/ideal/nesnel bir söylem niteliğini ve
görünümünü arz eder. Bu soyut ve asli kavramın içeriksel olarak ayrıntılarda
belirlenmesi, içinde bulunulan somut toplumsal koşullar doğrultusunda olabilir
ancak. Temel hak ve özgürlükler, demokrasi, hukuk devleti, insan hakları,
sosyal adalet, eşitlik, özgürlük vb. biçimindeki somut içeriklerden oluşan
‘nesnel ve evrensel hukuk değerleri ve ilkeleri’; insanlığın, iyi niyetle
‘Tanrının adalet dediği şey’in içeriksel ayrıntılarının zaman ve mekân
koşulları doğrultusunda ortaya konmasına yönelik uğraşılarının sonuçlarının
bütününü yansıtmaktadır gerçekte.
Sonuç olarak
hukukun özsel niteliğine hukuk bilimi ve felsefesi perspektifinden
bakıldığında; hukukun özü itibariyle bir ve aynı olduğu / olması gerektiği,
hukukun özünü oluşturan amaçsal/asli/etik temel değerlerin bir ve değişmez
olduğu, hukukun özsel yapısının tezahür biçimini ifade eden araçsal/tali/teknik
normların ise içinde bulunulan somut zaman-mekân koşulları çerçevesinde oluşum
kazandığı hakikatiyle yüz yüze kalmaktayız. Bu hakikat ışığında algılanması ve
savunulup yaşantılanması durumunda ancak hukuk kendisinden beklenen anlamda
varlık ve işlerlik kazanabilir.
KAYNAKÇA
ARAL,
Vecdi (1992), İnsan ve Mutlu Yaşam, İstanbul-1992.
ARAL, Vecdi (2014), Beklediğimiz ve Bizden Beklenen ADALET, İstanbul.
GÜRBÜZ, Ahmet
(2013), Hukuk ve Meşruluk / Meşru Hukukun Temel Unsurları, yenilenmiş ve
geliştirilmiş 3.baskı, İstanbul.
HIRSCH, Ernst (1987), “İktidar ve Hukuk” (çev. Hayrettin Ökçesiz),
b. y. : Hukuk Araştırmaları, C. 2, Sy. 3, İstanbul.
İbn Meserre (1999), el-Münteka,
Müttakilerin Yolu, İstanbul.
JHERING, R.
Von (1964), Hukuk Uğrunda Savaş (çev. Rasih Yeğengil), İstanbul.
O’CONNOR,
James (1973), The Fiscal Crisis of the State, New York.
ÖZBİLGEN, Tarık (1969). Hukukta Meşruiyet
Meselesi Üzerine Bir Deneme (Ferdiyetçi Bir Hukuk Anlayışının Müdafası), İstanbul.
PLOTİNUS
(1996), Vatana Dönüş (Bulunduğu yayın:
Prof. Dr. Erol GÜNGÖR: Tasavvufun Meseleleri, 6. basım, İstanbul.
RUSSEL,
Bertrand (1963), The Problems of Philosophy, Oxford University Press, Oxford -
New York.
[1]
Bingöl Üniversitesi İİBF Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi
Bölümü Hukuk Bilimleri Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.
[2] Bu
bağlamda etik ve hukuksal değerlere ilişkin örneklendirme olarak Kur’an-ı
Kerim’deki şu ifadelere dikkat edilebilir: 42/40 (Sure No / Ayet No); 2/151;22/30;
90/12-17; 51/56; 2/225; 3/134; 25/63; 9/107-109; 33/5; 25/72-76; 2/264; 87/14;
91/1-10; 2/151; 35/18; 68/4; 80/3, 7; 92/18; 96/6-7; 4/58; 5/8, 42; 6/152;
7/29; 16/90; 21/47; 57/25; 60/80.
[3] Örnek
olarak şu ifadelere dikkat edilebilir: 2/177, 189, 282; 5/87.
[4] Örnek
olarak şu ifadelere dikkat edilebilir: 96/4; 45/20; 6/119; 35/19-20; 39/9;
6/104; 10/43; 50/8; 2/44, 73, 164, 170, 171,179, 242; 3/65; 5/58; 6/32, 151;
8/22; 10/16; 12/109, 111; 13/4; 14/52; 19/67; 20/53-54; 21/67; 22/46; 23/80;
25/44; 26/28; 29/35, 43; 38/29; 39/9, 18; 40/54, 67.
[5]
Bu konuda örnek olarak bkz: PLOTINUS: 1996, s. 205-206.
SOYUT VE SOMUT
BAĞLAMIYLA ADALET KAVRAMI VE TOPLUMSAL YAŞAM AÇISINDAN ÖNEMİ
I- GİRİŞ
Hukukun norm, toplumsal olgu ve etik değer yani adalet
öğelerinden oluştuğu; adalet etik değerinin bu oluşum içerisinde öncelik ve
üstünlüğe sahip olduğu gerçeğinde hiç kuşku yoktur. Bu nedenle hukukun varlık
bütününde sadece “çıkarlar çatışması”, sadece dışa dönük bir pozitivite ya da
sadece ussal bir yapı görenlerin, hukuku “cansız ve ruhsuz bir iskelet, bir
mekanizma”[1]
niteliğine sokmuş oldukları söylenebilir. Çünkü hukukun varlık bütününde, bütün
varoluşsal gerçekliği ve ideyi bir oluş bütünselliği çerçevesinde algılamak
gerekir. Hukuk çok yönlü bir bütünlük olduğundan dolayı, onun taşıdığı amaçlar,
“araçsal amaçlar”dan başlayarak “yüksek ve ereksel amaçlar”a doğru uzanan
bütünsel bir oluşum görüntüsü sunar. “Araçsal amaçlar”a, doğrudan doğruya insan
yaşamından kaynaklanmaları nedeniyle, “deneysel amaçlar” denmesi de
olanaklıdır. “Yüksek ve ereksel amaçlar”a gelince, bunlar, deneysel amaçların
kendilerine göre uyumlulaştırılıp belirlendiği adalet etik değerini ve onun bir
gereği olarak varlık kazanan eşitlik, özgürlük gibi diğer etik değerleri
deyimler.
Taşıdıkları amaç açısından hukuk ile insanın toplumsal
yaşamının bir özdeşliği yansıttığı söylenebilir. Hukuk, sürekli akış içerisinde
olan özdeksel yaşam ile insanlık değerleri arasında yer alan bir ortamdır. Bu
ortamda toplumsal yaşam ile insanlık değerleri karşılaşır; tarihsel süreç
içerisinde değişen hukuksal içerik ile hukukun sürekli aynı kalan evrensel yönü
aynı zaman kesiti içerisinde varlığını duyumsatır.[2]
Hukuk bir
bakıma adalete yönelik bulunan, en son ve nihai amacı adaleti sağlamak olan,
idesi ve ideali ‘adalet’ olan, bir toplumsal yaşam sistematiği bütünüdür.
Hukukun ideal ya da olması gerekene ilişkin temel öğesi olan ‘adalet’ kavramı
ise, bir yandan böylece hukukun nihai amacı ve ereği olmakla, ‘hukuksal bir
değer’ olma özelliğindeyken; diğer yandan ise, sübjektif (kişisel)
‘adaletseverlik duygusu’ anlamında, ‘ahlaksal (etik) değerler’ alanına ilişkin
bulunmaktadır.[3] ‘Adaletseverlik, yardımseverlik, dürüstlük,
iyiniyet vb.’ ahlaksal değerlerin en temel özellikleri ise, tüm zaman ve mekân
koşullarında tüm insanları kesin olarak bağlayıcı olmalarıdır.[4] Hangi zaman ve mekânda, hangi koşulda, hangi özellik
ve nitelikte olursa olsun tüm insanlar, ahlaksal değerlerin bağlayıcı
buyruklarını bilmek, içselleştirmek ve yaşantılamak sorumluluğundadırlar çünkü.
II- SOYUT VE
SOMUT BAĞLAMIYLA ADALET KAVRAMI
Adalet, soyut/formel anlamda, tıpkı Kant’ın kategorik
emperatifleri gibi içi boş bir kategoriyi deyimler ve bu anlamda, bütün
toplumsal erdemlerin en eskisi olup hiçbir biçimde yeniden tanımlanmaya
gereksinme duymaz. Adalet kavramının temelinde yatan düşünce, burada değerli
bir şey olarak benimsenen ve bütün insanlarda ortak bir yeti olan evrensel
insan gizilgücü’dür. Soyut adalet düşüncesinin insanlık tarihindeki en önemli
ve olumlu işlevinin, bireyi ve insan topluluklarını haklı saydıkları şey uğruna
savaşım vermeye yöneltmek biçiminde, toplumsal yaşamda büyük bir etkinliğe
sahip olması olduğu söylenebilir. Adalet, başlıca hukuk kavramı olarak en önde
gelen hukuksal değer; gerçek, iyi, güzel gibi, kendi üzerine temellenmiş
olarak, daha yüksek değerlerden çıkmayan genel bir değerdir.
Soyut/formel anlamda, yani içi boş bir kategori olarak
adalet kavramı tüm insanlık tarihi boyunca gündemde kalmış olmakla birlikte;
formel adaletle somut anlamda adalet arasında bir ilişkinin olduğu, başka bir
deyimle, formel adalet düşüncesinin belli uzay-zaman koşullarında içerik
kazanması gereği ortadadır. Bu bağlamda, adalet düşüncesinin somut
içerikleriyle ilgili olarak yapılan tartışmaların soyut/formel adalet ile somut
adalet arasındaki boşluğun giderilmesinde önemli işlevler gördüğü vurgulanmak
gerekir. Hukukun son amacı olan adalet, bir değer olarak nesnel bir özellik
taşımakla birlikte, somut tarihsellik ve toplumsallık boyutlarında, belirli
zaman-mekân bağlamında gerçekleşeceği için, toplumsal yaşam gerçekliğinde
sınırlarını bulur ve ayrıntılarının uygulanmasında bir görecelik söz konusu
olur.
Adalet düşüncesinin bu iki boyutunun birbirinden ayırt
edilerek, aynı zamanda bir bütünsellik içerisinde algılanması çok büyük önem
taşımaktadır: Adalet bir erdem olarak zamana ve duruma göre değişen ve hiçbir
kural yaratmayan ikircimli bir şey değildir. Tüm olanaklı deneyim nesneleri
örnekler olarak işlev görebilirler ve bu bağlamda adalet, içeriği salt anlamda
tüm ayrıntılarıyla belirlenmiş bir şey de değildir. Bu durum, yani bir erdem
olarak adalet kavramının içeriğinin tüm ayrıntılarıyla belirlenmiş bir olgu
olmaması durumu, adalet düşüncesinin bir kuruntu olduğunu tanıtlamaz. Hukukun
her yer ve dönemde gerçekleştirmeyi erek edindiği temel amacının varlığı
unutulmamalıdır ve bu amaç adalettir. Eğer hukukun her zaman adaleti
gerçekleştirmeyi kendisine erek olarak edindiğini söylersek, birçok toplumda
çatışan ve belirsiz değer sistemlerini ele almak yerine, evrensel olarak adalet
kavramından yola çıkarak hukuka yaklaşabiliriz. Bu çerçevede belli toplumların
değer sistemleri, evrensel adaletin belli uzay ve zaman koşulları altında
ortaya çıkan görünümleri olarak değerlendirilecektir.[5]
Hukukta adaletin bulunabilmesi için ve adaletin hukuk
eliyle gerçekleştirilebilmesi için, çağın ideallerinin, başka bir deyimle
evrensel hukuksal değerlerin formüle edilmesi gerekir. Eğer toplumsal, politik
ve hukuksal idealler formüle edilmezse adaletin gerçekleştirilmesi
olanaksızlaşır. Bu idealler moral idealler olduğundan, böylece aynı zamanda
hukuk etike bağlanmış olmaktadır. Hukuk temel olarak adaleti istemektir; adalet
ise, kimsenin adına sanına bakmadan yargılamayı, herkesi aynı ölçüyle ölçmeyi
gerektirir. Yasalar adalet istemini bilinçli olarak yadsıyorsa, bu yasaların
geçerliği yoktur ve bu durumda hukukçular, bu yasaların hukuksallık özelliğinin
bulunmadığını açıklamak yükümlülüğündendirler.[6] Hukuk, adalete yönelik bir
toplumsal yaşam düzeni olmakla; adaleti gerçekleştirmek, düzen kurmak ve
toplumsal gereksinimleri karşılamak gibi değişik amaçlara sahip bulunmaktadır.
Hukukun bu amaçları aynı yönde olmadıklarından dolayı; aralarında çelişik, tümü
hukukun niteliği gereği ve aynı zamanda geçerli olduğu için çatışık ilişkiler
söz konusu olabilir. Hukukun işlevleri arasındaki bu çatışkılar hukukun
niteliği gereği ortaya çıktığından dolayı, yapılması gereken şey, bu amaçlar
arasında bir uyum sağlamak ve adaletin bu amaçlar arasında, hukukun temel amacı
adaleti gerçekleştirmek olduğundan, bir üstünlük taşıdığını unutmamaktır.
Hukuktan daha geniş bir içeriğe sahip olan adalet kavramı hukukun son amaç ve
özünü, özlerinin en yücesini oluşturur ve böylece insan onuruna yaraşır bir
hukuk düzeni tüm insanlığın son ereği olarak karşımıza çıkar.
Adalet düşüncesi, kişilerin temel haklarının korunması
ve somut koşullarda gereklerinin, sürekli bir biçimde ülkeler ve dünya
düzeyinde gerçekleştirilmesi istemi olarak ifade edilebilir. Bu belirleme ışığı altında, adalet, bir üst
ilke olarak karşımıza çıkmakta; toplumsal ve politik ilişkilerin düzenlenmesini
belirleyen ilkeleri, her tarihsel zaman dilimi içerisindeki somut koşullara
insan hakları düşüncesi ışığında bakarak türetmeyi istemektedir. Böylece
adalet, insan haklarının ülkeler ve dünya düzeyinde korunmasını
gerektirmektedir. Bunun nedeni, insan haklarının kişilerin insancıl yaşam
olanaklarının gerçekleştirilebilirliğinin genel koşullarını dile getiriyor
olmasıdır.[7]
İnsan hakları, herkesin salt insan olarak sahip olduğu
haklar olup, tarihsel ve kültürel özgüllükle bağdaşan bir temelde
evrenseldirler. İnsan doğasının kültürel bakımdan çeşitliliği, insan haklarında
kültüre göre önemli değişmelere izin verdiği gibi, bunu gerekli de kılar. Ne
var ki bütün haklar sadece kültürel olarak belirlenmiş toplumsal kurallara
dayansaydı, kişinin salt insan olduğu için sahip olduğu hiçbir hak var
olamazdı. İnsan hakları tekil olarak “özünde tartışılabilir kavramlar”a
benzerler; bu kavramların anlamına ilişkin sağlam ama oldukça genel bir uzlaşı
var olmakla birlikte, yorumlanmaları açısından aynı ölçüde önemli ve çözümsüz
bir anlaşmazlık söz konusudur. Bu gibi durumlarda kültür, yorumların seçilmesi
için tutarlı ve savunulabilir bir oluşum işlevini görür. Ne var ki farklılıkların
benimsenebilir ölçeği güçlü sınırlamalara da bağlı kılınmalıdır. Bütün bu açıklamalar, sonuç olarak, bizi
kültürel rölativizm ile insan hakları arasında bir seçim yapmak durumunda
olmadığımız gerçeğine götürmektedir. Belirli bazı insan haklarının biçim ve
yorumunda kültürlere bağlı olarak bir takım sınırlı değişikliklere hak vermek
gerekli olabilse de, insan haklarının temeldeki ahlaksal evrenselliği
vurgulanmalıdır.[8]
Adaletin, nedensellik bağıntısı doğrultusunda, bir
doğa olayındaki gibi doğal bir zorunlulukla gerçekleşmesi söz konusu olamaz.
Dolayısıyla, adalete, doğada belli koşullar içerisinde zorunluluk sonucu
gerçekleşen bir olaya güvenildiği gibi güvenilmesi de olanaklı değildir. Bütün
bu nedenlerle, adaletin gerçekleştirilmeyi insanlardan beklediği anlaşılabilir.
Dolayısıyla bu bağlamda adalet ilkesinin daha somut, açık ve benzer yardımcı
ilkelerle açıklığa kavuşturulması, desteklenmesi gereği ortaya çıkmaktadır.
Hukuk felsefesinin en önemli özelliği, adalet düşüncesi ışığı altında hukuku değerlendiren
bir bilim olması; adalet kavramının nitelik, içerik ve kapsamını, adalete uygun
davranışın ne olduğunu sağlıklı bir biçimde araştırma ödevinde olmasıdır.
Adalet öncelikle soyut/formel bir düşüncedir ve bu
nedenle uygulanabilmesi, toplum içindeki somut ilişkileri düzenlemek amacıyla
hukuk normları niteliğine kavuşabilmesi için bir içerik kazanması gereklidir.
Adalete bir içerik kazandırıp uygulanmasını sağlamak yolunda saptanan ilkeler
yeterli bir biçimde belirlenmiş olmadığından ve adalete somut bir içerik
kazandırmak tamamlayıcı diğer ölçü ve ilkelerin bulunmasını gerektirdiğinden
dolayı, bu yolda yapılacak çalışmalar ve düşünceler önem ve ivedilik
taşımaktadır. İnsanlık tarihi boyunca ilgilenilip uğraşılan bu çerçevedeki
düşünceleri veri almak bu yöndeki çabaların olumlu sonuçlar doğurmasına ivme
kazandırabilir. Adaletin genel anlamının, toplumsal organizasyonun avantajları
ve dezavantajlarının ahlaksal ölçüler çerçevesinde doğru bir biçimde
dağıtılması ya da, hak edilenin ne olduğu sorusunu içermekle birlikte, “herkese
hak ettiğinin verilmesi” olduğu söylenebilir.
Hukuk felsefesi tarihinde özellikle Aristo’nun
evrensel ve insandan bağımsız bir “doğal adalet” katkısıyla gündeme gelen soyut
adalet düşüncesi, öte yandan, günümüz dünyasında “toplumsal adalet” olarak ta
somutlaşmakta ve bu bağlamıyla giderek evrensel hukuksal değerlerin bir öğesini
oluşturmaktadır. Toplumsal adalet düşüncesini açıkça hiçe sayan bir hukuk
düzeninin meşruluğundan söz etmek olanaksızdır; böylece toplumsal adalet
düşüncesinin, diğer evrensel hukuksal değerlerle birlikte bir meşruluk ölçütü
konumunda olduğu vurgulanmalıdır. Bir toplum içerisinde belirli bir sınıf ya da
grubun, diğerlerinin aleyhine sermaye biriktirmeye çalışmasına yardımcı olmak
üzere zor aygıtlarını açıkça seferber eden bir hukuk düzeni ya da siyasal
erkin, meşruluğunu yitirdiği söylenebilir.[9] Toplumsal adalet kavramının
tarihçesi ve yerleşmesi insan hakları, demokrasi gibi diğer evrensel hukuksal
değerlerin somut içeriksel öğelerinin gelişimiyle ilintili olup, bunların
yerleşmesiyle paralellik oluşturmaktadır.
Genel olarak adalet yaşantılaması “us” ve “kişinin
kendini başkasının yerine koyması” öğelerinin birlikteliklerinden oluşur.
Bunlardan sadece birinin alınıp diğerinin yadsınması eksik ve yanlış bir tavır
olur. Toplumsal adalet düşüncesinin temel kaynağı özellikle “kişinin kendini
başkasının yerine koyması” durumudur. Bireylerin, toplulukların ve siyasal
erklerin bu düşünceden etkilenmelerini sağlayacak yetkinlikte bir kültürel
ortamın oluşturulması, toplumsal adalet düşüncesinin hem bireysel ve hem de
toplumsal bağlamda yerleşmesine ivme katacaktır. Toplumsal adalet ilkesine
ilişkin temel öneme sahip nokta da burada yatmaktadır. Bunun dışında, yani
diğer evrensel hukuksal değerlerin içeriksel öğelerinde de özdeş olarak geçerli
olmak üzere, toplumsal adalet ilkesinin içeriğinin ayrıntılarıyla oluşması ve
biçimlenmesi, doğal olarak, somut uzay ve zaman koşullarıyla ilgili olup
süreçsel bir gelişmeyi içerir. Günümüz açısından bakıldığında toplumsal adalet
düşüncesinin, en azından sözsel ve teorik bağlamdaki genel uzlaşı ölçü alınarak
ve soyut anlamıyla sınırlı da olsa, evrensel bir hukuksal değer olmak durumunda
olduğundan söz edilebilir.
III- MEŞRULUĞUN KRİTERİ VE HUKUKUN
BAĞLAYICILIĞININ TEMELİ OLARAK ADALET KAVRAMI
Meşru yani evrensel ve nesnel olarak savunulabilir bir
hukuk anlayışının en temel ve belirleyici öğesi ‘adalet’ kavramıdır. Soyut
adalet düşüncesi etik bir değer olarak nesnel ve salt bağlayıcı olma özelliğine
sahipken; bu soyut adalet değerinin içeriğinin oluşması ve ayrıntılarının
belirlenmesi, belli uzay ve zaman koşullarıyla ilintilidir. Böylece soyut
adalet düşüncesi nesnel, yani somut koşullara bağlı değilken; adaletin içeriği
somut koşullarla ilişkilidir. Başka bir deyimle, somut uzay ve zaman koşulları
ya da toplumsal koşullar; nesnel, salt bağlayıcı ve soyut olan adalet değerinin
içeriğinin bulgulanmasında, algılanmasında ve yaşantılanmasında belirleyici
olma anlamında büyük bir öneme sahiptir. Bütün bunlardan sonra, “evrensel hukuk
değerleri ve ilkelerinin” soyut adalet düşüncesinin içeriğini oluşturdukları;
bu evrensel hukuk değerleri ve ilkelerinin, bir yandan nesnel ve soyut etik
değerlere dayanmakla aynı zamanda kendilerinin de nesnel ve soyut bir
boyutlarının bulunduğu, diğer yandan ise, bunların somut içeriksel öğelerinin
ayrıntılarının oluşması açısından somut koşullara bağlı oldukları söylenebilir.
Diğer yandan tartışılması gereken önemli bir sorun,
hukuk felsefesi tarihi boyunca, ahlaksallıkla hukuksallık ya da başka bir
deyimle meşruluk arasında kesin çizgilerle belirlenmiş bir ayrımın niçin
gündeme gelmiş olmasıdır. Gerçekten de ahlak ile hukuk arasında bir ayrım
bulunduğu; ahlaksallığın iç yaşamla oysa hukuksallığın dış davranışlarla ilgili
olduğu, hukuk felsefesi tarihinde hep işlenmiş ve bu nedenle ahlaksallığa
hukuksallıktan daha çok önem verilmiştir. Oysa bu ayrımı sıradan bir zıtlığa
dönüştürmektense, etik ve hukuksal sorunların daha geçerli bir
karşılaştırmasının yapılması daha yararlı olabilir. İçsel olarak ahlaksallık ve
dışsal olarak hukuksallık arasında olduğu söylenen zıtlığın vurgulanmasında
önemli bir tehlike vardır: Hukuku etik temelinden ayırmak ve onu salt dışsal ve
dayatılmış bir buyruk olarak sunmak, hukukun bağlayıcılığının temeli ile ilgili
güçlü sorunlar yaratır. Oysa hukuk etikle temellendirildiğinde, bu, aynı
zamanda özgürlüğün algılanmasını içerecektir.[10]
Ahlaksallıkla hukuksallık arasındaki ilişkiyle ilgili
olarak kesin bir biçimde denebilir ki, her ikisi de özdeş köke bağlıdır; her
ikisi de insan istencinin değerlendirilmesi ve yargılanması ile ilgilidir.
Dolayısıyla bunlardan hiçbirisi tek başına kendi yazgısını tam bir yetkinlikte
belirleme olanağına sahip değildir. Bu gerçek daha binlerce yıl öncesinden
Sokrates vb. düşünürlerce vurgulanmış; moral standartların hukukun ve
politikanın nesnel özelliklerini oluşturduğu; dahası, etikin hukuk ve politika
ile özdeş olduğu belirtilmişti. Bunların, yani etik ve hukukun birleşmesiyle
temel ve evrensel kavram birliğini kurmayı önemle başarabiliriz. Günümüzde
önemi gittikçe artan hukuksal antropolojinin kültürel farklılıkların ötesine
geçerek, hukuk alanında insanlığın ortaklaşa paylaştığı değerlerin neler
olduğunun araştırılmasına yöneldiğinin anımsatılması yararlı olacaktır.
Adaletli bir hukuk kuramı tam olarak anlaşılabilmek için etiksel doktrine
gereksinim duyar; özellikle her ikisinin de adaletsizliğe karşı savaşımda
başarılı olabilmesi için birleşmek durumunda oldukları önemle vurgulanmalıdır.
Özellikle hukukun bağlayıcılığının temeli sorunu ile ilgili olarak denebilir
ki, hukukun konmasında olduğu gibi, ona uyulmasında da “sevgi” olmalıdır.[11] Son
yıllarda “Hukuksal Moralcilik (Legal Moralism)” denebilecek görüşün
yaygınlaşması gerçeği de bizi bu noktaya götürmektedir. Toplumun özünü yansıtan
normatif yapı, etik değerleri ve ayrışan-özelleşen ayrıntılı normları içerir.
Söz konusu bu öğelerin meşru ve anlamlı sayılabilmesi için, kültürel
referanslara, daha doğru bir deyimle evrensel ahlaksal ve hukuksal değerlere
gereksinimleri vardır, yani onlara dayanmış olmaları gerekir.
Hukukun bağlayıcılığının temeli sorununa, iki açıdan;
olgusal açıdan ve gereksel açıdan bakılabilir. Diğer bir anlatımla, eylemsel
olarak belli zaman ve yer koşullarında, belli toplumlarda, o toplumu oluşturan
bireylerin yürürlükte bulunan hukuka niçin uydukları sorusu sorularak varolan
gerçeklik incelenebilir ve bu bağlamda, sözgelimi, bu koşullardaki toplum
bireylerinin “yaptırım”, “düzenin sağlanması” vb. gibi nedenlerle hukuka
uydukları belirlenebilir. Diğer yandan aynı sağlanması” vb. gibi nedenlerle hukuka uydukları
belirlenebilir. Diğer yandan aynı sorun yani hukukun bağlayıcılığının temelinin
ne olduğu sorunu, “olması gereken” açısından; hukuktan beklenen işlev ve bu
işlevin gerçekleşmesinin sağlanması açısından, bireylerin hangi nedenlerle
hukuka uymaları gerektiği açısından ele alınabilir. Bu noktada olgusal olanla
yani eylemsel olarak var olan gerçekliklerle, gereksellik yani savunulan
kuramlar arasında karşılıklı bir etkileşimin olduğu unutulmamakla birlikte,
toplumsal-insani yaşam biçiminin belirlenmesinde, kuramın, "olması
gereken" düşüncesinin etkin bir yeri bulunduğu vurgulanmalıdır.
Hiç kuşkusuz evrensel geçerliliğe sahip ahlaksal
ilkelere inanç olmaksızın hukuk normlarının bağlayıcılığının temeli
açıklanamaz.[12] Hukukun amacı araştırılırken, ahlak normu ile
hukuk normu arasındaki ilintinin ortaya çıkarılması gerekir. Bu, özgürlük
düşüncesine aykırı değildir; çünkü burada sözü edilen ahlak ilkesi, yabancı bir
yetke tarafından ve politik artdüşüncelerle beslenmiş bir zorbalık durumu
olmayıp, insan kişiliğinde olması gereken ve insanı ahlaksal etkinliklere iten
insancıl duyguların bir sembolüdür. Hukukun tek başına buyruksal ya da olgusal
alanla özleştirilemeyeceği, vurgulanması gereken önemli bir noktadır. Bu
nedenle hukukun, insanların adaleti ahlaksal bir değer olarak benimseyen genel
eğilimi doğrultusunda, etik değerleri gerçekleştirmek durumunda olduğu
belirtilmelidir. Bu durumda yasakoyucunun temel ödevi, kendi istenci dışında
bir nesnelliği bulunacak evrensel hukuksal değerleri saptayarak kuralları
oluşturmaktır. Hukukun etikin bir parçası ya da kolu olduğu; hukuk kurallarının
sadece ahlak kurallarının bir deyimlenmesini oluşturduğu; ahlak kuralları ödev
yükleyici bir niteliğe sahip olduklarından dolayı, bir kuralın aynı zamanda
ahlak kuralı olmadıkça geçerli bir hukuk kuralı niteliğine sahip olamayacağı
söylenebilir.
Bu noktada belirtilmelidir ki etik değerlerin iki
önemli özelliği vardır ve bu iki özellik bir arada etik temellendirme için bir
mantık geliştirmeye yeterlidir.[13]
Birinci özellik “evrenselleştirilebilirlik” denilen özelliktir ve bir olaya
ilişkin olarak verilen ahlak yargısının, bu olaya tam olarak benzeyen başka
bütün olaylar için de verilmesi gerektiğini deyimler. Temel ahlaksal ilkeler,
doğaları gereği evrenseldirler; ahlaksal ilkelerimiz, yalnızca bizim için söz
konusu değildir. Bunun gibi, doğal haklar ve insan hakları kuramları da elbette
doğaları gereği evrenseldirler. İkinci özellik ise “bağlayıcılık”
özelliğidir: Etik değerlerin önemli bir
özelliği salt bir istemi dile getirip, insandan buyurucu bir biçimde gerçekleşmeyi
beklemesidir. Bu ise, temel özellik taşıyan ahlaksal yargılarımızın eylem ve
davranışlarımız üzerinde etkiye sahip olduğunu; sözü edilen bu ahlak
yargılarına inanıyorsak, elimizden geldiğince onlara uygun davranmamız
gerektiğini deyimler. Çünkü belirli bir eylem ya da olaya ilişkin verdiğimiz
ahlaksal yargılar, sadece o eylem ya da olayla sınırlı olmayıp, o konuya benzer
konulardaki genel ve gizil yargılarımızın somutlaşmış biçimidir. Bu iki
biçimsel özellik, etik temellendirmeye yardımcı olacak bir mantık geliştirmeye
kendi içinde yeterli olmaktadır.
IV- ADALET KAVRAMINA DEĞGİN İSLAMİ/DİNSEL VURGU
İslam
dininin temel kaynağı olan Kuran-ı Kerim’de dinin üç temel vurgusu/ilkesi
olarak inanç/inanma, anma/ibadet ve adalet değerleri açık ve net olarak
sunulmaktadır. Bu bağlamda diğer temel vurgular için de geçerli olduğu gibi,
dinselliğin temelini yansıtan ‘adalet’ kavramının Kuran-ı Kerim ve peygamberin
uygulamalarında yalnızca temel öz ve espri olarak yer almış olduğunu; yalnızca,
adalet değerinin gözetilmesi gerektiğinin vurgulandığını ve adalet değerinin,
ayrıntıları itibariyle somut biçimlerle sınırlandırılmadığını yani içinde
bulunulan somut zaman-mekân koşullarının belirleyiciliğine aralanmış bir
kavrayış yaklaşımının sergilendiğini görmekteyiz.
Kanımızca
dinselliğin üçüncü vurgusu olan ‘adalet’ kavramı, insanlığın ulaştığı ve somut
olarak ‘evrensel hukuksal değerler’ ya da ‘evrensel hukuk normları’ dediğimiz
değersel kazanımları yansıtmaktadır aynı zamanda. Dolayısıyla ‘insanlığın
hukuku’ ile ‘dinsel hukuk’ bu noktada çakışmakta ve aynı tarihsel süreci
barındırmaktadırlar.
İslam
dininin temel kaynağı olan Kur’an-ı Kerim’e anlamsal vurgu/bütünsellik
açısından bakıldığında, bireysel ve toplumsal yaşam bağlamında adaletseverlik,
yardımseverlik, dürüstlük, sevgi, saygı, iyiniyet, tevazu, haksızlık yapmamak,
zulmetmemek vb. gibi temel etik ve hukuksal değerlerin bir temel
anlayış/yaklaşım ruhu olarak vurgulandığı ve içinde bulunulan somut
koşullar/sorunların bu temel anlayış/yaklaşım kriter alınarak çözümlenmesi
gerektiğinin önerilmekte / ifade edilmekte olduğu anlaşılacaktır. Diğer yandan yine Kur’an-ı Kerim’e anlamsal
vurgu/bütünsellik açısından bakıldığında, tüm bu etik (bireysel) ve hukuksal
(toplumsal) değerlerin akıl ve bilgi doğrultusunda bilinip kavranması ve
pratize edilmesi gerektiğinin önemle vurgulanıp ifade edildiği görülmektedir.
Bu belirttiğimiz hususun en önemli kanıtı/göstergesi, Kur’an-ı Kerim’de nicelik
olarak ta en çok tekrar edilen ve “bilmek, tefekkür etmek, akletmek, görmek,
duymak, kavramak, düşünmek, ders çıkarmak” gibi benzer kavram ve ifadelerle
yinelenen temel vurgunun akıl ve bilime ilişkin temel vurgu olması hususudur.
Dolayısıyla son tahlilde bireysel ve toplumsal yaşamın değerli kılınmasının
biricik yolunun, etik ve hukuksal temel değerleri bilim ışığında kavramak ve
uygulamaktan
başka hiçbir
yol olamayacağı, Kur’an-ı Kerim’e anlamsal vurgu/bütünsellik açısından
bakıldığında açıkça anlaşılmaktadır kanaatimizce.
V- TOPLUMSAL YAŞAM AÇISINDAN ADALET KAVRAMININ
ÖNEMİ
İnsancıl yaşamın anlam ve değer kazanabilmesi, bir
açıdan, insanın, kendisiyle barışık olması ve başkalarına saygı göstermesiyle
olanaklıdır; bu nitelikler ise, insanın kendisinde taşıdığı evrensel karakterin
bilincine varmakla ancak elde edilebilir. İnsan varlığının temeli ahlaksal
bilinçtir. Ahlaksal değerler varlığımızın temelinde bulunduğundan; ahlaksal
yaşam, ahlaksal bilince vararak, deneyimden kazanılanla insanın kendisinden
gelenin dengeli bir biçimde aksiyonda bütünleşmelerinden oluşur. Sorumluluk,
değere yönelmek, evrene katkıda bulunmak, yaratmak, yenilemek gibi özellikler
insanın en önemli ve birincil özelliklerindendir. Güdü ve dürtülerin nedensel
etkisini, akıl aracılığıyla değer amacına yöneltmekle insan kendi özüne doğru
bir atılım gerçekleştirmiş olur. Yeni davranış olanakları yaratarak değerleri
algılayıp yaşantılama çabasından, uygarlığa katkı sağlama potansiyeli doğar.
İnsanın somut beni, ancak kendisini aşan değerlerle olan ilişkisi çerçevesinde
var olmaktadır. Çağdaş filozofik düşünce, insanı, hiçbir zaman tüketilemeyen,
sayıya gelmeyen, salt anlamda kavranması olanaksız olan, aynı zamanda soyut
kavramlarla da deyimlenemeyen; ancak içten yaşanabilen, duyulabilen;
dolayısıyla, değerlere doğru açılması gereken, oluş halinde somut ve çapraşık
bir bütün olarak betimler.
Evrensel değerlerin toplumsal bağlamda yaşantılanması
anlamında kültür, insanların yaşam sorununa topluca verdikleri bütüncül ve
tümüyle varoluşsal bir yanıttır. Bu nedenle kültür, aynı zamanda yaşamın
kaçınılmaz gereği ve insan yaşantısının temel bileşeni olan bir boyuttur;
kültürün var olmadığı bir yaşam eksik, bozguna uğramış bir yaşamdır. Kültür
olgusunun getirdiği yüksek insani değerlere uygun davranış biçimi, aynı zamanda
toplumsal ahlakı gerçekleştirmektedir. Bunun temelinde sübjektif bir
bireysellik değil, “insanlık”, tüm insanların ortaklaşa duyumsadığı genel duygu
vardır ve bu yolla ortaklaşa değerler yaratılabilir. İnsanlık yalın bir
biyolojik düzene karşı kültürel bir üstünlük sağlayan biricik varlıktır.
Dolayısıyla, toplumsal ahlakın büyük bir değere sahip olduğu kuşkusuzdur.
Toplumsal ahlaka ilişkin kültürel öğeler, belli bir toplumun moralitesi ile
uyumlu olarak öğrenilen erdemler olsa da evrensel erdemlerdir. Hobbes gibi,
düşünsel bir deney içinde bu erdemlerin bir an olmadığını düşündüğümüzde,
yeryüzünde toplumsal ve bireysel yaşamın ne duruma düşeceğini tahmin
edebiliriz.
Dolayısıyla değerlerin taşıdığı önemin yadsınması
olanaksızdır. İnsanlık toplumunun varlık ve gelişmesi tinsel değerlerin varlık
ve benimsenmesine ve onlara içerik kazandırılmasına bağlıdır; çağımızda yeni
düzen arama çabalarının acımasız bir biçimde kanlı ve yıkıcı oluşunun nedenini
de burada aramak gerekir. Geçmişte ve bugün her yerde ayrıksız bir
“doğru-yanlış”, “iyi-kötü”, “güzel-çirkin” ayrımının yapıldığını; dünyanın
neresine gidersek gidelim, buralarda, değişik görüşte olmakla birlikte yine de
bu kavramlar üzerinde anlaşabileceğimizi görürüz. Bu ölçüler, aynı zamanda
genel olarak insan doğası çerçevesinde insanların özgür koşullarda benimseyecekleri
genel ölçüler olmaları nedeniyle insansal, dolayısıyla evrenseldirler. Bunun
dışında ancak ayrıksı ya da uç aykırılıklar söz konusu olabilir. Dolayısıyla bu
seçim ve tutum, insansal ve evrensel bir görünüm sunmaktadır. Bu ölçüler
üzerinde yaygın bir uzlaşı olanağının nedeni, us ve anlamdan oluşmak üzere
insanın tinsel bir yapıya sahip oluşu ve aynı zamanda bu durumun tüm insanlarda
özdeş oluşudur. Bütün bunlardan, nesnel değerlerin var olduğu, değerlerin
gerçekleştirilmesini deyimleyen ulusal ve uluslararası kültürün de ancak onlar
aracılığıyla varlık olanağına sahip olduğu anlaşılmaktadır.
Temel ahlak ilkelerinin özsel olarak bütün toplumlarda
hep bulunması, bize, bir yandan doğru buyrukların bilinmesi ve deyimlenmesi
konusunda yardımcı olabilir nitelikteyken; diğer yandan, bunu belirlemenin bize
bir hoşgörü düşüncesi kazandırması söz konusu olacaktır. Bir etik ilkenin
doğruluğu hangi etik dilde deyimlenmiş olursa olsun değişmezdir.
VI- SONUÇ
‘Adalet’
kavramı özü itibariyle temel/soyut/ideal/nesnel bir söylem niteliğini ve
görünümünü arz eder. Bu soyut ve asli kavramın içeriksel olarak ayrıntılarda
belirlenmesi, içinde bulunulan somut toplumsal koşullar doğrultusunda olabilir
ancak. Temel hak ve özgürlükler, demokrasi, hukuk devleti, insan hakları,
sosyal adalet, eşitlik, özgürlük vb. biçimindeki somut içeriklerden oluşan
‘nesnel ve evrensel hukuk değerleri ve ilkeleri’, insanlığın iyi niyetle
‘adalet’ kavramının içeriksel ayrıntılarının zaman ve mekân koşulları
doğrultusunda ortaya konmasına yönelik uğraşılarının sonuçlarının bütününü
yansıtmaktadır gerçekte.
Hukukun temel amacı ve gerçek işlevi, yeryüzünde tüm
insanların birbirleriyle ve bir arada insanca yaşayabilmelerini olanaklı kılan
bir düzenin oluşturulmasını sağlamaktır. Bu günkü insanlık, düzene ve güvenliğe
olduğu kadar adalet vb. evrensel hukuksal değerlere de gereksinme duymaktadır;
bunun da ötesinde, insanlık değerlerini yeniden öğrenmek, onlara yeniden
inanmak zorundadır.
İyi ya da kötü, var olan tek etik özne insanlardır;
insanların ortaya çıkışıyla etik’in ortaya çıkışı eşzamanlıdır. Yalnızca
insanlar kendi davranışlarını, benimsenmiş haklar ve ödevler, us aracılığıyla
doğrulanan etik sorumluluklar temelinde kurulan ilişkilerde oluştururlar.
Etik’in önemini çarpıcı bir dille vurgulayan Albert Camus’un deyimiyle, hiçbir
şeye inanılmıyorsa, hiçbir şeyin anlamı yoksa, hiçbir “değer”e evet
diyemiyorsak, her şey olanaklıdır, her şey önemsizdir; ne evet kalır ne hayır.[14]
Günümüzün gerçek hukukçu ve aydını, hiçbir dünya
görüşünün kör ve katı bir sözcüsü olma durumuna düşmeden; insanın tinsel
boyutundan kaynaklanan adalet ve diğer yüksek etik değerlerin buyruğunda
olmalıdır. Belirli bir uzay ve zaman ortamı içerisinde, her somut yaşam
durumunda adalet ilkesi doğrultusunda özgürce değerlendirmeler yapmak gerekir.
Bu bağlamda yapılacak çalışmalar ve gösterilecek çabalar, soyut ve formel
adalet ilkesinin somutlaştırılmasında ve içeriğinin oluşturulmasında önemli
katkılar sağlayacaktır.
KAYNAKÇA
ARAL,
Vecdi: İnsan ve Mutlu Yaşam,
İstanbul,1992.
CAMUS,
Albert: Başkaldıran İnsan (çev. Tahsin Yücel), 3. Baskı, Ankara, 1990.
ÇAĞIL, Orhan
Münir : Hukuk Başlangıcı Dersleri (Birinci Kitap), Genişletilmiş İkinci Baskı,
İstanbul, 1963.
DONNELLY,
Jack: Teoride ve Uygulamada Evrensen İnsan Hakları (çev. Mustafa Erdoğan/Levent
Korkut), Ankara, 1995.
GÜRBÜZ, Ahmet
(2013): Hukuk ve Meşruluk /
Meşru Hukukun Temel Unsurları, yenilenmiş ve geliştirilmiş 3.baskı, İstanbul.
İbn Meserre: el-Münteka,
Müttakilerin Yolu, İstanbul,1999.
KAUFMANN,
Arthur: “Hukuk Felsefesi, Hukuk Kavramı, Hukuk Dogmatiği” (çev. Hayrettin Ökçesiz), HFSA, 1. Kitap,
İstanbul 1993, s.7-26.
KUÇURADI, Ionna: “Adalet Kavramı”, b.y.: (ed. Adnan
Güriz) Adalet Kavramı, Ankara, 1994, s.27-33.
LLOYD, Dennis: The Idea of Law, Penguin Books,
Baltimore-Maryland, 1964.
MAGEE, Bryan: Yeni Düşün Adamları (hazırlayan: Mete
Tunçay), Ankara, 1985.
O’CONNOR,
James: The Fiscal Crisis of the State, New York, 1973.
ÖZBİLGEN,
Tarık: Hukukta Meşruiyet Meselesi
Üzerine Bir Deneme (Ferdiyetçi Bir Hukuk Anlayışının Müdafası), İstanbul, 1969.
PLOTİNUS: Vatana Dönüş (Bulunduğu yayın: Prof. Dr. Erol
GÜNGÖR: Tasavvufun Meseleleri, 6. basım, İstanbul, 1996.
RADBRUCH,
Gustav: “Beş Dakika Hukuk Felsefesi” (çev. Hayrettin Ökçesiz), b.y.:HFSA,
2.
Kitap, İstanbul, 1995, s.7-8.
RUSSEL,
Bertrand: The Problems of Philosophy, Oxford University Press, Oxford - New
York, 1963.
STAMMLER, Rudolf: The Theory of Justice (çev. Isaac
Husik), Rothman Reprints, inc. New York,
1969.
[1]
Çağıl: 17.
[2]
Çağıl: 345; Stammler:43.
[3] İbn
Meserre: 20-21.
[4] Aral:
101.
[5]
Lloyd: 116.
[6]
Radbruch: 7-8.
[7]
Kuçuradi: 31.
[8]
Donnelly:127-135.
[9] O’Connor:
6.
[10]
Stammler: 40-41.
[11]
Stammler: 43-44, 68.
[12]
“Yasa ancak evrensel usun yasası kaldığı
sürece geçerli kalabilir” (Camus: 125). Hukuku yanlızca insanların bir yaptığı
olarak gören bir kimse, varlığa uygun ve nesnel bir hukuk sorusunu nasıl
sorabilecektir. Gerçek bir hukuk kuramı, hukukun ancak kendi özü bakımından
bizim istememizden ve düşünmemizden bağımsız olarak kavrandığı,
varlıksallığının yadsınmadığı yerde olanaklıdır (Kaufmann, s.15).
[13]
Magee: 186 (“R.M. Hare
İle Söyleşi”den Hare’a ait).
[14]
Camus: 3.
UTILITARIANISM
(İNGİLİZ YARARCILIĞI) VE BATIDAKİ SOSYO-POLİTİK ETKİLERİ
GİRİŞ
Kanımızca
günümüz Batı siyasetinin temelini oluşturan, özelde "İngiliz Yararcı
(Faydacı) Okulu" genelde ise "Yararcılık (Faydacılık) Teorisi / Utilitarianism" denilen
ahlaksal, siyasal ve hukuksal düşünce biçiminin, ahlak ve hukukun özü, kaynağı
ve temel ereğinin ne olduğuna ilişkin yaklaşımlarının kavranması, irdelenmesi
ve değerlendirilmesi büyük önem taşımaktadır.
Yararcılık
(Faydacılık) Teorisi / Utilitarianism, temel olarak İngiliz düşünürlerince
sistemli bir biçimde ortaya konup savunulmuş olmakla birlikte, Eski Yunan
düşünürlerinden Aristippus ve Epikür'ün hazcı (hedonist) ve yararcı (utilitarian) bazı düşüncelerine dayandırılmaktadır.
Bununla birlikte bu düşünce biçimi, İngiliz düşünürlerince açık bir biçimde
ortaya konarak sistematize edilmiş ve olgunlaştırılmış olduğundan dolayı,
İngiliz düşüncesinin özelde Batı, genelde dünya düşünce biçimi ve yaşamına bir
eklentisi/katkısı olarak nitelendirilebilir.
Bilgi
teorisi konusunda, Onyedinci ve Onsekizinci yüzyıllar İngiliz deneyci
(ampirist) düşüncesi Yararcı Okulun düşüncelerine esin kaynağı olmuştur.[1]
İngiliz felsefesi Avrupa felsefesinden oldukça farklı bir yol izlemiştir. Bunun
nedeni, deneyciliğin (ampirizm) İngiliz karakterinin temelini
oluşturmasıdır. Karakterleri
doğrultusunda, sadece gözlem ve deneye dayanmayı ilke edinen İngiliz
düşünürler, bunu, hem bilgi teorisi alanında ve hem de apriori (mutlak
geçerli) ilkeleri yadsımak biçiminde, ahlâk alanında benimsemişlerdir. Doğa
bilimleri konusundaki deneyci ve duyumcu bilgi edinme yöntemini ahlâk ve hukuk
alanına aktarmaya çabalayan yararcılar, gözlem yoluyla, tüm insanların,
yaşamlarında hazza ulaşmaya çabaladıklarının görülebildiğini, dolayısıyla, bu
durumun aynı zamanda bir ahlâksal ve hukuksal değer olması gerektiğini
savunarak temel düşüncelerini biçimlendirmişlerdir. Yararcı kuram, bütün zaman
ve mekânlardaki tüm ahlaksal, siyasal ve hukuksal ilkelerin temelinde
haz-yarar etkenlerini görmekte ve bunu aynı zamanda kendisi için bir ‘olması
gereken’ ideal olarak savunmaktadır.
I. YARARCILIK TEORİSİNİN
FELSEFİ DAYANAKLARI
Yararcılık
kuramı, temelini, Antikçağda geliştirilip yaygınlaştırılmış olan bazı “hazcı”,
“mutlulukçu” ve “yararcı” denilebilecek düşünce biçimlerine dayandırmaya
çalışır. Hazcı yaklaşıma göre, bir eylem, ancak öncelikle bedensel anlamda olmak
üzere haz getiren ya da bunu amaçlayan bir eylem olma durumunda değerlidir. Bu
kaba anlamdaki hazcılık Antikçağ filozoflarından Aristippus tarafından
savunulmuş olmasına karşılık, hazcılığın daha inceltilmiş bir biçimi yine
Antikçağ filozoflarından kendine özgü düşünceleriyle bilinen Epikür tarafından
dile getirilmiştir. Burada artık insan eylem ve davranışlarının amacı, sadece
bedensel hazza yönelmekten çok, en az acıyla yaşamayı sağlayacak sürekli bir
denge ve hoşnutluk durumunun elde edilmesidir. Antikçağda geliştirilip
yaygınlaştırılan bu düşünceler, modern yararcılık kuramına büyük ölçüde esin
kaynağı oluşturmuş ve onun sistematize edilmesinde büyük oranda etkili
olmuştur. Yararcı kuram, bütün zaman ve mekânlardaki tüm ahlaksal, siyasal ve
hukuksal ilkelerin temelinde haz-yarar etkenlerini görmekte ve bunu aynı
zamanda kendisi için bir ‘olması gereken’ ideal olarak görmekte ve
savunmaktadır.
Yararcı
teoriye göre, tüm insanlar, kendi haz ve mutluluklarına ulaşmak için
çabalarlar. Ancak, yararcı düşüncenin asıl temsilcisi olan Jeremy Bentham,
toplumsal yararcılığın ilk formüllerini ve toplumun genel esenliğini en yüksek
ahlaksal ilke olarak nitelendiren Hutcheson (1694-1747)'dan aldığı "en
büyük sayıdaki insanın en büyük mutluluğu" ilkesini öne çıkararak,
yararcılığın bireyci ve egoist bir kuram olmadığını izah etmek için çaba
gösterecektir.
Hobbes'un
yararcılığı, diğer yararcı düşünürlerden farklı olarak çok daha bireyci ve
bencil bir hazcılığa dayanmaktadır. Yararcı düşünürlerin büyük çoğunluğu,
"bir kimsenin hazzının diğer kimselerin hazzı kadar iyi olacağını"
söylemelerine karşılık; Hobbes'un sisteminde, bir kimsenin, kendi haz ve
mutluluğu dışındaki hiç bir haz ve mutluluğu iyi/haklı/doğru olarak kabul
etmesi söz konusu değildir. İnsan eylem ve davranışları için en yüce sonuç olan
"en büyük sayıdaki insanın en büyük mutluluğu" ilkesinin, Hobbes'un
yanında hiçbir kıymeti ve anlamı yoktur.[2]
Teolojik
yararcıların oluşturduğu akım, yararcılığı dinsel açıklamalara dayandırmaya
çalışmış olmakla birlikte, daha sonra gelen ve bununla ünlenen Jeremy
Bentham'ın yararlanabileceği düşünsel bir ortamın sağlanmasına yol açmıştır.
Bu bağlamda Bacon, Locke ve özellikle David Hume, yararcı bazı görüşler ileri
sürerek Bentham üzerinde etki yaratmışlardır. Diğer yandan, Fransız düşünür
Helvetius ve İtalyan düşünür Beccaria da, yararcılık konusunda sistemli teori
kurmayı başaramamakla birlikte, İngiliz yararcılığının gelişmesinde çok önemli
rol oynamışlardır. Alman hukukçu Jhering, de; felsefesi, gerek esinlendiği
kaynaklar ve gerekse dayandığı ilkeler açısından İngiliz yararcılığından ayrı
olmakla birlikte, toplumsal anlamda bir yararcılığın savunucusu olarak
nitelendirilebilir.
II. YARARCILIK TEORİSİNİN
ANA ARGÜMANLAR
"Doğa,
insanoğluna iki egemen temel kural koymuştur; elem ve haz. Ne yapmamız
gerektiğini ve ileride ne yapacağımızı bu iki temel kural belirler. Bunlar
yaptığımız her şeyde, söylediğimiz her sözde, tüm düşüncelerimizde bizi
yönlendirirler, bize egemendirler... Bir kimse bunların hükümranlığını
yadsımak, bunlardan vazgeçmek savından bulunabilir ancak gerçekte bu kişi, her
zaman için onların etkisi altındadır, bunlara mahkumdur."[3]
İngiliz
yararcı okulunun kurucusu ünlü İngiliz düşünürü Jeremy Bentham'dan alınan bu
alıntı, O'nun hazcılık konusundaki açıklığını ve bunu bir dogma (nas / mutlak
kabul) olarak algıladığını açıkça ortaya koymaktadır. Bentham, kesin bir dille,
doğanın, insanlığı acı ve haz adlı iki despot efendinin boyunduruğu altına
soktuğunu; onların boyunduruğundan kurtulmak için yapılan her denemenin, sadece
bu boyunduruğu bize göstermeye ve onu doğrulamaya yaradığını; bu despotlar
karşısında yapılabilecek tek şeyin ne yapmamız gerektiğini belirlemek olduğunu
söyleyerek; bundan, “yarar ilkesinin”
yani “olabilen tüm koşullar altında olabildiğince çok mutlu olmanın”
insan eylem ve davranışlarının amacı ve ereği olması gerektiği sonucuna
varmaktadır.[4]
Yararcı
kuram, ahlaka ilişkin görüşlerini deneyci bir yöntemle yani reel olguyu kriter
alarak oluşturmaktadır: "Ahlaken iyi"nin ne olduğu sorusuna yanıt
bulabilmek için, insan yaşamını gözlemlemek gerekir. Gözleme dayanmayan bir
ahlâk sistemi, kuşkuyla karşılanmalıdır. Her zaman için geçerli olacak olan
ahlaksal ilkeleri, ancak gözlem yoluyla bulabiliriz. İnsanların yaşamını
gözlemlediğimizde, tüm insanların, yaşamın başından sonuna kadar tüm istek ve
çabalarının ereğinin mutluluğu çoğaltmak, eş deyişle hazza kavuşmak ve acıdan
kaçınmak olduğunu görürüz. Doğa, insanoğlunu, onun yaşamında temel belirleyici
olan acı ve haz iki temel kuralıyla belirlemiştir çünkü.[5]
Böylece yararcılığının çıkış noktasının dayandığı ilke, olanaklı tüm eylemler
arasında doğru olan eylemin olabildiğince en yüksek ölçüde mutluluğa götüren
eylem olduğu kabulüne dayanmaktadır. Öyle ki Bentham bu mutluluk ya da haz
durumunun niceliksel olarak hesaplanabileceğine ve bu paralelde bir mutluluk
çizelgesinin çıkarılabileceğine bile inanır.[6]
Bentham, bu bağlamda, ahlâkın yerine mutluluğun bütçesini dengeleyecek bir
sanat getirmek gerektiğini ileri sürerek, gerçek bir haz aritmetiği kurmak
istemiştir. Fontonelle'in, asılmak üzere olan bir suçlunun önünde söylediği şu
ünlü söz, haz aritmetiğini somutlaştırır:[7]
"İşte hesabını yanlış yapmış bir adam!": Haz hesaplamasının yanlış
yapıldığını ifade eden kötü huylardan, mutsuzluğa yol açmaları nedeniyle kaçınılmalıdır.
Bentham’ın
en başta gelen takipçisi John Stuart Mill, yararcılığa yüklemeye çalıştığı
çelişkili düşüncelerinin de bir sonucu olarak, birçok düşünürü ya da düşünceyi
“yararcı” olarak nitelendirme eğilimine girmiştir. Bu bağlamda, Aristo'yu
"akıllı bir yararcı" olarak nitelendiren Mill, İsa'nın
söylediklerinin yararcı doktrinin düşüncelerini içerdiğini ileri sürerek,
yararcılığı, “İsa'nın Altın Kuralının bilimsel formülü” olarak düşünmüştür.[8]
Mill, İsa'nın ılımlı yolunda yararcı ahlâkın özünü eksiksiz bir biçimde
görebileceğimizi ileri sürmektedir. O'na göre, İsa'nın Altın Kuralı olan
"insanın, başkalarına, kendisine davranılmasını istediği gibi davranması;
kendisini sevdiği gibi komşusunu sevmesi" yararcı ahlâkın ideal bir
ilkesini oluşturmaktadır.[9]
Mill’e göre, insanlığın çoğunluğu yararcı etkenlerle yönlendirilmekte olmasına
karşın, filozoflar, yanlış anlama nedeniyle bu öğretiye düşmanlık
beslemektedirler. Tanrının, yarattıklarının mutluluğunu istediğine inanan
herkesin "imanlı bir yararcı" olduğunu ileri süren Mill'e göre, tüm
değerlerin temelini "en büyük mutluluğun dile getirdiği yarar ilkesi”
sağlamaktadır.[10]
Yararcılığın Tanrısız bir öğreti olduğu görüşüne karşı çıkan Mill, bununla
birlikte, ahlâkın dine dayandırılması ve dinin ahlâk için vazgeçilmez olduğu
görüşünü de reddetmektedir.[11]
Bir
eylemin değerinin belirlenmesinde ölçüt olarak benimsenen yarar kavramı, bir
şeyin çıkar, haz, avantaj ve mutluluk üretme eğilimi ya da acının, mutsuzluğun
önlenmesi eğilimi biçimindeki özelliğini dile getirmektedir.[12]
Yarar kavramının hazla olan yakın ilgisi, burada açıkça ortaya çıkmaktadır.
Yarar, doğanın insanoğlunun yaşamında kendisine egemen kıldığı haz etkeninin,
bir değer olarak benimsenmesini ifade etmektedir. Bir şeyin kötülüğü önleme,
iyiliği elde etme eğilimi ya da özelliği olan yarar, aynı zamanda iyi
kavramıyla özdeştir. Çünkü iyi hazdan başka bir şeyi ifade etmemektedir Yararcı
düşünce biçimine göre. Yararcı kuram, aynı zamanda, yararı “en büyük mutluluk
ilkesi” olarak, eş deyişle “en büyük sayıda insanın en büyük mutluluğunu”
sağlamak için bir araç olarak ele alır. “En büyük sayıda insanın en büyük
mutluluğu” ilkesi, yetenekli bir yasa yapıcıya evrensel bir araç sağlamaktadır.[13]
Bu araç sayesinde yasakoyucu, "usun ve hukukun elleriyle mutluluk
örgüsünü kurabilir". Çünkü bu ilke, insanın temel niteliğini ve değer ve
güdülerinin her zaman ve her yerde geçerli kuramını sağlamaktadır. Diğer
yandan Yarar İlkesinin reel olarak her zaman geçerli sayılması ve salt bir
değer ölçüsü olarak alınması, aynı zamanda onun doğruluğunun kanıtı olarak
gösterilir. Yarar ilkesinin doğruluğunu kavrayabilmemiz için, çevremizdeki insanların
yaşamlarını gözlemlememiz yeterlidir. Böyle bir gözlem yapmamız durumunda,
insanların tüm eylem ve davranışlarında onlara yön veren gerçek etkenin yarar
olduğunu açıkça görürüz. İnsanların büyük çoğunluğunun davranış ve eylemlerinde
onu ölçü olarak benimsemiş olmaları, yarar ilkesini bir değer ölçüsü olarak
almamız için yeterli bir nedendir: "Daha yüksek bir nedene dayanmayan ve
fakat her çeşit eylem için tek ve yeterli neden olan o nedeni gösteren, açıkça
bu yarar ilkesinin kendisidir".[14]
Yararcılık
kuramı aynı zamanda bir anlamda metafizik ve soyut karakterli onsekizinci
yüzyıl felsefesine karşı bir tepkiyi de dile getirmektedir. Bu çerçevede
İngiliz yararcıları doğal hukuk'a karşı bir saldırı içine girmiş ve tüm doğal
hukuk ilkelerini “boş ve anlamsız” kavramlar olarak nitelendirerek yarar
kavramına dayandırmak istemiştir. Yararcılar, hukukun kaynağı olarak, sadece
belli bir iktidarın emirlerini (politik erkin buyruklarını) ifade eden irade
açıklamasını kabul etmektedir. Bir toplum içerisinde, yasaları kim yapıyorsa
hukukun kaynağı da odur: Adalet, doğal hukuk v.b. şeyler yasa yapamadıklarına
göre bunlar, hukukun kaynağı olarak nitelendirilemez ve değerlendirilemezler.
Bütün bu soyut kavramlar, tamamıyla anlamsız ve aldatıcı olmaktan başka hiçbir
şeyi ifade etmemektedir.[15]
Bu bağlamda, ‘doğal haklar’ kavramı da açık bir saçmalıktır; çünkü bireyin
sahip olduğu haklar "doğal" değil yasa tarafından verilmiş ya da
müsade edilmiş haklardır.[16]
Böylece, ahlâk konusunda, olguların gözlemlenmesini temel alarak insan
davranışlarını belirleyen etkenin çıkar ya da yarar düşüncesi olduğunu ileri
süren Yararcı yaklaşımın, hukuk görüşünü de aynı temele dayandırdığı
anlaşılmaktadır.
İngiliz
yaracılarının başını çeken Bentham, yararcı yaklaşımlar çerçevesinde
hapishanelerin düzenlenmesi sorunuyla da özel olarak ilgilenmiştir. Bentham,
bu bağlamda, "Panopticon" adını verdiği bir hapishane projesi
hazırlamıştır. Bentham'ın, bu hapishane projesiyle cezaevlerinde baskı ve
işkenceye engel olmak ve hapishane koşullarını insancıllaştırmak idealini
güttüğü ileri sürülmüşse de, Bentham'ın hapishanesinin, tutukluda iktidarın
otomatik işleyişini sağlayan bilinçli ve sürekli görülebilirlik durumu
yaratmak işlevinde olduğu bir realite olarak kendisini göstermektedir.
Gerçekte, Bentham'ın hapishanesi, tutukluların, bizzat kendilerinin de taşıyıcısı
oldukları bir iktidar durumunun içine alınmalarını sağlamak amacını
gütmektedir.[17]
Foucault’nun anlatımıyla, “Bentham'ın panopticon'unun ilkesi şudur; Çevrede
halka halinde bir bina, merkezde bir kule, bu kulenin halkanın iç cephesine
bakan geniş pencereleri vardır: çevre bina hücrelere bölünmüştür. Bunların her
biri binanın tüm kalınlığını kat etmektedir. Merkezi kuleye tek bir gözetmen,
her bir hücreye bir tutuklu, tutuklular tamamen bireyselleştirilmiş ve sürekli
olarak görülebilir durumdadır. Görülmeden gözetim altında tutmaya olanak veren
düzenleme, sürekli görmeye ve hemen tanımaya olanak veren mekânsal birimler
oluşturmaktadır... Tam ışık altında olma ve bir gözetmenin bakışı, aslında
koruyucu olan karanlıktan daha fazla yakalayıcıdır. Görünürlük bir tuzaktır”.[18]
Bentham'ın, bu taslağı hazırlarken Le Vaux'un Versaillas'da kurduğu hayvanat
bahçesinden ilham alıp almadığını merak eden Foucault, bunlar arasında bir
özdeşlik görmektedir: "Panopticon
bir
krallık hayvanat bahçesidir; bireysel dağıtımın spesifik gruplandırılması yoluyla
hayvanın yerine insan ve kralın yerine de kaçamak bir iktidar makinesi geçmiştir”.[19]
İngiliz
yararcılarının temel hak ve özgürlüklere objektif değerler olarak
yaklaşmadıklarında hiç kuşku yoktur.
Dahası onların temel insan haklarına pek aldırış etmediği bile
söylenebilir. Özellikle Bentham, bu bağlamda İnsan Hakları Öğretisini büyük
ölçüde küçümsemiş, “anlamsız ve saçma” diye nitelendirmiştir. Fransız
devrimcilerinin İnsan Hakları Bildirgesini yayımlaması zamanında onu
“metafizik” bir çalışma olarak nitelendiren Bentham, bu bildirinin maddelerini
“anlaşılmaz olanlar”, “yanlış olanlar” ve “hem anlaşılmaz hem de yanlış
olanlar” biçiminde üçe ayırmıştır.[20]
John Stuart Mill'in dediği gibi, Bentham da dahil olmak üzere yararcılar, temel
hak ve özgürlüklere inandıkları için değil, yararlı bir yönetim sistemine
inandıkları için Liberal olmuşlardır.
1820-1903
yılları arasında İngiltere'de yaşamış olan Herbert Spencer, yararcı görüşe
kendi felsefesinin temeli olan "evrim" düşüncesini de ekleyerek,
kanımızca insanlık açısından en tehlikeli bir sonuca ulaşmayı amaçlamıştır.
Spencer'e göre, canlıların başlangıç durumundan yüksek ve dış koşullara daha
iyi uyarlanabilen çeşitli biçimlere doğru evrim göstermesi gibi, evren de,
bütünüyle ilkel kaos durumundan, örgütlenmiş durumlara doğru bir evrim
içindedir. Aynı durum insan için de geçerli olup, insan çabası da, kaba istek
ve anlaşmazlıkların kaos evreninden ussal ve toplumsal bir yapı evresine doğru
ilerlemektedir. Ne var ki insanların birçoğu, biyolojik ve tinsel yönden
"geri kalmış" olduğundan dolayı, hâlâ "atomlar zihniyetini”
sürdürmekte ve bunun sonucu olarak toplumsal yaşama uyarlanamamaktadırlar. Bu
nedenle, Spencer'e göre, bunlar için "ahlâksal" yasalar öngörmek
gerekir. Ahlâkın son amaç ve gayesini, yaşama yararlı olmak yani insan türünün
korunma ve gelişmesine yardımcı olmak biçiminde gösteren Spencer, bu nedenle,
yaşama uyum göstermeyi başarmış olan kimselere bundan yararlanmalarının da
sağlanması gerektiğini savunmakla "daha güçlünün haklı olacağı" gibi
bir düşünceye yaklaşma tehlikesi içerisine girmektedir. Spencer, "yaşam
kendi kendini ayarlasın" derken bu düşüncelere yaklaşmaktadır.[21]
Spencer'in, değişik kültürel evrimden geçmeleri nedeniyle insan ırklarının
ahlâksal ve diğer yetilerde birbirlerinden ayrı değerlendirilmeleri gerektiği
yönündeki savları, aşikar bir biçimde, Batılı toplumları üstün tutmayı da
içeren ırkçı yaklaşımlar sergilemektedir. Spencer, bu yönlü savları
çerçevesinde, kendi deyimiyle “yabanılların (Avrupalı olmayan insanların)”
Avrupalılara karşı ahlâksal olarak daha aşağı bir düzeyde bulunduğunu bile
ileri sürebilmiştir. Spencer’in bu yaklaşımı; sağlıklı bir eğitim verildiğinde
herhangi bir insan ırkının başka ırkların yetenek ve başarılarına denk bir
kapasiteye erişeceği yolundaki çağdaş bilimsel kanıtlara ters düşmenin[22]
ötesinde, asıl olarak İngiliz Yararcı Düşünürlerinin, kendilerinden saydıkları
Batılı Toplumlara ve insanlığın bunun dışında kalan diğer tüm kesimlerine hangi
gözle ve niyetle baktıklarını açığa vurması açısından çok önemli ve dikkat
çekicidir.
Yararcılık
Akımının çağdaş takipçisi ve yorumlayıcısı olarak nitelendirilebilen bir diğer
düşünür de çağdaş siyaset bilimcisi Karl Popper’dir. Karl Popper, yararcılığın
"en büyük sayıda insanın en büyük mutluluğu" ya da kısaca
"mutluluğu en çoğalt" formülü yerine, "herkes için
kaçınılabilecek acıların en az olması" ya da kısaca "acı çekmeyi en
azalt" formülünün konmasını önermektedir. "Herkes için kaçınılabilecek
acıların en az olması" ya da "acı çekmeyi en azalt" biçiminde
ifade ettiği bu “basit” formül, Popper'a göre, kamu politikasının temel
ilkelerinden biri yapılabilir nitelikte olmasına karşılık, “en büyük sayıda
insanın en büyük mutluluğu” ya da "mutluluğu en çoğalt" ilkesi
"iyiliksever bir diktatörlüğü" türetmeye yatkındır.[23]
Eleştirel olarak bakıldığında Karl Popper’in anlatım ve önerilerinin temel
anlam ve içerik olarak Bentham’ın kaba anlamdaki yararcılığıyla özde benzeşik
olduğu vurgulanmalıdır. Yararcılık akımının insanlık yaşamı ve tarihi açısından
taşıdığı en büyük handikap ve olumsuzluk; “mutluluğun çoğaltılmasını” ya da
Popper’in, temel anlamı saklı ifadesiyle “acının azaltılmasını” savunmak değil,
bunu yaparken bağlayıcı hiçbir nesnel ve insani kriter ve ilkeye bağlı
kalınmaması sorunudur. Sonuç olarak, kendisine sadece “mutluluğu artırmak” ya
da “acıyı azaltmak” kriterini temel ölçüt olarak alan ve bu bağlamda hiçbir
sınır ve nesnel ilke tanımayan bir anlayışı yansıtan yararcı felsefe, bu temel
belirleyici yapısından hiçbir zaman kurtulamamıştır.
III. YARARCILIK TEORİSİNİN
BATI TOPLUMLARINDAKİ SOSYO-POLİTİK ETKİLERİ
Günümüz
Batılı toplum ve devletlerinin ahlaksal, siyasal ve hukuksal temel yaklaşım ve
anlayışlarının kökeninde İngiliz Yararcılığının olduğu söylenebilir. Dahası,
Dekartçı Okulun, bilgi teorisinde yaptıklarını siyaset, hukuk ve ahlak
felsefesinde de İngiliz Yararcılarının yaptığı bile ileri sürülmüştür.[24]
"En büyük sayıda insana en büyük mutluluk, ahlâkın da yasaların da temeli
budur". Yararcılığın dayandığı temel sav olan bu görüş, ondokuzuncu
yüzyılın son yarısından itibaren Britanya'daki egemen sınıfın düşüncesini
belirlemiş ve bu etki, özelde bu günkü Britanya toplumunda, genelde de tüm Batı
toplumlarında en etkili yaşam felsefesini oluşturmuştur.[25]
Yararcı
teorinin, çağdaş Batı düşünce sistemlerini belirleyen ve etkileyen temel
kuramlar arasında önemli bir yere sahip olduğu kuşkusuzdur.[26]
Yararcılık akımının bu denli etkileyici ve çekici olmasının temelinde, bu akımın,
ilk bakışta dışarıdan insancıl görünen, “doğru davranış/yaklaşımının daha çok
kişiye daha çok iyilik getirecek davranış/yaklaşım olduğu” yönündeki söyleminin
yattığı ileri sürülmüştür. Yararcılık kuramının, insan mutluluğunu en üst
düzeye çıkarmak için yapılan eylemi doğru olarak görmesinden kaynaklanan temel
çekiciliğinin etkisinde kalan bir takım çağdaş ahlâk ve hukuk felsefecileri; bu
kurama yapılan eleştiri ve karşı çıkışların ışığında yararcılıktan caymak
yerine, çoğu kez bu eleştiri ve karşı çıkışlara, yine yararcı denebilecek bir
yoldan yanıt vermeye kalkışmışlardır.[27]
Yararcılık
akımının İngiliz düşünce yaşamında ele geçirdiği egemenlik öylesine güçlü
olmuştur ki, Adam Smith, Malthus ve Ricardo gibi ünlü liberal ekonomistler de
onun etkisinde kalarak, hukukun temel amacının "en büyük sayıdaki insanın
en büyük mutluluğunu” sağlamak olduğu biçimindeki yararcı görüşe katılmış;
buna karşılık ta, Bentham ve taraftarları, serbest ekonomi ilkelerinin ekonomik
alanda bireysel ve toplumsal mutluluk açısından en olumlu koşulları
yaratacağına inanmışlardır.[28]
Yararcıların
kalıtlarının son derece etkili oluşu, Anglo-Sakson hukukundaki liberal
geleneğin, toplumsal refahın azami derecede artırılmasının yasal etkinliğin en
uygun amacı olduğu temel görüşünü yansıtmasından da anlaşılacaktır.[29]
Çağdaş Anglo-Sakson akımının, tümüyle yararcı düşüncenin etkisi altında olduğu
söylenebilir. “Enstrümantalist görüş” te denilen bu akım, hukuku salt bir araç
olarak görmekte ve amacını da, sosyal dengenin sağlanması ve bireysel yarar
olarak belirlemektedir. Yararcılık ve demokrasiyi savunan bu akım, hukukun
insan eseri olduğunu, sosyal gelişme içinde ele alınması gerektiğini ve
hukukçuluğun bir sosyal mühendislik olduğunu ileri sürmektedir. Böylece, çağdaş
Amerikan yararcı akımlarının, hukuksal pozitivist düşünceyle klasik yararcılığı
birbiriyle yoğurma ve uzlaştırma çabası içinde oldukları anlaşılmaktadır.
Yararcılık
akımının düşünce sisteminin natüralist / biyolojik anlamda doğalcı temel
özellikleri göz önüne alındığında, yararcılık akımıyla diğer benzer Batılı
akımlar arasındaki bu ilişki ve etkileşimin daha da büyük olduğu daha açık bir
biçimde görülecektir. Asıl önemli ve
dikkat çekici olan, natüralist (maddi anlamda doğalcı) temel anlayışlı görüşlerin,
günümüz Batı dünyasında olduğu gibi, dünyanın diğer egemen güç ve toplumlarında
da aynı biçimde etkinlik ve hâkimiyetini sürdürüyor olmasıdır. Öyle ki, bu
görüşlerin, günümüz dünyasının güçlü ve egemen Batılı ve diğer toplum ve
devletlerinin temel politikalarını ve yaşam biçimlerini belirlediği ya da en
azından etkilediği kesin olarak söylenebilir. İnsan doğasına, dinsellik ve
maneviyata ilişkin çok ayrı ve karşıt görüşlerin egemen olduğu toplumların
devlet siyasetlerinin, oldukça birbirine benzer olması çok ilginç bir olgu
olarak dikkat çekmektedir. [30]
SONUÇ
Yararcı
düşüncenin temel savı, insan doğasına ilişkindir. İnsan doğasına ilişkin olan
bu temel önerme, sonradan tüm ahlaksal, siyasal ve hukuksal yaklaşımların
temelini oluşturmaktadır. İnsan doğasına ilişkin olan temel sav şudur: İnsan,
doğal olarak “haz ve acı” denilen iki “despot” belirleyicinin egemenliğindedir
ve onun tüm yaşamsal-varoluşsal etkinliklerinde, bu iki “despot”, temel
belirleyici rolünü oynamaktadır. Yararcıların insan doğasına ilişkin bu
belirlemeleri, öncelikle eksik, tek taraflı ve abartılmış bir görünüm sunmaktadır.
Çünkü insan yaşamında ve varoluşunda haz ve acı belirleyicilerinin etkin olması
gibi, bunlar dışında, insan yaşamını ve varoluşunu etkileyip belirleyen anlama
ve değere ilişkin çok önemli başka belirleyici etkenler de söz konusudur.
İnsan, aynı zamanda doğal olarak, yararcı teorinin ileri sürdüğü gibi sadece
kendi bireysel duygulanımlarını, eş deyişle bencil hazcılığını yaşayan bir varlık
olmakla kalmamakta; yine aynı insan, belirli bir amaç ve gayeyle, haz ve yarar
etkenlerinin gereğinin tersine, farklı ve ahlaki bir varoluşsal etkinlikte bulunabilmekte,
daha doğrusu böyle davranmayı tercih edebilmektedir.
Yararcı
düşünce, insan doğasına ilişkin bu tek taraflı ve eksik savını ileri sürmekle
yetinmemekte, tüm ahlâk ve hukuk felsefesini bu sav üzerine kurmaktadır. Öyle
ki "doğal olarak hazza ulaşma ereğiyle belirlenmiş insanın” bu,
"doğal ve gerçek" durumu, aynı zamanda bir "ideal, olması
gereken, değer" derecesine yükseltilmektedir. Yararcıların deyimiyle,
gerçek olan, insanın haz peşinde olduğudur ve ahlâksal olarak, bir değer
olarak insanın bu durumda olması aynı zamanda iyi ve değerlidir. Görüldüğü
gibi, burada, "olması gerekeni” ifade eden değer ve ahlâken iyi,
"olanı” ifade eden "gerçek"ten çıkarılmaktadır. Hemen ilk
bakışta, bu yöntem ve çıkarsamanın, insan hayatı ve varoluşunda tüm anlamsal ve
değere ilişkin olanın red ve inkâr edilmesi, dışlanması tavrını ve tutumunu
içerdiği açıkça ortaya çıkmaktadır. Çünkü bu yaklaşımda, insan varoluşunun
anlamını ifade eden "irade (istenç)" ve "tercih (seçi)"
değerlerinden yoksun diğer varlıkları belirleyen etkenlerin, "irade"
ve "tercih" sahibi insanı da belirlediği benimsenmekte ve böylece
insan, nedenler evreni ve zincirinin bir nesnesi ve tutsağı haline düşme
durumuyla baş başa bırakılmış olmaktadır.
Yararcı
düşünce, insan doğası ve ahlâka ilişkin bu temel önermeler doğrultusunda,
hukuku, adalet ve doğal hak gibi ahlâksal değerlere dayanan özelliğinden
soyutlayarak onu "egemen gücün iradesine” indirgemekte ve amacını,
"insan doğasının temel özelliği olan hazzı artırma" biçiminde
belirlemektedir. Bir zorunluluk sonucu, "bireysel yararla - toplumsal
yarar" arasındaki dengeyi sağlama sorunuyla karşılaşıldığında çözüm
olarak getirilen "en büyük sayının en büyük mutluluğu" ilkesi de,
temel haz ve fayda düşüncesiyle çelişmekten kurtulamamış ve “insanın, temel
erek olan ‘kendi hazzını’ artırmayı bırakıp niçin başkalarının hazzıyla ilgilenmesi
gerektiği” sorusu yanıtlanamamıştır. Anlam’a ve değer’e ilişkin ahlaki inanca
ve ilkelere dayanmadan bunun yanıtlanması beklenemez çünkü.
Asıl
olarak tüm insanlık için adalet ve barışa dayalı bir toplumsal yaşam olanağı
sağlama ödev ve sorumluluğunda olması gereken hukukun, mutlak ve nesnel insani
ahlâk değer ve ilkeleri benimsenmeden, kendisinden bekleneni
gerçekleştirebilmesi olanaksız görünmektedir.
KAYNAKÇA
BENTHAM, Jeremy: A Fragment on Government and an Introduction
to the Principles of Morals And Legislation (ed.Wilfrid Harrison), Basil
Blackwel, 1948.
BURNS, Edward McNall: Çağdaş Siyasal Düşünceler
(Çev. Alâeddin Şenel), Ankara-1984.
DAVIDSON, William L: Political Thought in
England/The Utilitarians From Bentham to Mill, University of Oxford Press,
London-1947.
DEL VECHİO, G: Hukuk Felsefesi Dersleri
(Çev. Sahir Erman), İstanbul-1952.
DICEY, A. V: Lectures on the Relation between Law
and Public Opinion in England,
London-1940.
DUNNING, William Archibald: A History of
Political Theories/From Rousseau to Spencer, The
Macmillan Company, New
York.
FAUCAULT, Michel : Hapishanenin Doğuşu (Çev. Mehmet Ali Kılıçbay), Ankara-1992.
FRIEDMAN, W: Legal Theory, Stevens and Sons
Ltd., London-1947.
GÖKBERK, Macit: Felsefe Tarihi, Dördüncü
Basım, İstanbul-1980.
GROWITZ, Samuel: John Rawls: Bir Adalet
Kuramı (Çev. Serap Can), Anthony de Crespigny, Kenneth R. Mino- gue (der.): Çağdaş
Siyaset Felsefecileri, İstanbul-1981.
GÜRİZ, Adnan: Faydacı Teoriye Göre Ahlak ve Hukuk,
Ankara-1963.
GREGOIRE, F: Büyük Ahlâk Doktrinleri (Çev.
Cemal Süreya), İstanbul-1971.
HEINEMAN: Etik
/ Günümüzde Felsefe Disiplinleri (Çev. Doğan Özlem),
İstanbul-1990.
MAGEE, Bryan: Yeni Düşün Adamları (Çev. Mete
Tunçay), Ankara-1985.
MILL, John Stuart: Essays On Ethichs, Religion and
Society (ed. Robson-Sctt, J. Strachey), The Hoggort Press, London-1962.
OKANDAN, Recaî G: Umumi Amme Hukuku
Dersleri, İstanbul-1955.
PLAMENATZ, John: The English Utilitarians,
Basil Blackwell, Oxford-1949.
POPPER, Karl: Açık Toplum ve Düşmanları, C. l,
İkinci Basım (Çev. Mete Tunçay), İstanbul-1989.
RUSSEL, Bertrand: History of Western Philosophical
Thought, London-1948.
RYAN, Alan: Introduction, Alan Ryan (ed):
Utilitarianism and Other Essays J. S. Mill And Jeremy Bentham, Penguin Books,
London-1987.
SAHAKIAN, William S: Felsefe Tarihi (Çev. Aziz Yardımlı),
İstanbul-1990.
SELBY-BİGGE (ed.): British Moralists, Lib, of Liberal Arts, New
York – 1964.
[1]
PLAMENATZ,
John: The English Utilitarians, Basil Blackwell, Oxford-1949,
s.2; DEL VECHİO, G: Hukuk
Felsefesi Dersleri (Çev. Sahir Erman), İstanbul-1952, s. 202.
[2] GÜRİZ,
Adnan: Faydacı Teoriye Göre Ahlak ve Hukuk, Ankara-1963, s. 3; PLAMENATZ, John: The
English Utilitarians, Basil Blackwell, Oxford-1949, s. 8.
[3] BENTHAM,
Jeremy: A Fragment On Government and An
Introduction to The Principles of Morals and Legislation (ed.Wilfrid Harrison), Basil Blackwel, 1948, s. 125.
[4]
HEINEMAN:
Etik / Günümüzde Felsefe Disiplinleri (Çev. Doğan Özlem),
İstanbul-1990, s. 344; SAHAKIAN,
William S: Felsefe Tarihi (Çev. Aziz Yardımlı)
İstanbul-1990, s. 214.
[5] BENTHAM,
Jeremy: A Fragment On Government and An
Introduction to The Principles of Morals and Legislation (ed.Wilfrid Harrison), Basil Blackwel, 1948, s. 125.
[6] HEINEMAN:
Etik / Günümüzde Felsefe Disiplinleri (Çev. Doğan Özlem),
İstanbul-1990, s. 344; DEL VECHİO,
G: Hukuk Felsefesi Dersleri (Çev. Sahir Erman),
İstanbul-1952, s. 203.
[7] GREGOIRE,
F: Büyük Ahlâk Doktrinleri (Çev. Cemal Süreya), İstanbul-1971, s. 118
(dipnottan).
[8] RYAN,
Alan: Introduction, Alan Ryan (ed): Utilitarianism and Other
Essays J. S. Mill and Jeremy Bentham, Penguin Books, London-1987, s. 20; SAHAKIAN, William S: Felsefe
Tarihi (Çev. Aziz Yardımlı) İstanbul-1990, s. 219.
[9] Bkz: MILL,
John Stuart: Essays On Ethichs, Religion and Society (ed. Robson-Sctt, J.
Strachey), The Hoggort Press, London-1962, s. 218.
[10] RYAN,
Alan: Introduction, Alan Ryan (ed): Utilitarianism and Other
Essays J. S. Mill and Jeremy Bentham, Penguin Books, London-1987, s. 20; SAHAKIAN, William S: Felsefe
Tarihi (Çev. Aziz Yardımlı) İstanbul-1990, s. 44, 46.
[11]
MILL,
John Stuart: Essays On Ethichs, Religion and Society (ed. Robson-Sctt, J.
Strachey), The Hoggort Press, London-1962, s. 222, 417.
[12] BENTHAM,
Jeremy: A Fragment On Government and An
Introduction to The Principles of Morals and Legislation (ed.Wilfrid Harrison), Basil Blackwel, 1948, s. 126; FRIEDMAN, W: Legal Theory, Stevens and
Sons Ltd., London-1947, s. 198; SELBY-BİGGE
(ed.): British Moralists, Lib, of Liberal Arts, New York
– 1964, s. 1, 340.
[13] BENTHAM, Jeremy: A Fragment On Government and An Introduction
to The Principles of Morals and Legislation (ed.Wilfrid Harrison), Basil
Blackwel, 1948, s. 423; DICEY, A.V:
Lectures On The Relation Between Law and Public Opinion in England,
London-1940, s. 136.
[14]
BENTHAM,
Jeremy: A Fragment On Government and An
Introduction to The Principles of Morals and Legislation (ed.Wilfrid Harrison), Basil
Blackwel, 1948, s. 56.
[15] DUNNING,
William Archibald: A History of Political Theories/From Rousseau to Spencer,
The Macmillan Company, New York, s. 218.
[16] DAVIDSON,
William L: Political Thought in England/The Utilitarians Prom Bentham to Mill, University of Oxford Press, London-1947, s. 46.
[17] FAUCAULT,
Michel: Hapishanenin Doğuşu (Çev. Mehmet Ali Kılıçbay),
Ankara-1992, s. 252.
[20] RUSSEL,
Bertrand: History of Western Philosophical Thought, London-1948, s. 803; OKANDAN, Recaî G: Umumi Amme Hukuku
Dersleri, İstanbul-1955, s. 668.
[21] GÖKBERK, Macit: Felsefe
Tarihi, Dördüncü Basım, İstanbul-1980, s. 486.
[22] SAHAKIAN,
William S: Felsefe Tarihi (Çev. Aziz Yardımlı)
İstanbul-1990, s. 227.
[23] POPPER,
Karl: Açık Toplum ve Düşmanları, C. l, İkinci Basım (Çev. Mete
Tunçay), İstanbul-1989, s. 231.
[25] MAGEE,
Bryan: Yeni Düşün Adamları (Çev. Mete Tunçay), Ankara-1985, s.
171.
[26] BURNS,
Edward McNall: Çağdaş Siyasal Düşünceler (Çev.
Alâeddin Şenel), Ankara-1984, s. 372.
[27] GROWITZ, Samuel: John
Rawls: Bir Adalet Kuramı (Çev. Serap Can), Anthony de Crespigny,
Kenneth R. Minogue (der.): Çağdaş Siyaset Felsefecileri, İstanbul-1981, s.
268-269.
[28] GÜRİZ,
Adnan: Faydacı Teoriye Göre Ahlak ve Hukuk, Ankara-1963, s. 6.
[29] GROWITZ,
Samuel: John Rawls: Bir Adalet Kuramı (Çev. Serap Can), Anthony
de Crespigny, Kenneth R. Minogue (der.): Çağdaş Siyaset Felsefecileri,
İstanbul-1981, s. 269.
[30] GREGOIRE,
F: Büyük Ahlâk Doktrinleri (Çev. Cemal Süreya),
İstanbul-1971, s. 118.
HARABEDE DEFİNE
: TASAVVUF FELSEFESİNDE TEMEL VURGULAR
Prof. Dr. Ahmet
Gürbüz
İNSAN YAYINLARI
İçinde
bulunduğumuz hâl’i sultanlar bilseydi, bu hâl’i elde etmek için kesinlikle bize
karşı kılıçlarıyla savaş açarlardı.
(Cüneyd-i
Bağdâdî)
Çalışmanın
amacı, ulaştıkları değerleri “harabede define bulmaya” benzeten tasavvuf
düşünürlerinin ya da sûfîlerin varlığa ve varoluşa ilişkin temel yaklaşım
biçimlerinin ortaya konulup, belirli bir felsefî çerçevede yorumlanarak
açımlanmasına özgülenmiş bulunmaktadır. Bu çabanın kaynağında, sûfîlerin dili
algılayış ve kullanış yöntemlerindeki çeşitlilik yatmaktadır. Analitik
yöntemlere indirgenemeyecek olan bu farklı dilin çeşitli şekillerde
anlaşılması/yorumlanması olanaklıdır. Zâhirî (açık, görünürdeki) anlamı
dışlamadan, ancak, sadece bu görüntüdeki anlam ile de sınırlı kalmadan
yapılacak bir yorumlama çabası, okuyucuya bu zengin dünyanın kapılarını bir
nebze olsun açabilecektir.
Bu
çalışma, sûfîlerin ortaya koydukları düşüncelerin tek doğru yorumu olma savında
değildir; yalnızca, bu düşüncelere sıradan yaklaşım biçimlerinin ötesinde
yaklaşmanın bizlere neler kazandırabileceğini örnekleme çabasındadır; anlamı
tüketmeyi değil, anlamı derinleştirmeyi hedeflemektedir.
Tasavvufun
konusu sizsiniz,
Tasavvufun
konusu hakîkattir.
(https://www.kitapyurdu.com/yazar/prof-dr-ahmet-gurbuz/160099.html
)
HUKUK
FELSEFESİ AÇISINDAN YARARCILIK TEORİSİNİN ELEŞTİRİSİ
ÖNSÖZ
Kanımızca
hukukun, hukuk biliminin ve dolayısıyla pratik ya da teorik çerçevede hukukla
ilgili olan herkesin bu bağlamdaki temel sorusu şu olmalıdır: “Hukuk” denilen
şey, acaba özü ve ruhu itibariyle her zaman ve her yerde herkes için geçerli ve
bağlayıcı olan temel bir yapıya sahip olarak mı benimsenmelidir? Yoksa zaman
ve mekân itibariyle değişkenlik gösteren, fiili ve keyfi bir durumu yansıtan
öznel, rölatif bir realite olarak mı kabul edilmelidir? Diğer bir anlatımla,
“hukuk” dediğimizde, tüm insanlık için geçerli olduğuna inandığımız nesnel
ilkelere ve inanca dayanan temel ilkeler doğrultusunda oluşturulan bir
toplumsal ve insani yaklaşımı mı tercih ederek konumumuzu belirliyoruz? Yoksa
sadece “kendimizin” ve “kendimize ait” saydığımız toplulukların, ne pahasına
olursa olsun, “fayda ve mutluluğunu” kollamanın adına mı “hukuk” diyoruz?
Bu çalışma,
hukuku nesnel, insani ve mutlak temel özünden tecrit ederek, keyfi, fiili ve
hiçbir sınır tanımadan kendisinin ve kendisine ait gördüğü toplumların
“esenliğinin” yöntemi olarak kabul eden yaklaşımı tanıtmayı konu edinmektedir.
Günümüz Egemen Batı Devletlerinin sosyo-politik yaklaşımlarının felsefi
dayanağını da oluşturan İngiliz Yararcılığı / Utilitarianism; açık ve
sistematik bir biçimde, hukukun gerçek anlam ve işlevinin haz ve faydayı
sağlamak, kollamak ve geliştirmek olduğunu kabul etmekte ve savunmaktadır.
Hukukun, objektif ve etik
bir temele dayanma koşuluyla ancak gerçek anlamda hukuk olma niteliğini
kazanabileceğini tercih edip savunabilmek için, karşıt görüş ve yaklaşımın yeterince
irdelenip kavranması gerekir. Çalışmamızla amaçlanan da budur.
HUKUK VE MEŞRULUK / MEŞRU HUKUKUN TEMEL UNSURLARI
SUNUŞ
Prof.
Dr. Ahmet GÜRBÜZ’ün “Hukuk ve Meşruluk / Meşru Hukukun Temel Unsurları” adını
taşıyan bu çalışması hukuku hukuk yapan, onun, toplumsal işlevini gereğince ve
sürekli bir biçimde yerine getirebilmesini sağlayacak olan temelini araştırmaya
yönelmiş olmakla Hukuk Felsefesinin en önemli, fakat en güç sorununa el atmış
bulunmaktadır.
Varlığını,
özellikle kültür aracılığı ile tinsel yanının gelişmesini, böylece insan
olmasını borçlu bulunduğu toplum, insanın sosyal bir varlık olmasının
sonucudur; o, toplum dışında, en azından insan olarak, var olamaz, insan
kimliğini kazanamaz. Böyle olmakla birlikte, bu doğal ihtiyacını ve tinsel
gereksinmesini deyimleyen toplum, kendiliğinden gerçekleşmeyip insanın
çabalarına, onun akıl ve vicdanının elbirliğine, birlikte iş görmesine bağlı
bulunmaktadır; çünkü o, yapıcı güçlere sahip olduğu kadar, yıkıcı güçlere de
sahiptir, özgecil olduğu kadar, aynı zamanda bencildir.
İşte,
bir yandan toplumsal yaşamda çok büyük, dirimsel yararlar gören çıkarcı aklı
ile ve diğer yandan yalnızlığa katlanamayan sevecen, sevmek ve sevilmek
isteyen, acıyan ve acınan ruhu ile, kısacası vicdanı ile insan, çok eskiden bu
yana din ve ahlak gibi kurallar bulmuş, bunlarla birlikte, ilişkide bulunduğu
insanları çevreleyen, onları dağılmadan bir çerçeve içinde tutan hukuk kurallarını,
daha doğrusu, hukuku meydana getirmiştir.
Tarih
öncesinden bu yana her zaman, içinde yaşadığımız toplum ve toplumsal yaşamın bu
çok kısa çözümlemesinin işaret ettiği düşünceye ve çıkarılacak sonuca göre,
hukukun varlık nedeni, davranışlarımızı bağlayıcı gücü, yine bizdeki akıl ve
vicdandan, onları temsil eden adalet değerinden gelmektedir. Böylece hukuku
hukuk yapan temel öğenin adalet değeri olduğu bilinmekle, onun bir korkutma ve
sindirme aracı olmadığı ve olamayacağı, terörden bu yolda ayrıldığı açıkça
ortaya çıkmaktadır. Davranışlarımıza ve ilişkilerimize yönelik dışımızdan
gelecek bir zorlama, salt bu niteliğinden dolayı hukuksal meşruluğun ölçütü
olarak değerlendirilemez; hukukun meşruluğu ancak adalet değeri ile ortaya
konabilir. Çünkü eşitliği öngörmekle o, toplumsal yaşamda çıkarını bulan akla
hizmet ederken, bir yandan da çıkarcılığın yıkıcı gücüne karşı koyan duygusal
özelliği ile kesin ahlaki buyruğu dile getirir, herkese kendisine ait olanın
verilmesini, herkesin hakkına saygı duyulmasını ister. Buna göre, gerçek
toplumsal yarar, toplumun sağlamlığı ve geleceği sadece adalete dayalı bir
hukukta görülebilir. Büyük hukuk düşünürü Gustav RADBRUCH “hukuk, halka yararlı
olan şey değil, tam tersine ancak hukuk olan şey halka yararlıdır” özdeyişinde
bunu vurgulamak istemiştir. Hemen herkesçe bilinen deyimi ile mülkün temeli,
adalettir.
Buraya
kadar özetle belirtmeye çalıştığım hukukun temelinin, onun meşruluğunun dayalı
bulunduğu biricik ilkenin adalet değeri olduğu yolundaki düşünce yazarımızca,
kuramsal güçlükleri yenen ince bir kavrayış, felsefi konulara olan derin bir
merak ve hayranlık duygusu içinde ayrıntılarıyla ele alınmış, geliştirilmiş,
böylece de hukuk kültürümüze gerçek bir katkı olacak biçimde, her zamanki açık
anlatımıyla yazıya dökülmüş bulunmaktadır.
Nazik
ve sevecen yaklaşımı ile çevresinde sevgi uyandıran, ayrıca şahsıma yönelik
kararlı ve dostça duyguları ile yakından tanıdığım Prof. Dr. Ahmet GÜRBÜZ’den
bu nitelikte daha birçok çalışmalar beklediğimi burada övünçle dile getirirken
büyük bir mutluluk duyduğumu da deyimlemek isterim.
Prof. Dr. Vecdi ARAL
ZEN VE TASAVVUF IŞIĞINDA KENDİNİ BİLMENİN YOLU
SUNUŞ
“Zen ve
Tasavvuf Işığında Kendini Bilmenin Yolu”, insanın en öncelikli ve birincil
varoluş sorununu ve bu çerçevede ‘kadim öneri’nin değerini gündeme getirmeyi
amaç edinmiştir.
İnsanoğlunun karşı karşıya bulunduğu en temel
insani/varoluşsal/filozofik sorun, varlığına ya da varlığa anlam bulma, onu
anlamlandırma sorunudur. Bu bağlamda, insanlık tarihi sürecinde bu temel soruna
yanıt ve çözüm arama çerçevesinde üzerinde yoğunlaşılmış ve büyük oranda
uzlaşmaya varılmış ya da ulaşılan benzer sonuç görünümündeki bir yöntem olarak,
'kendini bilme' kadim yönteminden söz edilebilir. Buna göre; varlığın anlamına,
insanın varlığını anlamlandırmasına ya da gerçek varlığa ancak yine insanın
kendini bilmesi yoluyla ulaşmak mümkün olabilir. İnsanın kendini bilmesi
böylece bir yol, bir yöntem olduğu gibi; aslında aynı zamanda ulaşılacak amaç
ve sonuçla da ilintili görünmektedir. Bir başka anlatımla insan, varlığı
anlamlandırmak için kendini bilmek zorundadır ve aynı zamanda, insan, kendini
bildiğinde ya da kendini bilmekle birlikte varlığın anlamını, gerçek varlığı da
bilmiş olmaktadır.
'Kendini bilme' kavramı bir çözüm yolu olarak
kuşkusuz tüm insanlık tarihindeki aydınlanma süreçlerinde kendini göstermiş
olmakla birlikte; bu çalışmada baskın olarak tasavvuf ve zen bilgelerinin bu
bağlamdaki yaklaşımları ortaya konmaya çalışılmaktadır. Tüm insanlık tarihi
boyunca temel olarak değinilen 'kendini bilme' çözümünün içeriğini ve anlaşılma
ayrıntılarını, tasavvuf ve zen bilgeleri büyük bir ustalıkla günlük yaşam ve
yaklaşımlarında ortaya koymaya büyük önem vermişlerdir. Dahası, sufilerin
direkt ve temel kabul olarak vurgu yaptıkları 'kendini bilme' kavramının
anlamını, içeriğinin uygulamaya ilişkin ayrıntılarını zen ustaları büyük bir
titizlik ve başarıyla ortaya koymuş ve insanlığın algılamasına sunmuşlardır.
Varoluşumuzun nihai gayesi; Rabb’i bilip anmak, O’nun
çağrısına karşılık vermektir. Bu nihai gayenin gerçekleştirilmesi için, insanın,
kendini bilmesi gerekir. Kendini bilmenin yolu’nun temel yöntemi ise 'farkında
olmak'tır. Farkında olmak için; içeride
ve dışarıda olup bitenin, olduğu gibi ve maddi ya da manevi hiçbir müdahalede
bulunmaksızın izlenip bilinmesi ve tanınması yönünde kavrayış ve yeğleme mevcut
olmalıdır. Bir diğer ifadeyle; yapılması gereken tek şey, kendisi aracılığıyla
yolu kavrayacağımız bilgi ışığında hakikate tanıklık ederek teslimiyet
göstermektir. Sonrası artık yol ve yolculuk’tur.
SUFISM AND ZEN
BUDDHISM THE PATH TO KNOW YOURSELF
Philosophical and religious texts have stressed
the importance of knowing the self. In this book, the author elaborates the
idea of knowing oneself by looking into the treatises of great Zen and Sufi thinkers
of ancient till modern times. The author refers to Ibn Arabi, Bodhidharma, Hui
Hai, Eckhart Tolle, J. Krishnamurti, Junaid Baghdadi, Rumi, Confucius, Erich
Fromm, Mahadeviyakka and many others in order to relate existential truth with
the self.The author concentrates on a single idea of ’the Path’, that is, the
path to know oneself. He dissects the meaning of the path, the obstacles in
this path, overcoming these obstacles and how to steadily continue on the path
afterwards. He digs deep into the concepts of the mind, the self, emotionality,
fictionalism, Zazen, silent enlightenment and many more to know about the
various dimensions of the path that leads to the self. The author also
deciphers the meaning of living in the moment to its finest detail. The reader
becomes aware of the deepest meanings of the words and ideas like here-and-now,
enlightenment, mind, awareness, consciousness and individual experience.
Ahmet Gürbüz was born in 1964 in Bingöl. He
graduated from the Faculty of Law, Istanbul University, in 1986. After
completing his one-year attorney internship, he started his academic life in
1987 as a research assistant in the Department of Philosophy of Law and
Sociology at the Faculty of Law, Dicle University. His Master’s thesis was titled
“Plato’s Opinion of Law”. He completed his PhD in 1993 with his thesis titled
“Theory of Utilitarianism in Terms of Legal Philosophy” under the supervision
of Prof. Dr Vecdi Aral.In 2004, he was appointed as a professor in the
Department of Philosophy of Law and Sociology, Faculty of Law, Dicle
University.
https://www.amazon.in/Sufism-Zen-Buddhism-Ahmet-Gurbuz/dp/8195082440