Romancı, şair. 30 Ekim 1941, Kızılcaören / Reşadiye / Tokat
doğumlu. Ankara Kalaba İlkokulu (1954), Hüseyin Güllüoğlu Ortaokulu (1957),
Yenimahalle Lisesi (1960) mezunu. 1961-63 yılları arasında Bayındırlık
Bakanlığında çalıştı. Askerliğini tamamladığı 1965 yılından 1992 yılına kadar
Merkez Bankasının çeşitli kademelerinde çalıştı. Aynı yıllarda Türkiye Kalkınma
ve Dayanışma Vakfının kuruculuğu ve yönetim kurulu üyeliği, TÜRDAV Yayınları
ile Türkiye Yazarlar Birliğinin kurucu ve yönetim kurulu üyeliğini yaptı.
Çalışmalırını TİMAŞ Yayınlarının kurucu ve yönetim kurulu üyesi olarak
sürdürdü.
“Çıkamam Huzuruna” başlıklı ilk yazısı 1964 yılında Hakses dergisinde
yayımlandı. Çiçekler Susayınca adlı eseri Yeni Asya (1970), Yanık
Buğdaylar da Millî Gazete’de (1972) tefrika edildi. Şiirleri Sur
dergisinde yayımlandı.
ESERLERİ:
ROMAN: Yanık Buğdaylar (1974), Çiçekler Susayınca
(1975), Boşluk (1975), Sitem (1976), Figan (1977), Aynada
Batan Güneş (1978), Azat Kuşları (1978), Dallar Meyveye Durdu
(1980), Bir Dünya Yıkıldı (1983), Üç Deniz Ötesi (1986), Sokağa
Açılan Kapı (1988), Gurbeti Ben Yaşadım (1989), Sular Durulursa
(1990), Ekinler Yeşerdikçe (1994), Mavi Gözyaşı (1994), Benim
Çiçeklerim Ateşte Açar (1996), Gönül Yarası (1996), Aşka Uyanmak
(1998), Ülkemin Açmayan Çiçekleri (1999), Sevdalar Sözde Kaldı
(1999), Sahibini Arayan Mektuplar (2000), Siyah Güller (2000).
ŞİİR: Bahçemde Hazan (1994), Al Yüreğim Senin Olsun
(2000), Gün Solar Akşamın Mateminde (2002), Hülyalar Çiçek Açtı
(2003).
KAYNAK: Mehmet Nuri Yardım / Romancılar Konuşuyor- Hüzünlü
Kalplerin Sesi Ahmet Günbay Yıldız: Romanlarımda İnsanımızı Anlatıyorum (2000)
- Yazar Olacak Çocuklar (2004), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye
Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas., 2009).
Kunduracı
Rıza’nın ihbarı, geniş açıda” soruşturmaya yol açmıştı. İlgili makamlar
meselenin üzerinde titizlikle dururlarken, araştırma emri Mülâzım Sadık Bey’e
verilmişti... Aldığı görevin ehemmiyetini idrak ediyordu... Geceyi gündüze
ekleyip, tebdili kıyafetle, ihbar edilen evin etrafından kuş bile uçurmadı...
Zaman zaman yorgunluktan halsiz düştü, uykusuzluktan
sersemleşti. Buna rağmen, canını yüzde yüz tehlikelere hedef tutarak görevini
sürdürmekten imtina etmedi...
Kumandanının önünde Mukaddes Kitabı, Kur’ân-ı
Kerîmi öperek and içmişti.
— Hem Vallahi, hem Billahi, demişti... Bu baş
bu vücudun üzerinden ayrılmadıkça görevimi başaracağım...
* * *
Erzurum insafsız bir gecenin, karanlık
libaslarını giyinmişti. Sanki bu serhadlar şehrinin üzerine, simsiyah perdeler
çekilmişti...
Pencerelerden dökülen çelimsiz ışıklar da
olmasa, insanoğlu görebilmek hasletini yitirmiş sayılırdı.
Vakit, gecenin yarılandığını işaretlerken,
hâlâ bir kıpırdanıp söz konusu olmuyordu. Gecenin, o insan ruhuna çöreklenen
bezdirici sessizliği, gittikçe artıyor, neferler gözlerine misafir olmak
isteyen uykuyu kovmak için çırpınıyordu.
Mülâzım Sadık’ın sabrı tükenmiş, müfrezesinin
bıktırıcı bekleyişi heyecanı oldukça azaltmıştı…
Neden sonra cephane yüklü sanılan arabanın
yanında bir gölge belirdi.
Karanlığın arasında kandil gibi sallanan
hayaletler, ikilendi, üçlendi ve de az sonra dörttendi…
Çok geçmeden arabanın üzerindeki yeşil otlar
kucak, kucak alınmaya başlanmıştı...
Müfrezenin yitirmek üzere olduğu heyecan,
insafsızca körüklenirken,.parmaklar tetiklerin üzerine yüklendi... Karanlıkta
parıldayan gözler, Sadık Beyin yattığı sipere çevrilmiş, emir bekliyordu...
Bulundukları mevki oldukça muntazam ve emniyetliydi.
Sırtını Erzurum’un amansız dağlarına yaslamış bir arazi, hedefleri olan ev,
kendilerine kırk elli metre mesafede bulunuyordu...
Yerleşme bölgesinin bitiminde olan hane, son
günlerin Ermeni cephaneliği haline getirilmişti... Bu durum Komitelerin
sinsice bir kıpırdanışa geçmiş olduklarının en canlı örneğini teşkil ediyordu.
Gözaltında bulundurulan evde, kör bir ışık,
yanıp yanıp söndü... Mülâzım Sadık Bey, bir metre ileriden ve geriden zor
duyulur şekilde öfkesini boşaltmaya çalıştı:
— Hainler, yeyip, içtikleriniz gözünüze, dizinize dursun...
Salih Onbaşı, Sadık Bey’in yanındaki sipere
rnevzilenmişti:
— Kumandanım, diye fısıldadı.
Sanki bu hali ile sabrının
tükenmiş olduğunu bildiriyordu... Mülâzım Sadık hedefini dikkatle kontrol altında
tutarken, elini hafif bir hareketle yukarı kaldırıp, dur işaretini verdi...
Müfreze şaşırmıştı... Arabanın üzerindeki
cephane sonuna kadar taşınıp, evin içine yerleştirildiği halde, Mülâzım Sadık
Bey hâlâ seyirci durumundaydı...
Salih Onbaşı, taşkın bir heyecanla yeniden
fısıldadı:
— Kumandanım...
Mülâzım Sadık, arkadaşlarının endişesinden
haberdardı. Ancak biliyordu ki, yanlış atılan tek adım, büyük felâketlere
sebebiyet verebilirdi... Kıt duyulur bir sesle, müfrezeye hitab etti:
— Sakın taşkınlık yapayım diyen olmasın.
Sessizce vereceğim emirleri beklemenizi istiyorum...
Siperde yatan neferler durgunlaştı, göz
altında bulundurulan evin ışıkları söndü. Hayalet gibi gözüken insanlar,
gözlerden silinip kayboldu.
Mülâzım Sadık Bey sakin ve sabırlıydı. .
Salih Onbaşı ne yapsın bilemiyordu. Suç bile
olsa, kumandanına yeniden ikazda bulunmayı vazife saymıştı... Sesi tırnağının
dibine zorla döküldü, derler ya, işte öyle bir fısıltı, gecenin sessizliğine
inilti gibi karışıp öldü:
— Kumandanım... Biz bu hainleri seyretmeye mi
geldik, baskına mı?
Mülâzım Sadık Bey, acı acı gülümsemişti... Elini
Salih onbaşı’nın toprağın üzerinde bekleyen elinin üzerine bıraktı ve kısık bir
sesle Onbaşıyı cevaplandırdı :
— Baskın için geldik Onbaşı. Yalnız şunu hiç
unutma. Aşırı heyecan, salim düşüncenin katilidir... Mesuliyet taşıyan
insanlar için hareketlerin isabetli kararlara dayanması şarttır.
Onbaşı:
— Öyle ise, Öyle ise, diye telâşlandı.
— Seni anlıyorum Onbaşı. Hemen baskın çözüm yolu değil. Şu anda senin
düşündüğünü yapmak, karanlıkların sessizliğini kurşun sesleri ile bozmaktan ve
de geceye, birkaç kurban bırakmaktan ileri geçmez.
Senin dediğin gibi de olabilir. Ancak,
dakikaların hattâ saniyelerin aylardan, hattâ, yıllardan bile kıymetli olduğu
vakitler vardır. İşte o zaman her şey mümkün olabilir... Şu anda her şey
kontrolümüz altında ve geçen vakit bizim için nöbettir... Güneşin doğuşunu
beklemeli...
Onbaşı heyecan dolu kafasını önüne eğerek kumandanını
tasdik etti... Dudaklarından acı acı dökülen fısıltı cevabi oluyordu...
— Lâkin Erzurum’un güneşi geç doğar kumandanım...
— Doğru Onbaşı, doğru. Belki dediğin gibi geç
doğar ama mutlaka doğar...
Onbaşı hırsından ağlıyordu.
— Doğar Kumandanım doğar, diye sızlandı. Ekmek
yediği çanağa pisleyenlerin. üzerine de... Yaşadıkları topraklara ihanet edenlerin
üzerine de... Zalimin, küffarin üzerlerine de... Bu topraklar uğruna, Dini ve
namusu için can veren şehidlerin, mübarek kanları üzerine de doğar...
Şühedaların, geride kalan yetimlerin üzerine bile, doğar. Daha doğrusu... Gün
battığı kadar doğar Kumandanım.
Onbaşının içinden sökülen sitem dolu
fısıltılar, Mülâzım Sadık’ın heyecanını körüklerken, Salih Onbaşı az da olsa
rahatlamışa benziyordu...
Sadık Bey, Onbaşısını kırmadan dinlemişti...
Kulağı, hazin hazin dökülen sözlerde, gözleri hedefinden ayrılmıyordu...
— Kumandanım. Geride bir
belgüzarım var. Tam iki yaşında. Anası, bir de, anam var...
(Figan 1977)