Edebiyat araştırmacısı. 11 Haziran 1964, Harun
köyü / Şarkışla / Sivas doğumlu. İlk tahsilini ailesiyle birlikte gittiği
Almanya’nın Berlin şehrinde (Humboldthain 14. Grundschule’de) tamamladı.
1977’de yurda dönüp ortaöğrenimini İstanbul Fatih Erkek Lisesinde sürdürdü.
1984’te Sivas Gazi Lisesini, 1988’de MÜ Atatürk Eğitim Fakültesi TDE
Öğretmenliği Bölümünü bitirdi. Aynı üniversiteye bağlı SBE’de Eski Türk
Edebiyatı Ana Bilim Dalında yüksek lisansa başladı. “Enis Receb Dede Hayatı,
Edebî Şahsiyeti ve Divanı” konulu teziyle “bilim uzmanı” unvanını aldı.
1988-94 yılları arasında Ankara, İstanbul, Bursa ve Yalova’da bulunan çeşitli
orta dereceli okullarda Türkçe, Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliği yaptı.
Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsünde 1990’da başladığı
doktora öğrenimini “1994’te Bedr-i Dilşâd’ın Muradnâme’si” adlı teziyle
tamamladı.
1994 yılında Celal Bayar Üniversitesi Fen
Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde asistan doktor olarak
çalıştı. 1995 yılında aynı fakültede yardımcı doçent, 2000 yılında doçent oldu.
Doçentlik tezi: “Türk Edebiyatında Hz. Ali Vecizeleriyle İlgili Tercüme ve
Şerhler.” Manisa Celal Bayar Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili
ve Edebiyatı Bölümünde öğretim üyesi olarak çalışmalarını sürdürdü.
İlk yazısı (Goethe), Tasvir
gazetesinin haftalık eki Elif’te (19 Mart 1983), sonraki yıllarda
makale, hikâye, şiir, hatıra, tenkit türlerinde yazıları; Türk Edebiyatı,
İslâmî Edebiyat, Erciyes, Celal Bayar Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
Sosyal Bilimler Dergisi, Yağmur, İlmî Araştırmalar, Türk Kültürü İncelemeleri
Dergisi, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türkiyat
Araştırmaları Dergisi dergilerinde yer aldı. Muradnâme adlı
çalışması, meşhur Kabusnâme’nin manzum tercümesi olup, kitapsever Fahri
Bilge’nin vârislerinden satın alınarak Ankara Millî Kütüphane’ye
kazandırılmıştı.
1995’te Manisa’daki Dalga FM radyosunda bir
süre edebiyat programı yaptı. Çocuk ve Yalnızlık isimli şiirleri
Berlin’de yaşayan müzisyen Ümit Akkaya tarafından bestelenerek kardeşi Reşid
Ceyhan tarafından seslendirildi. İsmail Hoca’nın Rüyası adlı hikâyesi,
1993’te Nida Kültür Araştırma Kulübü Cahit Zarifoğlu 1. Hikâye ve Şiir
Yarışmasında ikincilik ödülünü aldı.
ESERLERİ:
Bedr-i Dilşâd’ın Muradnâme’si (Kabusnâme’nin manzum çevirisi, 2 cilt,
1997), Türk Edebiyatında Hz. Ali Vecizeleriyle İlgili Tercüme ve Şerhler.
HAKKINDA: Alim Yıldız / Sivaslı Şairler
Antolojisi (2003).
Gözümün nûru çocuk ve
gönlümün sevinci,
Evimizin meleği, sanki
“saçılmış inci”...
Ne güzel çehresi var, bak ne şirin, tertemiz...
Kalbi gibi lekesiz... pırıl
pırıl gül beniz...
Ömrün bahârı çocuk,
bahçemizin çiçeği,
Allah seni korusun gözümüzün
bebeği!..
Telâş dolu, şen sesin,
meraklı suâllerin...
Beyler gibi duruşun, hoş,
yiğitçe hâllerin...
Rüyalarda uçarsın, âh kuşlar
gibi hürsün!
“Hayat” denilen şeyi yarın
sen de görürsün...
Dileğim Hak’tan Yunus, Yusuf
gibi yaşarsın,
Denizleri, dağları selâmetle
aşarsın!..
Gel dua et ey masum çocuk bizim için de
Aç küçük ellerini “amin, amin, amin” de!..
Öyle büyük bir ihtiyaçsın ki
yüreğimde,
Huzûra hasrettir sensiz cânım da, tenim de...
Sensiz ben âvâre cânım,
bensiz de sen yarım...
Neden öyleyse böyle parça
parça kalalım?..
Madem ki ne sen kendine
yetersin, ne de ben,
Niçin acı çekiyoruz kaçarak
çareden?
Aslan gibi yaşardık, tek ve
başına buyruk...
Korkarım şimdi ürkek bir
ceylâna vurulduk!..
Çiçeğim, gülüm, servi
boylum, göz bebeğim,
Meleğim, seni çok seviyorum,
seveceğim...
Gözlerin mest ediyor, öldürüyor insanı,
Sonra güzel gülüşün
bağışlıyor bin canı!..
Gözlerin,
ah bende ne ümitler yeşertiyor,
Cenneti müjdeleyen hazlarla
ürpertiyor!..
Aydınlık
çehrende parlarken iffetin rengi,
İşte derim, yârim,
âhengim
, cânımın
dengi!..
Şair, rüyasında kendisine böyle yol gösterenin sözünü duyunca, uyanıp gönül
gözünü açmış; bu defa sultan için nasıl bir eser meydana getirmenin uygun
olacağını düşünmeye başlamıştı: Acaba bâtın ilmine, yani tasavvufa dair mi,
yoksa zâhir ilmine ait bir kitap mı yazmalıydı? Bu düşünce sırasında içindeki
seslerden biri: “Bâtın ilminde bir kitap yaz ki sırlar açılsın.. Gerçek neyse
anlat, gizli işleri hep açığa çıkar... Çünkü hakîkî ilim yok olmaz, insan
benliği ancak onun sayesinde olgunlaşır. Cana sonsuza kadar kalacak ve ruhun
zevk alacağı ilim odur” diyor; diğeri “Yok, yok, zâhiri gözet, dışa, görünen
şeylere dair bir kitap yaz, derecen neyse bildir ki, ilim sahipleri bakıp
bilginden dolayı sana itibar etsinler...” diyordu... Gönlünde böyle farklı
fikirler arasında mücadele belirince, şairin aklı yol için gerekli şeyleri
toplayıp can mülküne gitti; zamanın şahının ülkesine eriştiğinde huzurunda
eğilip başını indirdi; bu sırrı açıklamak istedi. O anda hemen bir parça ışık
belirdi, gam karanlığı gidip sevinç erişti... Hemen gönül birliğine yönelen
şair, şuna karar verdi: “Öyle bir kitap yazayım ki, padişah onunla uyansın,
gözünü açsın... Her ne kadar temiz bir mayaya sahip ve bu dünya sarayında reis
ise de orada da, öteki âlemde de padişah olsun...”
İç dünyasındaki bu çekişmelerden anlaşıldığına göre, eserinin tek bir ilim
dalına ait olmasını istemeyen Bedr-i Dilşâd, hayatın bütün saha ve safhalarına
dair bilgi ve öğütler veren bir kitap yazmak istiyordu. Böylece sultan için
ilim ve amelden gerekli olan her şeyi bildirmeye karar veren şairimiz, ne kadar
bilgi, kültür kazandıysa hepsini derleyip güzelce biri birine karıştırdı...
Muradı, Anadolu’ya hükmeden Sultan Murad olduğu için eserinin adını “Muradnâme” koydu. Bu hediye vesilesiyle
sultandan kendisine Allah’ın lutfunun erişmesini umuyordu.
Elli bir bölüme ayırdığı eserinde bir hükümdar, bu arada diğer insanlar
için doğumdan ölüme ve ölüm ötesine kadar hayatta gerekli her türlü dinî,
ahlâkî, siyasî ve sosyal bilgiyi, tavsiyeyi toplayan şair, ilkin kişinin
Yaratan’ı bilmesi ve ona nasıl inanması gerektiği konusunda malûmat vermiş;
sonra Allah’ın hangi maksatla peygamberler gönderdiğinden bahsetmişti. Eserin
diğer konu başlıklarına göz atmak dahi içindekilerin zenginliği ve çeşitliliği
hakkında bir fikir vermeye kâfî gelecektir: Bir memlekete hükmeden sultanların
her hususta nasıl davranması gerektiği, vezirlik adabı, sultanlara hizmet yolu,
nedim ve subaşıların sahip olması lâzım gelen vasıflar, yeme içme, misafirliğe
gitme ve konuk etme sırasında uyulması icap eden kaideler, aşk, satranç, tavla,
mizah, hamamda yıkanma, istirahat, avlanma, savaş, suçluları cezalandırma ve
bağışlama, mal toplama ve harcama, emanetleri gözetmek, nimet verene şükür,
ibadet, ana-baba haklarına riayet, hüner arttırma, iyi söz söyleme,
civanmertlik, ilim ve ilim sahiplerinin övülmesi, cehaletin yerilmesi,
ilimlerin sınıflandırılması, tıp, astroloji, şiir, musıkî, kâtiplik, ticaret,
mal mülk satın alma, evlenme ve zararsız cinsî münasebet, çocuk terbiyesi,
hizmetçi istihdamı, at satın alma, dost seçmek ve düşmanlardan sakınmak, iyilik
ve kötülük, iyi huy-kötü huy, gençlik ve ihtiyarlık, sır saklama, adaletiyle
meşhur Sasanî hükümdarı Nûşirevân ve diğer hanların öğütleri, dünyanın
faniliği, hırsının zararları, dünya ve dünya ehlinin sonu...
İşte şair, genç sultana bütün bu konularla ilgili, gerek kendi gözlem ve
tecrübeleri sonucunda, gerekse okuduğu kitaplardan edindiği çeşitli bilgileri,
tavsiyeleri ayet, hadis, vecize ve atasözleriyle destekleyip hikâyelerle
süsleyerek sunmaktaydı. 829 yılı Zilka‘de’sinde, yani 1426 Eylül’ünde eserini
yazmaya başlayan şair, dokuz ay gibi az sayılabilecek bir zaman zarfında, 829
Receb’inde (Mayıs 1427) tamamladı.
(Sivaslı Âşık Serdârî’nin
Kuraklık Destânı’na nazire)
“-Bana bir şey söyle Horaçyo!..
-Ne söyliyeyim efendimiz?!.
-Ben burada yapamıyacağım
Horaçyo!..
-Nerede yapılabilir ki efendimiz?!.” –Hamlet’ten-
Neyimi söyleyim size efendim
Korkarım kopmuştur telimiz bizim
Kendimin düşmanı yine ben kendim
Açılmadan soldu gülümüz bizim
Garip muhacirin tedbiri
şaştı
Küçüğü geçti suç, hadde
yaklaştı
Kalbinin yarası binleri aştı
Bu yükten bükülmüş belimiz
bizim
Mahşerde yalnızız, benzimiz
soluk
Perhizi bozmuşuz, içimiz
kovuk
Sesimiz kısılmış, çıksa da
boğuk
Söylemeden korkar dilimiz bizim
Kendi kendimizden
kurtulamadık
Şer çiçeklerinden yol
alamadık
Gönlümüze göre yâr bulamadık
Bu yüzden gurbettir ilimiz
bizim
Hep hüzünlü çalar kırık
sazımız
Demek ki böyleymiş alın
yazımız
Zaman zaman yolda kalır bazımız
Öyle keskincedir yolumuz
bizim
Bir aşka geldik de biz bunu
dedik
Kaç harâmîden kaç darbe
yedik
Her nereye gitsek bir şey
eksik
Ne zaman düzelir hâlimiz bizim
Ey gönül, gel şu ânîyi terk
eyle
Yüce semâya çık, tecerrüd
ile
Özlediğin bahar gelsin bir hele
Dirilir inşallah ölümüz
bizim.