Ercüment Ekrem Talu

Roman Yazarı, Yazar

Doğum
Ölüm
16 Aralık, 1956
Eğitim
Mekteb-i Hukuk (Hukuk Fakültesi)

Romancı (D. 1888, İstinye / İstanbul - Ö. 16 Aralık 1956, İstanbul). Recaizâde Mahmut Ekrem’in oğludur. Çocukluğu edebiyat ve düşünce dünyasında öne çıkan aydınların çevresinde geçti. Babası Fransızca, Rumca ve İngilizce öğrenmesini sağladı. Galatasaray Sultanisi (lise, 1905) ile Mekteb-i Hukuk (Hukuk Fakültesi)’u bitirdikten sonra gönderildiği Paris’te Siyasî İlimler Okuluna devam etti. Dönüşünde Düyûn-u Umumiye (Osmanlı borçlarını tahsil eden kuruluş) kuruluşunda (1906) ve Meclis-i Ayan (Senato)’da (1908) çevirmenlik yaptı. Daha sonra da Saray’a teşrifât memuru oldu. Damat Ferit Paşa’nın sadrazamlığı (başbakan, 1919-23) yıllarında Matbuat Umum Müdürlüğü, daha sonra Cumhurbaşkanlığı başkâtipliği (1924), yeniden Matbuat Umum Müdürlüğü (1927-31) görevlerinde bulundu. 1931 yılında Varşova Elçiliği müsteşarlığına atanan Ercüment Ekrem, 1936 yılından itibaren Mekteb-i Mülkiye (Siyasal Bilgiler Okulu), Ankara Hukuk Fakültesi ve Gazi Eğitim Enstitüsünde Fransızca, Galatasaray ve Notre Dam de Sion liselerinde edebiyat öğretmenliği yaparak 1950’de kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. Nüktedan, hazırcevap ve hoşsohbet bir kişi olan Ercüment Ekrem’in Türk millî eğitimine büyük hizmetleri oldu. Emekliye ayrıldıktan sonra, İstanbul Şehir Tiyatroları Edebî Heyetinde ve Sular İdaresi Yönetim Kurulu üyeliğinde bulundu. Tedavi gördüğü Fransız Hastanesinde siroz hastalığından öldü, Zincirlikuyu Mezarlığında toprağa verildi.

İlk yazıları Çocuklara Mahsus Gazete’de yayımlanmıştı (1904). Meşrutiyetten (1908) önce Ercüment Ekrem’in Fransızca gazeteler de dahil olmak üzere birçok yayın organında çeşitli makaleleri yayımlandı. Asıl yazarlık hayatı 1908’den sonra başladı. Bu tarihten itibaren devrin çeşitli gazete ve dergilerinde genellikle alaycı bir üslûpla yazdığı mizâhi fıkraları, sohbet ve hikâyeleri yayımlandı. Bu yazılarında Ercüment Ekrem, Karga, Çekirge, Kertenkele, Ebul Muvakkar, Evliya-yı Cedit gibi değişik takma adlar kullandı. Mütareke yıllarında Aka Gündüz ile Alay (1920-22) adlı bir mizah dergisi çıkardı. Daha çok Meşhedi adlı bir İranlının abartmalı serüvenlerini anlattığı mizahî hikâye ve romanlarıyla tanındı. Konularını eski İstanbul hayatından aldığı diğer romanları ile Hüseyin Rahmi ve Ahmet Rasim çizgisinde görüldü.

“Ercüment Ekrem, özellikle romanlarında Ahmet Rasim ve Hüseyin Rahmi tarzı anlatımı benimsemiş ve bu iki şahsiyetin üslûbunu şahsında daha yeni ve zeki çizgilerle birleştirmeyi başarmıştır. Romanlarının yanı sıra hikâye ve tiyatro vadisinde yazdığı eserlerinde de ısrarla toplumsal meseleleri ele alıp işleyen Ercüment Ekrem, bunların hiçbirinde edebî zevki ve içtimâi nükteleri ihmâl etmez. Aynı zamanda eserlerinde muhtelif tipleri son derece tabiî ve canlı tasvirlerle kaleme alan Talû, edebiyâtımızda meddah geleneğini yazılarında başarıyla sürdüren müstesna şahsiyetlerden biridir. Eski İstanbul yaşantısını bütün realitesiyle ve tabiî çevresi içerisinde eserlerine aksettiren Ercüment Ekrem, yazdıklarıyla okuyucusunu bu mekânlarda seyahat ettirir. Anlatımındaki renklilik ve mizacındaki zerâfetle edebiyatımızda apayrı bir yere sahiptir.” (Şerif Aktaş)

“Babam Ercüment Ekrem, bir sanat ailesinin orta kuşağı sayılır. Dedesi Recai Efendi hat ustası, babası Ekrem Bey de şair ve bu sahada üstad adamdı. Ercüment Ekrem Talû, Türkçeden başka Farsça, Fransızca, İtalyanca, Lâtince, Yunanca, İngilizce, Almanca, İspanyolca, Lehçe dillerini okur, konuşur ve yazardı. Resmî hayatında, matbuat sahasında inişli çıkışlı, tatlı acı günler yaşadı. Fakat hususî hayatında mutlaka hak etmediği bahtsızlıklara uğradı. Bankacı, politikacı, idareci, şâir, romancı, hikâyeci, mütercim, fıkracı, lügatçi, öğretici, dilci Ercüment Ekrem’in altmış sekiz yıllık ömür içinde ‘mizah üstâdı’ diye anılmasının ve sağlığında da, ölümü ertesinde de onu bu tarafı ile anmamızın ve yanmamızın bir sebebi olsa gerek.

O hakikaten kalemi ile, sohbeti ile, mimikleri ile, hicvi ile yüzde yüz ‘espri’ adamı idi. Sayılamayacak kadar çok ve çoğu zihinlerde dağılı kalmış ‘nükteler’ sahibidir. Kimseye yaranmak veya kimseyi yermek için değil, sadece fışkıran zekâsına gem vurmuş olmamak için ve korku, pervâ tanımadan yazmış, söylemiştir. Bende maalesef yazılı hiçbir eseri mevcud değildir. Kendisinin de her şeyini kâğıda döküp sakladığını sanmıyorum.” (oğlu Muvakkar Ekrem)

ESERLERİ:

ROMAN: Asriler (1922), Gün Batarken (1922), Kopuk (1922), Sabir Efendinin Gelini (1922), Kan ve İman (1925), Şevketmeâb (1925), Kundakçı (1926), Meşhedi ile Devrialem (1927), Gemi Arslanı (1928), Meşhedi Aslan Peşinde (1934), Kodaman (1934), Papeloğlu (1938), Beyaz Şemsiyeli (1939), Bu Gönül Böyle Sevdi (1941), Çömlekoğlu ve Ailesi (1945).

HİKÂYE: Evliya-yı Cedid (Yeni Evliya Çelebi, 1920), Teravihten Sahura (1923), Sevgiliye Masallar (1925), Kız Ali (1926), Güldüren Kitap (1927), Gün Doğmayınca (1927), Meşhedi’nin Hikâyeleri (1927), Dünden Hatıralar (hikâye-albüm, resimleyen Münif Fehim, 1945).

ANI: Geçmiş Zaman Olur ki (2005).

KAYNAKÇA: Hilmi Yücebaş / Bütün Cepheleriyle Ercüment Ekrem (1957), Yusuf Ziya Ortaç / Bizim Yokuş (1966), N. Sami Özerdim / Yeni Yayınlar Dergisi (Mart 1967), Mücellidoğlu Ali Çankaya / Yeni Mülkiye Tarihi ve Mülkiyeliler (c. II, 1968), H. Fahri Ozansoy / Edebiyatçılar Çevremde (1970), Atillâ Çetin / TDV İslâm Ansiklopedisi (c. 11, 1995), Mehmet Behçet Yazar / Edebiyatçılar Alemi - Edebiyatımızın Unutulan Simaları (yay. haz. Mustafa Everdi, 1999), Şerif Aktaş / Büyük Türk Klasikleri (c. 12, 2004, s. 148-149), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) – Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013). 

ANAM

Kısaya yakın orta boylu.. Tıknazca.. Esmer.. İçinde ne kadar zekâ ile dopdolu ve işlenmiş olduğu gözlerinin pırıltısından ve berraklığından belli, yakışıklı bir baş..

Gönüllü bir şefkat ummanı.. Kim olursa olsun herkese iyilik etmek ister, edebildiği zaman da sonsuz bir haz duyar..

Müslüman, mütevekkil, büyüklerine muti, küçüklere karşı mültefit ve sahabetkâr. Sonra mükemmel bir ev kadını: Yuvasını imar eden dişi kuşlardan.

Arapça, Farsça, Fransızca ve hattâ biraz da Ermenice bilir; Türkçeyi gayet fasih konuşur, iyi yazar, en güç divan şiirlerini, münşeatı okur ve tefsir eder.

Nijad’ının ölümünden sonra her gün birer cüz okuya okuya nihayet hıfzına muvaffak olduğu Kur’an-ı Kerim’i başından sonuna kadar anlardı.

Fethi Paşa zamanında Tophanei Âmire mektupçuluğunda bulunan hattat ve münşi Mehmet Arif Efendi’nin en küçük kızıydı.

Arif Efendi iki büyük erkek evlâdını; Matbuat Hariciye Müdür Muavini iken ölen Mehmet Sedat ve yine hariciye memurlarından iken intihar eden Ahmet Vedat Beyleri Paris’te tahsil ettirecek kadar ilerilik âşığı bir adammış. En küçük kızı Ayşe Güzide’yi bir aralık konağına yakın bulunan ve tedrisatı daha mazbut ve ciddi görünen Ermeni mektebinde okuttu. Sonra ona bizzat Arapça ve Farisî talim etti. Paris’ten avdet eden ağabeyler de küçük Güzide’ye Fransızca öğrettiler.

Arif Efendi, Mehmet Şakir Recai Efendi’nin kardeşiydi. O devirde âdet olduğu vechile, Güzide Hanım on dört yaşına gelince amcazadesi on sekiz yaşındaki Mahmut Ekrem’le evlendirildi.

Meğer ne talihsiz bir izdivaç olacakmış! Büyük bir istekle, sevinçle kurulan yuvanın içini daha ilk yılında matem bürüdü. Kudûmü bin iştiyakla beklenilen, üzerine bin emel kurulan ilk evlât Fatma Piraye gözlerini dünyaya açar açmaz kapadı!..

Sonra ikinci evlât: Sunullah Emced tayasının dikkatsizliği yüzünden bir buçuk yaşında malûl oldu. Yaşadığı yirmi yıl içerisinde ağzından bir tek defa “Baba ve anne!” hitabı çıkmadı.

Bu suretle anacığımın üst üste paralanan yüreciği en büyük tesellisini imanında ararken Tanrı ona önce Nijad’ı, üç buçuk yıl sonra da beni verdi.

Babam daha çok Nijad’a düşkündü. Yıllarca hasretini çektiği, tam mânâsıyla baba olmak zevkini ona o tattırmıştı.

Çocuk konuşur mu? Koşar mı? Oynar mı? Neşesiyle evin içini doldurur mu? Piraye ile Emced mücessem his olan Recaizade’nin titrek dudaklarına kadar yükselen bu sualleri cevapsız bırakmışlar, hattâ onlara menfi cevap vermişlerdi.

Hâlbuki, Nijad konuşuyordu, koşuyor, oynuyor, neşesiyle evin içini dolduruyordu işte! Binâenaleyh o bir dâhi, fevkalbeşer bir mahlûktu.. Zira üstadın emellerini tamamıyla tahakkuk ettirmişti.

Hep bunlardan dolayı, Nijad’ı babam delicesine seviyor, o kıskanmasın, gücenmesin diye beni ihmal eder gibi görünüyordu.

Bu gibi yanlış düşünceler herhangi bir babadan sadır olabilir. Lâkin ana evlâtlarının arasında böyle bir farkı, bir iyiliği kabul eder mi? Asla!

Hele anneciğim gibi, şuurlu, duygulu, merhametli bir kadın olursa!..

İşte anam on beş buçuk yıl, gizli gizli için için bu hicranı da çekti. Ben hiçbir şeyin farkında olmadığım hâlde, sezer de içlenirim diye hemen bütün şefkatini bana hasr, bütün ihtimamını bana vakfetti.

Mektepteki muvaffakıyetlerimin mükâfatını onun tertemiz dudaklarıyla alnıma kondurduğu buselerden alırdım. Çocukça dertlerimin muhatabı ve dermanı o idi. Gönlümün elemlerini yanık ve âhenkdar sesiyle okuduğu ilâhiler ve türkülerle avuturdum. Yaradanı ve yaratılmışı sevmeyi ondan öğrendim. İlk ve en esaslı mürebbiyem o idi; her ne biliyorsam mebadisini o mübarek, o mukaddes kadına borçluyum.

Boğaziçi’nde, İstinye’deki yalının harem bölüğünde ve en üst kattaki odasında sedirin üstüne oturmuş dikiş veya nakışla meşgul bulunuyorken, mektep dönüşü içeriye girdiğimde bana derhâl teveccüh eden asil çehresindeki müşfik tebessümü ve gözlerindeki okşayıcı nazarları hâlâ ruhumun derinliklerinde birer mukaddes emanet gibi taşır, yese kapıldıkça onları canlandırır ve onlardan kalp kuvveti, teselli ararım.

Öldüğü zaman, heyhat ki yanında bulunamadım. Yurttan çok uzaklarda idim. Gözlerini kapamak vazifesini benim yerime oğlum Muvakkar gördü. Ve yüzünü görmediği hâlde iştiyakını duyduğu kızım Ayşe Esin’in resmini dudaklarına götüre götüre, acıların her türlüsüyle mahmul seksen beş yıllık tertemiz ömrünün hesabını vermek üzere, tam bir Müslüman iman ve tevekkülü ile Hâlik’ının huzuruna çıkmış olduğunu sonradan içim yana yana duydum.

Ah anacığım! On senedir o aynı ateş içimde hâlâ sönmedi. Sen benim sade anam değil, hâmim, dert ortağım, yarı canım, ilticagâhımdın. Öksüz kalmak bana çok, pek çok ağır geldi.

Bir ân bile mağfiretinden şüphe etmediğin, en çetin imtihan günlerinde bile kendine hamd ü senâ eylediğin yüce Tanrı seni garik-i mağfiret eylesin!

Yarım Ay, C. 6, S. 132, 1 Haziran 1941

ÇOCUKLUĞUM

Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer!

Ah evet öyledir! Benim, herkes gibi, bugün dünden, yarın da bugünden daha artan iç yakıcı bir hasretle yâd ettiğim bir mazi var. Hayatın kıvrılan yolunda, hiçe ileten son kısma geldim. Köşeyi döneli birkaç yıl oldu. Şafakla çıktığım bu yolculuğu, gün kavuşurken tamamlayacağım.

O ne parlak bir şafaktı! Can verici ışığını, hâlâ yorgun gözlerimde, iç ısıtıcı sıcaklığını soğumaya başlayan gönlümün bir bucağında taşıyorum.

Akları her gün biraz daha artan başımda, vakit vakit, o sihirli sabahın tatlı esini geziniyor. Çizgileri her an bir parça daha oyularak derinleşen yüzümde, o rüzgârın serin temaslarını duyuyorum.

Çocukluğum!

Ben senin hasretini nasıl çekmem ki, senden ayrıldığım, uzaklaştığım günden beri, sana benzer hiçbir şey görmedim.

On, on iki yahut on dört yaşımda seni ebediyete gömdüğüm zaman uğradığım kaybın azametini anlayamamıştım. Acı, yüreğime sonradan çöktü ve o acıyı hasrete kalbederek, kırk yıl var ki içimde taşıyorum.

Cihan değen hayaline, toy bir delikanlı saflığıyla âşığım.

Arkama dönüp baktığım şu anda, senin üzerinde sade benim kendi, nemli nazarlarım dolaşıyor. Bundan da memnunum. Döküp saçacağım bin bir güzelliğinin üstüne konacak bakışlar ekseriyetle lâkayt olacak.

İstanbul’da, Boğaziçi’nde, İstinye’de doğdum. Bu, hayatta benim ilk büyük mazhariyetimdir. İstanbul, dünyanın en güzel şehri; Boğaziçi, İstanbul’un en güzel semti; İstinye, Boğaziçi’nin en güzel köyüdür.

Cihana ilk adımımı bu üç güzelliğin içinde attım.

Eski takvimle sene 1304.. Teşrin-i sâni ayı.. Mağmum, karlı bir pazartesi günü.. Vakit akşam.

Denizin mütemadi temaslarıyla cephesi yosunlanmış beyaz yalının en üst katında beni birbirlerine müjdeleyen üç kişidir: Annemden başka, meşhur Manas Efendi’nin zevcesiyle bir de aile hekimimiz doktor Kampanaki.

Doktoru, ebe hanımı takviye için çağırmışlar; zira dünyada çekeceğim ıstırapları daha o günden tahmin etmiş ve çoğunsamış olacağım ki, zorla ve sanki istemeye istemeye doğmuşum.

Babam evde yokmuş. Bir gece evvelden, turne ile ilk defa Türkiye’ye gelen meşhur Fransız artisti ‘Sarah Bernhardt’ı görmek için şehirde kalmış. Zaten sevgili babacığımın günahına girmeyim ammâ, sevgili Nijad’ının üstüne gelecek, ona vakfedilmiş sevgiyi ikiye bölecek bir evlâdın doğumunda olsun bulunmamakla sevgili Nijad’ına galiba bir cemile yapmak istemiş olacaktı.

Ne ise.. Geç vakit o da gelmiş. Beni kucağına vermişler. Almış, bakmış, bakmış... Ve beğenmemiş. Zira onun nazarında tek çocuk Nijad.. Zaten Nijad da kardeşini beğenmemiş. O da küçücük dudaklarını bükmüş ve “Bak! Kardeşin sana neler getirdi!” diye eline sundukları oyuncakları, Frengistan elçisinden peşkeş kabul eden bir reis efendinin mağrur edasıyla alıp gitmiş.

Nijad’dan daha büyük ağabeyim Emced de o zaman henüz ayakta idi. Gönül sızlatıcı serencamı biraz Tefekkür sayfalarında biraz da kendi mezar taşında yazılı olan bu pek bedbaht delikanlı benim dünyaya gelişimden haberdar bile olmamış. Neden sonradır ki, yattığı elem döşeğinde, ufacık adımlarla yanına yaklaştığım zaman, insiyakî bir duyuşla benim kim olduğumu anlayarak bana hazin hazin gülümsediğini hatırlarım. Yirmi yıl, ağzından tek bir kelime çıkmamış olan bu asil ve çok yakışıklı simada o gün beliren bu şefkatli tebessümü bazen göz önüne getirir, için için ağlarım. Zavallı ağabeyciğim!

Doğduğum sırada Sakız’da bulunan Namık Kemal ağır hasta idi. Babam, dünyada her varlıktan üstün tuttuğu bu büyük dostunun o anda bir cemilesini hatırlattı ve mukabele etmek istedi. Kemal, oğlunun adını Ekrem koymuştu. Ben de ‘Ahmet Kemal’ oldum. Ve ailemizdeki nadir, duyulmamış ad koymak ananesini de terk etmemiş olmak için, bir müddet sonra Ahmet Kemal’e bir de Ercümend ilâve ettiler.

Bu üç isimden annem ‘Ahmet’i benimsemiş. Anam kaba sofu değil, fakat pek mutekitti. Babam Mahmut Ekrem, küçük ağabeyim Mehmet Nijad, ben de Ahmet Ercümend olunca, o bundan bir falî hayır görmüş: “Sen Ahmet ve Mahmut ve Mehmet’sin efendim!” mısraını evimizde temsil eden üç sevgili mevcuttan Peygamber’in manevî himayesine mazhariyet umuyordu.

Ahmet aşağı, Ahmet yukarı! Bana hitap eden munis sesler ve o seslere, benim henüz insanlaşmayan cevaplarım koca yalıyı çınlatıyordu. Afacan, yaramaz ve yaygaracı olacağıma dair hükümler verilmişti. Ahlâkî temayüllerim hakkında yapılan bu endişe verici tahminler yetmiyormuş gibi, oburluğumu da göstermiştim. Anamın temiz sütüne doymuyor, bir miktar da inek sütü içiyordum. Bu da kâfi gelmeyince bir süt nine tutmuşlar.

Böylece, enime boyuma inkişaf etmeye başlamıştım. Ve bütün günlerim anacığımın dizleri dibinde, onun çok müşfik, yüksek ve bilgili ihtimamlarıyla geçiyordu. Çok talihli ve bahtiyar bir çocuktum. Hayran gözlerim mavi bir gökten, kâh durgun, kâh coşkun bir denizden, martılardan, beyaz yelkenli gemilerden, tembel ve argın romörkerlerden, her gün her saat, her an değişen nefis manzaralardan hayat ve tabiat sevgisine alışıyordu.

Ahmet Mithat Efendi’den evvel çatanasını tanıdım. Kendilerini görmediğim bu büyük adamların isimlerini yalılarından ve kayıklarından, vatanımın tarihini Boğaziçi’nin mesirelerinden öğrendim. Sanki bu iki taraflı bu sahil saraylar ve öbek öbek ağaçlarla bezenmiş ilâhî Boğaz benim gibi meraklı çocuklar için hassaten kudret eliyle yazılmış bir tabiat, yurt bilgisi ve tarih kitabı idi.. Ve bu kitabı bana, mürebbilerin en güzeli, en sevimli ve en hislisi anam okutuyordu. Süleyman Nazif’in adına imada bulunarak ‘mâder-i edep’ unvanıyla tevkir eylediği o faziletkâr olduğu kadar da cefakâr kadını burada bir kere daha hürmetle, minnetle ve hicranla anıyorum.

İrfanımın esaslarını kendisine tamamıyla borçlu bulunduğum anam fevkalâde fasih Türkçesinden başka, her sabah bir cüz okumayı itiyat eylediği Kur’an’ı anlayacak kadar Arapça, Gülistan’ı ve Mesnevî’yi bana izah edecek kadar Farsça ve babamın Atala tercümesine yardım edecek kadar da Fransızca bilir, mütemadiyen tarih ve edebiyat okur, kocasının müsveddelerini tebyiz, Kemal’in ve Hâmit’in eserlerini istinsah ederdi.

İşte böyle bir annenin son evlâdı olan ben, bu cepheden de bahtiyardım. Babamın, Nijad içlenmesin diye benden esirgiyor gibi davrandığı sevgiyi, annem bilâfütur bana bezlediyordu.

Geceleri koynunda yatardım. Üşümeyim diye beni, mor kadife kaplı kısacık kürkünün içine sarardı ve bu yumuşacık, tertemiz, ruh okşayıcı kürkün içinde, titrek ve âhenkli bir sesin okuduğu ninnilerle daldığım uykuların, bütün ömrümde gönül törpüleyici iştiyakını duydum.

Bazen yarıda uyandığım zaman, isperçet mumunun ürperen, zayıf ışığında, annemin için için ağladığını görür, fakat sebebini sormaktan, bir sevk-i tabiî ile çekinirdim. Meğer sonsuz şefkat ve rikkati ile o benim için, babamın Nijad’a benden fazla sevgi gösterdiğinden dolayı ağlarmış.

Ah anneciğim! O inci taneleri gibi gözyaşlarını, sen, o zaman ne yok yere israf etmişsin! Sen de dahil olduğun hâlde, başlıca eşhası ademe intikal etmiş rengîn bir mazinin yetimliği ile boynu bükülen oğluna, mezarından kalk da şimdi ağla!..

Yarım Ay, C. 6, S. 126, 1 Şubat 1941, s. 3-17.

İSTİNYE'DE

Latîf bir körfez kenarında kâ’in, bir tarafında bülbüllerin nagamât-ı âşıkâneleriyle bir hayât-ı dâime kesbeden Mirgûn Korusu, diğer tarafında bazı yerler ağaçlıklı, bazı yerleri nebâtâttan ârî dağlarla muhât bir köyceğiz ki günde üç dört defa uğrayan vapurla, daima zümürridîn renkte bulunan çayırı, bu çayırın ortasından sadâ-yı latîf ile çağlayan deresi, taş ocakları, buz fabrikası, katran kokusuyla adamı ihnâk eden çarşısıyla beraber pek severim.

Burada âlem-i hayâta kadem-nihâde olmuştum. Sabâvetimizin bir kısmı hattâ Nijad’ın bütün ömrü de burada geçmiş idi. Ben burasını niçin severim?

Vapur iskelesine muttasıl beyaz yalıda oturuyorduk, bu yalı benden çok eski idi. Her sene iki üç yerini tamire mecbur olurduk. Fakat bunu satamıyorduk zira Emced orada vefat etmiş, Nijad ve ben orada doğmuş idik.

Benden dört yaş kadar büyük olan Nijad’la beraber yalının selâmlık bahçesinde denizin yanındaki parmaklığa gelir babamızı beklerdik. Vapur iskeleye yanaşır yanaşmaz, ikimiz birden sokağa fırlar hangimiz en evvel elini öpeceğiz diye koşardık.

Velhâsıl o beyaz yalıda o güzel İstinye’de pek bahtiyar idik. Şimdi Nijad bir âlem-i ebedînin en rûh-nüvâz en şükûfe-zâr cennetlerinde pervâz... Ben ise Boğaziçi’ne doğru giderken İstinye’ye atf-ı nazar bir hâl-i pür-melâldeyim. Fakat ben orayı severim. Gözlerim bilâ-ihtiyâr o sevâhili dolaşır. Fakat birden Anadolu kıyısına in’itâf eyler. Zavallı Nijad.

Çocuklara Mahsus Gazete, S. 4, 27 Mart 1319

JİB

Ben seni o kadar çok severdim ki, senin o tüylerle mestûr küçük fakat zeki simanı bir hafta görmediğim vakit âdeta mahzûn olurdum.

Ben evde bulunmadığım anda senin çok kere bana ait olan bir şeyin üzerine yatıp kendi lisanınca feryada başladığını, beni aradığını söylediler, demek sen bile muhabbeti biliyordun, seni sevenleri seviyordun...

Bir cumartesi akşamı idi ki mektepten çıkmış, mesrûrâne eve avdet ediyordum. Kapıdan içeri girer girmez senin o güzel gözlerini bana atfederek eteğime sarılmanı bekledim.

Heyhat!..

Bu beklediğim olmadı. Bana:

– Küçük bey, köpeğiniz öldü, dediler.

Köpeğime çok acıdım. Âdeta ağladım. Sonra götürüp bir kestane ağacının altına gömdüm. Biçare orada bülbüllerin nagamâtıyla tatlı fakat ebedî bir hâba daldı.

 

(Çocuklara Mahsus Gazete, S. 9, 1 Mayıs 1319)

PAPATYALAR

Eyyâm-ı baharda çemenzârı beyaz bir çarşaf hâline getiren ortası sarı, kokusuz, beyaz, zarif çiçekleri bilir misiniz?..

İşte Nijad’ın sevdiği papatyalar bunlardır.

Nijad papatyaları pek severdi. İlkbahar gelince İstinye’ye mutlak giderdik.

Oraya her sabah gider dağdan bir demet papatya getirirdi. Kemâl-i ihtiyât ile onları yazıhanesinin üzerine kor, saatlerce onları temâşâya koyulurdu.

Nijad papatyaları pek severdi. Çünkü Nijad papatyalara benzerdi. Onlar gibi nahîf, onlar gibi rakîk, onlar gibi saf ve masum idi. Çiçeklikte solan papatyalar atılmazdı. Hepsi birer kitap sayfasını tezyîn ederdi.

Velhâsıl Nijad papatyaları, papatyalar Nijad’ı pek severdi.

İşte onun için Kandilli Kabristanı’nda üstü papatyalarla mestûr bir makber görürseniz, o da Nijad’ın kabri olduğunu bilin...

Çocuklara Mahsus Gazete, S. 7, 17 Nisan 1319

ŞEMSÂ'NIN MEZARI

– Nijad!

– Ne istiyorsun kardeşim?

– Benim canım sıkılıyor, azıcık sokağa çıkalım.

Bu muhâvere Şemsâ’cığın vefatından bir sene sonra Nijad ile benim aramızda cereyan ediyordu. Güzel bir bahar günü idi. Yalının arka cihetindeki eski mezarlığın servileri arasında kuşlar ötüşüyorlar. Mezarlığın içinde en sağlam kalmış olan bir taşın üzerinde bir serçe gagasıyla tüylerini düzeltiyor idi.

Süt gibi sakin, yeşil denizde beyaz kayıklar latif bir manzara teşkil ediyordu.

Velhâsıl zaten benim fikrimce güzel olan İstinye o gün bir kat daha letâfet kesbetmiş idi.

Sokağa çıktık çayıra, ebeden şirinliği hatıramdan çıkmayacak olan o güzel çayıra doğru yürüdük.

Nijad beni elimden tutmuş, bazen ocaklara taş taşıyan bârgirlerin, bazen otlamaya giden bir sürü mandanın önünden geçer, bazen de tabiatın güzelliğini temâşâya o derece dalar idi ki kendisine önüne bakmasını ihtâr eden ben olurdum. Köyün çayıra yakın olan dere kenarındaki kabristanına vâsıl olduk.

Nijad orada tevakkuf etti. Parmağıyla bana, bir tepecik üzerinde bulunan şairâne ufak bir kabri göstererek: “İşte Şemsâ burada.” dedi.

Kabristanın kapısından girdik mezarın yanına vardık. Taşın üzerinde birkaç bülbül (Şemsâ’nın sevdiği kuşlar) mersiye okuyorlardı.

Bizi görünce tevahhuş edip kaçtılar.

Makberin bir yanında çiçek açmış küçük bir yasemin fidanı bulunuyordu. Nijad çiçeklerden bir tane koparıp elindeki kitaba koydu. Bir Fatiha okuyup eve avdet ettik.

Çocuklara Mahsus Gazete, S. 6, 10 Nisan 1319

FOTO GALERİ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör