Mehmet Baş

Şair ve Yazar

Doğum
01 Ağustos, 1981
Eğitim
Uludağ Üniversitesi Sosyoloji Bölümü
Burç

Şair ve yazar. 1 Ağustos 1981 Çamardı / Niğde doğumlu. Dumlupınar İlkokulu’nu, Cumhuriyet Ortaokul’unu ve Niğde Lisesi’ni bitirdi. Ardından, Uludağ Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde okudu, 2005 yılında devlet memuru olarak çalışmaya başladı. Evli olup, hayatını ve çalışmalarını Niğde’de sürdürmektedir.

Mehmet Baş’ın ilk şiiri 1999 yılında, “Alize” edebiyat dergisinde çıktı. Daha sonra şiir ve yazıları; Dergâh, Hece, Yedi İklim, Türk Edebiyatı, Türk Dili, Ay Vakti, Şiir ve İnşa, Altınoluk, Edep, Yüzakı, Kün Edebiyat, Akpınar, Genç Doku, İstanbul Bir Nokta, Kurgan, Hece Taşları, Bizim Külliye, Şiiri Özlüyorum, Dil ve Edebiyat, Dört Mevsim Niğde, Barbar, Edebiyat Ortamı, Edebiyat Yaprağı dergileri ve Hamle, Yeşil Bor, Bor’da Sabah, Gap Gündemi, Niğde Gündem, Niğde Anadolu Haber, Nevşehir Muşkara, Avanos Gazetesi, Derinkuyu Haber gazetelerinde yayımlandı. 2013 yılında İstanbul / Ümraniye Belediyesi’nin açtığı İstanbul konulu şiir yarışmasında mansiyon aldı. Tabirsiz Rüyalar adlı ilk şiir kitabı 2012 yılında yayımlandı.

Tabirsiz Rüyalar ismini taşıyan kitap üç bölümden oluşuyor. Birinci bölüm Atlaslar, ikinci bölüm Adressiz Sancılar, üçüncü bölümse Hakkın Nefesleri ismini taşıyor. Şair bu kitabında medeniyetimiz ve bizi biz yapan değerler ekseninde yozlaşmaya ve yabancılaşmaya karşı çıkarken modern hayatın çıkmazları karşısında insan ruhunun müdafaasını yapıyor.” (Niğde Hasret)

 

ESERLERİ:

Şiir: Tabirsiz Rüyalar (2012), Puslu Zaman Menkıbeleri (2016).

Biyografi: Borlu Ahmed Kuddusi Hz. (2015),

Deneme: Bir Dert Bulmalıyım Kendime (2015), Medeniyetlerin Burcunda Bir Şehir Niğde (2017), Aşkın Devleti (2017).

 

KAYNAKÇA: İsmail Özmel / Dünden Bugüne Niğdeli Şair ve Yazarlar (3 cilt, 2009),   Niğdeli Şair Mehmet Baş’ın Şiir Kitabı Çıktı (Niğde Hasret, 1 Ekim 2012), BF- Kendisinden alınan bilgiler (2014), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (C. 12, 2018).

 

 

 

 

İSTANBUL

bakır bir semaverdeki demli çay gibi

yudum yudum içtim masmavi gözlerinden

mavnaları gemileri vapurları seyrettim

istanbul buğu buğu gözlerimde tütsülendi

aktı içime ırmaklarca durmadan

ağladığımda anladım bu şehri

 

eyüp sultan önlerinde divana durmuş

dillerinde kelime-i şehadetin nakışları

mermerden sarıklarıyla suskunlar meclisinde

bir yaralı serçe gibi beklerken köşelerinde

oturup bir çınar altında nefes nefese 

yorulduğumda anladım bu şehri

 

bir rüya ki avcumda delik bir metelik 

dilimde beyoğlunun ince sazları 

aklımda hep üsküdarın sabah ayazları

mihrimah sultanda ezanla yıkanmış kulaklarım

zaferlerle dönen gemilerden yükselirken tekbirler

durulduğumda anladım bu şehri

 

sakin sularda sevdim bu şehri

bazen deli fırtınalara tutuldum

istanbul ayazmalardan taşan bir gölgeydi

köylüm gibi baktı bana yeni camii

güvercinlerin annesiydi eminönü

mahzunluğumda anladım bu şehri

 

şaha kalkmış bir atın tutulmuş yelesiydi istanbul

hüznümün namlusuna sürülmüş bir kurşun gibi

fatihte gümüşten bir akşamın kalbinde

balat sabahlarında karıncalanırken haliç

bir çift şehla göze bakar gibi 

vurulduğumda anladım bu şehri

 

kasımpaşa sokaklarından süzüldü bir rüzgar

cezayirli dayı hasan paşanın önünde durdu

okçular tekkesinden atılmış oklarla

taşlar dikilmişti kalbimin ok meydanlarına

rengini baharlardan almış gonca gül gibi 

kırıldığımda anladım bu şehri

 

 

 

galata mevlevihanesinin taşlarıyla konuştum

bir şeyh galip hüznüyle savruldu perdeleri

kumaşı aşkla biçilmiş bir mevsimdi istanbul

boğaziçinin ihtişamlı sularında batarken güneş

gecenin kuytularına karışıp sessizce

kaybolduğumda anladım bu şehri

 

garipçe köyünde şimal rüzgarlarını dinledim

sarıyerin tenhalarında vefasız bir gül açtı

hisarda bulutlar pamuk gibi atılmış öylece

kızkulesine yağacak yağmuru biriktiriyordu

adalardan esen bir imbata tutulup

savrulduğumda anladım bu şehri

 

ayasofya kapısında ağarmış saçlarım

yenikapı önlerinde sohbete dalmış çelebiler

göksuda çifte kayıklar bir safa bahşediyor

lale devrinden kalmış bir gazelde

zamanı yitirmiş bir saat gibi

kurulduğumda anladım bu şehri

 

çamlıca tepesinden seyre daldım cemalini

kanlıcada bir çınar gibi açıldı yapraklarım

fethipaşa korosunda bembeyaz bir mendildi zaman

haremden kalkan otobüslerin ardı sıra bakarken

iki kıtanın ortasına bir iplik misali

bağlandığımda anladım bu şehri

 

çifte su verilmiş bir bıçak gibi gece

yedi tepe üstünde açmış kanatlarını

güneşe hicret etmiş akşamın kadehinde

sukutu demlenirken çığlıklar meclisinde

yaralı bir ceylanın kanayan yarasında

dağlandığımda anladım bu şehri

 

haydarpaşa garında kampanalar çalardı

gurbetler büyürdü uzayan raylarında

anadolu evladını arayan bir anne gibi

düşerdi istanbulun yollarına

bense dumansız bir ateşte

kavrulduğumda anladım bu şehri

 

her bakanın kendini seyrettiği

bir kristal ayna gibi dururdu öylece

sırat köprüsü gibi kıldın ince kılıçtan keskindi

içindeydi hem cennet hem de cehennem

kırılan aynalarda kaybolup

bulunduğumda anladım bu şehri

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 



 

 

 

KURŞUN DEĞİLDİR ÖLDÜREN

Kalbimin şehrine hoş geldin 
Hoş geldin sağnakları dindiren güneş
Habersiz ç
ıkıp gelen bahar rüzgârı 
Kül renkli dağları yeşile boyayan ressam
Mah cemaline kurban olduğum
Ruhumun mahzenine hoş geldin 

Tenzilatlı aşkların biletsiz ayrılığında 
Çizilmiş bir cam gibi bakıyorduk yıldızlara 
Diyarbak
ır surların gölgesinde Dicle’ye bakıyordu
Ben Erzurum’un çat ayazında şafağı dinliyordum
Konya bulutlar arasında raks ediyordu 
Selimiye’nin minareleri akıncıları karşılıyordu 
Niğde saatimi ayarladığım saat kulesiydi 
Zaman kapkara bir nehirde akıyor akıyordu

Semerkant göklerinin masmavi terazisinde tartılıp
Gül bahçelerine yağan bir yağmurdu Buhara
İstanbul elleri ve ayakları bağlanmış bir küheylandı
İstanbul göklerin kalemiyle yazılan bir destandı 
O konuşursa ayva sararır O susarsa nar çatlardı
Çay bardaktan taşar su köpük köpük akardı

Doru atların sırtında yol alırken aksakallı dervişler
Mahşere giden kervanların kalbinde büyüyorduk
Leyla’n
ın ülkesinden esen rüzgârlara tutulup
Fuzuli’nin gazeller okuyan seslenişine karışıyorduk
Bir
İsfahan akşamında tutuşurken yıldızlar 
Suskunluğun taşrasında üşüyor üşüyorduk

Kurşun değildir akşamı bir yorgan gibi saran
Kurşun değildir dağların boynunu büken 
Damarlar
ından kan akan bir şehirdir şimdi Şam 
Bağdat ağlayan kadınların yaşmağında sırılsıklam 

Sabırsız ölülerin üstüne kaç yağmur yağar bilinmez 
Annesi ölmüş bebeklerin ranzasında 
Düşlerin çarşısında haraç mezat satılırken 
Gövdesi kanayan  bir ülkenin sokaklar
ında
Hoş geldin kara trenlerin kara dumanında
Hoş geldin ağustos sancılarının yangınında

TABİRSİZ RÜYALAR ATLASI

Kara toprağın kendi kendine dönmesinin adını ölüm koymuşlar
Atların yelesinde savrulan hüznümün kalbinde atan bu aşkı ölüm koymuşlar
Kara büyülerin tezgâhında biçilmiş ve düğümlenmiş nice intihar çığlıkları
Her masal bittiğinde gökten düşen üç elmanın adını ölüm koymuşlar

Bense dilsizlerin konserine gidiyorum aşkın namazsız kıblesinden
Cehennem gö
ğüslü ağıtların şirazesi kaçmış defterinden
Hüzün ayazda kavrulmuş bir bahar çiçeği gibi üşürken içimde
Bir telaşa kapılmışım bir telaşa âlemin şu yalancı gölgesinden

Bahar senin göbek adın demişti dilini bilmediğim bir gökyüzü
Suskun ırmak deltalarından ve rüyaların tuzlu gözyaşlarından
Hayal denizlerinden karaya vurmuş mısralar dermeye giderdim her akşam
En büyük yalan sendin ey dünya ve sendin k
ırık kalplerin ümidini çalan

Bir af dilekçesiyle senden sana doğru yola çıktığım günün akşamında
Gönlüm ki ateşin suyun ve toprağın ortasına kurulmuş bir idam sehpasında
Kalabal
ıkların uğultusuna karışmış yalnızlıklar sinek gibi üşüşürken başıma
Aşk kırık bir ok misali saplanmış kalbimin en senden yanına

Merdivensiz göğe çıkmanın adresini sorarsan miraçtır derim
Rahman olan Allah’ım yükselt içimin asansörlerini mağfiret katına
Kılıçlarının parıltısından gözü kamaşmayan kimsenin kalmadığı
Yükselt kalbimi nefsin sahrasına serilen bir yüce cihat sofrasına

Bakır bir yalnızlığın ortasında gümüşten gözyaşlarını seyrediyorum
Sadece suların bilebileceği bir berraklığın mahallesine gidiyorum
Üstümde kendi kendisine âşık bir baharın ayak sesleri çınlıyor
Ve ben bembeyaz bir at
ın üstünde ölüm meleğini bekliyorum

 

FOTO GALERİ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör