Mimar, müzisyen ve öğretim üyesi. 1975 yılında Diyarbakır’da doğdu. Ergani kökenli ve on çocuklu bir ailenin altıncı çocuğudur. İlk ve ortaöğrenimini Diyarbakır ve Ankara’da tamamladı. Çocukluk yıllarından itibaren müziğe ilgi duydu, ağabeylerinin yardımıyla değişik müzik türleriyle tanıştı; bağlama, mandolin ve org çalmaya başladı. Müzik hayatını, 1993 yılında üniversite sınavını kazanarak mimarlık eğitimi almak üzere gittiği İstanbul’da Koma Denge Azadi ile profesyonel olarak sürdürdü. Grubun 1994’te yaşadığı dönüşüm sonucu oluşan yeni kadrosunda, besteci, şarkı sözü yazarı ve solist olarak yer aldı.
Koma Dengé Azadi’nin 1995'te Welaté min ve 1998'de Fedi adlı albümlerinin kayıtlarında yer aldı. Grubun, No Çi Halo, Fedi, Mihemedo, Megri, Dile Xemgin, Ez te baş nas dikim, Bejné gibi pek çok şarkısına besteci ve söz yazarı olarak imza attı. 1997 ile 2000 yılları arasında Ferda Ereren yönetiminde, Marmara Üniversitesi Konservatuar Bölümü öğrencilerinden oluşan “Üç Deniz Topluluğu”nda Çoksesli Anadolu Müziği çalışmalarına enstrümanist olarak katıldı.
Koma Dengé Azadi’nin 1999’daki dağılışının ardından üniversite eğitimini tamamlayarak Diyarbakır’a yerleşti ve mimarlık ofislerinde mimar olarak çalışmaya başladı. Bu dönemde albüm hazırlıklarına başladı. Diyarbakır’da yaklaşık iki yıl süreyle kaval sanatçısı İrşad İpekle birlikte Kebikeç Kültür Merkezi’nde düzenli olarak akustik dinletiler sundu. Aynı yıl Metin-Kemal Kahraman, Serdar Keskin gibi müzisyenlerle birlikte Lizge Müzik Atölyesinde yer aldı. İlk solo albümü “Jahr: Stranen Be Zeman u Be Ziman” adıyla 2003 yılında yayımlandı. Aynı yıl Yıldız Teknik Üniversitesi’nde Mimarlık Tarihi ve Kuramı alanında master yapmaya başladı.
Mehmet Atlı, şarkı formundaki bu çalışmalarının dışında 1998 yılında yönetmenliğini M. Hakan Demiralay ve İsmail Sancak’ın yaptığı Hayalet adlı belgeselin ve 2004 yılında Seyri Mesel Tiyatrosunun Erdal Ceviz’in yönetmenliğinde sahnelediği Mesela Ne Kadar Uzax? adlı oyununun müziklerini yaptı. Sanatçının kimi şarkıları Nilüfer Akbal tarafından yorumlandı. Halen İstanbul’da mimar olarak çalışmalarını sürdürmektedir.
KAYNAK: Fikret Eser / Mehmet Atlı’nın Hepsi Diyarbakır kitabı üzerine… (Sabah Kitap eki, 13 Ocak 2015), ‘Diyarbakır Kürt Şehri Demek Doğru Ama Eksik’ (agos.com.tr, 01.11.2014).
"Ne kadar hazin bir çağda
yaşıyoruz,
bir önyargıyı ortadan kaldırmak;
atomu
parçalamaktan daha güç."
(Albert Einstein)
90'lı yılların tartışma programı
Siyaset Meydanı'nda Kürt meselesi tartışılırken sıra bölge insanlarına
geldiğinde kadını, erkeği, genci, yaşlısı söze "Sayın Kırca önce akan
kanın durması gerekir" diye başlardı. Savaştan Batı'ya göç etmiş
Güneydoğulular yoksullukla pençeleşirken baskıyla ve önyargılarla dışlanıyordu.
Medya ise cehalet ve
vurdumduymazlığını nefret diliyle sarmalamış yangına körükle gidiyordu. O
günlerde Diyarbakır'a giden bir muhabirin izlenimlerini hiç unutmadım. "A
bunlar da bizim gibi insan, yiyorlar, içiyorlar" kabilinden yazdıklarını
herhalde uzaydan gelen biri kaleme alabilirdi.
Kimse kimseyi dinlemedi, o kan
uzun yıllar aktı. Zor ve acımasız zamanlardı. 30 bini aşkın Türk ve Kürt
birçoğu daha 20'li yaşlarda toprağa düştü.
İki yıldır silahların sustuğu
Çözüm Süreci'yle birlikte kalıcı bir barış yolunda adımların atıldığı bir
dönemdeyiz.
Tarihi Nevruz'un ertesi günü ünlü
bir haber kanalı sabah Diyarbakır'a bağlandı. Haliyle medya bütün ağır
toplarıyla oradaydı.
Merkezde haberleri sunan ve
tartışma programları da yöneten genç haberci kardeşimiz sözlerine şöyle
başladı: Bize 'günaydın' dediler.
Kağıt üstünde, barış olur olmasına
da bu önyargıları nasıl yıkacağız asıl ve biricik meselemiz budur.
GAP gezilerinin programını
bilirsiniz... Sabah Atatürk Havalimanı'nda buluşuyoruz. İlk durağımız
Diyarbakır, havaalanından doğru Hasanpaşa Hanı'ndaki ünlü kahvaltıcıya
gidiyoruz. Oradan meşhur surlarına çıkarak Dicle Nehri'ne bakıyoruz. Ünlü
ozanlar Cahit Sıtkı Tarancı ve Ahmed Arif'in evini gezdikten sonra Gazi
Köşkü'nde öğlen yemeğine oturuyoruz. Geleneksel Şark Sofrası'nda içli köftenin,
çiğköftenin, duvaklı pilavın, sumaklı dolmanın, meftünenin tadına bakıyoruz.
(Arka fonda "Makaram sarı bağlar, kız söyler gelin ağlar türküsü
çalmaktadır) Finali ünlü burma kadayıfıyla yaptıktan sonra Hasankeyf'e doğru
yola çıkıyoruz.
Klişeler ve folklorik önyargılarla
dolu gezginlerimize bu kadar yeter. Tarihi insanoğlu kadar eski Diyarbakır'a
ayrılan sürenin sonuna geldiniz.
Mehmet Atlı, Hepsi Diyarbakır
kitabında "Dur ey yolcu" diyor. Buradan kimler geldi kimler geçti,
bir de benden dinleyin...
Onu müzisyen olarak tanımıştım.
Gitarıyla Kürtçe, Türkçe söylediği türküleri yorumlayışı dikkatimi çekmişti.
Mimarlık Fakültesi öğretim üyesi
ve doktora öğrenciliğinin yanısıra aynı zamanda harika bir kalemi olduğunu da
kitabından öğrendim.
Kitabının alt başlığı önyargıları
aşma yolunda zor ama zorunlu bir yolculuğa çıkacağımızı muştuluyor: Herkesin
bildiği kimsenin bilmediği...
Diyarbakır'ı biçimlendiren,
anlamlandıran eski şehrin dört bir yanını saran surları ve Mezopotamya'nın
simgesi Dicle nehridir.
Kentin en eski halkı Ermeniler'in
sur içindeki yaşamını Mıgırdiç Margosyan ne de güzel anlatır. O günlerin
Diyarbakır'ında kediler bile dört dil bilir. Kedi Mestan Türkçe, Kürtçe,
Ermenice ve Zazaca seslenilmesine rağmen kilerden hırsızlık yapmayı sürdürür.
Ta ki terliği yiyene kadar...
Mehmet Atlı, bu kadim şehrin
surlarla, suyla olan ilişkisiyle başladığı kitabında kişisel tarihinden de
örnekler vererek ilerliyor.
Surları mimari açıdan
değerlendirdikten sonra insana yöneliyor:
"Surlar, içerisiyle
dışarısını farklılaştırmış, yüzyıllar içinde Suriçi'ne özgü-her manada- bir
asabiyet, bir insan tipi yaratmış gibidir. Öyle ki dünya, pek çok sur
kentindekinden daha belirgin bir şekilde, surun içi ve dışı olarak ikiye
ayrılmış durumdadır denebilir. İçeride, birçok dilini karışımından oluşan
bambaşka bir dil konuşulur (du). Etnik- dinsel-mezhepsel-sınıfsal ve dahi
cinsel çeşitlilikleriyle bir tuhaf karışım, uzun yüzyıllar kısmen birbirine
değmeden, kısmen de değerek yaşamış, buralara özgü bir folklor yaratmıştır.
Alabildiğine karakteristik ama
aynı zamanda geniş bir kültürel coğrafyayla akraba mimariler, süreç içinde
oluşmuş ve dönüşmüş birtakım kentsel alışkanlıklar, ritüeller, müzikler ve
bugünlere kadar süren, derin eski zaman izleri; folklorun ötesinde
"metropoliten unsurlar" diyebileceğimiz dinamikler söz konusudur.
Kentin bugüne kadar süren nüfus hareketleri, sürgünler, katliamlar, sığınanlar,
iskan edilenler... Velhasıl, ister Ermeni, Süryani ister Kürt ya da Türk olsun,
16. ya da 20. yüzyılda yaşamış olsun, esasen Suriçili diyebileceğimiz bir
Diyarbakırlı tipi (tipleri) neredeyse günümüze kadar söz konusudur."
Yazara göre; "bütün bunları
bir duvar yapmış gibidir."
Şehir sur içine sığmaz olunca Ofis
ve Yenişehir'e doğru büyür. Çok katlı apartmanlar, devlet binaları, anıtlar,
okullar, hastaneler, sinemalar, pavyonlarla yeni bir yaşam tarzı inşa edilir.
Hemen yanıbaşında, ortasından tren
yolunun geçtiği bir zamanlar mehru üzüm bağlarının olduğu alan gecekondularla
dolar. Göçlerle büyüyen devasa bir yer olur Bağlar. Havaalanı, İstasyon ve
işkenceleriyle meşhur Cezaevi de buradadır.
Mehmet Atlı, Bağlar'ın da
fotoğrafını çekiyor... Ama orası hiç de folklorik, ilginç değildir. Orası
"Diyarbekira Reş (Kara Diyarbakır), Diyarbekira Xopan (Viran Diyarbakır)
ya da Diyarbekira Şewiti (Yanmış Diyarbakır)"dır.
"Göçmenler Caddesi, Pasaj ya
da işhanı gibi dönemin alışveriş alışkanlıklarını yansıtan yenilikler... Şeytan
Pazarı adında sevimli mi sevimli bir semt pazarı, canlılığını hala koruyan tren
istasyonu ile kendiliğinden/organik mekansal ilişkiler kurmuş dokular...
Okulları, camileri, Karadeniz balıkçısı, hatta birahaneleri, gazino benzeri
ortamlarıyla yeni yeni kentsellikler üreten ya da bunlarla tanışan ve Kurmanci,
Zazaki, Arapça konuşanlar, daha başka aksan konuşan Çüngüşlü yerli Türkmenler,
Bulgaristan göçmeni Türkler'den oluşan ve Diyarbakır ağzında buluşan (bazen de
buluşamayan) bir kalabalık. Okullarda, tandır başlarında, kahvelerde, damlarda,
avlularda, boş arsalarda, sokak düğünlerinde birbirini ve Diyarbakır'ı ve şehri
tanımaya başlayan bir kalabalık..."
Mehmet Atlı, anıtları, parkları,
cemevini, cadde, sokak ve bulvarları da unutmuyor. 1915'teki Ermeni tehcirini
anlattığı bölüm ise yüzyıllar ötesinden bir ağıt gibi...
Demiryolcu olan babasının izinden
giderek istasyonlar ve çevresini ele aldığı bölüm, Diyabakırsporlu futbolcu
Vehbi, tesisatçı Seyfi Usta ve dedesinin rüyası gibi kitaba serpiştirilen insan
hikayeleri ise dili ve anlatımıyla övgüye değer. Ondan öyküler ve romanlar
geleceğinin de müjdecisi sanki...
Atlı özetle diyor ki; Diyarbakır
bir Kürt şehri olduğu kadar bir Türk ve Ermeni şehridir aynı zamanda...
Diyarbakır bunca felaketten sonra bir dünya şehri olmalı. Ona yakışan da budur.
KAYNAK: Fikret Eser / Mehmet
Atlı’nın Hepsi Diyarbakır kitabı üzerine… (Sabah Kitap eki, 13 Ocak 2015).
Mardin Artuklu Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nde öğretim görevlisi olmanın yanı sıra doktora öğrencisiyim. Derslerde tartıştığımız konuları; güncel mimarlık/kent ve historiyografi sorunsallarını Diyarbakır özelinde ele alan yazılar yazıyordum. Yazıların ortak konusunun Diyarbakır olması onları, peş peşe bir doktora tezi ya da bir kitap gibi okunabilir kıldı. Yazıları birbirine bağlayan bir iç-diyalog (belki monolog) ve karakterler oluştu. Kitap, kendini bu doktora ödevleriyle süreç içinde kurdu. Başlangıçta sadece Diyarbakır tren garını ve istasyon yapılarını ele alan ve Tanıl Bora’nın editörlüğünü üstlendiği, ‘Tren bir Hayattır’ kitabı için yazdığım bir makale vardı elimde, Kemal Varol’un teşvikleriyle yazdığım. Şehir üzerine düşünmeye devam etmek istiyordum. Bu yazıdaki, teknik ağırlıklı bir analizden çok kişisel dil ya da üslup, diğer yazılar için de bir fikir verdi bana. Mimari gerçeklikleri anıların, edebiyatın, portrelerin ışığında tasvir ya da kritik etmek ya da şehri, içinde yaşayan birinin gözünden otobiyografik-monografik bir metin olarak kurarak; şehri de bir aktör, edebi bir karakter haline getirerek mimarlıkla ilgili, roman gibi okunabilecek eleştirel metinler kaleme almak iyi bir fikir gibi geldi. Ve doktora programım da bu kitabın oluşmasına imkân/mekân oldu. Şehir hakkında gözlemler, okumalar yapıp düşünmeye ve yazmaya devam etmek istiyorum. Özellikle Kürt orta sınıfların mekânsal teşekkülü açısından Diyarbakır’ın oynadığı roller üzerine.
Bu alt başlık tek bir şeye değil birçok şeye gönderme yapıyor. Ama en genel anlamda, şehrin, herkesin bildiği/bildiğini sandığı, statik bir geleneksel yöre; hakkında söylenecekler söylenmiş, klişelerle anlaşılan ve anlatılan, karpuzu ve surları ile ünlü bir yöre olmaktan daha kaotik, daha öngörülemez, dinamik, heterojen, metropoliten bir şeye dönüşüm sürecini ifade ediyor, “herkesin bildiği bir yerden kimsenin bilmediği bir yere” ifadesi. Bir de münhasıran Göçmenler Caddesi, Kuruçeşme, Körhat Mahallesi gibi ‘kenar’ addedilen; şehrin tarihi-turistik yerlerine öncelik veren kent rehberlerinde yer bulmayan bölgelerini işaret etmek için kullandığım bir ifade. Varlığını bildiğimiz ama görselleştirmeye, tarihini yazmaya değer bulmadığımız köşelerini…
Yıllar yılıdır, Mıgırdiç Margosyan’ın kitapta da andığım, sevdiğim ifadesiyle, “bizim oralarda” yürütülen akademik çalışmalar, sinema-dizi filmler, fotoğraflar, imgeler genelde ya milliyetçi-ümmetçi bir bakışla illa ki ‘Türk ve Sünni Müslüman bir Diyarbakır’ın; başka merkezlere bağımlı, dolayısıyla siyasi tarihe paralel bir toplum ve mimarlık tarihi anlatısı ile maluller. Ya da sadece bunu görmek istediler. Şehir, Türkiye’nin pek çok yeri gibi taşralaştırıldı. Fizikî-mekânsal olarak da söylemsel olarak da. Bu taşralaştırmada “yöre” kavramı belirleyici önemde, kritik bir role sahip. Bu tahayyül hala premodern kavram ya da örüntüler üzerinden kentleri okuyor, daha doğrusu okuyamıyor… Kent tarihleri yazılamıyor. Karşımıza ünlü yemekler, yöresel türküler, “mahalli sanatçılar” çıkıyor çıkmasına ama bunların hiçbiri gerçekte görünür değil. Çünkü şehir ve içerdiği kültürel unsurlar ilişkide bulunduğu diğer şehirler, diğer kültürler, yollar ve en nihayet küresel ilişkiler içinde okunmadığı gibi tekil, özerk varlıklar olarak da okunamıyorlar. Somut tekil varlıklar olarak insanlar, mimari gerçeklikler ya da kentsel durumlar birer prototip ya da stereotip olarak anlaşılıyor. O yere dair ezeli ve ebedi, dolayısıyla tarihsiz, “yöresel kimlikler” olarak donduruluyor ve öyle görselleştiriliyor. Öyle olunca da ‘Kürt’, isterseniz ‘kıro’ deyin, bir tip oluyor. ‘Doğulu’ bir tip oluyor. Homojenleştirmeye ve totalitarizme, nihayet ırkçılığa giden yollar buralardan döşeniyor. Şehre dair bir şey söylermiş gibi yaparken hiçbir yere dair hiçbir şey söylemez oluyor sonuçta, yöreselleştirici dil. Nostaljik anlatılar da bir o kadar problemli. Burası hiçbir zaman bir cennet olmadı zira. Olduysa bile cennetin de (bin) bir tarihi olmalı. Yazılmadı, yazılamadı.
Kısmen başarılı ama hayırlı bir başarı değil bu. Karşıt tepkilerini ve bazen benzerlerini de yarattı çünkü. Çok büyük ve telafisi zor acılara neden oldu ve aslında “şehrin Türklüğüne” de zarar verdi. İstanbul Türkçesini esas alırsanız Diyarbakır’ın, Urfa’nın ya da diğer yöreleştirilmiş yörelerin kendilerine özgü Türkçelerini de heba edersiniz, karikatürize birer “bozuk şive” mertebesine indirirsiniz mesela. Bu oldu. Öte yandan tarihsel bir Diyarbakır’ın kaybına yol açtı. İnsanlarını, renklerini, seslerini, cemaatlerini eksiltti. Bunun –başta mimari– her alanda kayıplarını yaşadık/yaşıyoruz. Şehir homojenleştirilmeye çalışılırken taşralaştırıldı da. Sonuçta başarısız da oldu. Şehir bugün metropolleşme yolunda yürürken bir ‘Kürt metropolü’ olma yolunda da aynı zamanda.
Diyarbakır’ın bir ‘Kürt şehri’ olduğunu söylemek, bir Türk ya da Ermeni şehri olduğunu ya da bir güvercin kenti olduğunu söylemekten farklı değil. Yani hem doğru hem değil; eksik. Bazen düpedüz kötü niyetli, yanlış! Buradan da bir hayır çıkmaz. Bir metropol, geçmişte de kozmopolit bir yapısı olduğunu bildiğimiz bir metropol, etnik-dinsel kimliklerle sınırlanamaz; sınırlanmaya kalkıldığında felaket olur! Ağırlığını ve enerjisini kaybeder, yöreleşir, taşralaşır, dediğim gibi. Diyarbakır, olabilecekse, bir dünya şehri olabilir ve bence olması gereken, bunca felaketten sonra ona yakışan da bu. Bu ise hem Dikranegerd, Diyarbekir, Amed ‘i ve hem de Diyarbakır’ı tüm katmanları ile kabul etmekten geçiyor. Tarih yaşanmamış gibi yapamazsınız.
‘Amed’ ise daha karmaşık bir durumu ima ediyor. Kürtlerin gönlünde bütün bir tarihlerinin, siyasi varoluşlarının, mücadelelerinin, kazanımlarının ve bundan sonraki ufuklarının da bir simgesi olmuş durumda, Cumhuriyet’in ‘Diyarbakırı’na karşı. ‘Diyarbakır Cezaevi’ ve onca faili meçhul cinayet yaşanmamış gibi de yapamayız.
Bu ölçüde olmasa da kutsanmış bir Amed’i, ‘İslami-ümmetçi Diyarbakır’ tahayyülünde de görebiliriz. Son bir-iki yıldır ‘Amed’in fethi’, kutlanıyor, birileri tarafından. İslam ordularının şehre girişinden 1374 yıl sonra! ‘İstanbul’un fethi kutlamaları’ pespayeliğinden daha beter bir durum.
Çünkü mektup güzel bir şey, seviyorum. Yazması da alması da… Ama yola çıkarken amacım bu değildi tabii. Surp Giragos Kilisesi üzerinden Türkiye kent ve kasabalarının, Diyarbakır’ın dinsel ve etnik homojenleştirilmesine ve buna dirençler, Diyarbakır’ın bu konuda aradığı yeni dile, yeni bakış açılarına dair bir şeyler yazmak istiyordum. Surp Giragos Kilisesi restorasyonunun anlamına bakmak istiyordum. Kitaplığımda bulunan ‘Diyarbakır ve Urfa’nın Felaket Çağı’ isimli kitap, 1915 benzeri felaketlerin, katliam, kuşatma ve saldırıların 5. yüzyıldaki bir tanıklığı idi. Mar Yeşua da benim yaptığıma benzer bir şey yapıyordu. Ya da ben onunkine benzer bir vakanüvisliğe öykündüm ve onun dilini, üslubunu ödünç aldım. Ben de Mar Yeşua gibi Sergius’a mektup yazıyormuş gibi anlatayım ‘Diyarbakır ve Urfa’nın Felaket Çağı-II’yi, dedim.
Çünkü aradan geçen bin beş yüz yılda insanın insana zulmü katlandı, azalmadı. Daha da kitlesel boyutlara, daha da üstün teknolojilere, daha da ‘incelikli’ retoriklere kavuştu. Çünkü felaket, 1915 ve Ermenilerle sınırlı kalmadı, devam ediyor ve edecek gibi de görünüyor; biz bu felaketi yaratan zihniyet dünyasından çıkmadıkça. Söyleşimizi, sorunuza karşılık ben de bir soruyla bitireyim. Acaba –Ermeniler başta– gayrimüslimlere yönelik ‘Büyük Felaket’in, Diyarbakır gibi şehirlerimizdeki mimariler açısından ne gibi sonuçları olmuştur? Yalnız yapılar değil, daha da önemlisi bu alandaki emek kaynağı, bilgi, beyin, duyarlık, yetenek, görgü kaybının ne gibi sonuçları olmuştur? Şehrin seslerine ne olmuştur? Buyurun mimarlık ve müzik tarihçilerine dev bir akademik çalışma alanı. Madem ki konuyu ‘tarihçilere bırakmak’ lazım!