Enver Gökçe

Çevirmen, Şair

Doğum
Ölüm
19 Kasım, 1980
Eğitim
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı (Türkoloji)
Diğer İsimler
Mustafa Enver Gökçe

Şair, çevirmen. (D. 1920, Çit köyü / Eğin (Kemaliye) / Erzincan - Ö. 19 Kasım 1980, Ankara). Tam adı Mustafa Enver Gökçe. Kimi şiirlerinde ve yazılarında Mehmet Avaz, Aydın Tataroğlu takma adlarını da kullandı. Dokuz yaşındayken ailesi ile birlikte Ankara’ya göç etti. 1929 yılında başladığı ilköğrenimini özel bir ilkokulda, ortaokulu Cebeci Orta Okulunda, liseyi Ankara Gazi Lisesinde tamamladı (1939). Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı (Türkoloji) Bölümünden mezun (1948) oldu. Bitirme tezi, Eğin türküleri üzerine yaptığı bir derleme-incelemedir.

 Sanata ve edebiyata olan ilgisi, üniversiteye başlamasıyla belirginleşmişti. Üniversite yaşamıyla birlikte, sol dünya görüşü çerçevesinde etkin olarak eylemlerde yer aldı. Bu çerçevede dernek faaliyetleri ile yayın çalışmalarına katıldı. Halkevleri’nce yayımlanan Ülkü dergisinde düzeltmen olarak çalışmaya başladı, bu ortamda edebiyat çevreleriyle yakınlıklar kurdu. Yaşamında önemli bir yeri olan Sefer Aytekin’le de burada tanıştı. İlk sayısı 15 Mart 1945’te çıkan Ant dergisini onunla birlikte çıkardılar. Yine bu ortamda, Enver Gökçe’nin şiir dünyasında çok önemli yerleri olan halk şairlerinden Âşık Ali İzzet (Özkan), Âşık Veysel (Satıroğlu), Habib Karaaslan, Talibî Coşkun’la tanışarak onlarla dostluklar kurdu. Halk şairleriyle olan yakınlığını kendisi şöyle anlatır: “0 gün iki şey vardı benim için. Bir yanda Garip hasta sanat anlayışı, diğer yanda dinamik halk edebiyatının yüzü. Bunlar karşı karşıya getirilince, ben elbette ki kendi sınıfımdan gelme halk ozanlarından taraftım. Bu yüzdendir o devrede bu şairlerin yanında olmam.” Arif Damar da o yıllara ilişkin anılarını anlatırken, Enver Gökçe’nin, çağdaşı edebiyatçıların belli yerlerde toplanıp şiirlerini okuma etkinliklerine, sohbet etmelerine pek katılmadığını, halk ozanlarıyla ahbaplık ettiğini söyler.

  Enver Gökçe, 1946 yılında Türkiye Gençler Derneğini kuranlar arasında yer aldı. Bu dernek,  kendi tanımları ile, “antifaşit ve demokrat düşünceli insanları” bir araya getirmeyi amaçlamaktaydı. O yıllarda gelişen devrimci potansiyele karşı, milliyetçi hareketler de artmış, devrimcilere yönelik karşı çıkışlar görülmeye başlamıştı. Enver Gökçe’nin Fakültenin Önü adlı şiiri o atmosferin ürünüdür. 1948 yılında derneğin etkinliklerinin de artması, yapılan gösterilerin yoğunluk kazanması, Ankara çevresinde bulunan milliyetçileri harekete geçirdi ve derneği bastılar. Dernek yöneticilerinin direnç göstermeleri üzerine,  Enver Gökçe’nin de aralarında bulunduğu sekiz kişi, komünizm propagandası yaptıkları iddiasıyla tutuklanarak üç ay cezaevinde tutuldular.

Enver Gökçe, İstanbul Kadırga Öğrenci Yurdunda çalıştığı sırada, Türkiye Komünist Partisi üyelerine yönelik 1951 tutuklamada, 168 kişiyle birlikte tutuklandı. Türk Ceza Yasasının 141. maddesine göre askeri mahkemede yargılandı, yedi yıl hapis (1951-57), bu cezanın üçte biri kadar da (iki yıl) sürgün cezası aldı. Hapisten çıktıktan sonra sürgün yeri olarak seçtiği Erzincan’a gitti. Cezalarını çektikten sonra Ankara’da Telgraf gazetesinde düzeltmenlik yaptı, 1963 yılında gazete kapanınca işsiz kaldı, sağlığı bozuldu, uzun süre tedavi gördü. Arkasından İstanbul’a gitti, bir spor dergisinde düzeltmenlik yaptı, Meydan Larousse ansiklopedisinde çalışmaya (1968) başladı. Ancak ‘sakıncalı olduğu’ söylenerek, kısa bir süre sonra işine son verildi. Çocuk yayınları yapan bir yayınevi için, Dünya Masal ve Efsaneleri adlı bir dizi için 7-8 kitaplık Çin, Hint, eski Mısır gibi ülkelerin efsane ve masallarından çeviriler yaptı. Ancak bu işlerle geçimini sağlayamadığı için memleketine, Çit köyüne döndü. Zaman zaman Ankara’ya ve İstanbul’a gitti. Kasım 1979 ayında Ankara’da Seyranbağları Yaşlılar Huzurevine girdi ve orada öldü.

Köylülerime başlıklı ilk şiiri Yurt ve Dünya (1943) dergisinde çıkmıştı. Daha sonraki telif ve çeviri şiirleri ile düzyazıları Ülkü, yönetimine katıldığı Ant (1945, on sayı), Yurt ve Dünya, Gün, Söz, Yağmur ve Toprak, Yeryüzü, Yeni Adımlar, Sanat Emeği ve Türkiye Yazıları gibi dergilerde yayımlandı. Şiirleri ancak 1970’li yıllarda (1973-77) kitap olarak basıldı. Dede Korkut Hikâyeleri’ni günümüz Türkçesine uyarladı, özgün masallar yazdı, sanatsal görüşünü yansıtan yazılar yayımladı. Okul bitirme tezi olan Eğin Türküleri ise ölümünden kısa bir süre sonra  kitap olarak yayımlandı. 

Enver Gökçe halk kültürü ile içli dışlı bir şairdir. Halk kültürünü, geleneğini  anlamaya, değerlendirmeye çalışır. Bu açıdan şiirine bakıldığında denebilir ki, onun şiirini halk kültürü beslemiştir. Şiir dilinin duruluğu dikkate alındığında, halkbilim ürünlerinden yararlanarak, halk şiirini çağdaşlaştırdığı söylenebilir. İdeolojik olarak, kendi sınıfının verimi gördüğü halk edebiyatına tutkundur. Ancak iyi bir Divan edebiyatı bilgisine de sahiptir, 1940’lı yılların başlarında Divan edebiyatına hayrandır. Onun şiirinde divan şiirinin sesini yakalamak da mümkündür: ‘evvel madde, ahir fikir’, ‘şol aşkı bilmezlenenler’, ‘Hayal etmesi zor’, ‘ben berceste mısraı buldum’ derken, sadece Divan şiirinin usta söyleme geleneğini yansıtmaz, onun sözcükleri ile de konuşur. Ayrıca dünyanın başka büyük şairlerini ve şiirlerini tanımaya özellikle çalışmış, onlardan çeviriler yapmış bir sanatçıdır. 

“Enver Gökçe'nin şiiri, güz ekini gibidir. Kırsal alandan gelenler bilirler, sonyazda yani güzün ekilen buğday, ilkyazla birlikte, eriyen karın altından filizlenir. Soğuğa, kırağıya dayanıklıdır. Kurağa dayanıklıdır. Nice boralar, fırtınalar ya da Anadolu'nun kavurucu sıcağı ortasında, eğilip bükülmez boy verir. Böyle dayanıklıdır, Enver Gökçe'nin şiiri. Enver Gökçe'nin şiiri harman olur, tığ olur. Savrulur. Tohumdan ürüne, buğdaydan ekmeğe var olur gider. Enver Gökçe'nin şiiri, bir yandan bizim bilincimizi ve direncimizi pekiştirirken, bir yandan da devrimci şiirimizde özgün bir tohum olarak yineler kendini." (Muzaffer İlhan Erdost)

Enver Gökçe ile Ahmed Arif'in şiirleri birbirine benzetilir... İki ozanın şiirleri, biçim bakımından birbirlerine benzerler, ancak ‘içerik’ açısından değişiktirler. Ahmed Arif şiirlerinde, haramiyi, yani yol keseni  soyguncuyu güzelleyip aşiret töresine bağlı kaldığını açıklarken, Enver Gökçe, işçi sınıfının örgütlü gücünü öne çıkarır. Gökçe'nin şiirinde, işçi sınıfı, direncin kaynağıdır." (Nihat Taydaş)

ESERLERİ:

ŞİİR: Dost Dost İlle Kavga (1973), Panzerler Üstümüze Kalkar (1977), Yaşamı ve Bütün Şiirleri (4. baskı: 1998).   

ÇEVİRİ: Şiirler (Pablo Neruda’dan, 1982).

DERLEME:  Eğin Türküleri  (1982).

HAKKINDA: Kendileri (Türkiye Yazıları, Temmuz 1977), Sosyalist Kültür Ansiklopedisi ("Türkiye Gençler Derneği" maddesi, 8. cilt, 1980), Mehmed Kemal / Enver Gökçe'nin Ardından (Cumhuriyet, 24.11.1981), Kemal Sülker / Ölüm Adın Kalleş Olsun (Yeditepe, 7.12.1981), Yurt Ansiklopedisi (cilt IV, 1982), Yaba-Öykü / Enver Gökçe Sayısı (Temmuz 1982), Muzaffer İlhan Erdost / Onu Anlat İşte (1989), Vecihi Timuroğlu / Enver Gökçe: Anadolu Acısı Bir Şair (Yazınımızdan Portreler, 1991), Enver Gökçe Üzerine / Eleştiri-Tanıtma-İnceleme ve Söyleşiler / Haz: Özgen Seçkin-Metin Turan (Şubat 1991), Metin Turan - İhsan Atar - Fikret Otyam - Hüseyin Atabaş / Ölümünün 12. Yılında Enver Gökçe (broşür, 20.11.1993), Hüseyin Atabaş / Umudu İşkencede Bir Şair (Kale ve Bozkır, 1994), Vedat Yazıcı / Sözümüz Şairlerden Şiirlerden (1997), Asım Bezirci / Temele Gül Dikenler (1997), Leyla Şahin / Enver Gökçe'nin Toplu Şiirleri Yayımlandı (Cumhuriyet Kitap, 8.4.1999), Can Dündar / Yarim Haziran (2000), Berat Günçıkan / Damar'ın Gözüyle TKP (Cumhuriyet Dergi, 12.11.2000), Dost Dost İlle Kavga / Panzerler Üstümüze Kalkar (Kitap Rehberi, Aralık 2001), Nihat  Taydaş / Enver Gökçe Şiirinde 'Hapishane' (Cumhuriyet Kitap, 14.12.2001) - Enver Gökçe'de Gelenekten Yararlanma (Edebiyat ve Eleştiri, Mart-Nisan 2003), Celil Denktaş / Meyve Sevilmez mi Ağabey: Hâlâ Sıcak Bir Anı (Yeni / Seçki 2 - 2005), Enver Gökçe / Hayatı Seveceksiniz! (Yeni 2, 2005).  

GÖRÜŞ GÜNÜ

Bu gün görüş günümüz

Dost kardeş bir arada

Telden tele

Mendil salla el salla

Merhaba!

 

İzin olsun hapisane içinde

Seni

Senden sormalara doyamam

Yarım döner cıgaranın ateşi

Gitme dayanamam

 

(1948)

İBRAHİM

Yan binmişsin eşeğe

Kasketi de yıkmışsın afili

Kaşın üstüne.

Bir günün beyliği beylik

Aldırma sat anasını;

Olmasa da olur

“Mükeyyifat”tan sayılır

Gaz, tuz ve şeker.

 

Hadi sür

Paçanın kokusunu aldı seninkiler!

Küçük Yılmaz bekler şehir ekmeği

He oğul, he!

Senin de şanın var

Hadi şöyle gir de köyden içeri

Ayaklarını sallaya sallaya,

Bozkulağı anırta anırta

Ko desinler Şahmaran’ın bağı var!

 

(1948)

ENVER GÖKÇE ŞİİRİ

Enver Gökçe Şiiri deyince, “Ölüm, adın kalleş olsun” dizesi geliyor aklıma ilkin. Bence, sanatıyla yaşantısını özdeşleştirerek, sanatını yaşamının aynası kılabilmiş bir ozan olan Gökçe’nin şiiri, bu tek dizeye indirgenebilir. Gerçi bu dize, Gökçe Şiiri’nin bütün özelliklerini yansıtabilecek bir nitelikte değil. Ama gerek içerik, gerekse tavır alma yönünden olsun, şiirinin anahtarıdır yine de. Bu dizede uçveren tavır, bu dizenin zihinde canlandırdığı görüntüler, Gökçe’nin yazmış olduğu bütün şiirlere teşmil edilebilir sanısındayım. (...) Ama, ölüme “hoş geldi, safa geldi” diyebilecek yüreğin, herkeste bulunmayacağı da bir gerçek. Ancak belli bir dünya görüşüne yaslanmış olan insanların yapabilecekleri bir yiğitliktir bu. İşte, “Ölüm, adın kalleş olsun” dizesi, bu açıdan önemli bence. Ozanın dünya görüşünü, ideolojisini ve düşüncesiyle davranışı arasındaki ilişkileri açığa vurması bakımından...

Enver Gökçe, “Ölüm, adın kalleş olsun” demekle ölüme karşı duruyor. Ölümü hazmedemiyor. Öfkeleniyor ve söver gibi haykırıyor: “Ölüm, adın kalleş olsun”. Burada göze ilişen en önemli yan, doğal bir şey olan ölüm olgusuna karşı koyuşunda, onun, küçükburjuva ozanları gibi bir yakınma içerisinde bulunmayışıdır. Salt bu da değil. Küçükburjuva ekonomideki iğretiliğinden ileri gelen, Mart havası gibi bir ânı bir ânını tutmaz bir edada, “Ölümse ölüm, n’olacak yani?” biçiminde bir böbürleniş de yok bu dizede. Birtakım şeyleri hesaplayan, neye ve ne için karşı durduğunu çok iyi bilen bir insan tavrı söz konusu. Gerçekten de mutluluğu bireysel olandan çok, toplumsal olanda arayan bir aydın edasıyla soruna yaklaşan Gökçe, böyle bir karşı koyuşa, ölümün özlediği birtakım şeyleri gerçekleştirme kavgasından kendini uzak tutacağı için girişmiştir. Yani işin içerisinde en ufak bir bireysel yan yok: Güzel günleri göremeden ölmenin hüznü değil de, güzel günlerin oluşturulma kavgası içerisinde eriyememenin hüznü dillendirilmiştir bu dizede. Buradan şu sonuca varmak mümkündür: Gökçe’in dünya görüşü, insanın hayatını bir nesne olarak görmesini sağlayan, kendini etkinliğiyle özdeşleştirmesini önleyen bir dünya görüşüdür. (...) 

Ve tam bu noktada Enver Gökçe Şiiri’nin ilk özelliği çıkar karşımıza Yaratıcı yığınlara güven. Yani Enver Gökçe imgeleme, usdışına değil topluma seslenen bir ozan. Ama harekete geçirmeğe çalıştığı yığınlar toplumun tamamı değil, belli bir kesimi, en yaratıcı ve en devrimci gücü, yani işçi sınıfıdır. Bu, Gökçe’yi döneminin küçükburjuva ozanlarından ayıran en önemli niteliğidir bence. Çünkü Gökçe bu tutumuyla, popülist duygularla şiir yazan ozanların karşısına, devrimci bir duyarlıktan kaynaklanan şiirler yazarak çıkma imkânını kendine sağlayabildi. Yoksa şiirlerinde birim olarak niteliği belirsiz “halk”ı almış olsaydı “sınıf” yerine, onun da varacağı nokta farklı olmayabilirdi. Gelgelelim Gökçe, insanı insan yapan özelliği (...) kavramış; hayatın gerçek özünün nerede saklı olduğunu görmüş bir ozan olduğu için böyle bir yanılgıya düşmemiştir. Şiirlerinde toplumsal birim olarak “sınıf”ı alarak, popülizmin batağından uzak durmuştur. (...)

Bir ön yaklaşım olarak, üretici yığınlara duyulan inancın ozanı olduğunu belirttiğim Enver Gökçe’nin, yine yukarıdaki dizesi çerçevesinde şiirini düşündüğümüzde, bir öfkenin ozanı olduğunu da belirteceğim ayrıca. Ama öfkesi, ne istediğini bilen insanın öfkesidir. İnsanın insana kulluğuna, eşitsizliğe, puştluğa, kahpeliğe... vs. duyulan bir öfkedir bu. Nihilistçe ya da anarşistçe bir tavır değil, yıkmak istediğinin yerine koyacağı şeyi bilen bir devrimci tavır sözkonusu. Çünkü Gökçe, “Acılar görmüşüz, geceler görmüşüz, ölmeyi görmüşüz” derken, (...) yüzyıllar boyunca saflarında yangınlar çıkardıklarımız. Kimlerdir bunlar?

Terli atlet fanilalılar, Buca’lı işçiler, hasatçılar, mürettipler ... yani bilcümle yaratıcılar... Demek oluyor ki Gökçe, ezilenlerin yüreklerindeki hıncı, öfkeyi dizelerine döküyor, dışlaştırıyor. Bu olgu, beraberinde, bir diğer olguyu, umudu getirecektir kuşkusuz. Niye mi? Nihilist olmayan her öfke, umuda yaslanır da ondan. Buradan Enver Gökçe Şiiri’nin bir diğer özelliğine yaklaşıyoruz: Enver Gökçe, inançla beslenen bir umudun ozanıdır. Ama onun şiirlerindeki umudu, küçükburjuva  ozanlarının şiirlerinde rastladığımız türden bir çeşit kadercilikle bütünleşen umutla bir tutmamalıyız. Onun umudu bir çağrıyı da beraberinde taşır. Yani Gökçe sadece bir bekleyişin habercisi değildir. (...)

Bir kavganın ozanı olan Gökçe’nin bu değerlere yaslanmaması, onları geri tepen bir silah gibi faşizme karşı kullanmaması düşünülemez elbet. Bu onun kuşaktaşlarıyla ortak olan yanı... Ama bir yanı var ki Gökçe bu yanıyla kuşaktaşlarının büyük bir kesiminden kopuyor: Dargeçit döneminin koşullarıyla sanat evrenini sınırlamamak. Dolayısıyla da özgül olanı yansıtırken evrensel olana ulaşabilmek... Bu, şiirinin bugün de yaşar olmasını sağlayan en önemli yandır. Gerçekten de Gökçe, kuşaktaşları gibi döneminin özgül koşulları içinde sıkışıp kalmış olsaydı, şiirlerini sadece o koşulların belirlediği değerlere yaslamış olsaydı, dönemi içerisinde belli bir işlevi olmuş bir şiirin sahibi olabilirdi çok çok. Ama izlediği yol, döneminde hiçleştirilen değerlere sarılırken onların evrensel yanlarına dikkati çekmeye çalışması, hepsinden önemlisi de salt bir umudun değil, aynı zamanda bir kavganın çağırıcısı olması, onun bugün de yaşıyor olmasını sağlıyor. Şiirlerini ilk yayınlayaşından bu yana geçen otuz yıl gibi uzun ve “anlamlı” bir suskunluk döneminden sonra yabancısamamamız; kendimize, günümüzde mısra düzen nice ozanın(!) şiirlerinden daha yakın bulmamız, başka nasıl açıklanabilir?

Enver Gökçe’nin şiirleri, dil ve yapısal özellikleriyle de kuşaktaşlarından kalın çizgilerle ayrılır. Kuşaktaşları, yani A. Kadir’ler, M. N. Akıncıoğlu’lar, Suphi Taşhan’lar, Rıfat Ilgaz’lar... daha çok izleyici ozan görünümündedirler. Nâzım Hikmet’in yarattığı şiir geleneğinin izleyicileri. Bu geleneğe kendi şiir geleneğimiz içerisinde bir başlangıç bulmak olanaksız gibi. Gerçekten, Süreya’nın da bir yazısında belirttiği gibi, “Nâzım Hikmet’in çıkışını kendinden önceki bir Türk şairine bağlamak güç. (...) Onun şiiri Türk sanatı içinde yeni bir öz girişimi getirirken yeni bir biçimi de sunuyor.” Rus füturistlerinin, özellikle de Mayakovski’nin izlerini taşır bu gelenek. Oysa Gökçe’nin şiiri, şiire sağladığı olanaklardan geniş ölçüde yararlanmakla beraber, bu gelenekten ayrılır. Onun şiirinin kaynağı, iç dinamiklerimizin yarattığı ürünlerdir. Halk türküleridir, Pir Sultan’ın deyişleridir. Köroğlu’nun yiğitlemeleri, Karacaoğlan’ın güzellemeleridir. Karacaoğlan’ın deyişlerinde gözümüze ilişen ince duyarlıkla Köroğlu’nun koşmalarında yüz yüze geldiğimiz ses pekliğinin bir bileşkesi gibidir şiiri. Kullandığı sözcükler de, halk şiirinde rastladığımız gibi, tek tek ele alındıklarında şiirsel ağırlıkları olan sözcüklerdir. (Zulüm, mahzun, evliya, kul, yâren, aşikâr etmek, kâr etmek... vs). Mamafi, onun halk şiirinden yararlanışı taklitsel bir nitelik taşımaz. Çünkü Gökçe, halk şiiri geleneğinin bir sürdürücüsü değil, yeni koşullar altında bir sentezcisidir. Geleneksel kalıplar içerisine sıkışmış; halk ürünlerinin olanaklarından yararlanırken, değişik toplumsal koşullarda yaşadığını aklından çıkarmamıştır. Kimi şiirlerinde kullandığı halk türkülerinden alınma bölümler bile, onun yorumuyla bambaşka bir nitelik kazanmış; soyut olarak düşünüldüklerinde zihinde canlandırdıkları anlamı yitirmişlerdir. Sözün kısası, vurgulamaya çalıştığım gibi Gökçe, gerçek bir sentezcidir. Yığma bir şiirin sahibi değildir. Gerçekten de şiirlerini gözden geçirdiğimizde, onlarda halk şiirlerinde rastladığımız bütün inceliklerin (imgesel somutluk, iç uyum, imgesel kıvraklık, bütün güzelliği... vs.) varolduğunu görürüz. (...)

Somutluğunu sağladığı imgelerine çağdaş bir öz de yüklüyor. Gözümüzün önüne öncelikle toplumumuzun, sonra da çağımızın sorunlarından bir tanesini getirip dikiyor; Bunu da, imgelerini şiirin bütünü içerisinde eriterek, mahir bir ustalıkla gerçekleştiriyor. Bu açıdan bakıldığında onun şiirinin bütün güzelliğine sahip olduğu görülür. Gerçekten de o, şiirinin, senfonideki seslerin oluşturduğu uyuma sahip olmasını amaçlamıştır. Bu nedenle de imgeleri akılsal, şiirlerindeki birim ise dizeler değil, dizelerin oluşturduğu öbeklerdir. Buna bağlı bir biçimde de, akılsal bir nitelik taşıyan imgeleri hem özerktir, hem de bağımlı. Özerkliği, bütünden soyutlanarak ele alındıklarında da zihinde birtakım şeyler canlandırmalarından; bağımlılıkları ise, şiirin bütünü içerisinde gerçek anlamlarını bulmalarından ileri geliyor. (...)

Gökçe Şiirinin bir diğer yapısal özelliği de haykıran bir şiir olmasıdır. Gerçekten de onun şiiri uysal uysal okunamaz. Okunsa da, tadına varılamaz. Çünkü ses büyük bir önem taşır onun şiirinde. Kullandığı sözcükleri, anlamca onları karşılayan sözcüklerle değiştirecek olsak, şiiri çok şey kaybeder. Bu işin bir yanı. Onun şiirlerinde, verilmemiş olmasına rağmen, verilen seslerin kullanılış anında hissedilen bir de fon sesi vardır ki, bu ses, şiirleri uysal bir biçimde okunduğunda kaybolur. Oysa Enver Gökçe Şiiri’nin teknik yönden en önemli belirleyeni bu sestir. Bu ses yokolduğu andan itibaren Gökçe Şiiri de niteliğinden çok şey yitirir. Bu nedenle gerçek anlamıyla açık alan şiirleridir Gökçe’nin şiirleri. Bağıra bağıra okunacak şiirler. (...)

Enver Gökçe, devrimci şiirimizin temel taşlarından biridir. Hatta devrimci şiirimizdeki boyutlanmaları: a) Nâzım Hikmet’in, b) Enver Gökçe’nin çevresinde oluşan boyutlanmalar olarak da belirlemek mümkündür. Boyutlanmaların ilki, yukarıda da belirttiğim gibi, Rus füturistlerinden kaynaklanan ve “yeni bir öz girişimi getirirken yeni bir biçimi de sunan”, diğer bir deyişle yepyeni bir gelenek oluşturan bir akımdır. İkincisi ise, ilk boyutlanmanın şiire sağladığı olanaklardan geniş ölçüde yararlanmakla beraber, halk kültürüne, halk şiirine geniş ölçüde yaslandığı için, değişik koşullarda ve bir üst düzeyde girişilmiş yeni bir sentez denemesidir.Ne ki, Enver Gökçe Şiiri’nin bugüne kadar bir bilinmeyen olması, kökleşmiş bir şiir geleneğinin devrimci bir bakışla çağın ve ülkenin sorunlarını dışlaştırmakta kullanılması deneyinin Ahmed Arif çevresinde oluştuğu kanısını yaygınlaştırmıştı. Oysa bu boyutlanmanın ilk halkası ve deyim yerindeyse odağı Enver Gökçe’dir. Onun şiiri Ahmed Arif Şiiri’nin hazırlayıcısıdır. Bunu, dil ve teknik yönünden somutlamak ayrı bir yazının konusu.  (Dost Dost İlle Kavga / İstanbul 1973)

Yazar: Mehmet Ergün

ENVER GÖKÇE YENİDEN DOĞARKEN

(…) Enver Gökçe benim çocukluk, gençlik, bir süre de hapishane arkadaşımdır. Çocukluğunda fotoğrafa meraklıydı. Kutu bir makinesi vardı. Mahallede hepimizin fotoğraflarını çeker, bunları bastırır, dağıtırdı. En büyük zevki de buydu. Birlikte çektirdiğimiz, onun yalnızca beni çektiği birçok fotoğraf vardır, elimin altındadır. Bunların arkasına Enver beyitler yazardı. Sanırım yayınlanmamış ilk şiirleri bunlar olmak gerekir. Bunları da, bu fotoğraflar ardından kopye etmek isterim. İlk örnekler olsa bile Enver'in gelişmesindeki ve şiir çizgisindeki aşamaları belirler. (...)

Enver Gökçe, Denizciler mahallesindeki semtimize geldiği zaman bir kasap dükkânın üstündeki kira evinde annesi, evli kızkardeşi, eniştesi ile birlikte oturuyordu. Eniştesi PTT'de şofördü. Annesinin dul aylığı, eniştesinin sağladığı para ile geçinirlerdi. Bunları anlatmaktan amacım Enver'in yoksul halk içinden çıkan bir ozan olduğunu belirtmek içindir.

İlkokulu, öyle sanıyorum ki, 'Hususi Bizim Mektep'te bitirdi. O zamanın bürokrat Ankara'sında katı CHP'nin ileri gelenlerinin çocukları bu okulda okurlardı. Enver burada parasız okuyanlardan oldu. Bunda öksüz oluşunun rolü vardır. Orta ve Lise'yi Gazi Lisesi'nde okudu. Enver'le sıkı fıkı arkadaşlığım bu dönemde başlar. Etkisinde kaldığı ve sevdiği öğretmeni Enver Behnan Şapolyo idi. Bizim çocukluk dönemimizde Enver Behnan Şapolyo, Zekeriya Sertel'in çıkardığı Resimli Ay dergisinde tarihi hikâyeler yazardı. Biz Orhon ve Gültekin anıtlarındaki yazıların çoğunu ondan öğrenmiştik. Gültekin, Enver Behnan'ın öykülerinde, 'Ulusum yabuz, yablaktı.' derken (yani yoksul ve güçsüz) biz, ulusumuzu nasıl zengin ve güçlü yapalım diye düşünürdük. Enver, adaşı Enver Behnan'a benziyen yazılar kaleme alırdı. Bunları en çok okuduğu kişi bendim. (...)

Enver, mahallemizin en iyi futbol oynayanlarından, en iyi koşanlarındandı Balkan Festivalleri yapıldığından, atletizmde de bizimkiler epeyce başarı kazandıklarından atletizme gençler arasında merak vardı. Balkan Festivalinde 200 metre yarışta mahallemizden mürettip Hakkı Ağabey ikinci gelmiş, gazeteler resmini yayınlamıştı. Hepimiz ona özenirdik. (...)

Dil-Tarih'te de Enver'le birlikte okuduk. O Türk Dili ve Edebiyatına devam ederken, ben de felsefeye giderdim. Bir çırpıda eski yazıyı öğrendi. Fransızcayı kendi kendine belledi. Bir yandan fakülteye giderken bir yandan da Ülkü dergisinde çalışırdı. Ahmet Kutsi Tecer, 1940 kuşağının yazdıklarına karşılık Aşık Veysel biçiminde bir halk şiirini oluşturmaya çalışıyordu. Enver'in bu şiire özendiğini sanmıyorum ama, Aşık Veysel'in şiirlerini derledi ve kitap halinde çıktı.

(...) Türkiye Gençler Derneği olayında tutuklananlar arasında ikimiz de vardık. Üç aya yakın bir odada kaldık. Çıktığımızda ben askere gittim, o İstanbul'a taşındı. Askerdeyken genel tutuklamada tutuklandığını gazetelerde okudum. Uzun yıllar görüşemedik. Bu uzun ayrılık aşağı, yukarı ikimizin de on yıla yakın bir zamanını alır.

Enver'in kendini unutturdukları gibi, şiirlerini de unutturdular. Onun şiirleri bizim kurulmakta olan şiirimizin ilk mayasıdır. Şiir kültürü, yaratıcılığı yenilikler bulmasına yardım etti. Bugün çok beğenilen Ahmet Arif şiirinin kökeni Enver'in verdiği örneklerden çıkmıştır denilebilir. Ahmet Arif, elbette ki, böyle bir edayı ve söyleyişi çok geliştirdi. Ama bu, Enver'in şiirlerinin unutulması için sebep değildir.

(...) Topraktan dallara doğru süzülerek uzanan özsudur Enver Gökçe'nin örnekleri...

Böyle canlı, kanlı, eli, eti toprağa değen mısralar düzerken, bir yandan Enver Gökçe türküler toplardı. Şimdilerde modalıktan çıkıp aranje müzik kılığına sokulan birçok türküyü ben ondan dinlemişimdir. Bir türkü zevkim varsa, onu bana, Enver vermiştir. O günlerde Ruhi'nin bile türküye yeniden yeniye alıştığını düşünürseniz, Enver'in hangi kaynakları ilk keşfeden olduğunu çıkarabilirsiniz. Bizi toplar, 'Gurbete gidişimdir, hoy nanay... Goncagül derişimdir, hoy nanay... Goncagül derişimdir, hoy nanay... Eğil bir yol öpeyim, hoy nanay... Belki son görüşümdür, hoy nanay...' türküsünü bir ağızdan söyletirdi. Kıvıramayanlara bıkmadan, usanmadan meşk ettirirdi. İyi halay çekerdi.

Tek yanlı değildir Enver Gökçe, çok yanlıdır. Şiirini söylerken, bir yandan da çeviri yapardı. Pugaçev Ayaklanması'm okuyun. Türkçenin en güzel düzyazı örneğidir. Pablo Neruda'yı dilimize ilk getirenlerdendir. (...) Daha niceleri vardır ki. kendi elinde bile yok. Uzun süre hapis damında yatmanın, oradan oraya sürülmenin bedelini, sadece romatizmasıyla değil, yazdıklarını yitirerek de ödemiştir, ya da ona ödetmişlerdir. (...)"

Yazar: Mehmet Kemal
FOTO GALERİ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör