Şair ve yazar, çevirmen. 11 Aralık 1973, Zonguldak doğumlu. Yayla İlkokulu (1984, TED (Türkiye Eğitim Derneği) Zonguldak Koleji ile İstanbul Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. 1999 yılından itibaren İstanbul / Suadiye Hacı Mustafa Tarman Anadolu Lisesi’nde İngilizce öğretmeni olarak çalıştı.
İlk şiiri “Poetik’Us Şiir Dergisi”nin 1996 Ocak
sayısında yayımlandı. Şiirleri
ile çevirileri 1977 yılından itibaren “B(aşk)a”,
“Poetk’us”, “Şiir Oku”, “Akatalpa” gibi dergilerde yayımlanmaktadır.
Literatue Across
Frontiers Edebiyat Derneği ile Delta Yayınları’nın işbirliğiyle düzenlenen
World Expres tasarımında yer aldı ve Avrupalı genç şair ve yazarların
eserlerini Türkçeye çevirdi. “Şiirli
Müzik Kutusu” kitabı ile 2010 Cemal Süreya Şiir Ödülleri’nde başarı ödülü
aldı. Kadir Aydemir’in hazırladığı “80’lerdde
Çocuk Olmak” (2010) kitabının hazırlanmasına katkıda bulundu. Delta
Kültürlerarası Yaratıcı İşbirliği Derneği’nin üyesidir.
ESERLERİ:
ŞİİR: Fırtına Günlüğü (2006), Şiirli
Müzik Kutusu (2009), Bir, İki,
Üç Gökyüzü (2012).
ROMAN: Berlinli Apartmanı (Polisiye, 2013), Şeytan Disko (2015).
KAYNAK: Bilgi
Formu (2014), İhsan Işık / Resimli
ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (C. 12,
2017).
küçük bir güz
yaprağı gibi sessiz
kırmızı ipek
kumaşı gecenin
yırtılan ve akan
mırıldanan ve
saklanan
ikimiz
birbirine
dokunan, konuşan
elmalar ve
kurtçuklar
elmalar ve
kurtçuklar gibiyiz
kocaman bir göz
çiçek dürbünü
en derindeki
kabuğa değerek yaşar
bu gece
aşk ve kız
kardeş bahar
bekliyorlar bana
dokunmanı
güzel bir
gezegensin
izliyorum
pırıltısını
binlerce
ışıkböceğinin
sözcüklerinde
barınan
küçük bir
kelebek gibi sessiz
sedefli
kanatları gecenin
uçuşan ve şarkı
söyleyen
mırıldanan ve
saklanan
ikimiz
birbirine
dolanan, konuşan
üzüm ve ceviz
üzüm ve ceviz
gibiyiz
kocaman bir göz
çiçek dürbünü
en derindeki
kabuğa değerek yaşar
(Fırtına Günlüğü, 2006, Yitik Ülke Yayınları)
Rüyamda Komşuların
Sessizliği adında bir filmin içindeydim. Filmin başrolündeydim ve Ahsen
Hanımın ölümünü araştıran bir polistim. Kendi görüntümle Jodie Foster’ın
görüntüsü garip bir biçimde iç içe geçmişti, yüzüm kendi yüzümdü ama saçlarım,
kıyafetlerim, dedektif Clarice Starling’e dönüşmüştü. Kuzuların Sessizliği filmindeki Buffalo Bill’in evine gidiyordum.
Burası aslında Ahsen Hanımların eviydi. Bahçesi Berlinli Apartmanı’nın arka
bahçesinin aynısıydı ve çimenlere Roz ile Talita oturmuş, oyuncak bebeklerinin
kıyafetlerini değiştiriyorlardı. Başlarında çiçeklerden yapılma birer taç vardı
ve beyaz giysiler içindeydiler. Onlara seslendim; beni duymuyorlardı.
Bağırıyordum ama sesim çıkmıyordu. Vazgeçip, Buffalo Bill’in kapısına
yöneliyordum. Kapı aralıktı. İtip içeri giriyordum. İçeride kelebekler
uçuşuyordu. O kadar çok ve o kadar güzellerdi ki, peşlerinde dolaşmaya,
parmağımla onlara havada dokunmaya çalışıyordum. Sonra içeriden bir ses
geliyordu. “Kim var orada?” diye bağırıyordum. Birisi bana sesleniyordu, “Oya,
Oyaaa…” diyordu. İçerideki odalarda dolaşıyordum, sesin nereden geldiğini bir
türlü bulamıyordum. Her yerde kelebekler uçuşuyordu. “Aşağıdayım, kömürlükteyim
Oyaa…” diyordu ses. Karmakarışık merdivenlerden iniyordum, kendimi Berlinli
Apartmanı’nın kömürlüğünde buluyordum. Kömürlük kabinlerinin kapıları
kapalıydı. Tek tek açmaya çalışıyordum, ses “Oyaa, buradayım…” diye
bağırıyordu. Bir tanesini, uğraşa uğraşa sonunda açıyordum. İçeride Timur
ayakta durmuş bana bakıyordu. Kabinin içi camdan yapılmaydı, dev bir cam tabuta
benziyordu. “Timur, sen ölmedin mi?” diye şaşırarark soruyordum. “Öldüm ama
seninle konuşmaya geldim,” diyordu Timur. “Buffalo Bill mi öldürdü seni?”
diyordum. “Evet,” diye cevap veriyordu. O sırada yukarıdan tıkırtılar
geliyordu, “Sen burada dur, ben yukarı çıkıp geleceğim,” diyordum Timur’a.
Karmakarışık merdivenlerden yukarı çıkmaya çalışıyordum. Yürümekte
zorlanıyordum, ayaklarıma bir bakıyordum; Faruka Hanım Teyzenin seksenler
partisi için ödünç verdiği topuklu beyaz ayakkabıları giymişim. Ayakkabılar
ayağımı sıkıyordu, çekip çıkarmaya çalışıyor, çıkaramıyor, bir yandan da
basamakları atlıyordum. Bir kapının arkasına saklanıp içeri bakıyordum. Buffalo
Bill’in evi, Ahsen Hanımların salonuna dönüşmüştü. Rauf, yüzüne Ed Gein’in
suratını maske şeklinde takmış, bir boy aynasının önünde çırılçıplak dans ediyordu.
Pipisinin ucundan da bir yılan sarkıyordu. Onu böyle görünce bağırmamak için
kendimi engellemeye çalışıyordum ama bağırmaya başlıyordum. Rauf dönüyor, Ed
Gein maskesiyle bana bakıyordu, saklandığım yere yaklaşmaya başladığında
uyanmıştım.
(Berlinli Apartmanı, 2013, Yitik Ülke Yayınları)
bir gül
bir gül ki pembe
bir gül ki pembe sarı
bir gül ki pembe sarı beyaz
bir gül ağacını budamakla
geçti bu yaz
ne kadar derinden kesersen o
kadar çok gonca
deli yağmur, deli rüzgar
da iyi gelir gül ağacının
ruhuna
mahcup ve mendebur
kurtçuklar da
ağlama
yeniden açıyor güllerin
yeniden çiçekgillerden bir
kız
yeniden çingene güneş
çığırtkan deniz
baştan başlayacaksınız hep
birlikte her biriniz
hayat külhanbeyi
hayat yosmalık
sen uyma ona
arın. ve başla yeniden.
bir gül ağacı olup.
ışılda.
(Bir, İki, Üç Gökyüzü, 2012, Yitik Ülke Yayınları)
Beyoğlu’nun arka sokağında
bekler dükkanını bir cenaze
levazımatçısı,
varacağım sonunda ona.
Mutfak perisiyim ben,
tüm gün yemek yapar, kahve
pişiririm
ağabeylerime ve babama.
Oysa bilmezler, ben de
kadınım.
Bacaklarımın arasında siyah
bir çiçek,
açılıp durur kırağı kadar
ıslak.
Birer mayıs böceği ya
gözlerim,
sesim hüzünlü bir Rum
müziğidir,
bana kalırsa pek güzelim.
Boynumda durur bir çarmıh,
gözaltlarımda tortu,
gözyaşı tuzu, deniz tuzu
tortusu.
Hayaller kurarım, hayaller
satarım kendime:
Ağlayan gelin çiçeği olurum
cumbalı meşkhanede,
oturur erkeğimi beklerim,
kalem işli duvarlar
düşlerim,
içlerinde sevişeceğim
nakışlı odalar.
Yaprak, kozalak, nar.
Olup olacağı bu kadar,
düşler gelip geçer,
çürürüm kahve pişire pişire
mercan kırmızısı çinilere.
Fısıltılar ulaşır kulağıma,
Kız kurusu diye söz çalarlar
ardımdan,
Varacağım sonunda o cenaze
levazımatçısına.
(Şiirli Müzik Kutusu, 2009, Yitik Ülke Yayınları)
Yalnızca avizelerin ve beyaz
merdivenin aydınlık olduğu, tüylerimi ürperten bir karanlık içindeydi şato.
Raşel, eteğini iki yanından tutarak, sonsuza dek dönüyormuş gibi duran
merdivenleri çıkıyordu. Basamakların üzerinde kıpırdayarak uzayan kırmızı ipi o
zaman fark ettim. Raşel’in eteği ucundan sökülmüştü, kırmızı ipliğini peşinden
sürükleyerek Raşel yukarıya çıkıyordu. İpi elime alıp kafamı kaldırdığımda,
merdivenlerin artık görünmez olduğu tepedeki karanlıkta Raşel’in kaybolduğunu
gördüm. İp hareket ediyordu. Parmaklarımla sıkıca kavradığım ipi takip etmeye
başladım.
Merdivenleri çıktıkça, müziğin
durduğunu ve gürül gürül akan su sesinin çoğaldığını fark ettim. Başımı yukarı
kaldırdğımda, gargoyle heykellerini
gördüm. Katedral tepesinde ağızlarından kar suyu akıtan heykeller, merdivenin
üzerini kaplayan gri bulutların arasından bana bakıyordu. Korkunç suratlı,
şeytansı heykellerin ağzından oluk oluk siyah
(Şeytan Disko, 2015, Yitik Ülke Yayınları)
Gaston
Bachelard, “Şairlere kulak vermek gerekir” diyordu. Yaprak Öz’ün doğayla iç içe
olan özel dünyasına kulak vermek okuru zenginleştiriyor: “Yalnızlık uzun uzun
tarar saçlarını/ Çıplak ayaklarıyla dolaşır odadan odaya./ Gök gürlediğinde
korkar” (Fırtına Günlüğü, s.16). Soyuttan somuta akan imgenin yalnızlığın
anlatımını ne kadar güçlü kıldığını söylemek bile fazla. Yaratıcılıkta en büyük
etken olam imgelem dünyasının zenginliğidir bu aynı zamanda. Masalların,
düşlerin, düşlenilenlerin, ev ve evrenin, fantastiğin dünyası şiirlerinin
çevrenini oluşturuyor. Yaprak Öz, şiirlerinde noktalama imlerine dikkat ediyor.
Yaprak Öz, birçok yalın şiir tümcesinin arasına şaşırtıcı yazınsal imgeler
yerleştiriyor: “Eskimiş bale pabuçları kadar çirkin geçmiş.” (Fırtına Günlüğü,
s.21) Bu güçlü dize Öz’ün şiirini özetler niteliktedir. Somuttan soyuta yapılan
yazınsal imge Yaprak Öz’ün anlamlandırdığı geçmişin ne’liğini güçlü biçimde
yansıtıyor.
(Ahmet Ada, 2013, Cumhuriyet Gazetesi Kitap Eki)
Yaprak Öz, ustalıkla kurgulamış romanını. Tek bir açık uç
kalmadan da örmüş hikâyesini. Karakterler öyle canlı ki, olaylar sanki bir
arkadaşımın başına gelmiş gibi. Bu romanı Roman Polanski okusa Rose Mary’nin
“Bebeği” filminden daha iyi bir film çekebilir. Sahneler öyle net… Ben kafamda
bir kadro oluşturdum, öyle okudum, film izler gibi. Gerçekten Berlinli
Apartmanı diye bir apartman var mı, bilmiyorum ama sorulsa etrafındaki esnafa
kadar tarif edebilirim. Keşke müteahhide verilmeseydi, diye düşünüyorum zaman
zaman. Demek istediğim, mekânlar ve kahramanlar o kadar gerçek. Gelelim diline…
Kolay okunan, en amiyane tabir ile “su gibi akan” bir roman. Cümleler sade ama
asla sıradan ya da basit değil. Zaten bir şairin sıradan cümleler kullanarak
yazacağını düşünmüyordum. Şair roman yazınca, hele ki müziğini sevdiğim bir
şairse, ister istemez beğenim artıyor. Yine de objektif yaklaşmaya çalıştım,
bir romancı gözüyle okudum, hatta bu yazıyı yazmak için bu yüzden biraz
bekledim. Yaprak Öz, bir kâğıt parçasına adını soyadını yazsa okuyacağım
yazarlar kategorisine girdi bile.
(Melike İnci, 2014, Yurt Gazetesi Kitap Eki)