Mizah yazarı,
senarist. 12 Temmuz 1959, İstanbul doğumlu. Mimar Sinan Üniversitesi Sinema-TV
Bölümü mezunu. Karikatür çizdi, çeşitli filmlerde yönetmen yardımcılığı yaptı.
Arkadaşlarıyla birlikte “Homur Mizah Grubu”nu kurdu ve Homur mizah dergisini çıkardı.
Birçok televizyon dizisinin senaryosunu yazdı.
İlk öyküsü Yaşasın Edebiyat dergisinde
yayımlandı (1993). Çalışmaları ayrıca Cumhuriyet, Gırgır, Çarşaf,
Çivi, Kelaynak, Diyojen, Evrensel, Homur, Mobidik
gibi yayın organlarında yer aldı. Güllabici adlı kitabıyla İnkılâp
Kitabevi Aziz Nesin Gülmece Ödülünü (1996), “Laz Güvercin” adlı
öyküsüyle Akşehir Nasrettin Hoca Gülmece Öyküsü Yarışması Başarı Ödülünü
(1996), “Kitap Okuma Sanatı” adlı öyküsüyle Çağdaş Yaşamı Destekleme
Derneği Rıfat Ilgaz Gülmece Yarışması Özendirme Ödülünü aldı (1997).
Yönetiminde de yer aldığı Senaryo Yazarları Derneği (SEN-DER)’nin kurucu
üyesidir.
ESERLERİ:
MİZAH: Güllabici (1996), Damdan
Düşen Başbakan (1999), Laz Güvercin (2001).
SEÇKİ: Homur Seçkisi.
SENARYO: Kuruntu Ailesi, Ben
Olsaydım, Karışık İş, Biz Bize Benzeriz, Dünya Hali,
Zeki-Metin’ce, Hastane, Hiç Bana Sordun mu?, Beşi Bir Yerde, Seyyar Kâmil,
Çiçek Taksi, Ayşecik, Öyle Bir Sevda ki, Ruhun Labirentleri.
KAYNAK: İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli
Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas., 2009).
Her şey o duvarın yıkılmasıyla başladı… Kim yıktı nasıl yıktı bilmiyorum;
bir gün kalkıp baktık ki duvar yok. O güne kadar komşumla alıp veremediğim
yoktu, sabah bahçeye çıktığımızda merhabalaşırdık, hal hatır sorardık
birbirimize… Bahçemdeki ağaçlardan onun bahçesine, onun bahçesinden de benim
bahçeme dallar sarkardı. Dallarda meyveler olurdu…
“Buyur al
,afiyet olsun” derdi komşum, “buyur al onlar senin kısmetin”. Eh biz de aşağı
kalacak değiliz ya, ben de ikram ederdim bahçesine sarkan dalların meyvesini.
Bir gün kalkıp baktık ki bahçeleri ayıran o duvar yok.
Şaşırdık önce ama fazla üstünde de durmadık; “duvar gittiyse gitti” dedik.
Sonra duyduk ki, civardaki başka duvarların başına da aynı şey gelmiş.
Söylentiye göre kısa adı DKÖ olan “duvarları kaldırma örgütü” diye bir örgüt
faaliyete geçmiş ve bütün duvarları tek tek yok etmeye başlamış.
Demek bundan
sonra duvarsız yaşayacaktık, bir yerde iyi de olmuştu belki. Zaten her
gün yoluma
çıkan, ilerlememi engelleyen o beton engelleri hiç ama hiç sevmemiştim.
Üç gün geçti
geçmedi komşumun bağırmasıyla dışarı fırladım, baktım bizim çocukları
kovalıyor. Neymiş efendim; çocuklar onun
ağacına çıkmışlar da meyveleri toplamışlar! E ne var yani topladılarsa,
toplamışlarsa bile bizim bahçeye sarkan dallardakini toplamışlardır.
“Yok” dedi
komşum; benim bu dediğim duvar varken geçerliymiş, duvar olmayınca benim
bahçeme dal sarkması söz konusu olmazmış. Eh haklı sayılırdı, ama bu çocukları
kovalamasını gerektirmezdi tabii…
Aradan iki gün
geçti bir de ne göreyim, bizim komşu çıkmış bizim ağaca meyve topluyor, üstelik
sadece bahçesine sarkan taraftakileri değil, bütün ağacı götürüyor. Fırladım
dışarıya, bastım kalayı; “in” dedim ağacımdan…
Yavuz hırsızın
yaptığı gibi diklendi karşıma, bu ağaç onun ağacıymış, ben karışamazmışım,
duvar yıkılmadan önce onun tarafındaymış!
Hadi buyurun
bundan yakın; ölür müsünüz öldürür müsünüz yoksa sabaha mı bırakırsınız!
Sonra bir de
yere ayağıyla bir çizgi çekip “nah işte sınırımız buradaydı, duvar tam
şuradaydı, buradan berisi benim, gerisi senin” demez mi! Adam bütün bahçemi
kendi sınırına kattı, bütün ağaçlar onun tarafında kaldı, kurumuş dut ağacından
gayrı. Tepem attı yerden bir odun kaptığım gibi indirdim kafasına. Araya
girdiler de ayırdılar neyse. O sinirle döndüm eve, oturmama fırsat kalmadan
“zır” kapı. Açtım baktım elleri
tomsonlu, üniformalı bir sürü adam.
“Hay şimdi
ayvayı yedik” dedim içimden. Bu namussuz komşu beni ihbar etti, şimdi alıp
götürecekler, işin yoksa uğraş.
Ama adamların
komutanı son derece kibar bir binbaşıydı, şiir gibi konuşuyordu.
“Çok
affedersiniz beyefendi, sizi rahatsız ettiğimiz için özür dileriz. Buraya zatı
alinize yardım etmeye geldik” dedi… Ağzından bal damlıyordu.
Bir
üniformalıdan böyle bir söz duymaya hasret olduğumdan hemen yelkenleri
indirdim, ağzım kulaklarımda aptal bir ifadeyle sırıttım.
“Biz DKÖ’ nün
bir alt kuruluşu olan, KDSÇKÖÖ’yüz… Yani, kaldırılan duvarlardan sonra çıkan
kavgaları önleme örgütü”…
Ben aptal
bakışımı sürdürürken o da akılcı açıklamasına devam etti…
“Duvarların
yıkılmasından sonra bu tür kavgaların çıkması son derece doğaldır. Bizim
görevimiz siz komşuların birbirleriyle kavgasını önlemektir. Bunun için bir
süre evinizde misafir olacağız” diyip hep birlikte daldılar içeriye.
Yaklaşık bir
aydır evimizde bir bölük kalıyor; yiyor, içiyor yatıyor. Evimizin nüfusu arttı
dolayısıyla masrafı da arttı. Ailenin reisi olarak bütün yük benim omuzlarımda.
Kendi evimde misafir gibi oldum. Hangi odanın kapısını açsam karşımda bir
üniformalı, adamlar benim tıraş bıçaklarımı kullanıyorlar, benim gömleklerimi
giyip, benim kravatlarımı takmaya başladılar. Daha da korkuncu televizyonun
uzaktan kumandası binbaşının eline geçti, artık o ne isterse onu izliyoruz.
Terslenemiyorum çünkü adamlar çok kibar, hep “siz” diye hitap ediyorlar, kazara
bir gaz çıkartacak olsalar seksen kere özür diliyorlar.
Bunaldım bu
durumdan çıktım bahçeye; baktım komşum ağacın dibine çömelmiş öyle oturuyor,
yanıma gelip çömeldim, selam verip hatırını sordum.
Bir dokun bin ah
işit kaseyi fağfurdan demişler ya… Ağlamaya başladı, onun evine de bir albay
komutasında bir birlik yerleşmiş, bunlara kalacak yer kalmamış. Amaçları çok
kutsal, kavga etmemizi engellemek. Allah için çok da kibar adamlar, bir şey
söyleyemiyoruz.
Bir ara gözüm
ağacın dallarına takıldı, tek bir meyve kalmamıştı. Üniformalılar hepsini
bitirmişlerdi… Acaba amaç duvar yıkmak değil de meyve yemek mi, diye geçti
içimden…
“Komşu be”
dedim… “Nah şuraya bir duvar örsek sence nasıl olur?”…