Roman ve öykü yazarı. 29 Ocak 1956, Karaman
doğumlu. Asker çocuğu olduğu için ilk ve ortaöğrenimini değişik yerlerde
tamamladı. Sıkıntılı bir gençlik dönemi geçirdi, ailevi nedenlerle bir süre
sokaklarda yaşadı. On dokuz yaşından itibaren bir süre fabrikalarda işçi olarak
çalıştı, daha sonra ticaretle uğraşmaya başladı. Bir taraftan iş hayatını
sürdürürken bir taraftan da Anadolu Üniversitesi Halkla İlişkiler Bölümünü
bitirdi.
Yazı çalışmalarına 1993 yılında başladı. 1998
yılından itibaren tüm zamanını yazı çalışmalarına ayırdı. Demokrat, Eski,
Ağır Ol Bay Düzyazı, Beşparmak, Güzel Yazılar, Varlık
gibi dergi ve gazetelerde hikâyeleri ve şiirleri yayımlandı. Çalışmalarını
Gebze’de edebiyat ve resim çalışmaları yaparak sürdürdü. “Zor Karar” adlı
öyküsü ile 2000 Ömer Seyfettin Öykü Yarışmasında İkincilik Ödülünü aldı. GESİAD
tarafından 2000 yılının kültür adamı seçildi. Çengel adlı eseriyle 2003
Samim Kocagöz Öykü Ödülü üçüncülüğünü kazandı.
Kendisi de bir zamanlar sokaklarda yaşamış
olan Ata Türker, Tanrının Çocukları (2000) adlı ilk romanında, son
yılların en önemli toplumsal sorunlardan biri olan “sokak çocukları”nın dramını
anlattı. Bu romanda, aile ilişkilerinden toplumsal hayata, tacizden uyuşturucu
kullanımına söz konusu sorunu bütün yönleriyle ele alırken klasik romanın
öğelerini başarıyla kullandı.
“Birçok yazar yıllar sonra ilk kitabını
beğenmemiş, yayınlattığı için pişmanlık duymuştur; ama eminim ki, Ata Türker bu
öykülerinden dolayı pişman olmayacaktır.” (Demirtaş Ceyhun)
“Öykücülüğümüzün Orhan Kemal ve Sebahattin
Ali’ye uzanan gerçekçilik damarını çağdaş duyarlılıkla yıkayan dil ve olay
örgüsüyle Ata Türker okuruna merhaba diyor!” (Seyyit Nezir)
ESERLERİ:
ROMAN: Tanrının Çocukları (2000),
Pişmanlık (2002).
ÖYKÜ: Zor Karar (2002).
KAYNAK: TBE Ansiklopedisi (2. bas. 2003, c.
1), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli
Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas., 2009).
kan seli sokaklarda sürgün yüreğim;
farkında değil mi
bilmem hiç kimse
daha ne kadar böyle
ruhumdaki depremlerle sürüneceğim?..
Babam...
Nasıl biri olduğunu hatırlamıyorum. Yüzü bile hafızamdan
silindi. Ne kadarda erken kaybettim onu!...
Çocukluğumda bazen İstanbul'a götürürdü beni; şehir
hatları vapurlarını uzaktan uzağa izlememe izin verirdi. Karnını insanlarla
tıka basa doldurmuş yüzen devlerin duman püsküren bacalarını dedemin
nargilesine benzettiğimde hafifçe gülümserdi. Sonra dalıp giderdi; bakışları,
duruşu değişik bir hal alırdı. Düşünmeye başladığında hüzünlü bir ifade
kaplardı yüzünü; bir şeylere üzülürdü sanki. Nedense çok konuşmazdı.
Duygularını ya da istediği her neyse, vücut diliyle anlatırdı. Gizemli bir
insandı benim babam.
Erişilmezdi...
Onunla gezmek çok hoşuma
giderdi. Kalın düdüğünü öttürerek iskeleye yanaşan metal kuğuya bineceğimizi
söylediğinde heyecanlanırdım. Küçük sarı jetonları turnikedeki hazneye attıktan
sonra bekleme salonuna girerdik. İtiş kakış arasında kalabalıktan sıyrılır,
iskeleye yanaşan vapuru en iyi görebileceğim bir yere, gri çerçeveli pencerenin
önüne dikilirdim. Bir süre sonra kapılar açılırdı. Demir korkuluktu tahtalar
uzatılırdı. Hışımla fırlardım yerimden; herkesten önce binerdim gemiye. Yukarı
çıkmazdım. Ağır makyajlı yaşlı kadına, ne iş yaptığını bir türlü anlayamadığım
melon şapkalı uzun adama, ambalajlı torbaları sırtlanmış yağız delikanlıya, bas
bas bağıran simitçiye, memur kılıklı beyefendiye, babasının elini sıkı sıkıya
kavramış kız çocuğuna, anlaşılmaz bir dil konuşan esmer tenli adamlara, leş
gibi balık kokan kırmızı yüzlü ihtiyara ve öteki insanlara göz gezdirirdim.
Hava soğuk olsa bile dışarıda oturmayı yeğlerdim fakat babam izin vermezdi;
elimden tuttuğu gibi, basık tavanlı salona doğru çekiştirirdi beni. Bu sefer
pencereden dışarı bakmaya çalışırdım. Camdaki buharı gömleğimin koluyla silmeye
kalkıştığımda azarlardı babam; ot minderli koltukları işaret ederek oturmamı
tembihler, benim de suratım asılırdı.
Sonra birden, yuvarlak pencereli kapı açılırdı. Omuz
askılı çantasını yüklenmiş bir seyyar satıcı girerdi içeri. Boş bulduğu yerde
dikilip: "Bir dakikanızı alacağım
sayın yolcular”diye söze başlardı. Traş bıçağı, sebze soyacağı;
düzineyle kalem, yanında hediyesi bloknot; Japon yapıştırıcı, üç tane alana bir
tane bedava; çorap, beş alana iki hediye, ya da her eve lazım bir mutfak
aparatı pazarlardı.
Yolcular önce ilgisiz kalırdı ama satıcı mallarına
Öylesine övgüler yağdırırdı ki, bazılarının dikkatini çekmeyi başarırdı: "Bir daha ele geçmez; al beyim çok
ucuz. İthal bunlar ithal! Var mı capondan iyisi?!..."
Kimse bir şey satın almazdı.
Hezimeti içine sindiremeyen seyyar satıcı bu sefer suni
talep havası yaratarak, "Geliyorum
efendim telaş yok; acele etmeyin. Herkese yetecek kadar var," diye
bağırır, insanları galeyana getirmeye çalışırdı. Kimseden ses soluk çıkmayınca
boynunu bükerek lomboz pencereli kapıya yönelirdi.
Çok geçmeden başka bir satıcı girerdi içeri. Değişik bir
ürün tanıtırdı. Birkaç tane ya satar ya da hiç satamazdı.
Bu hareketlilik babamın da ilgisini çekerdi, işine
yarayacağını düşündüğü malzemeler satın aldıktan sonra, "Ucuzmuş, kaliteliymiş, iyi ki aldım," gibi sözler
ederdi. Eşantiyonlu kalemin bedava olanını mutlaka bana verirdi ama Japon
yapıştırıcısını, sırf hediyesinden istifade etmek için üç tane alsa bile
kimseye koklatmazdı.
Meta! bir tepside dolaştırılan çayları, babamın deyimiyle
soğuk ve kazık olduğu için içmezdik. Buram buram tarçın kokan salebi çok
sevdiğimi bildiğinden bu konuda cimrilik etmezdi. Tadına bakması için ona
uzattığımda önce içmeyeceğini söylerdi ama sonra dayanamayarak elimden alır,
fincan yarılanıncaya kadar höpürdetirdi.
Vapur yalpalardı bazen; herkes korkardı. Benim de yüreğim
ağzıma gelirdi. Hemen pencereye koşardım. Denizin üzerini sinek sürüsü gibi
kaplamış küçük teknelere, balıkçı motorlarına, yük gemilerine, arabalı
vapurlara, kıyıdaki tarihi yapılara göz gezdirirdim. Kız Kulesi'ne takılıp
kalırdım sonra; Bizans İmparatoru’ nun inşa ettirdiği bu eser
hakkında anlatılan efsaneye dalıp giderdim.
Karaköy'e geldiğimizi, vapurun yavaşlamasından ve ters
yönde dönen uskurun gövdeyi titretmesinden anlardım. Sarsılarak yanaşırdı gemi
rıhtıma. İskeledeki eski kamyon lastikleri iç kıyan bir gıcırtıyla ezilirdi.
Halatlar bağlanır, seyyar iskeleler uzatılırdı. Ve inmeye başlardık. Karaya
ayak bastığımda dünyalar benim olurdu.
Gün boyunca gezip tozardık babamla birlikte. Yerebatan
Sarayı'na, Sultanahmet Camisi'ne giderdik. Üzerinde hiyeroglif metinler yazılı
Dikilitaş'a bakardık. Gülhane Parkı'nda dolaşır, kağıt helva yerdik.
Geri dönmek için yola koyulduğumuzda, vapurun kalabalık
olacağını bahane ederek motora binmeyi yeğlerdi babam. Dalgaların arasında
ceviz kabuğu gibi savrulan bu küçük teknelerle yolculuk etmekten korkardım
fakat itirazı da göze alamazdım. Para toplayan adamın yüzündeki kaygısız
ifadeyi gördükçe cesaretlenirdim ama yine de can simitlerine yakın bir yere
otururdum.
Tekne yalpalamaya başladığında ölümü düşünürdüm. Yüzme
bilmediğim için boğulacağımı... Boğulduğumda ne olacağını... Öldükten sonra
nereye gideceğimi...
"Hayır!" diye çığlık atardım. "Ölmek
istemiyorum!" diye bağırırdım ama kimse işitmezdi sessiz çığlıklarımı.
Sonra, büyük kulaklı annemin o tuhaf savlarını
hatırlardım. Kulakları büyük olan insanların uzun yaşayacağını... Ve
kulaklarıma dokunurdum. Yeterince büyük olup olmadıklarını anlamaya çalışırdım.
Birden rahatlardım. Ölmeyeceğime karar verirdim. En azından bu gün. Çünkü
kulaklarım büyüktü!...
(Varlık dergisi, Eylül 2002)