Yazar (D. 10 Aralık 1915 [Nüfusta 20 Kânun-i
Evvel 1331], İstanbul - Ö. 5 Temmuz 1995, Çeşme / İzmir). Asıl adı Mehmet
Nusret Nesin’dir. Aziz, babasının adıdır. Kanuni Sultan Süleyman İptidai
Mektebinde (İstanbul 7. İlkokulu, 1925), Darüşşafaka Lisesinin ilkokul
bölümünde (1926), Vefa Ortaokulunda (1928), Davutpaşa Ortaokulunda (1929),
Çengelköy Askerî Ortaokulunda (1930) okudu. Kuleli Askerî Lisesini bitirip Kara
Harp Okuluna (1935) girdi, oradan asteğmen rütbesiyle (1937) mezun oldu.
İstanbul’da Askerî Fen Tatbikat Okulunda okurken (1939) bir yandan da İstanbul
Güzel Sanatlar Akademisi Doğu Süsleme Bölümüne devam etti. Burada minyatür,
tezhip, hat, çinicilik ve ciltçilik dersleri aldı. Askerî Fen Tatbikat
Okulundan teğmen rütbesiyle (1939) mezun oldu. İlk görev yeri olan 3. Kolordu
İstihkâm Taburu 2. Bölük takım subaylığına atandı. İkinci Dünya Savaşı
yıllarında iki yıl (1940-41) Trakya’da çadırlı ordugâhta görev yaptı. Oradan
Erzurum Müstahkem Mevkii İstihkâm Taburunda Bölük Komutanlığına atandı.
Arkasından Erzincan depremi sırasında yıkılmış olan ordu cephaneliğinin
boşaltılmasıyla görevlendirildi (1942), burada bir bomba kazasında yaralandı.
Aynı yıl içinde Kars Müstahkem Mevkii İstihkâm Taburuna atandı ve üsteğmenliğe
yükseldi, Birinci Şube Müdür Yardımcısı olarak görev yaptı. Ankara’da Harp
Okulunda açılan ilk tank kursuna katıldı. 1944 yılında Safranbolu / Karabük’te
bulunan 23. Tümen Bağımsız İstihkâm Bölük Komutanlığına atandı. Zonguldak’ta
uçaksavar top mevzileri yaptırmakla görevlendirildi. Aynı yıl bağlı olduğu
tümenin bütün birlikleri yaya olarak Safranbolu’dan İstanbul gidip Rami
Kışlasına yerleşti. Yine aynı yıl “görevini ve yetkisini kötüye kullanmak”
suçlamasıyla üç ay on gün hapse mahkum edildi ve ordudan çıkarıldı. Ordudan
ayrıldıktan sonra geçimini sağlamak için Nuruosmaniye / İstanbul’da bakkallık
(1945) yaptı.
Aziz
Nesin, sanat hayatına Millet dergisinde yayımladığı şiir ve hikâyelerle
başlamıştı. 1945 yılında Karagöz gazetesi ile Yedigün dergisinde
redaktörlük ve yazarlık yaptı. Tan gazetesinde köşe yazarlığına başladı.
Parti Kurmak Parti Vurmak adlı on altı sayfalık broşürü yayımlanan ilk
eseri oldu. Cumartesi adlı haftalık bir magazin dergisi çıkarmaya
başladı. 1946 yılında Türkiye Sosyalist Partisine girdi, iki ay sonra parti
üyeliğinden ayrıldı, ömrünün sonuna kadar bir daha herhangi bir siyasî partiye
üye olmadı. Rıfat Ilgaz’la birlikte Marko Paşa adlı mizah dergisini
çıkardı (1946-47). Birkaç defa kapatılan bu dergiyi Malum Paşa, Merhum Paşa,
Ali Baba, Bizim Paşa, Hür Marko Paşa gibi adlarla devam ettirdi. 16 Aralık
1946 tarihindeki büyük tutuklamada İstanbul Emniyet Müdürlüğünde (Sansaryan
Han) gözaltına alınarak on yedi gün hücrede tutularak sorgulandı. Amerikan
emperyalizmine ve Türkiye’ye uygulanmaya başlanılan “Truman Doktrini”ne karşı
yazıp yayımladığı bir broşürden dolayı sıkıyönetimce tutuklandı (1946), askerî
mahkemece yapılan yargılama sonucunda on ay hapse mahkûm edildi. 1947 yılında
Bursa’ya sürgün edilerek güvenlikçe gözaltında tutuldu. Yayımlanan ikinci
kitabı olan Azizname için İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesinde hakkında
dava açıldı (1948), dört ay tutuklu olarak süren yargılama sonunda beraat etti.
1949 yılında İngiltere Prensesi Elizabeth, İran Şahı Rıza Pehlevi, Mısır Kralı
Faruk (üçü birden olmak üzere) Ankara’daki elçilikleri aracılığıyla Türkiye
Dışişleri Bakanlığına başvurarak, bir yazısında kendilerini aşağıladığı
iddiasıyla aleyhine dava açtırdılar. Bu davadan dolayı altı ay hapse mahkum
edildi. 1950 yılında Baştan dergisini, bu dergi kapatılınca Yeni Baştan
dergisini çıkardı. Fransızcadan çevrilerek bu dergide yayımlanan bir yazı
nedeniyle, Fransızca bilmediği halde, yazıyı kendisinin çevirdiği varsayılarak
mahkemeye verildi (1950). Bu yazı yüzünden Türk Ceza Yasasının 142. maddesi
gereğince on altı ay hapis, on altı ay da gözetim altında bulundurulma cezası
aldı. Üsküdar Paşakapısı Cezaevindeyken cezasının bitmesine kırk gün kala
Nevşehir Cezaevine gönderildi ve oradan salıverildi.
İstanbul’a döndükten sonra yeni kurulmaya
başlayan Levent semtinde Oluş Kitabevini açtı (1952), sabahları evlere gazete
dağıttı. Ancak kitabevinden ailesinin geçimini sağlayamayınca Beyoğlu’nda bir
han odasında ortağıyla Paradi Fotoğraf Stüdyosunu kurdu. Bu işle de
geçinemeyince, Yusuf Ziya Ortaç’ın önerisiyle 1954 yılında Akbaba
dergisinde yazmaya başladı. Yakın tarihimize “6-7 Eylül faciası” olarak geçen
İstanbul’daki azınlıkların ev ve iş yerlerinin talan ve yıkımına suçlu aranmaya
başlanınca (1955) Aziz Nesin de suçlu olarak sıkıyönetimce tutuklananlar
arasında yer aldı. Altı ay tutuklu kaldıktan sonra sorgulamaya bile gerek
görülmeden salıverildi. Aynı yıl Yeni Gazete’de köşe yazarlığına
başladı. İtalya / Bordighera’da yapılan uluslararsı gülmece yarışmasında Kazan
Töreni adlı öyküsüyle 1956 yılında, Fil Hamdi öyküsüyle 1957 yılında olmak üzere iki defa
Altın Palmiye ödülünü aldı. Bir ara Kemal Tahir’le Düşün Yayınevini kurdu
(1956), Zübük (1961) adlı mizah dergisini çıkardı. Bundan sonra tek
uğraş alanı olarak yazarlığı seçti ve 1959 yılında Akşam gazetesinde
köşe yazarlığına başladı. 1956 yılında aldığı ilk Altın Palmiye ödülünü devlet
hazinesine bağışladı. 1961 yılında Tanin gazetesinde köşe yazarlığına
başladı, bu gazetedeki yazılarından ötürü Türk Ceza Yasasının 142. maddesi
çerçevesinde tutuklanıp Balmumcu Cezaevine konuldu, dört ay tutuklu olarak
yargılandıktan sonra suçsuz bulundu. Aynı yıl sahibi olduğu Düşün Yayınevi bir
gece anlaşılmayan bir sebeple yandı. 1965 yılında ilk defa pasaport alabildi,
yurtdışına çıktı. Çağrılı olduğu Berlin ve Weimar’daki Antifaşist Yazarlar
Toplantısına katıldı. Altı ay süren bu yurtdışı gezisinde Polonya, Sovyetler
Birliği, Romanya ve Bulgaristan’a gitti. Vatan Vazifesi adlı öyküsüyle,
1966 yılında Bulgaristan’da yapılan gülmece yarışmasında birincilik ödülü olan
Altın Kirpi’yi kazandı. 1968 yılında Milliyet gazetesinin açtığı Karagöz
oyunu yarışmasında, Üç Karagöz oyunuyla birincilik ödülünü aldı. 1969
yılında Moskova’da yapılan uluslararası gülmece yarışmasında İnsanlar
Uyanıyor adlı öyküsüyle Krokodil birincilik ödülünü kazandı. 1970 yılında
Türk Dil Kurumunun oyun ödülünü Çiçu adlı oyunuyla aldı.
1972 yılında, kimsesiz çocukları
yetiştirmek için Nesin Vakfını kurdu. 1974 yılında Asya-Afrika Yazarlar
Birliğinin Lotus ödülüne değer görüldü, ödülü almak için 1975’te Filipinler’in
başkenti Manila’ya gitti. 1976 yılından itibaren Nesin Vakfı Edebiyat
Yıllığı’nı çıkarmaya başladı. 1977 yılında seçildiği Türkiye Yazarlar
Sendikası Genel Başkanlığı görevini 1988 yılına kadar sürdürdü. 1978’de Yaşar
Ne Yaşar Ne Yaşamaz adlı romanıyla Madaralı Roman Ödülünü aldı. 1982’de
Vietnam’daki Asya-Afrika Yazarlar Birliği toplantısına katıldı. 1983’te Amerika
Birleşik Devletleri Indiana Üniversitesinin düzenlediği uluslararası bir
toplantıya çağrılı olduğu halde pasaportu geri alındığı için katılamadı. Aynı
yıl sağ yanına felç indi, uzunca bir süre tedavi gördükten sonra sağlığına
kavuşabildi. 1984 yılında “Aydınlar Dilekçesi” girişimini başlattı ve bu
eyleminden dolayı arkadaşlarıyla birlikte yargılandı. 1985 yılında Ekin A.Ş.’yi
kurdu, İngiltere PEN Kulüp, Federal Almanya PEN Kulüp onur üyeliklerine
seçildi. TÜYAP’ın düzenlediği “Halkın Seçtiği Yılın Yazarı” ödülünü iki defa
(1985-86) kazandı. 1989 yılında Demokrasi Kurultayının toplanmasında etkin
görev aldı, bu toplantıda oluşturulan Demokrasiyi İzleme Komitesinin iki
başkanından biri oldu. Aynı yıl Sovyet Çocuk Fonunca ilk defa verilen Tolstoy
Altın Madalyasına değer görüldü. 1992 yılında, “Türk toplumunun aydın
bilinci ve vicdanı olarak Türk ve Dünya gülmece edebiyatına, yayın yaşamına ve
özgür düşünceye yaptığı olağanüstü katkılar ve bir demokrasi savaşçısı olarak
sıra neferliğinden önderliğe enerjisini hiçbir zaman sakınmaması nedeniyle”
Edebiyatçılar Derneği tarafından kendisine Onur Ödülü Altın Madalyası verildi.
1991-95 yılları arasında yoğun sivil toplum çalışmalarında yer aldı. 2 Temmuz
1993 tarihinde Sivas’ta çıkartılan ve otuz yedi kişinin ölümüyle sonuçlanan
Sivas / Madımak Oteli yangınından yaralı olarak kurtuldu. İzmir / Çeşme’deki
bir imza günü sonrasında kalp yetmezliğinden öldü. Nesin Vakfı arazisinde,
vasiyeti üzerine açılan dört mezar yerinden hangisine gömüldüğü belli değildir.
Mizah yazıları ile şiirlerini, birçoğunu
kendi yayımladığı ya da yönetimini üstlendiği dergilerde, zaman zaman takma
adlar kullanarak yayımladı. Yeni Gazete (1957), Akşam (1958), Tanin
(1960), Öncü, Yeni Tanin, Günaydın ve Aydınlık
gazetelerinde fıkra yazarlığı yaptı. Toplum hayatında gördüğü çarpıklıkları,
dikkatli bir gözlemci olarak yansıttığı mizah hikâyeleriyle ününü yurtiçinde ve
yurtdışında pekiştirdi, eserleri dünyanın pek çok diline çevrildi ve birçok
baskısı yapıldı.
“Aziz
Nesin’in, dünyayı düzeltme ve güzelleştirme umuduyla; ‘Yaşadığımız toplum ve bu
toplumsal yapı adaletli değildir ve içinde bulunduğumuz koşullar da güzel
değildir. Adaletsizlikten, çirkinliklerden kurtulmak için, başta kendimiz olmak
üzere, çevremizi, toplumumuzu, dünyayı değiştirme özlem ve isteği yaratmak...’
düşüncesiyle oluşturduğu gülmece ürünlerinin temelini ülke gerçekleri
oluşturur. Ürettikleriyle ülkemizin toplumsal yapısını çıkarmaya çalışır.
Yazdıklarını okuma yazma bilen herkes anlasın ister; herkes bilincine,
kültürüne, duyarlılığına, ilgisine göre sonuçlar çıkarsın. Anlaşılmayan şeyler
yazmayı bir yazara yakıştırmaz hiç. Okurların kendilerini anlamak için çaba
göstermesi gerektiğini söyleyen yazarlara kızar, bunun kendini beğenmişlik ve
kolaycılık olduğunu savunur. Asıl zor olanın, herkesin anlayabileceği biçimde
yazmak olduğunu, bunun için yazarın kendisini zorlayıp çaba göstermesi
gerektiğini ve kendisinin hep bunu yapmaya çalıştığını söyler. Yüzyılımızın
gerçeğini kavramıştır ve bugünü geleceğe aktaran yaratıcılığının gıda kaynağı
kendi halkıdır. Toplumsal tarihimizin yazı savaşçısıdır; bunun içindir ki
günümüzün en çok okunan yazarıdır.” (Öner Yağcı)
“Yazarın, halkın olan değil olması
gereken vicdanı olduğunu” söyleyen Aziz Nesin hakkında yapılan araştırma ve
incelemelerin az olmasına karşın çok okunan bir yazardı. Türk halkı tarafından
çok okunmasının ve sevilmesinin sebeplerini Semih Gümüş’ün sözünü ettiği halk
masallarından yararlanma olgusuna bağlamak mümkün:
“Halk
masallarından yararlanmanın onun öykü anlayışına katkıları üstünde daha
durulabilir. Sözgelimi masalın gerçeklikle arasında bıraktığı boşlukların okur
üstünde olumlu katkıları olduğunu görmüştür. Masal biçimleri, okurda soyutlama
eğilimlerini güçlendirmektedir. Dolayısıyla soyutlama düzeyleri yazarın da
yaratma biçimlerini belirleyecek kertede oluşmaktadır. Alegoriler, simgeler ve
imgelerin bu soyutlama düzeyleri arasında Aziz Nesin’in yazınsal yaratım
sürecine olumlu katkılar yaptıkları belirtilebilir.
“Aziz Nesin’in geleneksel anlatılarımızdan
yararlanma yoluna gitmiş olması, aslında ondan önceki öykünmeci mizah
anlayışlarının da büsbütün dışında bir mizah anlayışı kurmasında etkin
olmuştur. Onun yarattığı mizah anlayışı gerçekçidir, kendi yaşadığı toplumun
gerçeklerinden doğar. Kimileri onun yerelliğini aynı zamanda evrenselliğinin de
göstergesi olarak değerlendirmiştir; anlattıklarının her ülkeye özgü ol duğunu,
anlattığı insanın her ülkenin insanı olduğunu söylemişlerdir, ama buna katılmak
güçtür.”
(Semih Gümüş)
ESERLERİ:
ÖYKÜ: Parti Kurmak Parti Vurmak
(1945), Geriye Kalan (1948), İt Kuyruğu (1955), Yedek Parça
(1955), Fil Hamdi (1955), Damda Deli Var (1956), Koltuk
(1957), Kazan Töreni (1957), Toros Canavarı (1957), Deliler
Boşandı (1957), Mahallenin Kısmeti (1957), Ölmüş Eşek (1957),
Hangi Parti Kazanacak (1957), Havadan Sudan (1958), Bay Düdük
(1958), Nazik Alet (1958), Gıdıgıdı (1959), Aferin (1959),
Kördöğüşü (1959), Mahmut ile Nigâr (1959), Gözüne Gözlük
(1960), Ah Biz Eşekler (1960), Yüz Liraya Bir Deli (1961), Biz
Adam Olmayız (1962), Bir Koltuk Nasıl Devrilir (1961), Sosyalizm
Geliyor Savulun (1965), İhtilali Nasıl Yaptık (1965), Rıfat Bey
Neden Kaşınıyor (1965), Yeşil Renkli Namus Gazı (1965), Bülbül
Yuvası Evler (1968), Vatan Sağolsun (1968), Yaşasın Memleket
(1969), Büyük Grev (1978), Şimdiki Çocuklar Harika (1967), Hayvan Deyip Geçme (1980), 70 Yaşım Merhaba (1984), Kalpazanlık Bile
Yapılamıyor (1984), Maçinli Kız İçin Ev (1987), Gülmece Öyküleri (13
cilt, bütün öyküleri, 2001), İstanbul’un Halleri – Seçilmiş Öyküler
(2005).
ROMAN: Kadın Olan Erkek (1955),
Gol Kralı Sait Hop Sait (1957), Erkek Sabahat (1957), Saçkıran
(1959), Zübük (1961), Surnâme (1976), Tek Yol (1978).
ANI: Bir Sürgünün Hatıraları (1957),
Böyle Gelmiş Böyle Gitmez (2 bölüm, 1966-76), Poliste (1967), Yokuşun
Başı (1982), Benim Delilerim (1984), Çağımızın Nasrettin Hocası
Aziz Nesin (Demirtaş Ceyhun tar, 1984), Salkım Salkım Asılacak Adamlar (1987),
Ben de Çocuktum (1989), Rüyalarım Ziyan Olmasın (1990), Mum
Hala (1994).
MASAL: Memleketin Birinde (1953), Hoptirinam
(1960), Uyusana Tosunum (1971), Aziz Dededen Masallar (1978).
FIKRA: Nutuk Makinası (1958), Az
Gittik Uz Gittik (1959), Merhaba (1971), Suçlanan ve Aklanan
Yazılar (1982), Ah Biz Ödlek Aydınlar (1985), Soruşturmada
(soruşturma cevapları, konuşmalar, 1986), Korkudan Korkmak (1988), Bulgaristan’da
Türkler, Türkiye’de Kürtler (1989), Nah Kalkınırız (1989).
TAŞLAMA: Azizname (1979).
GEZİ: Duyduk Duymadık Demeyin
(1976), Dünya Kazan Ben Kepçe (1977).
OYUN: Biraz Gelir misiniz (1958), Bir
Şey Yap Met (1959), Toros Canavarı (1963), Düdükçülerle
Fırçacıların Savaşı (1968), Çiçu (1979), Tut Elimden Rovni
(1970), Hadi Öldürsene Canikom (1970), Beş Kısa Oyun (1979), Bütün
Oyunlar (2 cilt, 1982). Barbaros’un Torunu, Hakkı mı Ver Hakkı, Yaşar Ne
Yaşar Ne Yaşamaz oyunları basılmadı.
ŞİİR: Sondan Başa (1984), Sevgiye
On Ölüme Beş Kala (1986), Kendini Yakalamak (1988), Hoşçakalın
(1990), Sivas Acısı (1995).
ANTOLOJİ: Cumhuriyet Döneminde Türk
Mizahı (1973, Turgut Çeviker tarafından genişletilmiş basımı, 2001).
KONUŞMA: İnsanlar Konuşa Konuşa
(1988).
DENEME: Sivas Acısı (1995), Çuvala
Doldurulmuş Kediler (1995), Sizin Memlekette Eşek Yok mu? (1995), Okuduğum
Kitaplar (2001).
MEKTUP: Mektuplaşmalar 1 / Aziz Nesin
Ali Nesin (1994), Aziz Nesin-Saliha Scheinhardt: Mektuplar (Mart
1999), Canım Oğlum Sevgili Babacığım Aziz Nesin Ali Nesin Mektuplaşmaları
1966-1981 (2002).
BİYOGRAFİ: Türkiye Şarkısı Nâzım
(1998).
ÇEVİRİ: Konuşan Katır (D.
Stern’den, 1957), Leyla ile Mecnun (Fuzuli’den, 1972).
KAYNAKÇA: Tahir Alangu / Cumhuriyetten
Sonra Hikâye ve Roman (c. 3, 1965) - Aziz Nesin ve Halk Masalları (Yeni Dergi,
Ağustos 1966), Alpay Kabacalı / Aziz Nesin (1990), Edebiyatçılar Derneği / Aziz
Nesin Günleri (haz. Hüseyin Atabaş, 1996), Öner Yağcı / Aziz Nesin
Kitaplığı-1998 (Cumhuriyet Kitap, 24.12.1998), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda
İsimler Sözlüğü (1999), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (1999),
Mehmet H. Doğan / Şimdi Uzaklardasın (1999), Ataol Behramoğlu / Aziz Nesin’li
Anılar (2001), Kemal Şahingözlü (Varlık, Ekim 2002), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) -
Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors
(2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları
Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) - Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri
Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013).
Kendisi çatlamadan
Toprağı çatlatamaz tohum
Asmışım sinirini mutsuzluğun
Ayrımsayamıyorum bile öyle mutsuzum
Acısını artık duyamıyorum
Ki kendim öyle bir acı olmuşum
Nasıl görmezse göz kendini
Kendimi arıyor bulamıyorum.
Galata'daki
"Banyolu Otel"in üst katında, on altı kişiyle beraber bir odada
geceliği "bir teklik"e kalıyordu. Otelin kahvesinde daha bir saat
önce tanıştığı Yamuk İhsan, Tophaneli diye tanınır ama, kimlik belgesi
olmadığından nereli olduğu belli değil, kendini bildi bileli Tophane
kaldırımlarında... Bir saatin içinde canciğer oluverdiler. Kafayı çekmek için
kahveden çıktılar. Rizeli Pestil Hüseyin'le karşılaştılar.
- Merhaba
ulan Yamuk...
- Merhaba
abi...
- Nereye böyle?
- Arkadaşla şöyle çıktık.
Öteki
hiç tanımadığı Pestil Hüseyin'e,
-Birez
eğlenek içek didik hani... dedi.
Hemen
kaynaştılar. Beraber yürüdüler.
Tophaneli
Yamuk İhsan'ın müdüriyetteki "Müteferrika" duvarlarında,
Sultanahmet, Paşakapısı, Toptaşı cezaevlerinin bütün koğuşlarının duvarlarında
imzasını taşıyan beyitleri, serbest yazılmış şiirleri, hatıraları vardı.
Bundan başka, İstanbul’un bütün umumi helalarının duvarlarını da,
alçakgönüllülüğünden imzasını atmadığı aşk üstüne yazılmış şiirleri, günlük
anıları, taşlama ve yergileri süslerdi.
Yüzüne
yayılmış basık burnundan ötürü kendisine "Pestil" denilen Rizeli
Hüseyin, vücudunda taşıdığı bıçak, şiş, falçata yaralarına yaraşır bir
kabadayılıkla adımları raconlu, bir omzu düşük, yampiri yampiri yürüyordu.
İstanbul’a
yeni gelen ötekini, şimdi tanıştıkları bu iki arkadaşın havası birden sarıvermişti.
Adımlarını, Pestil Hüseyin'in yampiri temposuna uydurmaya çalışıyordu. Yamuk
İhsan gibi sol omzunu az aşağı indirmişti...
Pestil
Hüseyin, camında "Sarı Gül, İçkili Lokanta" yazılı kapıyı, topa dış
vurur gibi bir tekme ile açtı. Arkasından Yamuk İhsan kapıyı omzuyla iterek
içeri girdi. Öteki de onlar gibi yaptı.
Yamuk,
masaya yumruğunu vurdu, bağırdı:
- Baksana
Koço... Ulan Koço!..
- Koço
oğlum, bizi yan geçme!.. Biz geldik mi, tak damlayacaksın... Bize bir yeni
rakı... Üst yanını sen bilirsin.
Şerefe
kalkan kadehler tokuşturuldu. İkinci şişede muhabbet koyulaştı. Konuşma
erkeklik üstüneydi, Bir ara Yamuk İhsan, Tahtakaleli Cemal'i nasıl vurduğunu
anlattı. Pestil Hüseyin,
-Bırak
ulan, dedi. Dört kişi bir olup, delikanlıyı uyurken kancıkçasına vurdunuz...
-Kim,
biz mi? Biz erkek...
Pestil
Hüseyin, İkinci Şube'de, dokuz aylık gebe bir kadın kadar şişkin bir dosyası
olan sabıkalılardan olduğu için, anlatmaya başladı.
Bir
tarihte iki arkadaş demirden bir Meryem Ana, bir de bakırdan çarmıhta İsa
"Aleyhisselam"ın heykeliyle, tunçtan da iki haç yaptırıp, altın
suyuna batırmışlar, sonra İzmir'de toprağa gömmüşler. Zengin bir köylüyü,
define bulduk diye kandırıp, demir, bakır parçalarını, Bizans'tan, Ceneviz'den
kalma antika diye yirmi bin papele yutturmuşlar. Sonra, Pestil Hüseyin bu
işten yakayı ele vermiş de, müdüriyette bir hafta, hiç paydossuz, hiç molasız
bir araba sopa yemiş. Hem ne sopa... Ama yine de arkadaşını ele vermemiş. İşte
erkeklik buna derim ben.
Tophaneli
Yamuk İhsan atıldı:
-Sen
Galatalı Recep'i demiyor musun? Aynasızlara kamış koyup onu ele veren senmişsin
be!..
-Kim!
Ben mi? Ulan ben, erkeklik için ölürüm be!.. Ölürüm... Erkeklik...
Öteki
altta kalmak istemedi.
Beş
candan arkadaş, bir karı satın almışlar. Dağa kaldırıp oynatmışlar. Üç gün üç
gece durmamasıya içmişler de yine sarhoş olmamışlar. Hatta karıyı, yüz kayme
kârla başka köy delikanlılarına satmışlardı.
- Yani,
diyordu, ben öyle üç şişeyle, beş şişeyle "sarhoş" olmam...
- Koço,
ulan!.. Masa yangın yerine döndü. Bir şişe daha getir.
Şimdi
Tophaneli Yamuk İhsan anlatıyordu. Göğsünü açtı,
- Görün
ulan! dedi... Erkeklik dediğin böyle olur, nişaneleri meydanda...
Göğsü,
bıçak, jilet, cam kırığı yaralarından çeteleye dönmüştü. Dövme ile, "Ah
ulan ah Sarı Melahat" yazılı kolunu sıvadı, boydan boya bıçak yarası. Her
yerinde birkaç yara. Ötekinin de sol böğründe bir yara vardı ama... Öyle bıçak,
kurşun yarası değil, manda süsmüş, böğrünü boynuzlamıştı.
Pestil
Hüseyin, Yamuk İhsan'a,
- Ulan,
kıçını aç da göster, dedi. Kürt Cumanın önünden dörtnala kaçarken, nasıl
şişlemişti mabadından...
-Kim?
Ben mi? Ben... Erkeklik... Ulan Koço... Bir şişe daha getir...
Hayır,
ötekinin anlatacağı hiçbir erkeklik hikâyesi yoktu. Yamuk İhsan,
- Bu
dünyada erkek kalmamış be!., diye bağırdı. Anam avradım olsun erkek yok...
Bu
söze alınan Rizeli,
- Erçeçlik
öldü mü ulan, diye bağırdı, Koço!.. Bir şişe daha getir.
Kadehi
susuz yuvarlayan ötekinin gözlerinde şimşek çaktı. Yamuk İhsan,
- Erkek
dediğin muhabbet yerinde belli olur, dedi.
O
zamana kadar hiç sesini çıkarmayan, yalnız üstün bir hayranlıkla anlatılanları
dinleyen öteki, erkeklik üstüne bir laf söylemiş olmak için,
- Di
heydi içek, irçek kimse görek, bahak!.. dedi.
Pestil
Hüseyin,
- Arkadaş,
yani sen ne demek istiyorsun? dedi.
Elinin
tersiyle bıyıklarına bulaşmış rakıları silen öteki,
- Heç!..
dedi.
- Nasıl
hiç?
Yamuk
da,
- Sen
şimdi gıcık kodun, dedi. Ne demeğe getiriyorsun? Aramızda karı mı var?
- Yooo...
Demem o deme değel...
Allah
Allah... Ne oluyordu şimdi bu adamlara? Onlar boyuna anlatmışlar, o gık demeden
dinlemişti. Kendisi bir laf söyleyince...
Öteki,
- Nirde
garı varsa... diye bir sunturlu savurdu...
- Söyle
arkadaş, erkeksen söyle, ne demek istiyorsun sen?
Yamuk
İhsan, onun yakasına yapışmıştı.
- Heç...
Vallaha heç... Lafın gelişi didik işte...
- Ulan,
lafını tart da söyle... Kantarın topuzunu kaçırma...
Pestil
Hüseyin sordu:
-
Sen erkek misin len?
- İrçeğim!..
- Kak
len!..
-
Yörü dışarı...
-
İrkekliğini göstert!..
Yamuk
İhsan'la Pestil Hüseyin,
- Erkeksen,
çık dışarı, sokakta bekliyoruz, diye meyhaneden fırladılar. Arkalarından çıksa
bitürlü, çıkmasa bitürlü. Koço hesap pusulasını uzattı, başına dikildi:
-Elliiki
lira...
Buraya
iş aramaya geldiğini, on parası olmadığını, arkadaşlarının zorla meyhaneye
soktuklarını anlatmaya çalıştı. Ama kurtuluş yoktu. Meyhanenin üç dört garsonu,
komisi birden yakasına yapışınca,
-Peki,
peki, virek... dedi. Hele sen bir şişe daha getir.
İstanbul’a
iş bulup çalışmaya gelmişti. Cebinde bikaç kuruş bozuk parayla, bir de
ceketinin kol astarı içine dikili, canından "kıymatlı" ölümlük,
dirimlik bir yüz lirası vardı. Parayı vermeden çıkmak için aklına bir kurnazlık
geldi. O da, arkadaşları gibi yapacaktı. Yandaki masada içen adama,
- Yani
sen kendini irçekten mi sayıyosun? dedi.
Adam
cevap vermedi.
- Şuna
bak, şuna hele!.. Ulan sen irçek misin be!..
Yine
cevap yok. Öbür masadakine döndü:
-
Sende irçeklik var mı?
Herif
sağır mı ne?
-Sen
irçek değel misin?
Arkasındaki
masada oturan birine bağırdı:
- İrçeksen
çık dışarı!
Ses
yok... Öndekine seslendi:
- İrçeklik
öldü mü be!..
Hiçbiri
aldırış etmiyordu. Sallanarak ayağa kalktı:
- Topunuz
garısınız. Şu goca meyhanede ortaya çıkacak bir irçek yok mu be!..
Meyhaneci,
-Gördün
ya, dedi. Koca meyhanede senden başka erkek yok. Paraları ver de erkekliğini
göster.
Kollarına
yapışıp tezgâhın arkasına çektiler. Yine parayı vermeyecekti ama, burnunun
üstüne iki yumruk yiyip yere çökünce, ceketinin astarını söktü. Parayı
verirken,
-Gene
irçeklik bende kalsın! dedi.
(İstanbul’un Halleri, 2005)
AZİZ NESİN'İN BABASI
ABDÜLAZİZ EFENDİ'YE YAZDIĞI ŞİİR…
Dünyaların en iyi babası benim babamdır.
Düşmandır düşüncelerimiz,
Dosttur ellerimiz.
Dünyada tek elini öptüğüm,
Babamdır.
Kırkını geçtin, adam olmadın der,
Başım önümde dinlerim,
Önünde tek baş eğdiğim babamdır.
Sabahlara dek Kur’an okur
Anamın ruhuna,
İnanır ona kavuşacağına.
Bana gâvur der
Diş bilemeden
Dünyada tek bağışladığı ben,
Tek bağışladığım odur.
Başım derde girdikçe bakar çocuklarıma,
Bi türlü ölemiyorum der senin yüzünden,
Çocuklar ortada kalacak,
Ölemez kahrımdan benim,
Yaşamak zorunda benim yüzümden.
Gözlerindeki ateş bakışlarında söner,
Tuttuğun altın olsun der.
Çocukluğumu tek anlayan odur,
Dünyaların en iyi babası benim babamdır…
Aziz Nesin
(…)
Yetmiş beşinci yaşını kutlamak üzere Ankara'da kendisi için yapılan bir
toplantıda şöyle diyordu Aziz Nesin: “Beni yetiştiren bu ülkeye borcumu ödeyebilmem
için beş yüz yıl daha yaşamam gerek.” Aynı konuşmasında emperyalizm tehlikesine
de dikkat çekerek; “Şu anda beni buraya getirip konuşturanın emperyalizm
olmadığından doğrusu pek emin değilim.” Çağdaş sömürgecilik anlamına gelen
emperyalizme bu biçimde dikkat çekmesi onun yurtseverliğinin göstergesidir.
1950’li
yıllarda okuduğum bir öyküsünde, yedek parça bulunamayışı nedeniyle, öküz
koşularak traktörle tarla sürülüşünü anlatıyordu. Çocuk aklımla komik bulduğum
bu olaya kahkahalarla gülüyordum. Sonraları anladım ki, böyle bir şeyi biz
gülelim diye uydurmuş değildi. Dışa bağımlı sanayileşmenin, daha doğrusu
sanayileşememenin gülünçlüğüydü sergilemek istediği. Gülünçlüğü bile değil,
dışa bağımlılığın günün birinde ülkeyi kıskıvrak yakalayarak, sömürgeleştirme
tehlikesine dikkat çekiyordu. Ama bunlar iktidarlarca hoş karşılanmıyor, hemen
komünistlikle suçlanarak mahkemelerde süründürülüyor, hapislerde çürütülüyordu.
Tüm bu çirkin çabalamalara karşın, Aziz Nesin gözden düşürülememiş; tersine,
gerek Türkiye, gerek dünya halklarının sevgilisi olmuştu. Nedense, yüzde
altmışının aptal olduğunu söylediği Türk halkı onu bağrına bastı.
1987
yılında, Mirbet Şiir Festivali için çağrılı olarak gittiğim Irak'ta, Türkiyeli
olduğumu öğrenen İtalyalı’dan Polanyalı’ya, Afganistanlı’dan Hindistanlı’ya
edebiyatçı dostlar Aziz Nesin’i sordular bana. Sağlığının yerinde olduğunu
öğrenince sevindiler. Bütün uluslardan, bütün dinlerden insanların sevgisini,
saygısını kazanmak ne büyük mutluluktur. Yalnız Aziz Nesin için değil, onu
yetiştiren Türkiye için de böyledir. Bu saygınlığa ulaşmanın ülkemiz için ne
demek olduğunu algılıyoruzdur umarım... Ve umarım ki, Aziz Nesin’in
kazandırdığı bu saygın yere köşe dönme beklentisi içinde değil de, elinin
altıncı parmağı saydığı kaleminin çalışkanlığı ile ulaşıldığını genç
insanlarımız kavrıyordur.
Tüketim
toplumu, dışa bağımlılık konularına değinmişken, hep söylenegelen Aziz
Nesin'in “cimri”liğine de değinmek istiyorum. Aslında bu söylentiyi kimi
insanlarla birlikte, oğlu Sayın Ali Nesin de dile getirdi. Çılgınca bir tüketme
ortamına sürüklenilen günümüzde, bunun da önemli olduğunu sanıyorum. Evet,
aynı giysiyi belki on yıldan fazla üzerinde görmüş biri olarak, ben de bu
söylentiye inanmışımdır. Ne ki, insanın cimriliğinin ya da eli açıklığının
kimseye zararı yoksa üzerinde durulmayabilinir, düşüncesiyle onu bu yanıyla hiç
değerlendirmedim... Pilav tabağında kalan dört pirinç tanesi yüzünden adam
dövebileceği söylentisine de gülüp geçmişimdir. Ama onun, birkaç pirinç
tanesini tabakta bırakmanın emeğe saygısızlık olduğu değerlendirmesini
duyduktan sonra, yaşamının otuz yılında emeği savunmak için savaşım verdiğini
sanan biri olarak, kendimden utanmasam da bilinçsizliğime hayıflandım... Aziz
Nesin, yalnız yazdıklarıyla değil, yaşamı ile de yaşamın içinde kalan örnek bir
insandı. Hem olduğu gibi görünen, hem göründüğü gibi olan bir örnek insan.
Aziz
Nesin'in ölümünden önce çıkan son kitabı “Çuvala Doldurulmuş Kediler”in
önsözü, onun kendi yaşamından kesitler içeren bir yaşam dersi, bir yaşam
felsefesi örneğidir. Çocukluğu ve ilk gençlik yılları yoksulluklar içinde
geçmiş, bir yazarın, bu yoksulluk olgusunu sosyalist dünya görüşü ile
birleştirdiğimizde, Aziz Nesin gibi bir yazarın, bir aydının, bir uygarlık ve
çağdaşlık savaşımcısının nasıl ortaya çıktığı kolaylıkla anlaşılabilir,
anlaşılmalıdır da. Yoksa hiç yararlanmadan onu yitirmiş oluruz. Aziz Nesin’in
en çok üzüleceği olay da bu olur. Çünkü o cimri değil, tersine, tüm
varsıllığını insanlık için sebil etmiş bir yazar, bir
düşün adamıydı, İnsanları mutlu kılmak için onun kadar çalışan kaç kişi gelip
geçti ki bu dünyadan? (...)
Aziz Nesin Günleri: 29-30
Haziran 1996 (1996)
CİNUÇEN
Tanrıkorur’a sağcı
denilebilir mi?
Bilemedim.
Bilemediğim
onu siyasal kimliğiyle tanıtmanın haksızlık olup olmayacağı.
Cinuçen
Tanrıkorur’un
siyasal kimliğinden çok sanatçı kişiliği hep ön planda oldu. Bestekârdı ve
tabii Türkiye’nin en önemli udilerinden biriydi.
Tanrıkorur 1938 senesinde İstanbul Fatih’te dünyaya
geldi.
Babası Zaferşan Tanrıkorur oğluna, kendi isminin Türkçedeki
tam karşılığı olarak “Cinuçen” ismini koydu.
Cinuçen
Tanrıkorur daha çocuk yaşlarında
ilk müzik derslerini annesi Adalet
Hanım’dan aldı.
Gümrük
müdürlüğünde ayakkabıcılığa kadar birçok işe girip çıkan Zaferşan Beyoğlunun,
Kendisi
on dört yaşında Beyoğlu’nda dans hocalığı yapmıştı. O dönemin moda dansları
çarliston, fokstrot, tango, vals hepsini öğrenmiş, öğretmişti. Ancak babası her
kadar oğluna Batı müziği aşılamaya çalışsa da Cinuçen
Tanrıkorurklasik Türk müziğinden vazgeçmedi.
Neyse
yazmak istediğim Cinuçen Tanrıkorur’un
sanat hayatı değil. Aziz
Nesin’i dünyaya tanıtan bir ödülle ilgisinin olmasıydı.
Yıl
1955.
İtalya’nın
Genova yakınlarındaki Bordighera kasabasında Uluslararası Altın Palmiye
Karikatür ve Mizah Yarışması yapılacak.
Aziz
Nesin yarışmaya “Fil Hamdi” adlı öyküsüyle katılmak istiyordu.
İstiyordu
ama bir engel vardı. Eserler İtalyancaya çevrilip gönderilmek zorundaydı.
Aziz
Nesin Türkçe-İtalyanca bilen
birini aradı.
Aklına
Kuleli Askeri Okulu’dan arkadaşı Zaferşan
Tanrıkorur’un oğlu geldi.
İtalyan
Lisesi 12’nci sınıf öğrencisi Cinuçen
Tanrıkorur, çeviriyi yapmamak
için epey direndi. Çünkü korkuyordu. Okuldan öğrendiği İtalyanca ile bir
edebiyat eserinin çevrilemeyeceğini söyledi.
Aziz
Nesin, “İstediğin kadar kötü çevirebilirsin, hiç
merak etme benim eserim birinci olacak” diye moral verdi.
Cinuçen
Tanrıkorur çeviriyi yaptı.
Ve “Fil Hamdi” dünya birincisi oldu.
Aziz
Nesin’e
hikâyeyi kimin çevirdiğini sorduklarında hep “Bir
Türk genci”yanıtını verdi.
Bu “Türk gencinin” kim olduğunu ben yıllar sonra, Cinuçen Tanrıkorur’un
hatıralarını kaleme aldığı “Saz
Ü Söz Arasında” adlı kitaptan
öğrendim.
Peki Aziz Nesin neden “Türk gencinin” adını açıklamamıştı?
Aziz
Nesin o yıllarda (ve
hayatının tabii sonuna kadar) devlet tarafından fişlendiğinden, genç Cinuçen Tanrıkorur’un başına
bir şey gelmemesi içinCinuçen Tanrıkorur’un adını saklamıştı.
Yine
hatıratta yazdığına göre, Aziz
Nesin de tıpkı Zaferşan Tanrıkorur gibiCinuçen’i müzik
konusunda etkilemek istemişti.
“Aziz
Ağabey ile birkaç yıl sonra Cağaloğlu’nda çalıştığı yayınevinde karşılaştık.
Merhaba der demez başladı bana müzik konferansı vermeye (babam tarafından
doldurulmuş olduğu belliydi). Alaturka müzik, Arap-Acem-Bizans karması bir
saray artığıymış. Müzikle uğraşacaksam piyano filan çalmalıymışım; ancak böyle
dünyaya açılabilirmişim. Ud çalarak Türkiye’nin dışına çıkamazmışım. Eğer bir
daha karşılaştığımızda da beni yine alaturkayla meşgul görürse, sadece merhaba
der, çayımı söyler, benimle konuşmaz, işine devam edermiş.
Ayrıldık
ve bir daha hiç görüşmedik.”
Aslında
bu hatırada çıkarılacak ne çok dersler var değil mi?
Aziz
Nesin gibi büyük bir yazarın
bu tavrını nasıl yorumlamak gerekiyor?
Batı’nın
kültürünü “ilerici” bulup kendi tarihsel mirasını “gerici” görüp sırt çevirmenin sebebi salt kaba
pozitivizm mi?
Solcular
için klasik Türk müziği neden “gericiliğin” sembolü sayıldı? “Eskiyi”devam ettirdiğinden mi?
Osmanlı “ilericiliğinin” sembolü Mehter Takımı’na bile tavır
alınması tarihimizi bilmemekten mi kaynaklanıyor? Ya da geriye dönüş
korkusundan mı?
Soru çok.
Tüm
bunları serinkanlılıkla tartışmalıyız.
Ama tüm
bunları konuşurken ortak bir paydamızın olması şart:
Aziz
Nesin de bizimdir, Cinuçen Tanrıkorur da...
KAYNAK: Soner Yalçın / Kürt Açılımı’nın Leyla Zana’nın Evliliğiyle Ne İlgisi Var? (hurriyet.com.tr, 18 Ekim 2009).