Mizah
yazarı,
eğitimci. 1 Ocak 1960, Diyarbakır merkez doğumlu. İlkokulu Diyarbakır Bağlar
Fatih İlkokulu ile Bağlar Nükhet ve Coşkun Akyol ilkokullarında (1972)’nda,
ortaokulu Diyarbakır Merkez Ortaokulu (1975)’da, liseyi Diyarbakır Ticaret
Lisesi (1978)’de okudu. 12 Eylül (1980) askeri darbesinin ardından tutuklanıp
27 ay Diyarbakır Cezaevinde ağır işkencelerden geçirildi. Tahliye olduktan
sonra, yarım kalan üniversite eğitimimi Eskişehir Anadolu Üniversitesi İşletme
Fakültesinde tamamladı. Öğretmenlik pedagojik formasyon eğitimimi yüksek lisans
düzeyinde Dicle Üniversitesi Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümünde
tamamladı.
Aziz
Gülmüş’ün ilk mizahi öykü denemesi “Demokrat
Eşek” başlıklı ürünü 1998 yılında aylık “Kaldıraç” dergisinde
yayımlandı. Bunun ardından, çeşitli mizah dergilerinde “İkramiye Var”, “Darbeci
İbo”, “Zıbıl” başlıklı yine mizahi
makaleleri ve çeşitli internet sitelerinde mizah öyküleri yayımlandı.
Yazılarının
yayımlandığı “Nasname Internet Sitesi”, bu sitede yayımlanan makalelerini “Küçedeki
Sesler” (2008) adıyla yayımladı.
2010-11 yıllarında popüler kültür dergisi “Esmer” adlı dergide
mizah öyküleri yayımlamayı sürdürdü. 12 Eylül Diyarbakır Cezaevi anılarından
oluşan ve kendisinin “trajikomik türündeki makaleler” dediği “Cehennem
Kahkahaları” adlı yazılarını Güneydoğu Olay gazetesinde yayımladı
2011’de aynı adla kitaplaştırdı.
İstanbul’da
oturan, evli ve altı çocuk babası olan Gülmüş, çeşitli eğitim kuruluşlarında
eğitimci olarak çalıştı, halen işini sürdürüyor. Birgül hanımla evli olup;
Deniz, Derya, Yılmaz Ulaş, Yusuf, Mizgin, Dicle adlarında altı çocuk
babasıdır.
ESERLERİ (Mizah):
Küçedeki
Sesler (2008), 12
Eylül Diyarbakır
Cezaevi Anıları / Cehennem Kahkahaları
(2011, 2. Baskı 2018), Yaşanmış Qırıx
Hikâyeleri Allahwekil Diyarbekir (2014), Madrabaz Şeyh (2017),
KAYNAKÇA:
Aziz Gülmüş (Bilgi teyidi, 2019), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye
Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (12. Cilt, 2019).
Diyarbekir’in bir köyünde oturan
akrabam taaa İstanbullara beni ziyarete gelmişti. Birkaç gün bizde kaldı ve
hasret giderdik. Ona : “İstanbul’a
alışamadığımı, hep sıkıldığımı, köyde dam üstünde yatarken sabah eşek anırması
ve horoz sesiyle uyanmak istediğime ilişkin özlemimi sıraladım. Akrabam Diyarbekir’e gider gitmez ilk işi
İstanbul’a gelen bir yakınımıza çok güzel öten bir horoz vererek bana vermesini ister. Aslında
bu akrabam belki bir eşek de göndermek istemiştir ama çok fazla yer tuttuğundan
ve göndermede problem yaşanacağından şimdilik horozla idare etmemi, ileride kısmet olursa bir eşek de yollayacağı
haberini de gönderir. Horoz sağ salim bana teslim edildiğinde çok sevinmiş ve
memleketin kokusunu duyar gibi olmuştum.
Müstakil evimin bahçesinde horoza
bir kümes yaptım. Çocuklarım benden daha fazla ilgili memleket horozuna. Êêê…
ne de olsa ulusal kültürümün bir ürünü. Evdeki herkes el üstünde tutuyor, kimi
yemi ile, kimi suyu ile, kimisi kümesi ile ilgili görevleri kendi aralarında
halletmişler.
Artık memleket hasretini daha az
duyar oluyorum. Ahhh bir de eşek olsaydı ne güzel olurdu… Sabahları o müthiş
ötüşü ile yataktan çocuklar gibi neşe ile fırlıyor ve balkondan aşağı bahçeye
bakıp dakikalarca horozumu seyrediyorum. Hele o “Ki kır kiiiii !!!!” diye ötmesi beni acayip mutlu ediyor.
Karadenizli komşum Bayram amca
horozun sabah ötüşlerinden rahatsız olmuş olacak ki, birgün bana geldi ve bu
rahatsızlığını anlattı. “Ha uşağum ben
senun bu horozindan şikayetçiyum, sabahlaru uyuyamayrum bir de senun ha bu
horozin değişik öteyur, bizim buraların horozi gibi değul” dediğinde ben
gülmeye ve anlatmaya başladım : “Bayram amca bak benim Türkçem ile senin
Türkçen bir mi ? Yok… farklı konuşuyoruz. Horozlarımızın da farklı ötmesi
normaldir. Bizimki Kürdce ötüyor” dediğimde horoz da o an ötmeye başladı “Ki kır kiiiiii !!!!” Bayram amca dönüp bana : “Ne dedi ?” diye sordu. Ben de : “Kim kime koyduuuuu ?!!!!” diyor
dediğimde, Bayram amcanın suratı bir karış hiçbir şey demeden kalkıp gitti.
Bir sabah kapı zilimiz ara
vermeden çalmaya başladı. “Kim bu
münasebetsiz ?” demeye kalmadan çocuklar balkondan kapı önünde bekleyen
polis arabasını görmüşler ve “Baba
Polisler geldi !” dediler. Balkona çıktığımda polisler :“Aziz bey aşağıya iner misiniz? hakkınızda şikayet var” Üzerimi bile
değiştirmeden aşağıya indim. Polisler: “Aziz
bey horoz besliyormuşsunuz ve komşular bu durumdan şikayetçiler” dediğinde,
şikayetçiyi hemen anlamıştım Laz Bayram amca… “Tabi gidelim” dedim. Polis arabasına bindim. Evrensel hukuk
ilkelerine son derece bağlı olan ve kanıttan suçluya gitmeyi alışkanlık haline
getiren polis, bizim sanık horoz’u da alıp karakola beraberimizde getirdi.
Yapılan şikayette benim horozun
kürdce öttüğünü de bildirmişler. Komiser ifademi alırken “horozun kürdce öttüğü doğru mu?”dedi. “Evet” dedim. Komiser şaşırmıştı. “Peki öterken ne diyor ? anlıyor musun?” dedi. “Evet… anlıyorum “Ki Kır Kiiii ?” diyor bunun : “Kim kime koydu” anlamına geldiğini
söyledim. Komiser “Türkçe öğretsene
” dediğinde, “Uzun bir zaman alır” dedim. “Çünkü
horozlar dik başlıdır, bu nedenle kendilerine kürdce “Dik” adı verilmiştir.
Kolay kolay alışkanlıklarından vazgeçmezler, şimdi bu horozu darağacına da
götürürseniz yine bildiğini okur, mahkemeye çıkarsanız savunma yapar, hem
gırtlak yapıları da kürdce’ye uygun şekillenmiştir. Türkçe öğretilmeye
zorlanırlarsa hiç anlaşılmayan sesler çıkarırlar, bu sesler onları bunalıma
sokar, bu durum hayvan haklarının ihlali anlamına gelir ki, bu dava uluslar
arası bir boyut kazanır. O zaman da milletçe zor durumda kalırız” dedim.
Komiser uzun uzun düşündü ve “al horozunu git kardeşim ! neme lazım bu
davalar başıma iş açabilir” dönüp şikayetçi Laz Bayram’a da : “Karakolu böyle eften püften davalarla
meşgul etme bir daha şikayet edersen horoz yerine seni deliğe tıkarım ona göre”
dedi.
Ben horozumu alıp karakol’un
kapısından çıktım ve karşı kaldırımda araba beklerken Laz Bayram amca da suratı
yine bir karış karakoldan çıktı ve bana ters bir bakış fırlattı. Kucağımda
tuttuğum horoz gıcık verircesine Laz Bayram’a doğru başını kaldırarak olanca
gücü ile “Ki Kır Kiiiii ??!!!!!”
diye öttüğünde Laz Bayram öfkeden kudurmuştu adeta….
Mehdi Zana ile Hücreden Bir Anı
SOSYAL EMPERYALİST BİT'LER
AZİZ GÜLMÜŞ
Sorguda gözleri bağlı bir halde beton zemin üzerine oturmuş bekliyorduk. Açlık, susuzluk, uykusuzluk ve işkence yaralarının sızıları ile yarı baygın bir haldeydik. Birden işkenceci polislerde bir hareketlilik ve koşuşturmaca başladı. İşkenceci polislerden biri alaycı bir şekilde bize hitaben :
-Ayağa kalkın oğlum ! az sonra Cumhurbaşkanınız Mehdi Zana gelecek, onu ayakta karşılayacaksınız ! Biz de şimdi onu havaalanında karşılamaya gidiyoruz! diyerek gitti. Koşuşturma ve sevinçlerinin nedenini anlamıştık. Çok geçmeden Mehdi Zana'yı getirdiler. Sorgucuların pis kahkahaları eşliğinde korkunç bir işkenceye tabi tuttular. Mehdi'nin polislere ettiği küfürleri de net bir şekilde duyuyorduk. Onun işkencedeki yiğitçe tavırları ve sorgucu polislerle dalga geçmesi bize büyük bir moral kaynağı olmuştu. Yine gözleri bağlı bir şekilde yanımda beton zemin üzerinde oturuyorduk. Yanılmıyorsam geceydi.. sorgucu polisler evlerine gitmişti. Başımızda nöbet tutan askerlerden biri Kürdçe "Ay dıl" türküsünü mırıldanarak volta atıyordu. Mehdi müdahale etti, "O okuduğun kürdce türkü bize aittir, senin ağzına yakışmıyor!" dediğinde gülmüştük.
Bir ara uzunca bir süre Mehdi'nin sesini duymaz olduk. Meğer gördüğü ağır işkencelerden ve belindeki rahatsızlıktan konuşacak takat kalmamış ve yanımızda beton zemin üzerinde yatıyormuş, ama biz orada değil diye biliyorduk. Polislerden biri orada bulunanlardan tek tek, "Mehdi Zana'yı seviyor musunuz ?" veya "Nasıl biri?" diye sormaya başladılar. Bir gence sordular ve genç, "Onu sevmiyorum, çünkü abim askerde iken yengeme asker aile maaşı ve yardım için müracaat etmiştik vermemişti" dedi. Bir kaç kişiye de sordular onlar da değişik nedenlerle ve sorgucu polislerin hışmından korunmak için "Sevmiyoruz!" demişlerdi.
Sıra bana gelmişti, "Onu çok seviyorum!" dedim. Sorgucu polisler nedenini sordu, "Burada onun sayesinde gülüyoruz, o olmasaydı burada zaman geçmezdi" dedim. Kaba dayaktan geçirildim, olsun.. Mehdi sevgisi için dayak umurumda olmamıştı..
Mahkemeye çıktıktan sonra tutuklanmıştık. Aynı gün Mehdi ve yanındaki üç arkadaşı da tutuklanmış ve bizimle beraber 1 no'lu diye tabir edilen askeri garnizon içindeki cezaevi hücresine konulmuştuk. Yanyana altı karanlık hücrenin birine dört kişi konulmuştuk. Altlı üstlü bir ranzada dört kişi yatıyorduk. Döşek bit kaynıyordu. Her taraf pislik içinde.. kokudan durmak bile mümkün değildi. Bitler gözümüzün önünde konvoy halinde özgürce dolaşıyorlardı. Bazen bitleri elimizle döşeğin üzerinden kovduktan sonra uyumaya çalışıyorduk ama nafile... bütün vücudumuz moğol askerleri gibi talan ediliyordu bitler tarafından.. ellerimizle vücudumuzu parçalıyorduk adeta.
Hacı adındaki aynı davadan yargılandığımız genç bir arkadaşımız, Mehdi ile ideolojik tartışmaya girmek için sürekli fırsat kolluyordu. Amacı, ileride dışarıya çıktığında, "Ben Mehdi Zana ile tartışmış adamım!" demek ve hava atmak için olduğunu biliyordum. Her seferinde kendisine kızıyordum, "Burası yeri değil, hem Mehdi abinin işkencedeki tavrını da biliyorsun, arslanlar gibi direndi. Saygı göster diyordum." Ancak, o bu telkinlerimizi hep kulak ardı ediyordu.
Yine birgün bitlerle mücadele ederken arkadaşımız Hacı, Mehdi Zana'ya: "Mehdi başkan Sovyetler Birliği Sosyalist mi? Yoksa Sosyal Emperyalist mi? bu konuda seninle tartışmak istiyorum" dedi. Mehdi gülümsedi ve ses çıkarmadı. Hacı sorusunu tekrar sorunca Mehdi kızdı ve Kürdce:
"Lolo lawo Heci ez dı diya Sovyetler Birliği nım ! Sıpiya çavê me derxıst oxlım, bıla tû sosyalist bı û ev Sıpi ji Sosyal Emperyalist.. de were me xellas ke !" (Oğlum Hacı Sosvyetler Birliğinin anasını ....im, sen sosyalist ol, bu bitler de Sosyal Emperyalist olsun, gel kurtar bizi) dediğinde o şartlarda bile gülmekten yerlere yatmıştık. Heci de Mehdi abi'ye sataşmaktan vazgeçmişti.
TRAVMA
Aziz GÜLMÜŞ
Bu
sabah uyandığımda her yanım işgal altındaydı. Nefesim kesilmişti. Vücudumun her
yeri müthiş sızlıyordu. Yataktan doğrulamıyordum.
Nedeni
ise televizyonda okunan "Çırpınırdı Karadeniz" şarkısıydı. Otuz dokuz
yıl öncesine yolculuk yapmıştım. Diyarbakır zindanında bu marş eşliğinde
işkence görmüştüm. Bir tutsak yanımda öldürülmüştü. Aylarca kendime
gelememiştim. O tutsağın ölmeden önceki benden yardım isteyen son bakışını,
ağzından ve kulaklarından akan kan boğazımı sıkmış
ve beni soluksuz bırakmıştı. Hep düşünüyorum, o son bakışta neler hissediyordu,
ne anlatmak istiyordu? Her anımsadığımda kâbus yaşıyorum.
Yataktan zor bir şekilde doğruldum ve bağırarak :
- Kapatın şu televizyonuuuuu !!
diyebildim.
Filistin askısında elektriğe verilmiş gibi titriyordu tüm
vücudum. Karşımda ölen o tutsağın yardım isteyen bakışlarını görüyordum.
Bu durumumu gören eşim yanıma gelerek, "Seni
hastaneye götürelim çok kötüsün " dedi. Transa girmiş gibiydim ağlıyordum.
Bir müddet sonra titremeler ve terlemeler biraz olsun geçmiş ve yavaş yavaş
kendime gelmiştim. Kalkıp bir duş aldım ve kahvaltıya oturdum. Ama nafile hiç birşey
yiyemeden dışarı zor attım kendimi..
Eşim çocuklara durumumu anlatmış, çocuklar, "Baba
hastaymışsın gel bir doktora gidelim" dedilerse de kabul etmedim. Sonra
çocuklara, "Karadeniz çırpındıkça ben kötü oluyorum, söyleyin
çırpınmasın" demişim..
Şimdi ev halkı benim biraz kafayı sıyırdığımı sanıyor.
Öyle sansınlar yeter ki, artık çırpınmasın Karadeniz..