Faruk Duman

Öykü Yazarı, Yazar

Doğum
06 Mart, 1974
Eğitim
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Kütüphanecilik Bölümü
Burç
Diğer İsimler
Faruk Nafiz Duman

Öykücü. 6 Mart 1974, Ardahan doğumlu. Tam adı Faruk Nafiz Duman. İlk ve ortaöğrenimini Ankara’da tamamladı (1991). Ankara Üniversitesi DTCF Kütüphanecilik Bölümü (1998) mezunu. Öğrenci dergisi Edebiyat Postası’nı (11 sayı, 1995-98) yönetti. Bir süre Bilkent Üniversitesi Kütüphanesinde çalıştıktan sonra İstanbul’a yerleşti ve yayınevlerinde editörlük yaptı.

Öykülerini, 1991’den itibaren Yazıt, Damar, Papirüs ve Adam Öykü dergilerinde yayımladı. Mızıkçı Mızıka ile 1996 Çankaya Belediyesi ile Damar edebiyat dergisinin birlikte düzenledikleri Çocuk Öyküsü Ödülünde ikincilik, Seslerde Başka Sesler ile 1998 Orhan Kemal Öykü Ödülünü, Av Dönüşleri ile 2000 Sait Faik Hikâye Armağanını, Keder Atlısı adlı kitabıyla 2004 Haldun Taner Öykü Ödülünü aldı. Edebiyatçılar Derneği üyesidir.

“Faruk Duman’ın öyküleri dupduru bir insancıllığın izlerini sürüyor. Yöntem ve yenilik yönündeki çabaları bunu gölgelemiyor. Derin bir acının, yapıtta neredeyse kavramsallaşmış olan yitirilen çocuk imgesinin çevresinde, alttan alta kendini sürekli duyumsatan bir çocuk bilinciyle örüyor duyarlığını.” (Günay Güner)

ESERLERİ (Öykü):

Seslerde Başka Sesler (1997), Av Dönüşleri (1999), Nar Kitabı (2001), On Üç Büyülü Öykü-13 Yazar, 13 Öykü (ortak kitap, 2002), Pîrî (2004), Keder Atlısı (2004).

KAYNAK: Günay Güner / Çağrışımlar (Cumhuriyet Kitap, 9.7.1998), Turhan Günay / Bir Hikâyeci (Cumhuriyet Kitap, 7.10.1999), TBE Ansiklopedisi (2001), On Üç Büyülü Öykü-13 Yazar, 13 Öykü (2002). 

BEN DE SENİNLE GELECEĞİM

Yaşlı kadın öldü.

Öldüğü güne dek, penceresinin önünde oturmuş, kocasını, başı dumanlı bir gemi­yi bekler gibi beklemişti. Sessizce. Boşluğun içinde uzayıp giden umutsuz bir bekleyiş olmuştu bu.

Kocası çok aksi bir adamdı; asık bir suratı, bu­lutlu gözleri vardı. Solgun. Çevresindeki herkeste bir korku, bir umutsuzluk hissi uyandırırdı bu yüzden. Oysa zavallı, korkulacak nesi vardı ki! Çalışmış çabalamış, yaşamının sonuna doğru, yok­sul bir çiftlik evi satın almış, ancak ondan sonra belli belirsiz mırıldanmıştı: Mutluyum.

Karısı içinse, bu sözcük, yaşamın anlaşılmazlığının bir belirtisi sayılabilirdi ancak. Öyle ya, nasıl mutlu olabilirlerdi? Açlık, yoksulluk, insanlardan köşe bucak kaçan bir koca; yıllarca çalışıp ancak, uzakta bir ev satın alabilen. Asık yüzlü, solgun. Yaşamını belirsiz hareketlerle geçirmiş, sakin, pısı­rık.

Ama bu, yine de, yaşlı kadını o kadar sarsmamıstı.

Onun asıl anlayamadığı, kocasının, bir bahar sabahı, tıpkı bir kurbağa gibi zıplaya zıplaya uzak­laşıp gözden yitmesi oldu.

Aslında, çiftlik evine yerleştikten sonra, gün­lerce, sazlıktan gelen kurbağa seslerini dinlemiş, zamanla bu sesleri sevmiş, benimsemişlerdi. Ama kadın, hiçbir zaman, bu kurbağalardan birinin bir gün gelip kocasının içine girivereceğini düşünme­mişti; hem bundan nasıl olmuş da haberleri olmamıştı? Öyle ya, kadının öyle duyarlı kulakları var­dı ki, “Evimizin içinde dolaşan cinleri duyuyorum,” derdi kocasına.

Oysa adam karısının sözlerini duymak bile is­tememiş, sabah kahvaltısını hâzırlarken, hayatında ilk kez şarkı söylemişti: Kaptan bana da haber ver / Demir alırken / Ben de seninle geleceğim / Bu sabah erken...                     ;

Kadın, kocasının çıldırdığını düşünmüştü ön­ce; bunun bir bunama başlangıcı olduğu bile düşü­nülebilirdi. Ama kulağına kocasının neşeli şarkıla­rı çarpınca, yaşlı kadının kafası iyice karışmıştı. Yine de, o sabahki korkusunu, öldüğü güne dek hiç unutmadı. Hele ürkek adımlarla mutfağa girdi­ğinde, kocasının ona söylediği ilk söz! Nasıl unu­tabilirdi? Yaşlı adam, tam altmış bir yıl, üç ay, on iki günlük gözlerini ona çevirmiş, yumuşak, “Gelsene sevgilim,” demişti. Bu, yaşlı çiftin dünyasını sarsan bir devrim olabilirdi olsa olsa. Ama adam kahvaltıdan sonra ona şöyle bir bakmış ve, “O kadar sevinçliyim ki,” demişti, “evimizi bir kaplum­bağa gibi sırtlayıp diyar diyar gezebilirim.”

Kadıncağız, bu devrimin yalnızca birkaç saat sürmesini kendine hiçbir zaman yediremedi.

Kahvaltıdan sonra, “Bu gece içime bir kurbağa girmiş,” demişti adam, “nasıl olduğunu bilmiyorum, doğrusu pek önemli bir sorun da değil bu.” Ondaki bu büyük değişikliği yalnızca bir kurbağa­nın yapmış olamayacağına inanan kadın, “Zaval­lı,” demişti içinden, “iyice çıldırdı, bugün yarın ölecek.” Sonra da, onu gitme kararından vazgeçir­meye çalışmanın bir anlamı olmadığına karar vere­rek susmuştu.

.. Sonraları, bu susma kararına lanetler yağdıra­cak, kocasıyla aynı yatakta ölmediği için dayanılmaz acılar çekecekti kadın. “Ne kadar sevinçliydi ama,” diyordu, “ona engel olsaydım, belki de hak­sızlık yapmış olurdum.”

Rahatlıyordu böylece.

Sonra yalnızlığı geliyordu aklına, apansız. Yal­nızlığı, rüzgârın bir kuyuda vınlaması gibi uzayıp gidiyordu öyle. Koca delikanlı, kapıyı nasıl açmış, güneşe karşı nasıl gerinmişti. Sonra çıkınını nasıl sırtlamış, kıvrıla büküle yiten patikada bir kurba­ğa gibi zıplaya zıplaya nasıl yol almıştı!

Yaşlı kadın öldü.

Öleceği günü biliyordu; penceresinin önünde oturmuş, kocasını, başı dumanlı bir gemiyi bekler gibi beklemişti. En önemlisi de, ölürken, gözyaşlarını birdenbire silerek, kocasının sevinçli şarkısını yinelemesi oldu: Kaptan bana da haber ver / De­mir alırken / Ben de seninle geleceğim / Bu sabah erken...

(Seslerde Başka Sesler, 1997)

FOTO GALERİ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör