Tarihçi
(D. 29 Mayıs 1930, Konya – Ö. 6 Eylül 2010, İstanbul). İlk, orta ve lise
öğrenimini Konya‘da yaptı. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi (1955) mezunu.
Eserlerinden çok sohbetleriyle tanındı. Osmanlı ve İslâm tarihi hakkında geniş
bilgisi, günlük siyasetin çeşitli gelişmelerini sağlam bir tarih düşüncesiyle
değerlendirmesi, Osmanlı-Türk devlet düşüncesi hakkındaki ilginç tesbitleri,
çevresinde toplanan her kesimden aydın ve gençleri etkiledi. Dündar Taşer
(1925-72) ve Erol Güngör (1938-83) ile ülke sorunları ve millî düşünce
çevresinde yaptığı sohbetleri, Dündar Taşer‘in vefatı ardından derleyerek 1974
yılında Z. N. İmzası ile Dündar Taşer‘in Büyük Türkiyesi adıyla
yayımladı.
Diğer bir
büyük bir eseri de Filibeli Şehbenderzade Ahmet Hilmi‘nin İslâm
Tarihi‘ni sadeleştirerek, notlar ve geniş açıklamalarla, bir biyografi ile
birlikte yayımladığı çalışmadır. Bu eser, İslâm tarihini ele alış tarzıyla hala
aşılamamıştır. Metod bakımından tümüyle benzerlerinden farklı olduğu gibi,
İslâm tarihinde Türklerin Selçuklu, Osmanlı ve Moğolların oynadıkları rolleri
de yetkinlikle değerlendirmeye tabi tutan bir eserdir. Eserde Sünni ve Şii
tarikatlar, dini-siyasi akımlar bugünkü nesillerin sorularına cevap verecek bir
bilgi özeti ve değerlendirmelerle belirtilmiştir. Adı geçen eserin 1974‘den
itibaren çok sayıda basımı 1982‘de yapılmıştır.
Ziya Nur
Bey‘in bu iki eserinden başka, Diriliş dergisinde yine Z. N. imzasıyla yazılmış
makaleleri vardır. Fakat onun en büyük eseri, eskizleri 3000 sayfayı geçen
Osmanlı Tarihi‘dir. Bu eser Birinci Cihan Harbi yıllarına kadar yazılmış
olmasına rağmen, henüz bitmemiştir. 1965‘lerden 1976 yılına kadar yedi bin
cilde yakın kaynağı inceleyen Ziya Nur, eserini bir an önce yayımlamasını
isteyen dostlarına, bu eserin bu haliyle basılmasını istemediğini, her şeyden
önce tarih yazmaya başladığı zamanki görüşlerinde önemli değişiklikler
oluştuğunu, bu yüzden yazdıklarını yeniden elden geçirmesi gerektiğini, ayrıca
böyle bir tarihin baş tarafına Osmanlı devlet düşüncesine ilişkin yüz elli-iki
yüz sayfalık geniş bir önsöz yazmaya kararlı olduğunu, hatta bunu notlar
halinde tesbit ettiğini söylemişti.
1976
yılında geçirdiği bir felç sonunda konuşma ve yazma melekesini önemli ölçüde
kaybetti. O zamandan beri konuşma melekesini ilerletme yolunda bazı gayretler
göstermişse de çalışması için yeterli olmadı. Ziya Nur Bey, tarihçiliğinin yanı
sıra çağdaş Avrupa düşünce ve siyasetini yakından izleyen, güzel
sanatlarda, özellikle ressamlıkta yetenekli, şiir ve müziğimize hayran bir
fikir adamı olarak tanındı. Evindeki yağlıboya tabloları bir sergi açacak kadar
çoktu.
1960‘larda
Beyazıt‘ta sohbetlerin edildiği, yeni yeni fikirlerin filizlendiği Marmara
Kıraathanesi‘nde entelektüel sohbetler sabahlara kadar sürerdi. Birleştirilmiş
birkaç masanın etrafında çay ve sigara içip günün meselelerini ve o meselelerin
tarihi arka planlarını konuşan, tartışan insanlar toplanırdı. Bu sohbetlerin
dikkat çeken isimlerinden biri de, Osmanlı medeniyetine ve tarihine alışılmışın
dışında bir gözle bakan ve bakışını kitaplara aktaran Ziya Nur‘du. Herkes onun
soyadını Nur sanırdı; ancak Nur onun soyadı değil, Bediüzzaman‘a bağlılığını
gösteren bir nişâneydi. Soyadı Aksun olan Ziya Nur, eski adı “Küllük” olan
Marmara Kıraathanesi‘ndeki sohbetlerden başka her yıl Ertuğrul Gazi
şenliklerine katılmak üzere Söğüt‘e de giderdi.
İki yakın
dostu Erol Güngör ve Dündar Taşer‘in ani ölümleri, sohbetlerin havasını acıya
boğmuştu. Kısa bir süre sonra 1976‘da Ziya Nur‘un da sağ tarafına ağır bir felç
inmesi, seyrek de olsa devam eden sohbetlerin sonu oldu. 6 Eylül 2010 günü
İstanbul’da vefat etti.
Kızkardeşi
Belma Aksun‘un anlattığına göre Ziya Nur Aksun, bir gün okulda öğretmenine
sordu: “Öğretmenim, Fatih, Kanuni, Beyazıt da padişahtı. Padişahların hepsi
kötü müydü?” O zamana kadar öyle bir soru ile karşılaşmamış olan öğretmeni
ona, ‘tarihçi’ adını taktı. Bir keresinde de ilkokul yıllarında ayakkabı
tamircisinde halktan adamların okulda Kızıl Sultan diye öğretilen Sultan
Abdülhamit’ten büyük bir saygı ile‚ Abdülhamit efendimiz diye söz ettiklerini
duyunca, hayretler içinde kaldı ve tarihe olan ilgisi de böylece başlamış oldu.
Bu merak ve ilgi sonraki yıllarda 6 ciltlik Osmanlı Tarihi‘nin
yazılmasına, Filibeli Ahmet Hilmi‘nin İslâm Tarihi‘nin sadeleştirilip
eklerle yayımlanmasına uzandı.
Ziya Nur Aksun İçin Ne Dediler?
“Onu
1952-56 yılları arasında Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesinde okuduğum
yıllarda tanımıştım. Hukuk fakültesinde talebe idi. Ondaki okuma aşkını nasıl
anlatsam. Cumhuriyet çocuğu olmasına, Osmanlıca’yı kendi gayretleriyle öğrenmiş
olmasına rağmen, zengin ve edebi Türkçeyi iyi biliyor ve ondokuzuncu asırda
yirminci asrın ilk çeyreğinde yayınlanmış fikri eserleri iyi anlayarak
manalarına nüfuz ederek okuyordu. Ziya Bey, eskilerin “feyyaz bir zeka sahibi”
dedikleri müstesna bir şahsiyetimiz ve fikir adamımızdır.” (Mehmet Şevket
Eygi)
***
“Ziya
Nur Aksun’un yazdıklarını değerlendirince, geleneksel tarih anlayışımızı zihniyet,
mantık ve ilimle besleyerek geliştirdiğini görürüz. Bu, tarih ilmimizde
gerçekten bir devrimdir. Bütün bunları yaparken gençti; çevresinde sohbet
meclisi vardı; ama tarih ilmi bakımından öğrencisi yoktu; olsaydı, onun tarih
anlayışı kurumsallaşır, geleceğimize çok daha farklı bir güvenle bakardık.
Medeniyetimizden tamamen kopmamak, yarınlarda Müslüman-Türk olmak, insanlığı
zenginleştirmek istiyorsak, klasik tarihçiliğimiz, yani Ziya Nur Aksun’un yolu
takip edilmelidir.” (Mehmet Niyazi)
***
“Ziya
Nur Aksun, dünle bugünü birleştiren bir kültür köprüsü, kökü mazide olan ati,
Türk milletinin temel değerlerini bilen ve bildiren bir müellif, insanlarıyla
barışık bir münevver, ışıltılı fikirleri ve eserleriyle bir abide şahsiyettir.
Onu tanıyanlar, eserlerini okuyanlar, ne kadar zenginleştiklerini
farkedeceklerdir. Milletimizin bütün fertleri bir Alperen ve allame olan Ziya
Nur Aksun’a hürmet ve şükran hisleriyle dolu olmalı.” (Mehmet Nuri Yardım)
BAŞLICA
ESERLERİ:
Dündar
Taşer’in Büyük Türkiyesi (Z. N. imzasıyla,
1974, kendi adıyla 2017), İslâm Tarihi (Filibeli Ahmed Hilmi’den sad. ve
eklerle, 1974, 1982, 2011), Osmanlı Tarihi (Osmanlı Devleti’nin tahlili,
tenkidli siyasi tarihi, 6 cilt, 1994, 2010), Siyasi ve Sosyal Açıdan
Mezhebler Tarikatler (Takdim: Prof.Dr. Saadettin Ökten, 1997, 2004), Gayr-ı
Resmî Tarihimiz - Osmanlı Padişahları (Önsöz: Prof.Dr. Saadettin Ökten,
2004), Enver Paşa ve Sarıkamış Harekâtı (yay. haz. Erol Kılınç, 2005), Darbe Kurbanı Abdülaziz Han (2009), Zirvedeki Sultanlar (2011), Son Cihan Padişahları 1617 - 1703
(2011), Osmanlı'nın
Zirvede Kalma Mücadelesi (2011), Cihan Padişahı Muhteşem Süleyman (2011),
Beylikten Cihan İmparatorluğu'na
(2012), 2. Abdülhamid Han (2017), Dört Muzdarip Padişah (2017).
KAYNAKÇA: İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye
Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) -
Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi
(2006, gen. 2. bas. 2007) – Ünlü Bilim Adamları (Türkiye Ünlüleri
Ansiklopedisi, C. 2, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Osmanlı
Aşığı Bir Koca Çınar (Yeni Şafak, 24.1.2003), Bilge Tarihçi Ziya Nur Aksun
(ortak, Necmeddin Turinay, Mehmet Nuri Yardım, Ömer Ziya Belviranlı, Abdullah
Uçman, Beşir Ayvazoğlu, Hekimoğlu İsmail, Belma Aksun, Mehmet Şevket Eygi,
Osman Akkuşak, Sezai Karakoç, Nevzat Kösoğlu, ve Emin Işık vd., 2004), Cem Sökmen
/ Ziya Nur’dan ‘Tarih’ Almak (Millî Gazete, 30.1.2005), Servet Kabaklı / Enver
Paşa ve Sarıkamış (Tercüman, 12.3.2005), Türkiye
Yazarlar Birliği / Türkiye Kültür Sanat Yıllığı (2011), Belma Aksun / Bir Millet Mistiği: Ziya Nur Aksun
(2013), Oğuz Çetinoğlu / Belma Aksun
Hanımefendi ile röportaj (millidusunce.com, 21.03.2019).
BELMA AKSUN
HANIMEFENDİ İLE RÖPORTAJ
Oğuz ÇETİNOĞLU
İyilik
Meleği, Zarif Hanımefendi BELMA AKSUN,
Ve…
Erken Kaybettiğimiz Kalem ZİYA NUR AKSUN…
‘Aile
Bağı, En Yüce Duyguların Membaıdır.’
Oğuz Çetinoğlu: Ağabeyiniz ve
siz, nasıl bir aile ortamında, nasıl bir çevrede yetiştiniz?
Belma Aksun: Kalabalık bir
aileydik. Annem, babam, haminnem (babaannem), halam, halamın ve babamın dadısı
diyebileceğim babam doğmadan, halam daha beşikteyken ailemize katılan Ayşe
ablam ve oğlu Recep ağabeyle sekiz kişiydik.
Mütevazı
bir memur ailesiydi bizimki. Ama birbirlerine sevgi, saygı bağıyla bağlı,
geçimli, çok huzurlu, mutlu bir aileydi… Ağabeyimle ben evin en küçükleri,
çocukları olmanın saltanatını sürdük. Çok sevildik, nazlandık, şımartıldık ama
hiçbir zaman, o her istediği yapılan, yapılmayınca ter ter tepinip, salya sümük
ağlayan “Çingene nazlıları” olmadık. Söz gelimi sokakta, çarşıda pazarda her
gördüğünden isteyen, alınmayınca huysuzluk eden bir çocuk olmadık. Sokakta bir
şey istenmeyeceğini bilirdik, istemezdik de.
Biz
hiç dayak yemedik, uluorta azarlanmadık, başkalarının yanında hatalarımız
yüzümüze vurulup mahcup edilmedik. Kendimizi savunma amacıyla kolumuzu hiç
yüzümüze siper etmek mecburiyetinde kalmadık. Yüzümüze hiç şamar yemedik. Kirli
pabuçlarla yeni silinmiş yerlere bastığımız vb. için annemin popomuza pat pat
bir iki vurduğu olmuştur ama babamdan tek fiske yemedik. Yanlış bir şey
yaptığımızda, özellikle annem öyle bir bakar hizaya getirirdi ki…
Bir
de müzevirlik bilmez, kimsenin dediğini kimseye yetiştirmezdik. Kalabalık ama
huzur dolu bir evimiz vardı. Bizim evde hiç kavga, gürültü olmaz, hatta yüksek
sesle bile konuşulmazdı. Kavga gürültü, küfür kıyamet, tabak çanağın havalarda
uçuştuğu, günlerce birbirine küsüp laf sokuşturduğu aile bireyleriyle gergin,
elektrikli bir aile ortamını hiç yaşamadık.
Elbette
zaman zaman alınganlıklar, burukluklar olurdu ama hep kırıp dökmeden atlatmanın
bir yolunu bulurduk. Biri sinirli, öfkeliyse ötekiler sakin, anlayışlı olur,
üstüne üstüne gitmez, teskin etmeye çalışırlardı.
Çetinoğlu: Ağabeyinizin
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonraki hayatını, felç
olduğu târihe kadar, kendi hayatınızla birlikte özetler misiniz?
Aksun: Ağabeyim
Fakülte’den mezun olduktan sonra yedek subaylık eğitimini Polatlı Topçu Okulu’nda, kıta hizmetini ise Hadımköy’de
askerî hâkim olarak yaptı. O tarihte İstanbul’a yerleşmiştik.
Ben
Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’ne girmek istiyordum. Halamın ressam olan
eşinden ders alarak resim bilgimi geliştirip giriş sınavlarına hazırlanıyordum.
Bankacı bir yakınımızın emr-i vakisiyle Banko di Roma’ya girdim. Bankada
çalışmak aklımın ucundan bile geçmiyordu doğrusu. İtiraz edememiştim. Bir iki
ay çalışır, okullar açılınca ayrılırım, diye düşünüyordum. Çocukluk işte…
Makyajsız
yüzüme, atkuyruğu saçıma, kısa çoraplı ayağıma bakan bankanın Türkiye Şubeleri
Genel Müdürü, benim öğretmen olduğuma inanmamış ve bana çok aptalca gelen şu
soruyu sormuştu:
–Yani
şimdi siz isteseniz öğretmenlik yapabilir misiniz?
–Eveet,
demiştim.
Ne
biçim bir soruydu bu böyle?! Konya’nın bir köyüne, Karaman’ın (o tarihte
Konya’nın ilçesiydi) Gaferiyat1 köyüne tâyinim bile yapılmıştı da istifa
etmiştim. Müdür inanamamış:
–Hayret!
Bu kadar genç!…, demişti.
Aslında
ilkokula ahbap kontenjanında beş yaşında kayıtsız öğrenci olarak başladığım
için sınıf arkadaşlarımdan üç yaş küçüktüm. Bir de çocuk kalmakta ısrar eden
tutumumla, olduğumdan da küçük görünüyordum anlaşılan. On sekiz yaşını
doldurmadığım için başta vergi mergi de kesilmedi benden.
O
tarihte bankada siyah önlük giyiliyordu. Bana da bir önlük verdiler. Önlüğüm,
boyasız yüzüm, topuksuz ayakkabılarım, merdivenleri koşarak pat pat inip çıkan
halimle öğrenciden pek de farkım yoktu zaten. Bankanın, bir melon şapkaları
eksik olan, durmuş oturmuş, klasik bankacı tipleri “Ya sabır!” çekip başlarını
iki yana sallayarak:
–Bankayı
okula çevirdiler, diyorlardı.
Ama
pek ciddi, çalışkandım. Genel müdür bizim akrabaya:
–Sen
bana memur değil bir hazine getirmişsin, demiş…
Bir
iki ay sonra çıkarım dediğim bankada yedi yıl çalıştım. Bu arada ağabeyim
askerliğini bitirdi, Fakülteler Matbaası’nın beş ortağından biri olarak
matbaacılık hayatına başladı ve 1976 yılının 1 Nisan’ında felç olana kadar
devam etti.
Genelde
Matbaa’ya öğleden sonra gider, gece geç saatlerde son vapurla gelirdi eve.
Sabah namazına kadar ışığı yanar, okuyup yazardı. Bu yüzden sabahları gazeteye
gitmek üzere 9.30 civarında evden çıkıp akşam 6.30-7.00 sularında eve dönen
ben, o tarihlerde Cumartesi’leri de çalışıldığından, Pazar dışında pek
göremezdim ağabeyimin yüzünü. Biz onu matbaaya gidiyor, geceleri de Osmanlı
Tarihi yazıyor sanıyorduk. Ancak hastalandıktan sonra onun Marmara
Kıraathanesi’ndeki sohbetlerinden ve “Dündar Taşer’in Büyük Türkiyesi” ve de
kapsamlı notlar ilavesiyle bir misli genişleterek yayınladığı “Filibeli Ahmed
Hamdi”nin “İSLAM TARİHİ”nden haberdar olduk. Zaten kitaplarına adını yazmamış,
İslam Tarihi’ne Z.N. inisiyalini koymakla yetinmişti.
Tabii
Osmanlı’nın Kuruluş Şenlikleri olarak kutlanan Söğüt Şenliklerinin geniş
kesimlerce benimsenmesine önayak olduğunu da o vesileyle öğrendik. Sır küpü,
tevazu âbidesi ağabeyim, evde tek kelimeyle söz etmemişti bunlardan.
Ben
1969 yılında Tercüman’da çalışmaya, aynı yılın 1 Mayıs’ından itibaren de günlük
“A’dan Z’ye Kadın ve Ev” köşesini hazırlamaya başladım ve 1990’da ayrılana
kadar da devam ettirdim. Bu köşede yerli ve yabancı kaynaklardan faydalanarak,
kadını ve aileyi ilgilendiren konularda ( sağlık, çocuk bakımı, ev ekonomisi,
kadın hakları, yemek, dekorasyon, görgü, pratik bilgiler vb., Pazar günleri
mini hikâyeler) yazdım. Bildiğim kadarıyla, basında düzenli olarak her gün
yayınlanan ilk kadın köşesiydi. Ayrıca dış politika, aktüalite vb. çeşitli
konularda çeviriler, röportajlar vb. yaptım.
Çetinoğlu: Ağabeyinizin
felç olmasının sebebi biliniyor mu? Aile nasıl karşıladı ve neler yaşandı?
Aksun: Felç olmasının
sebebi, aşırı strese bağlı beyin kanamasıydı. Stresin sebebi? Ben de
bilmiyorum.
Tıpkı
doğum tarihim gibi ağabeyimin felç olduğu 1 Nisan 1976 da hiç unutamadığım bir
tarihtir. Tercüman Gazetesi, Cağaloğlu’ndan Topkapı’daki yeni binasına bir iki
gün önce taşınmıştı. Telefonların hepsi doğru düzgün bağlanmamıştı henüz.
Sadece birkaç hat vardı. Öğleden sonra biri geldi ve:
–Evden
Cağaloğlu’nu aramışlar. Ağabeyin hastalanmış, dedi.
Pek
telaşlanmadım. Bu dolaylı haberde bir yanlışlık olduğunu düşündüm. Ağabeyim
sapasağlamdı. İhtimal babamdı hastalanan. Alerjisi vardı. Bir gün önce doktora
götürmüştüm. Arabaya atladım son sürat eve geldim.
Annem
babam perişandılar. Ağabeyimi salondaki kanepeye yatırmışlardı. Gözleri açık,
öylece sessiz, soluksuz yatıyordu. Normalde öğleden sonra giderdi matbaaya.
Kalkmayınca odasına gitmişler ve onu yerde karyolasının altından çektiği kitap
dolu bavulun başında bulmuşlar. Sürükleyerek salona getirip yatırmışlar.
–O
da bize sağlam ayağıyla destek oldu. Yoksa dünyada getiremezdik, dedi annem.
Getirdiğimiz
doktor:
–Felç,
dedi, hastaneye yatırmak gerek.
–Bu
kadar genç yaşta felç olur mu, dedim isyanla.
–24
yaşında hastam var, dedi doktor. Hiç konuşamayabilir…
Dehşet
içindeydim. Hareket edemiyor, konuşamıyordu… Ve belki de hiç konuşamayacaktı!
Demir bir yumruk yemiş gibiydim; soluğum kesilmiş, aklım, fikrim durmuştu…
Hiçbir şey düşünemiyordum. Kalp hastası annem ve yaşlı babam… Öyle çaresizdim
ki…
Gecikince
matbaadan aramışlar, hasta olduğunu söylemiş babam. Arkadaşları ambulans ve iki
doktorla geldiler. Göz dibi muayenesi filan yaptılar. Hayatımda ilk kez
gördüğüm bu yabancılar ağabeyimi ambulansa aldılar ve:
–Sizin
gelmenize gerek yok. Biz size bilgi vereceğiz, deyip gittiler.
Geç
akşam vakti, bahçeden çıkan ambulansın ardından annem, babam ve ben öylece
elimiz böğrümüzde bakakaldık. Bir iki saat sonra telefon edip hastaneye
yatırıldığını, gerekli müdahalenin yapılmakta olduğunu bildirdiler.
Böylece
hastane günleri başladı. Sabahları gazeteye giderken önce ağabeyime uğruyor,
temiz çamaşır vb. götürüyor, alınacak ilaçları, serumları vb. alıyor,
hastaneden eve telefon edip tekmil veriyordum. Akşam tekrar uğruyordum. Komada
değildi. Torpör hali dedikleri bir halde, sondalar, serumlar içindeydi. Bilinci
açıktı, geleni gideni tanıyor, fark ediyor, tepki veriyordu.
Felç
konusunda aile olarak deneyimimiz vardı. Haminnem yedi yıl felçli olarak,
konuşamadan, sağ kolunu, bacağını kullanamadan yatağa bağlı olarak yaşamıştı.
Rahmetli halamın felç olmaktan ödü kopar, her yıl hacamat yaptırıp kan
aldırırdı. Bir yıl önce vefat ettiği için, çok sevdiği Ziya Nur’un felç
olduğunu görmedi Allah’tan.
Elbette
hepimiz için müthiş bir travma oldu bu. Özellikle annem için… Yedi yıl boyunca
haminneme öylesine sevgiyle, ilgiyle bakmıştı ki, evladının aynı şeyi yaşamak
mecburiyetinde oluşu kendi deyimiyle “belini bükmüştü” onun. Birbirimize
tutunarak, kâh isyan, kâh tevekkül ederek, el birliğiyle üstesinden gelmeye
çalıştık.
Yaklaşık
iki buçuk aylık bir tedaviden sonra ağabeyim ayağa kalktı, önce bastonla, sonra
bastonsuz da sağ ayağını hafif oraklayarak, sağ elini hiç kullanamadan ve
konuşamadan ama zihni melekeleri yerinde olarak devam etti hayatına. Çok uzun
bir süre, yıllarca kabullenemedi durumunu ve hep bir gün iyileşeceğini,
tarihini tamamlayabileceğini umut etti.
Okuyup
yazamamaya katlanamıyordu. Sonunda annemle ikimiz onu yeniden resim yapmaya
ikna ettik. “Yapamam. Sağ elimi kullanamıyorum” diyordu hal diliyle. Rahmetli
annem:
–Sen
fırçayı serçe parmağına takar yaparsın, dedi.
Zor
şer başladı resim yapmaya. Başta ürkek, tedirgindi. Başaramamaktan korkuyordu.
Sonra açıldı, rahatladı. Ve resim yapmak onun için, hârika bir uğraş, bir
kurtuluş, bir tür terapi oldu. Hastaneye yattığı son günlerine dek yıllarca
yüzlerce resim yaptı.
Her
gün düzenli, programlı bir şekilde resim yapıyordu. İlk resminde soğuk renkler,
griler, kahverengiler, Prusya mavileri vb. kullanmıştı. Giderek aydınlandı
paleti. Çeşitli tonlarda sarılar, vermillion kırmızıları ağır basmaya başladı.
1990’da Birlik Vakfı’nda açtığı, açılışını dönemin Kültür Bakanı’nın yaptığı
resim sergisini gezen bir ziyaretçi hanımın tepiti ilginçti:
–Müslüman
bir Van Gogh’un resimleri bunlar!
Çetinoğlu: Ağabeyiniz,
hukuk tahsili yapmış olmasına rağmen, rahmetli Mehmet Niyazi Özdemir’in de
belirttiği gibi derin bir târih şuuruna sâhipti. Günümüz târihçilerinden pek
çoğunun farkına varamadığı tespitleri, yazmaya / seslendirmeye cesâret
edemeyecekleri yorumları var. O’na bu hasletleri kazandıran kaynak hakkında
neler söylemek istersiniz?
Aksun: Biliyorsunuz,
Ahmed Cevdet Paşa da hukukçuydu ama on iki ciltlik Tarih-i Cevdet’i yazmıştır.
Tarih yazıcılığına, tarih felsefesi ve metodu açısından yeni bakış açısı
kazandırdığı değerlendirilir. Yazdığı yazılar, yaptığı TV programları ile
yıllarca ağabeyimi, tarihini tanıtan, dostlarının “Ziya Nur’un hayrül halefi”
diye andıkları rahmetli Mehmet Niyazi Bey, ağabeyimin tarihi için “Cevdet
Paşa’nın tarihinin devamı” derdi. Hangi kaynaklardan esinlendiğini bilemem.
Öyle çok ve öyle geniş bir yelpazede okumalar yapmıştır ki…
Aslında
Osmanlı Sultanları’ndan bizim evde hep söz edilirdi. Öyle ki, 3-4 yaşlarında
saçım gür olsun diye babamla berbere saç traşına giderdim. Ve de tulum giydiğim
günlerde adımı soranlara “Yavuz” derdim. Yavuz Sultan Selim’e hayranlığım ta o
günlerdendir benim. Diyeceğim, Osmanlı bizim evde her daim gündemdeydi.
Ağabeyim de ilkokulda müfredat gereği padişahların kötülüklerinden söz eden
hocasına:
-Padişahların
hepsi mi kötüydü? Fatih, Yavuz, Kanuni de mi? diye sorduğuna bakılırsa tarihçi
olacağı galiba o zamandan belliymiş. Hocası Seza Hanım anneme:
-Bunca
yıllık hocayım. Hiçbir talebem bugüne kadar bu soruyu sormadı bana, demiş.
Şu
anekdot da belki bu konuda bir fikir verebilir:
Ziya
Nur ilkokuldayken, sökülen ayakkabısını tamir ettirmek için gittiği yaşlı
tamircide oturmuş beklerken, onun yaşlı dostuyla yapmakta olduğu sohbete kulak
misafiri olmuş. Yaşlı adamın büyük bir saygı ve ihtiramla:
-Sultan
Hamid Efendimiz zamanında bu işler böyle olmazdı… filan deyince okulda “Kızıl
Sultan” diye okutulan Padişahtan övgüyle söz edildiğine hayret etmiş:
“‘Padişahtan,
Sultandan kurtuldu güzel vatan’ diye marşlar söylüyoruz. Ama bu ihtiyarlar
“Efendimiz…” diye saygıyla söz ediyorlar ondan. Bu ne iştir?” diye zihninde
soru işaretleri belirmiş.
Çetinoğlu: Bir basın
mensubu olarak başarılı, daha da önemlisi istikrarlı bir çalışma hayatınız
oldu. Başarınızın sırlarını, sizin gibi olmak isteyenler için açıklamanız
mümkün mü?
Aksun: Sanırım Bâb-ı
Âli’de, mesleğe aynı gazetede başlayıp aynı gazetede bitiren gazeteci pek fazla
değildir. Basın, çalışanlar açısından pek istikrarlı bir iş kolu değil galiba.
Defalarca iş yeri değiştirmek, hatta aynı gazeteye birkaç defa girip çıkmak
olağan sayılır bu iş kolunda… Belki de alışkanlıklarına bağlı, işyeri
değiştirmekten pek hoşlanmayan biri oluşum ve de mesleğimi, yaptığım işi çok
sevmemdendir bu. Tabii bir de, zaman zaman gel gitler yaşansa da, aynı iş
yerinde kesintisiz çalışma şansı bulabilmemden…
Fazla
ilan gelip de köşemin yayınlanmadığı günler karalar bağlardım. Ve de yıllık
tatile giderken, ben yokken yayınlansın diye, gece gündüz çalışır, 30-35 günlük
yedek köşe yazısı bırakırdım.
Çetinoğlu: Üstâdımızın
Osmanlı Cihan Devleti hakkında söylediği ‘Muhteşem devlet, madde planında yok
edildiği halde, kafa ve kalplerde hâlâ yaşıyor…’ sözünü, Ziya Nur Aksun
hakkında kullanmak durumundayız. Madde planında yok, fikir plânında, bütün
hayatiyle yaşıyor.
Ziya
Nur Aksun’un fikriyatının gelecek nesillere intikali, bıraktığı çok kıymetli
eserle elbette mümkündür. Fakat ‘kâfi değildir’ diye düşünmek de mümkün. Mesela
hukukçu ve târihçi öğretim üyeleri talebelerine; Ziya Nur Aksun hakkında
mezûniyet, yüksek lisans ve doktora tezi hazırlamalarını söylemeliler. Bu tür
çalışmalar var ise de bu çalışmaları kemiyet ve keyfiyet itibâriyle yeterli
buluyor musunuz?
Araştırmacılara
bilgi aktarımı kabilinden bu çalışmaları isim ve yazarları itibâriyle bu
röportaja kaydedebilir miyiz?
Aksun: Ziya Nur Aksun
hakkında, bildiğim kadarıyla Konya Selçuk Üniversitesi, İletişim Fakültesi’nden
Fatma Gülser Özer’in tez çalışmasından başka bir çalışma yok. Bu tür
çalışmaların daha fazla yapılmasını isterim elbette.
Ama
benim asıl istediğim, Ziya Nur Aksun’un Osmanlı tarihinin, en azından onun
tarih görüşünü esas alan bir tarihin bir gün okullarda ders kitabı olarak
okutulması… Tarihimize çarpık, şaşı bakmaktan kurtulan, böylece geçmişi
hakkıyla bilip geleceğe güvenle, isabetle bakıp doğru karar verebilen nesiller
yetişmesi.
Diliyle,
üslûbuyla, tenkit ve tahlilleriyle âbide bir eser olduğuna inandığım onun
Osmanlı Tarihi, adeta ters duran, durdurulmaya çalışılan bir piramidi ayakları
üstüne muhkemce oturtan bir tarih bence. Onu okuduğumda, tarihteki olaylar ve
şahıslar yerli yerine, ait oldukları, hak ettikleri yere oturdular.
Çetinoğlu: Ağabeyinizle
ilgili düşünce ve hâtırâlarınız ‘Bir Millet Mistiği: Ziya Nur Aksun’ isimli
eserinizde var. Şahsınıza ait hâtırâlarınızı yazıyor musunuz?
Aksun: Hatıralarımı
yazmıyorum.
Çetinoğlu: Hâtırâ yazmanın
faydalı ve mahzurlu tarafları hakkındaki düşüncelerinizi lütfeder misiniz?
Aksun: Hatıra yazmak elbette yararlı, hatta
belki de gerekli. Geçmişe ışık tutan geleceğe kalacak bilgilerin, bire bir
yaşanmışlıkların ayak izleri onlar. Kaçınılmaz olarak az veya çok subjektif
olmaları, artık hayatta olmayanları cevap hakkından yoksun bırakmak, yaşayanlarla
da polemiğe girmek gibi sakıncaları olsa da ilgiyle ve kolayca okunan yararlı
bir tür olduğu kanaatindeyim. Söylendiğine göre, çok da rağbet görüyorlarmış.
Çetinoğlu: Merhum, Osmanlı
târihi kadar batı düşünce ve siyâseti hakkında da derin bilgi sâhibi idi. Batı
ile alâkalı olarak hangi yayınları ve yazarları tâkip ediyordu?
Aksun: Ağabeyim adına
bu sorunuza cevap vermem imkânsız. Daha önce de dediğim gibi öyle geniş bir
yelpazede ve o kadar çok şey okurdu ki…
Çetinoğlu: Siz hangi
batılı yazarları tâkip ediyorsunuz?
Aksun: Yayın ve yazar
ismi vermek benim için bile çok zor. Ama defalar defalarca okumaktan
vazgeçemediğim kitap derseniz, Mevlana’nın Mesnevi’si derim. Hem de her
defasında yepyeni şeyler keşfederek…
Çetinoğlu:
Vazgeçilmezleriniz nelerdir?
Aksun: Vazgeçilmezim,
kendime olan saygımdır. Yirmi yaşlarındayken “Tek efendim gururum” derdim, çok
önemliydi benim için, hâlâ da öyle… Bu yüzden bedel ödemek zorunda da kaldım
ama asla pişman olmadım ve hiçbir zaman kendime olan saygıma halel gelmesine
izin de, fırsat da vermedim… Aksi halde yüzüm kızarmadan aynaya bakamazdım
sanırım.
Onun
dışında hiçbir şey, hiçbir kimse, hiçbir makam, mevki vb. benim için
vazgeçilmez değildir.
Çetinoğlu: Ağabeyiniz
velût bir müellifti. Nasıl yazıyordu, çalışma prensipleri nelerdi?
Aksun: Ağabeyim
gerçekten de velût bir yazardı. Pek çok eser verebileceği en verimli çağında
susmak zorunda kaldı. Ne diyebiliriz ki? Takdir-i İlâhi! Elbet her şeyde bir
hayır vardır.
Ağabeyim
büyük boy teksir kâğıtlarına stiloyla (dolma kalemle) yazardı. Geceleri sabaha
kadar yazardı. Altı cilt halinde yayınlanan, şimdiye kadar üç baskı yapan
Osmanlı Tarihi’ni de böyle yazmış ve sanırım bir defa bile baştan sona okuma
fırsatı bulamamıştı. (Yayınlanmadan önce birlikte okumuş, ara başlıklar
çıkarmıştık. Editör Erol Kılıç’ın büyük bir titizlikle yayına hazırlaması
sonucunda yayınlandı. Altı cilt halinde üçüncü baskısı yapıldı ama tek tek
padişahlar vb. şeklinde ayrı ayrı kitaplar halinde defalarca yayınlanmaya devam
etmekte.)
Zaten
tarihini tamamlayamamış, başına yazacağı İbn-i Haldun’un “Mukaddimesi” ne
benzer bir girişi yazamadığı için, bunu yazmaktan umudunu yitirdiği 1995 yılına
kadar yayınlanmasına da razı olmamıştı. Hatta Ötükencilerin onca ısrarlarına
rağmen yazdıklarına bakmalarına bile izin vermemişti.
Gündüz
matbaayla meşgul olduğu için geceleri yazıyordu tarihini. Zira on parmakla ve
bakmadan çok süratli ve hatasız yazan bir entertip operatörü olduğunu söylüyor
dostları. Fakültelerin yabancı dillerdeki (Almanca, Fransızca vb.) kitaplarını
hatasız dizermiş.
Okuduğu
kitapları kimi satırların altını çizerek ve zaman zaman yanlarını notlar
yazarak okurdu. Bu notların pek çoğu, çok iyi bildiği eski yazıyla olurdu.
Çetinoğlu: Eskiden;
muharrir, müellif, müverrih, muhabir, edip, şâir, vak’anüvis vardı. Şimdi hepsine birden
‘yazar’ deniliyor. Dilimizi fakirleştirdiler. ‘Yazar’lar çoğaldı. Neredeyse
okuyucudan çok yazarımız var. Durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aksun: Sanırım
dilimizi sadece fakirleştirmekle kalmadık, kullandığımız kelimeleri de yanlış
kullanır olduk. Söz gelimi “oldukça” kelimesini “çok” anlamında kullanır
oldular artık. Hiç unutmuyorum, kardeşi menfur bir cinayete kurban giden
rahmetli Sakıp Sabancı’dan söz ederken TV muhabiri “Sayın Sabancı oldukça
üzgün” yani “eh, işte şöyle böyle üzgün”, “üzgünce!?” demişti. Acaba insan
kardeşini böyle kaybettiğinde “oldukça” üzgün olursa, ne zaman “ÇOK” üzgün
olur, söyler misiniz? Halen “oldukça”, böyle “çok” anlamında kullanılıyor, hem
de yaygın olarak…
Bir
de son günlerde çok sık rastladığım, vedalaşırken gidene söylenen “Hoşça
kalın!” lafı… Uçaktan iniyordum Hostes:
–Hoşça
kalın!, dedi.
Ben
de gayrı ihtiyari:
–Güle
güle! Deyiverdim…
Zira
kalan o, giden bendim!…
Ve
tabii bakkalından sucusuna, tezgâhtarından simitçisine varıncaya kadar herkesin
sağlığımızla pek bir ilgilenip diline pelesenk ettiği İngilizce “Take care of
yourself!”den tercüme “Kendine iyi bak!” lafı!… Ve saç baş yolduracak daha
niceleri…
Bilgi
yanlışlarından hiç söz etmiyorum. Bir gazetemiz inat ve ısrarla Edirne’deki
Selimiye Camii’ni İkinci Selim’e (Sarı) değil de Yavuz Selim’e yaptırtıp
duruyor, mesela.
Bilirsiniz,
eskiden gazetede yayınlanan yazıların dizildikten sonra okunduğu “Tashih
Servisleri” vardı. Ve buradaki musahhihler, anlı şanlı köşe yazarlarının bile
imlâ, bilgi yanlışlarını düzeltirlerdi. Şimdi sanırım herkes bilebildiğince
yazdığı yazıyı denetimsiz menetimsiz, bir “tık”la yayına veriyor…
Çetinoğlu: Doçent
olabilmek için yabancı dil bilip bilmediğine bakılıyor da Türkçe bilip
bilmediğine bakılmıyor. ‘Bilhassa’ ve ‘bilakis’ kelimelerinin mânâlarını ayırt
edemeyen öğretim üyeleri, ‘yalnız’
kelimesini ‘yanlız’ şeklinde yazan lise öğretmenlerimiz var. Bir dokun, bin âh
dinle bu kâse-i fağfûrdan…
Peki
Efendim, Merhum, ‘Dündar Taşer’in Büyük Türkiye’sini anlattı. Ziya Nur Aksun’un
Büyük Türkiye’sini de ana hatlarıyla siz anlatır mısınız?
Aksun: “Ziya Nur
Aksun’un Büyük Türkiye’si”ni bir röportajda özetleyivermek mümkün mü? Ziya Nur
Aksun’un, Osmanlı Tarihi’ne bakışının özünü veren o kısa, okunması son derece
kolay, akıcı bir dille yazılmış, hâlâ yeni baskıları yayınlanmakta olan bu
kitabı okumak, hem de her okuyuşta tazelenen bir zevkle, tıpkı benim gibi döne
döne okumak gerek diye düşünüyorum.
Çetinoğlu: Nasıl bir
Türkiye’de yaşamak isterdiniz?
Aksun:
Farklı eğilim, düşünce, inancına ve hayat tarzına sahip olsalar da kimsenin
kimseye “öteki” gözüyle bakıp yaftalamadığı, bu topraklara ait olmanın
bilincine ve gururuna sahip, sevinçte tasada bir, kendisiyle çevresiyle
barışık, kendi işini en iyi yapmanın gayreti içinde olan, kendi öz değerlerine,
geçmişine, geleceğine sahip çıkan, karşılıklı sevgi, saygı, anlayış gösteren
bireylerden oluşan huzurlu, mutlu, müreffeh Büyük Türkiye’de.
Çetinoğlu: Anahtar, çanta,
para gibi maddî unsurlar hâriç, kaybetmekten korktuğunuz şey ne olabilir?
Aksun: Aklımı, düşünme
melekelerimi kaybetmekten ve de elden ayaktan düşüp birilerine muhtaç olmaktan
korkarım. Allah’a hep, canımı almadan aklımı almaması ve dirimi de ölümü de
kimseye yük etmemesi için yakarıyorum.
Çetinoğlu: Teşekkür ederim
Efendim.
KAYNAK:
Oğuz Çetinoğlu / Belma Aksun Hanımefendi ile röportaj (millidusunce.com,
21.03.2019).