Gazeteci-yazar. 1950, Ankara doğumlu. Yazar Çetin Altan’ın oğlu,
İstanbul Üniversitesi İktisat Profesörü ve yazar Mehmet Altan’ın ağabeyidir.
Robert Koleji ve Ankara Koleji’nde öğrenim gördükten sonra Orta Doğu Teknik
Üniversitesi’ne girdi; ancak çeşitli nedenlerle buradaki öğrenimini
tamamlamadı. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden mezun oldu (1981).
Bir süre düzeltmen ve Amerikan haber ajanslarından birinde muhabir olarak
çalıştıktan sonra Hürriyet gazetesi
dış haberler servisinde görev aldı. Milliyet, Yeni Yüzyıl, Hürriyet, Taraf gazetelerinde
ve Aktüel dergisinde köşe yazarlığı, özel televizyonlarda program
yapımcılığı ve sunuculuğu yaptı.
İlk edebi eseri Paltolu
Donkişot isimli iki kişilik piyes olan Altan, ilk romanı Dört Mevsim Sonbahar’
Ahmet Altan, 15 Temmuz 2016 darbe girişimine ilişkin soruşturma
kapsamında gözaltına alınıp birkaç saat sonra serbest bırakıldıktan sonra
hakkında tekrar yakalama kararı çıkarıldı. Terörle Mücadele Şubesi'nde ifade
veren Altan kardeşlerden Ahmet Altan serbest bırakılırken, Mehmet Altan ise
tutuklanmıştı. 1. Sulh Ceza Hakimliği Ahmet Altan’ın 24 saat içinde İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığında
hazır edilmesi istendi. Bunun üzerine Ahmet Altan 22.09.2016 günü yeniden
tutuklandı.
“FETÖ darbe çağrışımı” davasında 4 Kasım 2019 günü karar
açıklandı;
Ahmet Altan “FETÖ terör örgütüne yardım etmek” suçundan 10 yıl 6
ay hapisle cezalandırıldı, adli kontrolle tahliyesine karar verildi.
Diğer sanıklardan Mehmet Altan’ın beraatine karar verildi. Nazlı
Ilıcak “FETÖ terör örgütüne yardım etmek” suçundan 8 yıl 9 ay hapisle
cezalandırıldı, adli kontrolle tahliyesine karar verildi.
Ahmet Altan İçin Ne Dediler?
“Yüzyıldan çok önce gündeme
gelen kimi unutulmaz yaratı (roman) kahramanları olarak Tolstoy’un Anna
Karenina’sını ve Flaubert’in Madam Bovary’sini anımsamadan olmayacak galiba.
Aydan, son yüzyılın, hatta belki de yeni bin yılın kadını olarak kapitalizmin
şafağındaki bu kadınların yaşam karşısındaki tutumlarından ne kadar geri bir
konumda, şaşmamak elde değil. Belki de kapitalizmin küresel düzeye geldiği
aşamada, insanın (kadının) zavallı durumunun sıradan bir göstergesi sayılmalıdır.
Hem zaten Kont Vronsky ile Haluk arasında bir bağlantı ya da bir benzerlik
bulmak da epey güç. Büyük olasılıkla Kate Chopin’in yazdığı Uyanış’taki
Edna’nın bir karikatürü olabilir ancak!
Ötekinde ise yazarının ‘Madam Bovary benim’ dediği bir roman kahramanı
söz konusuydu., merak ediyorum acaba Ahmet Altan da çıkıp ‘Aydan alında benim’
diyebilir mi? Diyemiyorsa bir kurgu insanı olarak roman kahramanı nasıl bir
gerçektenlik ya da sahicilik kazanabilir? Yaşamın bir yerinde bu tür
‘hayatlar’ın olması, ‘Aldatmak’ı ciddi bir roman, tek başına Aydan’ı da kalıcı
bir roman karakteri yapmaya yetmiyor ne yazık ki.” (Kemal Gündüzalp)
***
“Ahmet Altan, benliksel alana (yani hayata) geçmesinden endişe
duyduğu dürtüsel istemlerini aşırı denetleme ihtiyacında olan, dürtüsel
zorlamalarını denetlenebilir, ölçülü ve başarılı eylemlere aktararak
dizginlemeyi seçmiş, onları “ikinci bir benlik gibi kendi varlığına katmış” bir
kimlikle karşı karşıya olduğumuzu daha ilk adımda ustalıklı bir betimlemeyle
gösteriverir.” (Halûk
Sunat, Aldatmak hakkında)
***
“Kitap ismiyle, hem kesilip atılan bu tarihe hem de aşkın
alışılamayan acısına vurgu yapıyor. Hikâyeyse senelerdir yanlarından geçtiğim o
terkedilmiş sarayların içini dolduruyor ve bana olan küskünlüklerini biraz
olsun gideriyor. Aşka, doğunun sıcak gecelerine, kıskançlığa, İstanbul’a ve yok
edilmiş bir tarihe yolculuk...” (Tuğba Müküs, Kılıç Yarası hakkında)
ESERLERİ:
Roman: Dört Mevsim Sonbahar (1982), Sudaki İz (1985),
Yalnızlığın Özel Tarihi (1991), Tehlikeli Masallar (1996), Kılıç
Yarası Gibi (1998), İsyan Günlerinde Aşk (2001), Aldatmak (2002),
En Uzun Gece (2005).
Deneme: Geceyarısı Şarkıları (1995), Karanlıkta Sabah
Kuşları (1997), Kristal Denizaltı (2001), Ve Kırar Göğsüne
Bastırırken (2003), İçimizde Bir Yer (2004).
KAYNAKÇA: Gürsel Aytaç / Ahmet Altan’dan “Kılıç Yarası Gibi” - Bir
Tarihi Roman (Cumhuriyet Kitap, 17.9.1998), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda
İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), M. Sadık Aslankara / Ahmet Altan’ın Romanları
(Adam Sanat, Ekim 2002, sayı: 201), İhsan Işık / Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi
(2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin
Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2007) – Ünlü
Fikir ve Kültür Adamları (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 3, 2013) -
Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Canan Sevinç / Ahmet Altan’ın
Romanları ve Romancılığı Üzerine Bir Araştırma (Yüksek Lisas tezi, 2003), Kemal
Gündüzalp / Ahmet Altan’ın ‘Aldatmak’ Romanındaki Sevgi(sizlik) Sorunu
(Hürriyet Gösteri, Ocak 2005), İhsan Işık / Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür
Adamları Ansiklopedisi (2006), Ahmet Altan hakkında yakalama kararı çıkarıldı
(cumhuriyet.com.tr, 22.09.2016), Nazlı Ilıcak, Mehmet Altan, Ahmet Altan hakkında sürpriz kararlar
(turkishnews.com/tr, 04.11.2019).
İÇİMİZDE BİR
YER...
Bu
söylediğimin doğru olup olmadığından hiç emin değilim ama bana öyle geliyor ki
sanki hepimiz, içimizde bir başkası için ayrılmış bir yerle doğuyoruz.
Bir
parçası kayıp bir bulmaca gibi...
Hayatımızın
önemli bölümünü garip bir eksiklik duygusu ile geçirmemiz, bazı sabahlar
anlaşılmaz sıkıntılarla uyanmamız, bazen isimsiz umutlarla neşelenmemiz,
sanırım o boşluğun içimizde yarattığı girdaptan kaynaklanıyor.
Karşılaştığımız
her kadına ve erkeğe, belki de hiç farkında olmadan, girinti çıkıntıları o
boşluğun kesiklerine uyacak diye mi bakıyoruz?
Elinde
Sinderalla'nın ayakkabısıyla dolaşan biri var sanki içimizde, herkese,
"Acaba ayakkabının sahibi bu mu?" diyerek bakıyor.
Tam
olarak neyi ya da kimi aradığımızı bilmiyoruz.
Bize
öğretilen bilgilerden yola çıkarak aradığımız insanla İlgili birçok olumlu
özellik sıralıyoruz ama genellikle söylediklerimiz gerçeğe çok uymuyor.
Sonra
birden birisi hayatımıza giriveriyor.
Onun
sahip olduğu bir şey, belki kokusu, belki dokunuşu, belki gülüşü, belki zekâsı,
belki hayata bakış tarzı, belki zevki, belki aldırmazlığı, belki ihtirası,
belki de kötülüğü, içimizdeki boşluğun bütün girinti çıkıntılarını dolduruyor.
NOT: (İçimizde Bir Yer’den kısaltarak alındı)
CAMİ IŞIKLARINA
BAKAN ÇOCUK!
Ahmet ALTAN
Çocukluktan
gençliğe geçmeye çalıştığım dönemlerde yazarlık hayalleriyle dolu olduğumu
gören babam, ‘Yanağını cama yapıştırıp, evin çaprazındaki caminin şerefesinde
iftar zamanını haber veren ışıkların yanmasını, ışıklar yanar yanmaz bunu
bağırarak haber verdiğinde büyüklerin aferinini almak için heyecanla bekleyen
bir çocuğu anlatabilir misin’ demişti.
Yaklaşık
kırk yıldan beri o çocuk aklımdadır.
Hâlâ
o sahneyi ve o çocuğu en iyi biçimde nasıl anlatacağımı bulamadım.
Ama
bu görüntü benim yazarlık temrinlerimden biri oldu.
Babamın
kendi çocukluğunun anılarının arasından çıkartıp bana yazı ödevi olarak verdiği
sahneye kendi çocukluğumun anıları da eklendi.
Evimizin
hemen karşısındaki küçük cami.
Ramazan
geceleri mahallenin çocuklarıyla birlikte gittiğimiz teravih namazları,
camideki büyüklerin bize başka zamanlarda pek de göstermedikleri bir şefkati
göstermeleri, hálá çocuk aklımla ezberlediğim biçimde söylediğim ‘allah umme
salli ala’nın muhteşem melodisiyle dalgalar gibi kabaran o tuhaf coşku, namaz
çıkışında hissettiğimiz o ağırbaşlı memnuniyet...
Sahur
vakti sıcak yataktan gözlerim yarı kapalı kalkıp sobası yakılmış salonda
hazırlanmış sofraya oturuşum, galiba sadece ramazanlarda yapılan o yumurtaya
bulanmış ekmek kızartmaları, demli çay, beni sevgiyle ve gururla bağrına
bastığını düşündüğüm büyük bir kalabalığın parçası olmanın güveni ve sonsuz bir
huzur.
Allah’ı
çok sevmiştim.
Ondan
benim anlamadığım kelimelerle söz ediyorlardı ama o benim için, beni sevmesini
istediğim temiz yüzlü yaşlı bir dedeydi, oruç tuttuğum zamanlarda bana
gülümsediğini düşünürdüm.
Doğrusu
ya ondan pek korkmazdım.
Ama
beni sevmesini isterdim.
İlk
kez okulda din hocası cehennemi uzun uzadıya bütün korkunçluğuyla anlattığında
dehşete düşmüştüm, benim teravih namazlarında, iftarlarda, sahurlarda
hissettiklerimle hocanın anlattıkları hiç birbirine benzemiyordu.
O,
beni çok korkutan, bana çok uzak, çok mesafeli, çok gazaplı, benim çocuk
aklımın kavrayamayacağı çok ürkütücü bir güçten bahsediyordu.
Biz
dede-torun değildik.
Beni
sevmiyordu.
Kötü
bir şey yaparsam beni ateşlerin içine atacak, beni yakacak, bana acılar
çektirecekti.
Ben
ona hiç böyle şeyler yapmazdım ki, ben onun için hiç böyle cezalar düşünmezdim
ki, ben onu seviyordum, o niye beni ateşlerin içine atmak istiyordu.
Çok
korktuğumu, çok üzüldüğümü hatırlıyorum.
Bir
daha uzun yıllar camiye gitmedim.
Din
hocası benim çocukluk dünyamın en huzurlu hayalini, o soğuk yatakhanelerde
uyumadan önce dua edip kendisine gülümsediğim, herkes bana yaramazlık yaptım
diye kızdığında kendisine sığındığım ‘yakınımı’ benden koparmıştı.
Sonra
büyüdüm.
İnanmanın
huzurundan aklın huzursuzluğuna geçtim.
O
çocukluk dönemimden sonra bir daha hiç dindar olmadım, oruç tutmadım, dua
etmedim, namaz kılmadım.
Lise
yıllarında karşımdakinin inançlarına hiç aldırmaz, herkesin korktuğu bir güçten
korkmamanın tuhaf lezzetiyle diğer çocuklarla kıyasıya tartışırdım, onlar
Tanrı’nın varlığını kanıtlamaya çalışırlardı ben yokluğunu.
Küçük
bir çocukken inanmayı ne kadar sevdiysem, ilk gençliğimde de inanmamayı o kadar
sevdim.
Başkaldırmanın
müthiş cazibesine kapılmıştım.
Hayatın
zıpkınlı acılarından beni koruyacak bir güç yoktu artık, her acı doğrudan
tenime yapışıyor, o acıları taşımakta ilahi bir güç bana yardımcı olmuyordu.
Yirmili
yaşlarımda Ankara’da bir işçi kooperatifinde karımla birlikte epeyce sıkıntılar
çekerek yaşarken komşularımız olan bir ‘inançlı insanlar’ grubuyla
karşılaşmıştık.
Gerçekten
çok hoş insanlardı, yumuşaktılar, hoşgörülüydüler, benim gençlik
saygısızlıklarımı kibar bir sabırla karşılıyorlardı.
Aralarından
bir tanesi eski bir kabadayıydı, iriyarı, güçlü kuvvetli bir adamdı, epey
kavgaya karışmış, günahın her türlüsüne batıp çıkmıştı, sonra ‘inancı’
bulmuştu.
Beni
sessizce dinler, ben sözümü bitirince ‘Ahmet, kardeşim’ diye başlardı lafa,
beni ‘doğru yola’ getirmek için uğraşırdı.
Dini
korkuyla değil sevgiyle anlatırdı.
Zor
günlerdi, babam hapisteydi, kız kardeşim hastaydı, karım hamileydi, beş kuruş
para yoktu, bir yayınevinin zemin katında düzeltmen olarak çalışıyor,
kazandığım paranın çoğunu kiraya veriyordum.
O
sırada hayatımdaki en iyi şey o dindar insanlardı.
Dindarları
sevdim.
İnançlarını
paylaşmadım ama onlara ve inançlarına imrendim.
Bana
çocukluğumu, teravih namazlarını, sahurları, iftar sofralarını, huzuru
hatırlatıyorlardı.
Öfkeli
değillerdi, çıkarcı değillerdi, haramdan ölesiye korkuyorlardı, muhtaçlara
yardım ediyorlardı, inançlarıyla böbürlenmiyorlar, dini bir gösterişe
döndürmüyorlardı.
Onlara
saygı göstermeyi öğrendim.
Kendi
inançsızlığımla onları kırmamaya özen gösterdim.
Zor
günlerde bir ‘inançsıza’ bağışladıkları dostluğu hiç unutmadım.
Din
hakkında düşünmeye başladım, ‘din bir afyondur’ ezberinden ‘din nedir’ sorusuna
geçtim, insanların ve toplumların hayatında dinin yerini merak ettim.
Gerçek
bir dindarla, bir müminle, dini gösterişli bir rozet gibi yakasına takanlar
arasındaki farkı gördüm.
İçinde
bir vahşetle, bencillikle hatta kötülükle doğan ve ölüm gibi karanlık bir yok
oluşla varlıkları sona eren insanların gelişiminde, yaşama gücü buluşunda,
ahlakı yaratışında, vahşetini sınırlayışında dinin çok önemli kültürel bir
değer olduğunu fark ettim.
Dindar
olmadım, inançlı olmadım.
Hâlâ
da değilim.
Hiçbir
zaman da olmayacağım herhalde.
Ama
din fikrini, gerçek dindarları seviyorum.
Tanrı’yla
ilişkim ise anlatılması çok zor çelişkilerle dolu.
Varlığına
inanmıyorum ama o varmış gibi hissetmekten hoşlanıyorum, annemin mezarına
gittiğimde dua etmiyorum ama annemi ‘ona’ emanet ediyorum.
Artık
ne ölümden ne de ölümden sonrasından korkuyorum ama öldükten sonra sevecen bir
ışıkla karşılaşıp yaramazlık yapmış küçük bir çocuk gibi ona sığınıp
gülümseyeceğimi aklımdan geçiriyorum.
Din
hocası cehennemi anlatana kadar süren kuvvetli bir inanca dayalı ‘ilişkim’
şimdi bir başka biçimde sürüyor, onun adına yeryüzünde cehennemi yaratanları,
onun adıyla gösteriş yapanları, onun adına benim gibi ‘inançsızlara’
öfkelenenleri, onun adını sadece insanları korkutmak için kullananları ‘onunla’
arama sokmuyorum.
Tanrı’dan
bir beklentim yok.
Ona
duyduğum sevginin, eğer o varsa, bir beklentiden ya da bir korkudan
kaynaklanmadığını o biliyor.
Günahkar
olduğumu da, babasının sevgisine sığınan biraz şımarık bir evlat gibi bu
günahları işlemeye devam edeceğimi de.
Din
adına dehşet salanlar ne derlerse desinler, başkaları için kötülük
düşünmeyenleri onun affedeceğine inancım tam, benim tanrım her şeyden önce
‘başkaları için kötülük düşündün mü’ diye soracak bir tanrı.
Başkaları
için kötülük düşünmezsem, onun varlığına inanmasam bile beni affedeceğini
sanıyorum.
Affetmezse
de gücenmeyeceğim.
Çocukluğumda
tuttuğum oruçların, oturduğum iftar sofralarının huzurunu hiç unutmadım.
Bugün,
bir tek kez öyle bir huzurla iftar yapabilmek isterdim.
O
huzuru hissedenler, dilerim, o huzuru gereksiz öfkelerle bozmazlar.
Ben
bir daha o huzuru bulamayacağım.
Ama,
‘yanağını dışarının soğuğunu hissederek cama dayayıp, evin çaprazındaki caminin
ışıklarının yanmasını bekleyen’ çocuğu anlatmayı hep deneyeceğim.
Sanırım
bunu hiçbir zaman tam da beceremeyeceğim.